Ulus-Devletin Yavaş İntiharı ve Ulusun Yükselişi

Tahmini Okunma Süresi: 8 dakika

Son on yılda Türkiye’de ve dünyada gelişen ekoloji ve ekonomi kaynaklı direniş hareketlerinin ortak noktasının, iktidarların sermaye lehine aldıkları kararların faturasını bir bütün olarak ulusa ödetmesine karşı bir duruş olduğu anlaşılıyor. Bu direnişler, ulus-devletlerin refah politikalarını tasfiye ederken kültürel ve siyasal alanı otoriterleştirmesine de büyük bir tepkiyi içeriyor.

Milliyetçilik, 1960’ların dünyasında siyaseti tanımlamak ve fiilen uygulamak için elverişli bir zemindi. Ancak 70’lerin sonunda giderek bu yetkinliğini kaybetti ve neoliberalizmin yerleşmesi hususunda işlevselleşti. Kalkınmacılık siyasetlerinin birer ikişer krize girmesi ve ithal ikameciliğin sönümlenmesiyle milliyetçilik ve ulus-devlet taraftarı siyasetler doğrudan doğruya ulus-devleti zayıflatan ve sorgulatan reformların taşıyıcısı olageldiler. Bu bakımdan ulus-devletlerin küreselleşme süreciyle sorgulanmasında dışarıdan olduğu kadar (hatta belki de daha fazla) “içeriden” aldığı darbeler de etkili olmuştur. Bu süreci anlamak için neoliberalizmin ikili niteliğine yoğunlaşmak gerekir.

Neoliberalizmle birlikte devletin yeniden ölçeklenmesi iki ayrı boyutta gerçekleşti. Öncelikle devletin vatandaşına hizmet götürdüğü tüm sektörlerdeki derin piyasalaşma devletin halkla olan irtibatını sembolik zemine kaydırdı. Yeni sağ politikalarla yeniden ölçeklenen devlet, ekonomik hayatı kendi akışına bırakırken kültürel ve sosyal hayatı muhafazakarlaştırma eğilimine girdi ve bu durum kültürün devletleşmesi adını verebileceğimiz yeni bir süreç başlatmış oldu. Şüphesiz ekonomideki laissez faire’cilik de belli ölçülerde krize giren sermayenin yeniden örgütlenmesini temin edecek koşulları yaratacak biçimde uygulandı. Kültürel hayata ve semboller dünyasına devletin yoğun müdahaleleri ise kültürün donuklaşmasına ve giderek toplumun yaşadığı kültürle devletin anlattığı kültür arasında yeni bir yarılmayı doğurmuştur. Devlet alanında etkin olmak isteyen faillerin bu alandaki mücadelelerinin bir sonucu olarak, zaferini ilan eden faillerin milliyetçiliği kültür politikalarına da egemen oldu. Küreselleşme sürecinin ulus-devlete meydan okuyan niteliği de işte bu donuklaştırılan kültür politikaları karşısında son derece esnek ve nüfuz kabiliyeti yüksek küresel popüler kültürün toplum tarafından daha fazla benimsenmesinden ileri gelmektedir. Bunu kısaca Türkiye özelinde somutlaştırmak isterim.

