Ulus-Devletin Yavaş İntiharı: Doksanlı Yıllarda Türk-İslam Sentezi
Ulus-devletin yavaş intiharı diyebileceğimiz bir süreci ulus-devleti savunduğunu iddia eden bir siyaset gerçekleştirdi. Bunu bu yazıda daha somutlaştırarak Türk-İslam Sentezi olarak adlandırmayı denedim. Burada Türk-İslam Sentezciliği 70’lerdeki entelektüel geçmişinden ayırarak doksanlı yıllarda devlete egemen olan bir siyasal fraksiyon olarak yeniden konumlandırıyorum. Sanılanın aksine Kemalizmin ve Kemalistlerin bu yıllardaki etkilerinin daha zayıf olduğunu, olan bitenin bir biçimde devlet içi güç mücadeleleri etrafında şekillenen bir devlet kurucu şiddet olduğunu tarif etmeye çalıştım.
Önceki yazıyı tamamlayıp yayına verdikten 1-2 gün sonra Sedat Peker’in -bugün artık herkesin malumu olan- ifşaatları her yere yayıldı. Peker, AKP’nin dış politikadaki savrulmalarından, eski Türkiye’nin güvenlik bürokrasisi aktörlerinin başkanlık rejiminde yeniden egemen konuma gelişine birçok konuda bilinmeyenleri açıklıyor. Bir yandan da sözümona eski Türkiye’nin o Türkiye’ye de muhalif olanların zaten farkında olduğu karanlık yüzünü açık ediyor. Kutlu Adalı ve Uğur Mumcu cinayetiyle ipucunu verdiği bu genel tablonun baş aktörleri arasında güvenlik bürokrasisinin merkezinde ve çeperlerinde kendine yer tutmuş olan Türk milliyetçisi (Türk-İslam Sentezci) olduğunu iddia eden aktörler olduğu anlaşılıyor. Bu yazıda kısaca Türk-İslam Sentezi’nin doksanlı yıllar Türk siyasetinin egemen formu halini almasında etkili olan siyasal şiddetin boyutlarını tartışmaya açacağım. Bu siyasal şiddetin temsilcileri, mağdurları ve itirafçılarından oluşan bir tablo ile 12 Eylül sonrası temel çatışma ve çelişkinin nereye düştüğünü yeniden tarif etmeyi deneyeceğim.
Bir Devlet Kurucu Şiddet Dönemi Olarak Doksanlar
İlk yazıda ulus devletin bizzat onu korumak iddiasıyla yola çıkanlar tarafından çıkmaza sokulduğunu ve bunun yavaş intihar kavramı ile açıklanabileceğini ileri sürmüştüm. Doksanlı yıllarda Türkiye’de gördüğümüz de bir ölçüde budur. Esas itibariyle 12 Eylül sonrası neoliberalizmin yerleşmesi sürecinde Türkiye’de yeni bir devletin inşa edildiğine tanık olmaktayız. Zürcher’in de tarif ettiği gibi 12 Eylül 1980 ile kurulan devlet bir “Üçüncü Cumhuriyet”ti[1]. Anayasası, yeni siyasal iklimi ve aktörleriyle yeni bir devletin kuruluş sürecine tanıklık ettiğimizi anlamak gerekir. Bu dönemde yaşanan hadiseler de devlet kurucu şiddet kavramı aracılığıyla anlaşılabilir. Zira her devlet rejimi, sistemli hale gelebilmek için iki ayrı kurucu şiddete yer verir. Bunlardan ilki devletin bağımsızlık savaşı ve sonrasındaki mücadeleleri temsil eden resmi kurucu şiddetidir. Diğeri ise, kitlelerin ajite ve mobilize edilmesi vasıtasıyla elde edilen gayrıresmi kurucu şiddet olarak adlandırılabilir. Devletin kurucu şiddete kitleleri dahil etmesinin farklı sebepleri vardır. Bunlardan en önemlisi, devletin kendi uygulayacağı resmi kurucu şiddete kitleleri hazırlamak ve bu şiddeti meşru kılmak için kitlelerin desteğini almayı amaçlamasıdır. Kitlelerin verdiği destek elbette karşılıksız değildir, belli çıkar motivasyonlarına da dayanabilir. Ancak özellikle gayrıresmi şiddetin ortaya çıkışı, devlet şiddetinin yıkıcı etkilerini görünmez