Bilgeliklerin fethi: Meta olarak hakikat, girişimci olarak muhakkik
Moderniteyle yalnızca “Tanrı’nın ölümü” üzerinden ve adeta bir trajedi kurgusuyla kurulan ilişki ve dünyayı hayır ile şer odakları arasındaki daimî bir mücadelenin sahnesine indirgeyiş, geleceğe duyulan kuşku gibi handiyse klasik bir muhafazakâr tutumla birleşince reaksiyon sahasına çekilmek ve gücenikliğin kolaylıkla hırçınlığa dönüşmesi şaşılacak şeyler değildir. O bakış açısından görülen, modernitenin eski dünyada hemen her şeyi kaplayan Tanrı’yı öldürmesiyle yarattığı devasa boşluğun bir türlü doldurulamaması, kısaca bir maneviyat yitimi sorunudur. Oysa kaçırılan, Tanrı’yı öldürdüğü söylenegelen modernitenin öldürdüğünden daha fazla tanrıyı diriltmiş olduğu; maneviyatı sündürdüğü iddia edilirken tarihe ancak hakkında birkaç cümleyle kalmış nice maneviyatı yeniden spot ışıklarının altına çıkardığıdır.
“Kötülüğe iyilikle karşılık vermek,
İsteklerini gerçekleştiremeyip unutmak
Bilgelik sayılıyor.
Ben bunları yapamam:
Gerçekten karanlık bir çağda yaşıyorum”
Brecht, Doğacaklara.
Yitip giden bir bilgeliğin arkasından ah etmenin ve artık kendisinde bilgelik kırıntısı dahi bulunmayan halihazırdaki çağın fenalıklarından yakınmanın uzun ve uzunluğu ölçüsünde karamsar bir geçmişi vardır. Hintlilerin kaliyuga telakkilerinin doğuşundan internet mecralarındaki Reject Modernity meme’lerine kadar uzanan, doğrusu seyre de şayan bir geçmiştir bu. Uygarlık dairesinin bizim tarafımıza tesadüf eden kısmında da ahir zaman şeyhleri ile zamane dervişlerinden şikayet etmenin tarihini Hoca Ahmed ile Yunus’un zamanlarına değin takip etmek mümkündür. Keza modernitenin şafağından bu yana ona yöneltilen eleştirilerin önemli bir kısmını, modernitenin uzun süre dünyayı algılayışımıza eşlik eden hikmetlerle aramıza mesafe koyduğuna dair olanlar teşkil eder. Fakat ben bu yazıyı bahsettiğim geleneksel şikayetlenme silsilesinin bir parçası kılmak niyetinde değilim. Dilendiği takdirde ağıta çalan tarafları bulunabilirse dahi bir ağıt kurguladığım da yok. Yapmaya çalıştığım uzun asırlar boyunca toplumların, dolayısıyla insan teklerinin yaşayışında önemli roller oynamış, kendi sosyal örgütlenmelerini kurmuş, yitip gittiği takdirde bile bıraktığı izler birkaç nesil boyunca yaşamaya devam etmiş olan envai çeşit bilgeliğin liberal çağlardaki dönüşümünü –değişimini değil- gözlemleme çabasından ibarettir.