Türkiye’de neoliberalizmin ekonomideki dönüşümleri, kültür alanındaki otoriterleşme ve donuklaşmaya koşut biçimde ilerledi. Özal devri, Türkiye’nin küreselleşme ile tanışması bağlamında devletçi kültür politikalarına sembolik bir itirazı da içeriyordu. Öte yandan Özalizm devletçi kültür politikalarının bir eleştirisini içermekle birlikte yerine neyi koyacağını da hiçbir zaman net olarak işaret etmedi. Bu muğlaklığı yaratanın Özal ve ekibinin devlete egemen olan fraksiyon olmaması olduğu kanısındayım. Esasen bu dönemde Türk sağının farklı fraksiyonlarını yansıtan liberaller, İslamcılar, Türk-İslam Sentezcisi milliyetçiler arasında karşılıklı bağımlılığa dayalı bir suni denge mevcut idi. Seksenler Türkiye’sinde Kemalist ordu, Özal-ANAP, Türk-İslam Sentezci geleneksel aydınlar ve Özal’ın rakibi olan diğer sağ siyasetçilerin bir rejim içi mücadelesini izlemekteyiz. Bu bakımdan 12 Eylül sonrasında Kemalist merkez olarak tarif edilebilecek hegemonyanın dağıldığını, ciddi bir güç kaybına itildiğini ortaya koymak gerekiyor. Kemalizm münhasıran ordu tarafından temsil edilen bir kanat ideolojisi şekline bürünüyor. Bu dönüşümün somut hali, İslami kimliği tamamen ortadan kaldırmayı hedef haline getiren bir milli güvenlik siyasetini uygulamak için sivil toplum ve medyayı seferber etmeye kadar işi ileri götüren ordunun şahsında görülebilmektedir[1]. Bu mücadele sırasında Türk-İslam Sentezci görüş, ekonomik kalkınma planlarına kadar genişleyen bir etki alanı kazanmıştır[2]. Öyle ki sentezciler Türkiye’nin kültürel bir işgalin eşiğinde olduğunu, ulus-devletin tehdit edildiğini işaret ederken bunun müsebbibi Özal’ın liberalizmine muhalefet etmiş de oluyorlardı. Özal ve ANAP’ın piyasacı pragmatizmine karşılık, daha muhafazakar ve milliyetçi bir kanadı temsil ediyorlardı[3]. Ancak bir yandan da onlara kültürel alanı domine etme gücü kazandıran neoliberalleşmeyi ve Özalizm’i çevrenin merkeze karşı bir zaferi olarak selamlıyorlardı. Yıllarca yanlış yorumlanan Atatürkçülük ve milliyetçiliği özüne uygun biçimde devlet kurumlarında uygulama fırsatına 12 Eylül ve ardından gelen neoliberal dalga ile kavuşmuşlardı. Yani Özal’a muhalefetleri onları doğrudan sistemin dışına itmedi. Aksine sistem içinde bir iş bölümünde pay sahibi kıldı. Türk-İslam Sentezciliği, giderek ülkenin kültür, eğitim ve güvenlik bürokrasisinde etkin hale geldi. Zira sentezci milliyetçilik anlayışı daha fazla kültürel alana kayıyor, ekonomiye belli bir kayıtsızlığı içerirken, kültürü İslamileştirmeyi hedefliyordu.

İlginç olan Türk-İslam Sentezciliğinin kültürel otoritarizmi ve İslamileştirme stratejisinin kültürel alanda iki ayrı boyutta tepki alması ve kopuşları hızlandırmasıdır. Türkiye’de 1990’lı yıllarda İslamcılık ve Kürt Hareketi, muhalif seslerini yükselttiklerinde iktidarda Türk-İslam Sentezciliğini benimseyen, hiç değilse ona cepheden karşı çıkmayan partiler vardı. Bir yandan da İslamcılar ve Kürtler ANAP’ın iki uluslu hegemonya projesinin “ikinci ulusu” olma niteliğini taşıyorlardı. Orta ve Doğu Anadolu’da kalanlar taşrayı, kentlere göç edenler ise banliyöleri temsil ediyor, her halükarda yeni kapitalizmin çeperinde ve onun yükünü çeken sınıfları oluşturuyorlardı[4]. Özal ve ANAP’ın şahsında Türk sağının merkez partileri ve seçmenleri ile önceki cumhuriyetin elitleri olan Kemalistler ise kentli ve modern(leşme eğilimli) birinci ulusa mensuptular[5]. Bu bağlamda yeni kapitalizmin ötekileri Kürtler ve İslamcılar, önce düzene karşı radikal bir muhalefet hattı çizdiler, sonra ağırlıklı olarak düzenle bütünleştiler. Geçen 40 yılın sonunda Kürt partilerin ulaştığı radikal demokrasi projesi ve İslamcıların “pasif devrim aracılığıyla düzenle bütünleşmesi”, bu dönüşümü açık biçimde tarif etmektedir.