kıldığı gibi kitleleri de bu şiddete bir biçimde zihnen ve fiilen ortak kılar[2]. Devletin uyguladığı resmi şiddetin bir diğer fonksiyonu da devletin ideolojik aygıtlarının başaramadığı bir işi gerçekleştirmesidir. Bu da devletin zihinlerde güçlü ve haklı bir kurucu özne olarak yerleşmesine katkı sağlamasıdır. Şiddetin yakıcı ve korkutucu etkisi ile devleti sorgulama potansiyeli olan sıradan yurttaşlar bu potansiyeli yitirerek devlet gibi düşünmeye koşullanırlar. Bu sayede devletin tanımladığı ötekiler toplum için de öteki haline getirilir. Bu süreçte ideolojik koşullanmanın yanı sıra şiddetin yıkıcı etkilerini hesaba katmak gerekir. Neoliberalizmin atomize ettiği, birbiriyle konuşmaktan ve örgütlenmekten giderek çekinen bireylerin zihninde ortak hafıza ve tarihin üretimi baltalanmış, bu süreçte devlet şiddetinin tayin ettiği anlatıya dahil olmayı daha tercih edilebilir bulmuşlardır[3].
Doksanlı yıllar Türkiye’sinde 12 Eylül sonrasında kurulan yeni devletin belirlediği yeni ötekilerin resmi ve gayrıresmi devlet şiddetinin hedefi haline geldiği bir ortamı görmekteyiz. Esasında bu ötekilerden bir kısmı eski devletten de tevarüs edilmişlerdi. Özellikle sosyalist hareket ve Kürtlerin ötekiliği, Kemalizm’in ve Kemalizm sonrası Türk siyasi hayatının başat unsuru olmuştur. Açıkçası 28 Şubat dönemini milat olarak kabul eden yaklaşımları bir ölçüde kenarda tutmaya çalışacağım. Zira İslamcılığı merkeze alan ve Türkiye tarihini İslamcı demokratlar ve ceberrut Kemalistler arasındaki bir mücadeleye endeksleyen klasik sol-liberal anlatıyı farklı bir eleştiriye tabi tutmayı hedefliyorum. Bir yandan da bu anlatının bir mecburiyetten doğduğunu belirtmek gerek. Devlet içindeki farklı fraksiyonların iktidar mücadelesinin su yüzüne vuran görünüşlerinden derlenerek oluşturulan bu anlatı biraz da akademik yöntemin ispat metotlarına bağlı kalma mecburiyetinin de doğal bir sonucudur. Esasen devlet fraksiyonları arasındaki girift ilişkilere odaklanıldığı takdirde bu hikayeyi ters yüz etmek mümkün olabilir. Ancak baştan söylemeli ki bu zor bir iş. Çünkü alternatif bir tarih anlatısını kurabilmek için zaman zaman tarafların birbirini hedef gösterdiği (birinden biri muhakkak yalan olan) iddialara, zaman zaman çeşitli gazetecilerin araştırmalarına, zaman zaman da eski emniyetçilerin, mafya babalarının itirafvari yazı ve demeçlerine yaslanmak durumundayım. Bu da iddiamı ispat etme yöntemimi belli ölçüde akademik sınırların dışına taşırıyor. Ancak bütün hikayenin, hükümetlerden bağımsız bir vesayet unsuruna dönüşmüş Kemalistlerden halk desteğiyle iktidarı devralmış İslamcıların serüveni biçiminde popülist bir bakış açısına endekslenmesinin artık Türkiye’nin mevcut durumunu izah etme yeteneğini giderek kaybettiği kanısındayım. Zira bu türden bir tartışma biçimi herkesin zalim olmak için sırasını beklediği bir iktidar kuyruğunu zihinlerde canlandırıyor, bu yönüyle aktörlere normatif yaklaşım geliştirme hevesi yarattığından bir analiz sentez kapasitesi taşımıyor. Görünenin altındaki girift iktidar ağlarına girebilmek için ise daha informel verilerle hareket etmek gerekiyor. Bu durumun doğuracağı savrulmalara karşı okurları şimdiden ikaz ediyor ve anlayışlarına sığınıyorum.