İşin henüz başında, bilgeliğin hayli kaypak bir terim olduğunu ve bir inanç ve güven meselesi olan bilgelik ile toplum ve birey hayatında oynadıkları roller itibarıyla adına bilgelik denen yapılar arasındaki farkın gözden kaçırılmaması gerektiğini vurgulamak lazım. İlki, örneğin Yunus’un bozulduğundan şikâyet ettiği ve varlığına güven duyduğu bilgeliktir. Bahsettiği bozulma, yapının kendisinde değildir; öğreti kaybolmamıştır, öğrenim mekânları yerli yerinde durur, öğreticiler ve öğrenmeyi talep edenler de hâlâ vardır fakat bozulma ona göre öğretinin kadrinin ve kıymetinin layıkıyla bilinmeyişinden kaynaklanır. Onun şikâyet nesnesi bu bilgelikteki “bilge” rolünü üstlenenin yerine geçen yeni bilgenin liyakatsizliği, kırk yıl önceki talipler grubunun yerini alan yeni taliplerin ahlâkî kusurları, yani geleneksel ve kurumsal varlığına zeval gelmemiş bir bilgeliğin içinde yaşanan ve hoşlanmadığı değişimin kendisidir. Oysa bu yazıdaki gözlemlerin nesnesi geleneksel ve kurumsal yapıları artık mevcut olmayan ya da büyük ölçüde günün değerlerine göre tekrar yapılandırılan, bu ilk türdeki bilgelik öğretilerinden ödünç aldığı kavramları yeni değerler etrafında tekrar şekillendiren fakat kendisinin -otantik mânada- bilgelik olduğu iddiasından da vazgeçmemiş, bireyselleşmiş, reklamı yapılır hâle gelmiş, alınıp-satılabilir bir hüviyete bürünmüş, olağanüstü derecede hibrit günümüz bilgelikleridir, yani bir yapının artık değişimden ibaret olmayan dönüşümü sonucu ortaya çıkmış, bilgelik adını ise hâlâ taşıyan yapılanmalardır. Ehil olmayan birinin falanca tekkenin postnişîni olması ya da bir Zen keşişinin maddî çıkar peşinde koşarak itibarını zedelemesi, değişime dair yukarıda bahsedilen şikâyetlerin çıkış noktalarını oluşturur fakat ortada hâlâ bir post ve bir postnişîn, bir merkez ve bir keşiş vardır. Söz konusu dönüşüm gözlemlendiği takdirde ise insanın karşısına bir “bilgelik merkezi”nde parası mukabilinde katılım sağlanabilen “sufi-yoga”lar ile “Zoom”da ve bittabi yine ancak parası (veya “özendirilen bağış”) karşılığında dâhil olunabilen “Zen konferans”ları çıkar. Sermaye gerektiren, ücret talep edilen, reklam gideri olan, dolayısıyla eksiksiz-gediksiz bir iş koluna dönüşen fakat diskuru, referansları, pratikleri yönünden özünde iş kolu olmayan bir geleneğe yaslanan yeni bir yapı söz konusudur. Bu dönüşümü hasbelkaderliğin insafına terk etmek türünden bir düşünsel miyopluğa da gerilek bir tavırla kuru bir modernite eleştirisinin içine hapsetmek nevinden reaksiyoner bir hırçınlığa da sapmaksızın böyle bir dönüşümü mümkün kılan talebin nasıl yaratıldığını incelemek gerekmektedir.