Türk sağını temsil eden partiler, 90’lı yıllarda 28 Şubat süreci ile hız kazanan ordunun siyasetteki müdahalelerinin üstünden atlamayı tercih eden, devletçi ve suhulet yanlısı bir tutum izlediler[6]. Öyle ki 28 Şubat’a doğrudan muhatap olan Erbakan bile son ana kadar ordu ile ilişkilerinin ne kadar güçlü olduğunu topluma izah etmeye çalışıyordu. Toplumsal muhalefeti ve basını PKK ile eşleştirerek bastırmaya çalışan Batı Çalışma Grubu vb. oluşumlar karşısında Türk sağı, bu koroya katılmayı tercih etmişti. Zira PKK ile ismi bir arada zikredilen insanları hak temelli olarak savunmak hem mümkün değildi hem de Türk sağının siyasal zeminine bir katkı sunmuyordu. Bir yandan da 90’larda Kürtlerin siyasal ontolojisini tartışmaya açmak Türk-İslam Sentezciliğin “dağ Türkü” tezlerine aykırı düşüyordu. Bu koşullar altında oldukça alaturka ve anti demokratik bir ulus-devlet savunusunun destekçisi oldular. Ulus-devleti küreselleşme karşısında korumak isteyen milliyetçi muhafazakarlık, bilerek veya bilmeyerek ulus-devleti kültürel alanda tarih öncesi bir forma soktu.

Ulus-Devletin Yavaş İntiharı

Neoliberal dönemde ulus-devletin içeriden aldığı darbeler, dışarıdan aldıklarından daha yoğun olmuştur. Bu süreci dışsallaştırmanın, ulus-devleti zayıflatma politikasını sadece küresel aktörlerin tercihlerine indirgemenin doğru olmadığını düşünüyorum. Ulus-devletin ulusu temsil ve himaye iddiası bizzat ulus-devleti korumak namına, neoliberal dönemde bizzat ulus-devletçi siyasetler tarafından tahrip edilmiştir. Küreselleşme ve neoliberalizm bir grup küresel ya da yerel seçkinin iktidarı ile somutlaştırılabilir, ancak sadece bununla açıklanamaz.

Anlaşılıyor ki ulus-devlet, bizzat ulus-devlet yanlısı iktidarlar eliyle ortadan kaldırılıyor. Neoliberalizm, ulus-devletin muvazaalı refah politikalarına bile tahammül edemiyor ve her birini ulusu temsil iddiasındaki parlamentolar ve yürütme organları eliyle tek tek ortadan kaldırıyor. Düzen içi mücadele imkanlarının giderek ortadan kaldırılması ve otoriter rejimlerin her yerde (demokrasinin kalbi olduğu savunulan ABD de bile) yükselmesi bu bağlamda tesadüf değil. Ulusun yaşam imkanları ancak ulusun iradesine rağmen kaldırılabilir. Bu süreç devleti, sermaye lehine, devletin zor aygıtları eliyle tasfiye eden bir mantığa işaret eder.  Bu nedenle bu süreci ulus-devletin yavaş intiharı olarak nitelendirmeyi uygun buldum.

Neoliberalizmin Türkiye’ye seksenlerin ve doksanların karmaşık atmosferinde yerleştiği ve kurumsallaştığını görmekteyiz. Ekonomide piyasalaşma kültür ve siyasette ise yeni sağın muhafazakâr ve otoriter niteliklerinin perçinlendiği bu dönemin sonunda Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarları, dönemin tüm aktörlerini siyasal alanın dışına çıkararak neoliberalizmin kökleşmesinde yeni bir merhaleyi yaratmış oldu. Adalet ve Kalkınma iktidarları döneminin “eski Türkiye” ile hesaplaşma ve yeni Türkiye’yi kurma anlatısı, neoliberalizmin kökleşmesi için ihtiyaç duyduğu siyasal istikrarın tesis edildiği yıllardır. Bu nedenle Adalet ve Kalkınma Partisi’nin benimsediği kendi doğuşunu milat kabul eden siyasi anlatının ciddi bir biçimde eleştirilmesi ve reddedilmesi gerekir. Kemalizm’in seksenlerin sonunda girdiği hegemonya krizi ve bu krizin yarattığı çok parçalı yapı, doğal olarak yeknesaklaşmış bir yasama ve yürütme yapısının ehven-i şer olarak yükselmesini sağladı. “Siyasal istikrar”, “büyüme”, “yabancı sermaye girdisi” gibi mitlerin yükselişi, 2002 öncesinin hilafına değil, o dönemin başarısızlıklarını telafi edecek biçimde söz konusu olmuştur.