Doksanlarda Türk-İslam Sentezi
Türk-İslam Sentezi, yetmişlerde bir aydın ideolojisi olarak tarif edildi ve entelektüel ortamlara egemen olmanın mücadelesini verdi. Eğitim başta olmak üzere, tarih, sosyoloji, ilahiyat gibi pek çok alana sirayet etti ve 12 Eylül’ün ardından kendine yasalarda ve politikalarda yer bulmayı da başardı. Ancak Türk-İslam Sentezi’nin kitlelere mal olması, devlet kurumlarında üretilen entelektüel bilginin biçim değiştirmesi ile mümkün değildi. Zira neoliberal dönemde devletin kurumları ve öğretileri giderek demode oluyor, kitleler daha ziyade popüler kültüre doğru bir akış içine giriyordu. Bu nedenle doksanlı yıllarda Türk-İslam Sentezi’nin kitleler nezdinde benimsenmesi devlet kurucu şiddet mekanizmaları ile mümkün olmuştur. Yani toplum bir biçimde dünyaya entegre olurken onu milliyetçi kabuller etrafında alarma geçirecek nüveyi ancak devlet kurucu şiddetin dağıtıcı ve yeniden toparlayıcı etkilerinde bulmuştur. Bu bakımdan doksanlı yıllarda bilhassa güvenlik bürokrasisindeki bir takım “çürük elmaların” bir takım “yoldan çıkmışların” eylemleri aslında o kadar da sapkın eylemler değildir. Bizatihi bu eylemler, bu eylemlerle hedef alınan kesimler ve kişiler doğrudan yeni devletin kuruluş dinamiklerini ve bu yeni devletin kuruluşuna iştirak edecek toplumsal kesimleri davet edici bir nitelik taşımaktadır.
Doksanların açılışı Kemalist aydınların ardı ardına hedef alındığı suikastler ve Madımak Katliamıyla yapıldı. Bu kanlı açılışın ardından gelen Manisalı Gençler davası, Metin Göktepe’nin öldürülmesi, Susurluk skandalı gibi gelişmeler devletin içinde bir takım yoldan çıkmış unsurların kafasına göre cinayetler işlediği ya da işlettiği düşüncesini doğurdu. Düne kadar bu cinayetler Fetullahçıların[4] kaleminden çıkarılmış bir senaryo dahilinde yine özünde ittihatçı-Kemalist olduğu varsayılan Ergenekon örgütüne ihale ediliyordu. Bugün bu anlatının büyük ölçüde kurmaca olduğunu gördüğümüze göre hikayeyi yeniden düşünmek gerekir.
Bugün Sedat Peker’in iddiaları aracılığıyla[5] bu suçların bir kısmının devletin içinde en üst görevlere gelmş kişilerin göz yummasıyla işlendiğini düşündüren emareler ortaya çıkıyor. Daha doğrusu ilk defa bir takım ezoterik adlandırmalar, suçluyu devlet yapısından sıyıran yaftalamalar yerine (derin devlet, çeteler vb.) doğrudan isim veren bir aktörle karşı karşıyayız. Üstelik Peker’in andığı isimler, rejim içindeki yetkilerini kullanarak, 1992’de emniyette Fethullahçı kadrolaşmaya yönelik açılan ilk soruşturmayı da sümen altı ediyor[6]. Yine Ahmet Şık’ın ortaya koyduğu gibi emniyet teşkilatında yoğun kadrolaşma darbeden sonraki ANAP iktidarları döneminde yaşanmıştı[7]. Bu yoğun kadrolaşma sürecinin ilerleyen yıllarda bir başka mevzi mücadelesini doğurduğunu, 2000’li yılların başında emniyet içindeki ülkücü kadroların fetullahçılar tarafından tasfiye edilme yoluna gidildiğini ise bizzat bu tasfiyelerin muhatabı olan Hanefi Avcı ve Sabri Uzun gibi eski emniyetçilerin yazdıkları kitaplardan anlıyoruz[8].