Zira konuyla ilgili reaksiyoner hırçınlık hisselerinin hemen tümü muhafazakâr çevrelerce istimlâk edilmiştir. Moderniteyle yalnızca “Tanrı’nın ölümü” üzerinden ve adeta bir trajedi kurgusuyla kurulan ilişki ve dünyayı hayır ile şer odakları arasındaki daimî bir mücadelenin sahnesine indirgeyiş, geleceğe duyulan kuşku gibi handiyse klasik bir muhafazakâr tutumla birleşince reaksiyon sahasına çekilmek ve gücenikliğin kolaylıkla hırçınlığa dönüşmesi şaşılacak şeyler değildir. O bakış açısından görülen, modernitenin eski dünyada hemen her şeyi kaplayan Tanrı’yı öldürmesiyle yarattığı devasa boşluğun bir türlü doldurulamaması, kısaca bir maneviyat yitimi sorunudur. Oysa kaçırılan, Tanrı’yı öldürdüğü söylenegelen modernitenin öldürdüğünden daha fazla tanrıyı diriltmiş olduğu; maneviyatı sündürdüğü iddia edilirken tarihe ancak hakkında birkaç cümleyle kalmış nice maneviyatı yeniden spot ışıklarının altına çıkardığıdır. İbrahimî dinlerin yayılımıyla bütün bütün silinmeye yüz tutan paganizmin öğretileri ve pratikleri hakkında hemen hiçbir şey bilinmeyen dallarının bile Amerika’da mensupları en yüksek oranda artış gösteren inanç sistemlerinden olması ısrarla göz ardı edilir. Bu göz ardı ediş maneviyatın yitmediğinin fakat biçim değiştirerek metamsılaştığının, kendine mahsus bir pazarın tezgâhında sergilendiğinin fark edilmesini, yani son tahlilde yine yittiğini fakat muhafazakâr ağıtçıların zannının aksine kaybolarak değil, fazlasıyla görünür kılınarak yittiğini anlamayı güçleştirir. Nihayetinde reaksiyoner hırçınlık da enikonu duyarsızlığın sebep olduğu bir kısa görüşlülük derekesine mahkûm olur. Maneviyat kaybının bu muhafazakâr ağıtçıları, hâlâ Hoca Ahmed’in ilendiği türden bir değişimle yüz yüze oldukları sanrısındadırlar; oysa karşılarında duran, Hoca Ahmed’in tahayyül edemeyeceği türden geniş kapsamlı bir dönüşüm sonucu oluşan bir “manevî pazar”dır. Bu pazar da tıpkı diğer pazarlar gibi her pazarın izleğinde işlediği “standart”lardan ayrı bir düzeneğe sahip değildir. Öyleyse evvelemirde pazarı ve onun standartlarını anlamak lazımdır. Ne olmuştur da geleneksel bilgelikler kurumsal yapılarını koruyamayacak duruma gelmiş ve tüm ıstılah ve pratiklerini gitgide genişleyen bir “bilgelik sektörü”ne devretmek ya da onlardan taviz vermek durumunda kalmışlardır?
Hatırlanması gerekir: Yeryüzündeki bilgeliklerin uzun asırlar boyunca bir tür “seçkincilik” yürüttükleri açıktır. En azından söylem düzeyinde gün yüzüne çıkan bir seçkinciliktir bu. Bilgelik gibi, en azından yakın zamanlara kadar, herhangi bir maddî kıymet biçilemeyeceği varsayılan bir değerin kusursuz aktarımını içerdiklerine inandıkları öğretilerine bir kişinin teveccüh göstermesi bile onun istidadıyla ilişkilendirilir. Dışarıda kalanlar olsa olsa “nâdân” veya “nasipsiz” olabilirler. Onlar ister ilahî bir kalemden çıkmış kaderleri veya ezelde tayin edilen rabb-i hasslarına itaatleri muktezasınca isterse yaşadıkları hayatlar boyunca biriktirdikleri karmik enerjileri gereği, isterse bambaşka bir nasipsizlik sebebiyle olsun bilgeliğe meyil bile duyamayacak durumdadırlar. Durumları o literatürde sıklıkla körlüğün ve sağırlığın manevî versiyonları olarak mimlenir. Fakat bu söylemsel ve açıkça nasip-kısmet odaklı seçkinciliğin ötesinde, bilgeliğe erişim ile ilgili ciddi kısıtlamalar ve seçicilikler de asırlar boyunca söz konusu olmuştur. Toplumsal sınıflar arası farklılıklar ne ölçüde “kanun-ı kadîm” derecesine yükseltilmişse o ölçüde bir bilgelik inhisarı da söz konusudur. Hayatı rençberlik ederek geçirmeye yazgılanmış birinin bilgeliklerin o seçkin ıstılahlarını, remizlerini, misallerini, musanna şiirlerini anlaması o denli mümkün olmayan bir şeydir ki her seferinde mucize kabilinden bir anlatı, bir kerâmet olarak karşımıza çıkar. Üstelik felsefeyle haşır neşir olmuş, literal bilgelikler sıradan insanın karşısına, yapıları gereği, enikonu bir duvar dikerler. Geç Plâtonculuk üzerine bina edilmiş bir bilgelik öğretisini “ham zihinler”e yerleştirmek kolay iş değildir. Şart koşulsun veya koşulmasın, bir bilgelik öğretisi etrafında halkalanmış toplulukların sıklıkla entelektüel meraklara sahip okur-yazarlar grubundan, tarihsel durum düşünülecek olursa, kitap alacak parası ve okuyabilecek serbest zamanı bulunan seçkinlerden oluşması rastlantısal değildir. Bilgelik etrafında inşa edilmiş topluluklar ancak dilenciliğe ve deliliğe kıymet verdikleri yahut organizasyonları bilek güçlerini gönüllü olarak sunacak insanlara gereksindiği ölçüde sıradan insanların dâhil olabilmeleri kolaylaşan oluşumlardır.