Bununla birlikte son yıllarda ulusların son derece radikal bir canlanma içinde direniş gösterdiğini görmekteyiz. Farklı eğitim düzeyleri, farklı sınıfsal konumlar ve yatay kesen kültürel mensubiyetlerini bir kenara bırakan insanlar adeta ulus-devletin yavaş intiharını durdurmaya çalışmaktadır. Devletin başta özelleştirmeler yoluyla piyasalaşma süreçlerine hız vermesi, bir yandan da reformun mali yükünü sermaye kesimlerinden alıp ortalama vatandaşa yükleyen sınıfsal tercihleri kitlelerde ciddi rahatsızlıklara sebep olmakta ve direnişleri tetiklemektedir. Öte yandan devletin tektipleştirici kültürel politikalarına karşı direniş biçimleri adeta refleksif olarak ortaya çıkmakta, dağınık ve merkezsiz bu direnişler birlikte okunduğu takdirde ulusun kültürel ve sosyekonomik varoluş kaygılarını yansıttığı anlaşılmaktadır. Türkiye’de en yoğun biçimi Gezi ile görünür hale gelen ardından Soma işçilerinin eylemlerinden, Çorlu tren kazası sonrası adalet arayışına, SMA hastası çocukların ailelerinin taleplerinden, Bimeks işçilerinin direnişlerine varıncaya kadar bir dizi eylemliliğin niteliği, sınıfsal olduğu kadar ulusal bir direniş ve hak talebini içermesidir. Bu eylemlerde ulus, devleti asli görevine çağırırken, onlara sadece zor aygıtları ile cevap verebilen devlet, neoliberalizmin daha fazlasını veremeyeceğini de gözler önüne sermektedir.

Türkiye: Gezi ve Ardından Gelen Ekolojik Direnişler

Türkiye’de Gezi direnişi üzerine çokça şey söylendi. Burada gezinin başarısı-başarısızlığı ikilemini aşarak üretmeyi denediği siyaset biçimini tartışmaya çalışacağım. Bunu diğer ekolojik ve siyasal direnişlerle irtibatlı bir okumaya tabi tutacağım.

Gezi’yi orta sınıfların kültürel duyarlıklarının ekolojik duyarlıklarla kesişimi üzerinden ulusun devletle bir muhasebeye girmesi biçiminde okumak mümkün. Bu nedenle geziye katılanlar bir yandan bir takım cumhuriyetçi sembolleri (Türk bayrağı, Atatürk’ün kalpaklı flamaları vb.) öne çıkarırken bir taraftan da parkın ve Türkiye genelindeki yeşil alan ve ormanların sermaye lehine tahrip edildiğine dikkat çekmek istiyorlardı. Öte yandan antikapitalist Müslümanlar’ın yeryüzü sofraları vb. etkinlikleri eliyle İslami bir siyaset hattını takip eden iktidara içeriden bir itirazı da cisimleştirme denemeleri görünür kılındı. Bu yönleriyle Gezi, mevcut siyasal aktörlerin yetersizliğini ve devletin ulusu temsil iddiasından ayrışmasını gözler önüne serme denemesiydi. Bana göre en can alıcı pankartı “AKP olmadan İslam’ı, MHP olmadan Türklüğü, CHP olmadan Atatürk’ü ve HDP olmadan Kürtleri savunacağız” olan Gezi’nin kültürel otoritarizme eleştiriyi yükseltirken kullandığı meşru zemin kamusal kent alanlarının mutenalaştırılmasına bir tepkiyi içermesidir. Kent alanlarının halkın erişimine açık nefes alma mekanları olarak kurgulanması talebindeki naiflik ise tamamen sermaye aleyhine bir kent düzeninin kurulması projesini içermesi bakımından özünde radikaldir. Tüm bu taleplerin, devrin popüler kültür gösterenlerinin yanı sıra, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarları öncesi (Piyasa karşıtı İslamcı ve zaman zaman Cumhuriyetçi Kemalist) sembolleri de kullanması ise hareketin kendiliğindenliğinin ve refleksifliğinin bir göstergesidir.