Güvenlik bürokrasisi içinde doksanlarda yaşanan yoğun sağcı kadrolaşma, doksanların sonuna doğru ganimeti paylaşmaya dönük bir güç mücadelesine evrildi. Özellikle 2002 sonrası Fethullahçıların gücünün pekişmesi bu mücadeleyi tek taraflı bir tasfiye haline getirdi. Kitleler bu güç mücadelesinin görünen yüzüne fetullahçı yargı mensupları ve emniyetçiler eliyle gerçekleştirilen Ergenekon, Balyoz, İzmir Casusluk davası gibi bugün pek çok insanın kumpas olarak nitelediği davalarda tanıklık etti. Ergenekon operasyonlarının ilk elde milliyetçi ordu mensupları (Veli Küçük, Muzaffer Tekin vb.) ile Kemalist öncüleri (Ergün Poyraz, Türkan Saylan vb.) ve ülkücü mafya babalarını (Sedat Peker, Alaattin Çakıcı vd.) aynı anda hedef alması bu bakımdan şaşırtıcı değildir. Bu topyekün “temizlik”, sol liberal bir okuma ile Gladio’nun tasfiyesi olarak tavsif edilecekti elbette. Kemalist aydınların yönlendirdiği, ülkücü milliyetçi güvenlik bürokratlarının icra ettiği, yine ülkücü mafyaların gayrıresmi kanadını yönettiği 100 yıllık bir şebeke olarak tarif edilen Ergenekon’un fetullahçıların devlete egemen olma girişiminin ürettiği bir anlatı olduğunu anlamak için 15 Temmuz tarihine kadar direnen zihinlerin çöküşünü bekledik. Bu direnci besleyen de bir ölçüde Kemalistlerin o yıllara kadar toplumun pek çok kesiminde biriktirdiği antipati duygusu idi. Elbette bu duygu, kendiliğinden oluşmuş değil. Özellikle 28 Şubat sürecindeki anti-demokratik tutumlar, ordunun siyasete müdahalesini gündelik bir hadise gibi yorumlayan yaklaşımlar, Kemalizm’i de arkaikleştirdi ve sorunlu hale getirdi. Ancak bugün serinkanlı bir analizle Ergenekonu bir güç mücadelesinin yüzeye vuran sonucu olarak yeniden yorumlamamız mümkündür. Doksanların da bu türden bir okumaya tabi tutulması pek çok açıdan yararlı olacaktır.
Esas itibariyle Madımak’tan doğu illerindeki faili meçhullere, Gazi Mahallesi’nden, Cumartesi Anneleri’ne, Manisalı Gençler’den, Metin Göktepe’ye kadar sosyalist ve muhalif kesimleri bastırmaya dönük pek çok eylemin içinde güvenlik bürokrasisinin farklı gruplardan gelen mensupları vardı. Bu kadrolar yine aynı ideolojik formasyona sahip yöneticileri tarafından özenle korunuyor ve aklanıyordu. Kemalistler dediğimiz grubu daha ziyade yargının, üniversitenin ve ordunun bir kısmında (orduda daha güçlü olmakla birlikte) görmekteydik. Hatta içerideki güç mücadelesinin bir yansıması olarak zaman zaman bu unsurlar Türk-İslam Sentezcilere karşı hamleler de yapıyorlardı. “Sürekli Aydınlık için Bir Dakika Karanlık Eylemleri”, belli bir noktaya kadar titizlikle yürütülen Susurluk Soruşturması gibi gelişmeler buna örnek gösterilebilir. Elbette bu durum Kemalistlerin, egemen oldukları ya da olmadıkları devlet kurumlarındaki hukuk dışılığın önünü açan uygulamalardaki sorumluluklarını ortadan kaldırmıyor. Üstelik 28 Şubat süreci ve sonrasında yaşanan gelişmeler Kemalistlerin de bir tür can havliyle demokratik kamuoyunun taleplerine kulak tıkadığını gösteriyor. Ancak devlet şiddetinin topyekün Kemalist bir nitelik arz ettiğini düşünmek bugünü de yanlış tanımamıza ve çözümü yanlış bir sol liberalizmde bulmamıza neden olacaktır.