Gezi ve sonrasındaki direnişlerde gelişen dinamik, devletin varlık sebebi olduğunun bilincinde olan ulusun, devletten bu ontolojik gerçeklikle uyumlu şekilde vatandaşlık hakkını talep etmesidir. Ağaçlarla birlikte savunulan; madencilerin maaşları, SMA’lı çocukların ilaçları, Bimeks işçilerinin çalışma hakkı, Çorlu’da kaybedilen canların sorumluları olduğu kadar sermayeye ve neoliberal devrin kültürel otoritarizmine karşı kentleri, ormanları, fabrikaları ve kampüsleri ile özgür bir Türkiye ve Türk ulusu tasavvurudur. Bu bilinçaltı halinin açığa vurulmasını ve tercüme edilmesini elzem görüyorum.

Ulusların Yükselişi: Kültürel ve Ekonomik Neoliberalizme Karşı Direniş

Son on yılda Türkiye’de ve dünyada gelişen ekoloji ve ekonomi kaynaklı direniş hareketlerinin ortak noktasının, iktidarların sermaye lehine aldıkları kararların faturasını bir bütün olarak ulusa ödetmesine karşı bir duruş olduğu anlaşılıyor. Bu direnişler, ulus-devletlerin refah politikalarını tasfiye ederken kültürel ve siyasal alanı otoriterleştirmesine de büyük bir tepkiyi içeriyor. Bu anlamda zaman zaman devleti aşmak yerine onu eski görevlerini tekrar yerine getirmeye çağıran bir nostalji de göze çarpıyor. Elbette bu direnişler biriken bir tepkinin kendiliğinden patlamasının sonuçları olmaları bakımından kimi nostaljik, kimi muhafazakar, kimi milliyetçi sembolleri de içinde barındırıyor. Ancak bu durum, bu hareketleri doğrudan ellerinde taşıdıkları sembollerin tarihsel mirasıyla ilişkilendirmeyi gerektirmiyor. Aksine ellerinde o anda ne varsa sistemin yozlaşmasına karşı kullanmayı deneyen insanların toplamı olarak bu direnişler yeni bir siyasetin kapılarını zorlamaktadır. Ulus eksenli bir radikal siyasetin nüvelerini veren bu direnişlerin ortak bir gündemle birleştirilerek siyasal programının belirlenmesi ve taleplerinin marjinalize edilmesinin önüne geçilmesi bu bakımdan büyük önem taşımaktadır. Bölgesel ve konu bazlı direnişleri kendi özgün siyasetini inşa etmiş bir harekete dönüştürmek için ulus tasavvurunun birleştirici gücünün denenmesinin vakti geldi de geçiyor bile. 

Yararlanılan Kaynaklar

Çınar, Menderes, 2016, “90’lı Yıllarda İslamcılık”. İsyan Şiddet Yas, 90’lar Türkiye’sine Bakmak içinde, Der. Ayşen Uysal. Dipnot Yayınları.

Der. Akça, İsmet, Bekmen, Ahmet, Özden, Barış Alp, 2018, Yeni Türkiye’ye Varan Yol, İletişim Yayınları

Grigoriadis, İoannis, 2014, Kutsal Sentez Yunan ve Türk Milliyetçiliğine Dini Aşılamak, Koç Üniversitesi Yayınları.