12 Eylül sonrası ortamın devlet kurucu şiddeti, kitleleri giderek sosyalist sol muhalefetten uzaklaştırmıştır. Üstelik aynı dönemde bilhassa PKK’nın eylemleriyle toplumda sola yönelik mesafe perçinlenmiştir. Bir şekilde ısrarla üstüne gidildiği için ortaya çıkarılan Manisalı Gençler davası ya da Metin Göktepe cinayeti dahi başlangıçta pek çok insan için devletin haklı bir eylemi olarak görülebilmiştir. Sosyalist muhalefet giderek yeni devletin de olağan şüphelisi haline gelmiştir. 12 Eylül’den evvel devlet katında yerleşen bu kabul doksanlardaki yoğun şiddet ile kitlelerin habituslerine işlenmiştir.
Sosyalist muhalefetin ve Kürtlerin bir biçimde kaybı esas itibariyle ulus-devletin ve bir arada yaşam ihtimalinin yavaş intiharı olarak değerlendirilmelidir. Zira Kürtleri batı metropollerinde tanıyarak dışlayan Türklük halleri, bu dönemde giderek güç kazanmış, sosyalist siyasal gruplar ve özneler de devletin yoğun şiddetinin hedefi olmaları bakımından bu toplumsal mesafeden nasibini almışlardır. Merkezde üretilen, savunulan ve kollanan bu şiddetin çeperlerde hangi gayrıresmi şiddet formlarını doğurduğunu örnekleriyle görmek mümkündür. Ancak bilinen en meşhur örneği Madımak Katliamı olarak gösterilebilir. Yine farklı kentlerde Kürtçe konuştuğu, Ahmet Kaya resmi baskılı tişörtler giydiği ya da sadece poşu taktığı için şiddete maruz kalan kişilerin varlığı bu gayrıresmi şiddetin boyutlarını da gözler önüne sermektedir.
Doksanlardan Çıkmak: Ulusun Yükselişi
Ulus-devletin yavaş intiharını ulus-devleti savunduğunu iddia eden bir siyaset gerçekleştirdi. Bunu bu yazıda daha somutlaştırarak Türk-İslam Sentezi olarak adlandırmayı denedim. Türk-İslam Sentezciliği doksanlı yıllarda devlete egemen olan bir fraksiyon olarak yeniden konumlandırıyorum. Sanılanın aksine Kemalizmin ve Kemalistlerin bu süreçteki etkilerinin daha zayıf olduğunu, olan bitenin bir biçimde devlet içi güç mücadeleleri etrafında şekillenen bir devlet kurucu şiddet olduğunu tarif etmeye çalıştım. Hatta bugün ortaya çıkan kimi iddialar bir takım Kemalistlerin dahi Türk-İslam Sentezcilerin hedefi olduğunu yönünde.
Bu kadar yoğun bir şiddet sarmalından çıkış yolu var mı? Bu sorunun net bir cevabını verecek cüreti kendimde bulamıyorum. Ama açıkçası ulusun sosyalizan bir yeniden formülasyonunun çözümün anahtarı olduğunu düşünüyorum. Doksanların ve genel olarak cumhuriyet tarihinin sol liberal bir okuması, bizi uzun erimli AKP iktidarlarına kadar getirdi. Bu bakımdan AKP’nin İslamcılığı seksenlerin Türk-İslam Sentezi’nin değil, doksanların Türk-İslam Sentezi’nin doğal bir sonucu olarak düşünülmelidir. O yıllarda gerçekleşen devlet kurucu şiddet o denli yorucu bir hal aldı ki, o şiddete bir şekilde destek veren ve onaylayan kitleler dahi ilk fırsatta o şiddeti ve o kadroları mahkum etti. Bu yanlış tanıma ve yanlış okumanın yerine yenisini inşa ederken, sol Kemalizme savrulmadan Kemalizmi içeren ve aşan bir ulus tasavvurunun yeniden güçlendirilmesinin doksanlardan gerçek çıkışı yaratacağını düşünebiliriz.
Metin Göktepe’nin yaptığı gibi emek sınıflarının Türkiye’nin ulusal egemenlik siyasetinde başat aktör olduğunu vurgulayan, Uğur Mumcu’nun izlediği şekilde Türkiye’nin “gerici istilaya” teslim olmamasını salık verebilen, Gezi’de, Soma’da, Boğaziçi’nde örneklerini gördüğümüz, kimlikler ve alt kimlik ekseninde ayrışmak yerine bu memleketin bir yurttaşı olarak eşek yerine konmama hakkını savunmada birleşen kitlelerin siyasal dilini kurmak bu sarmalı kıracak güç olabilir. Bunun da ancak sosyalizan eşitlikçi bir zeminde ulusun yeniden yorumlanması, bu yapılırken ulusun tarihindeki devrimci öznelerinin mücadele miraslarının yeniden değerlendirilmesi, İslam inancının taassuba ve karartılmaya değil, hesap sormaya ve şeffaflığa davet eden öğretilerinin hatırlanması, Türklüğün bu memleketin her bir insanını, ağacını, kurdunu, kuşunu, deresini ve boğazını insani bir sevgiyle, kendi doğasıyla barış içinde yeniden sarıp sarmalayacak şekilde tanımlanması ile mümkün olacağı kanısındayım. Halihazırda eşitlikçi olmayan, cinsiyetçi, emperyal, militarist ve kapitalist ulus tasavvurunun bizi bir yere götürmeyeceği aşikar. Zaten yoğun bir şiddet marifetiyle kurulan ve güçlükle ile ayakta duran bu harabeyi yıkalım ve yenisini kuralım.
Anlatılan bizim hikayemizdir.
[1] Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 405.
[2] Ümit Kurt ve Güney Çeğin, Kıyam ve Kıtal Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Devletin İnşası ve Kolektif Şiddet, s. 105.
[3] Şefik Taylan Akman, Devletin Şiddet Araçları Üzerindeki Tekelci Kontrolü ve Meşruiyet Sorunu 12 Eylül 1980 Sonrası Türkiye’de Ordu ve Meşruiyet, Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi, 2006, s. 247.
[4] Fetullahçıları, devlette görev almış pek çok siyasetçi ve bürokrat tarafından yıllarca alenen himaye edilmiş ve 15 Temmuz Darbe girişimi ile terörist nitelikleri kesinleşmiş bir dini cemaat olarak değerlendiriyorum. Bu yazıda devlet içi mücadelenin taraflarından biri olarak 15 Temmuz’a kadar yaşanan gelişmelerde Fetullahçılar, 15 Temmuz sonrası gelişmeleri ele alırken de FETÖ, FETÖ’cüler adlarıyla çağırmayı tarihsel açıdan daha uygun buldum.
[5] https://www.dw.com/tr/sedat-pekerden-mumcu-cinayeti-ile-ilgili-a%C4%9Fara-su%C3%A7lama/a-57634596
[6] Ahmet Şık, Paralel Yürüdük Biz Bu Yollarda, s.103
[7] Ahmet Şık, Paralel Yürüdük Biz Bu Yollarda, s.102
[8] Hanefi Avcı, Haliçte Yaşayan Simonlar Dün Devlet Bugün Cemaat, s. 415-435 & Sabri Uzun, İn Baykal Kaseti Dink Cinayeti ve Diğer Komplolar, s. 30-41.