Öztan, Güven Gürkan, 2018, “Neoliberal Dönemde Türk Milliyetçilikleri Arasında Yaşanan Hegemonya Mücadeleleri”. Yeni Türkiye’ye Varan Yol içinde. Der. İsmet Akça, Ahmet Bekmen, Barış Alp Özden, İletişim Yayınları.

Taşkın, Yüksel, 2013, Anti-Komünizmden Küreselleşme Karşıtlığına Milliyetçi Muhafazakar Entelijansiya, İletişim Yayınları

Tuğal, Cihan, 2011, Pasif Devrim İslami Muhalefetin Düzenle Bütünleşmesi, Koç Üniversitesi Yayınları.


[1] Bkz. Çınar. 2016.

[2] Türk-İslam Sentezi, 70’lerde sağcı Aydınlar Ocağı’nın entelektüel tartışmalarıyla yola çıkmış ancak özellikle 12 Eylül sonrasının sosyo-politik zeminine egemen olmuş bir resmi ideoloji restorasyonu projesidir. Türk-İslam Sentezi’nin politik geçerliliği genel olarak muhafazakar milliyetçi siyasete tümüyle işlemesi bakımından 90’larda ve 2000’lerde de geçerliliğini yitirmiş değildir. Bununla birlikte elbette konjonktürel olarak her dönemde farklı bir biçim aldığını vurgulamak gerekir. Bu metinde Türk-İslam Sentezciliği kavramını Türk sağının 80 sonrası devlete ve topluma bakışının genel konsepti olarak kullanıyorum. Türk-İslam Sentezciliğinin devletçiliğine karşılık 90’larda İslamcılık ve Kürt hareketinin devlet dışı olma ve özgürlükçülük halleriyle Kemalizm’den daha çok Türk-İslam Sentezciliği ile karşı karşıya geldiğini iddia etmeye çalışıyorum.

[3] Bkz. Grigoriadis, 2014.

[4] Cihan Tuğal, 12 Eylül sonrası İslamcıların neoliberal politikalara İslami bir saldırıya kalkıştığını, ancak süreç içinde bu durumun sermaye sahibi dindarlar arasında dağılan bir asabiyet olduğunu vurgular. (Bkz. Tuğal, 2011)

[5] İki uluslu hegemonya projesinin Türk sağı tarafından uygulanması için bkz. Taşkın, 2013 & Akça, Bekmen, Özden, 2018.

[6] Örneğin, Güven Gürkan Öztan 90’ların başında Kemalist ve sol aydınların peşpeşe cinayetlere kurban gitmesi, Refah Partisi’nin yükselişi gibi gelişmelerin MHP’yi tedricen daha laik bir tutuma ittiğini vurguluyor, İslami muhalefet karşısında 28 Şubat’çılara daha yakın bir pozisyona çekildiğini belirtiyor. (Bkz. Öztan, 2018)

BSW, Sol-Muhafazakarlık ve Ulusal Aidiyet

BSW çizgisinin muhafazakârlık vurgusu; tarihsel süreçteki kutuplaşmalar dolayısıyla muhafazakâr-milliyetçi karşı-devrimci siyasetle özdeşleşen istikrar, güvenlik, dayanışma, düzen, öngörülebilirlik, aidiyet, aşinalık talebini bu siyasal hattan koparmaya yönelik bir hamledir. Bu hamlenin varsayımı şudur: Bu talebin kendisi doğası…

Nostalji Hissinin Savunusu: Yeni Bir Nostalji İnşa Etmek

Nostalji, bir huzursuzluk emaresidir. Kitlesel hâle geldiğinde mevcut durumda bir aksaklık olduğu fikrinin ve hissinin geniş kalabalıklar tarafından paylaşıldığını gösterir. Bu yönüyle toplumsal kutuplar arasındaki mevcut gerilimin de en net şekilde izlenebileceği sahnelerden birini vücuda…

1 Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.