Geçtiğimiz çağlar boyunca takip edebileceğimiz bu içine kapanık, ancak “anlayabilen”lerin, “ehl-i idrâk”in dahil olabildiği, yani yazılı bir metni değil anlamanın okumanın bile hemen her seferinde bir maddî varlık gerektirdiği tarihî çerçeve dikkate alınacak olursa toplumun belli bir gelir seviyesinin üstündekilerin erişebildiği bu bilgelik toplulukları herkesin az buçuk eğitim almasının öngörüldüğü çağlara girilmesiyle birlikte halka açılmaya başlarlar. Bugün okuma-yazması olan herhangi birinin Hermes Trismegistus öğretisine ilgi duyması veya o öğretiye ilgi duyanlardan müteşekkil bir topluluğa dahil olmasının önünde herhangi bir engel yok gibidir. Eskiden handiyse bütünüyle eşraf zümresinin bir uğraşı olan astroloji, artık gazete köşelerinden hakkında malumat toplanabilecek bir öğreti hâlini almıştır. Pek çok topluluk etkinliklerini Facebook sayfalarında duyurur, profesyonel biçimde dizayn edilmiş internet siteleri oluşturur. Bu halka açılma durumu geleneksel seçkinciler için bir bozulma olarak algılanabilir – zaten her geçen gün çağın kesafetini artırmaktadır, her şey gitgide ayağa düşmektedir. Bir diğer grup bu durumu bir ilerleme emaresi olarak algılayabilir – nihayetinde dileyen herkesin hiç değilse literal düzeyde bu bilgeliklerden haberdar olma hakkı doğmuştur. Fakat mistik bir karamsarlık ile coşkulu bir iyimserlik birbirlerinin karbon-kopyaları olmanın ötesine geçemezler. Bahsedilen durum, yaşadığımız çağdaki hemen tüm değişimlerin yazgısını paylaşır: Halka açılırmış gibi gözükürken halktan sakınılırlar.
Feodalitenin herkesin konumunun üç aşağı beş yukarı belli olduğu, toplumsal hiyerarşiye bir tür alın yazısı gibi sıkıca bağlanılan, sosyal örgütlenmenin en ufak çatırdısında kaosun ve bozulmanın ulağının dört nala üzerlerine geldiğini vehmeden yapısı günümüzde ne kadar değişmiştir? Bir açıdan hemen bütünüyle. Bu tasvirin değişmeyen bir tarafı yok gibidir çünkü. Artık hiç kimsenin konumu belli değildir, toplumsal hiyerarşilerin değişkenliği yaşamımızdaki günlük laflardan biridir ve sosyal örgütlenmenin değişime sürekli olarak açık tutulduğu tekrarlanır durur. Nihayetinde dikey hareketliliği serbest bırakmasıyla iftihar edişine on yıllardır şahitlik ettiğimiz bir sistemde ömür süreriz. Fakat gerçekten ve gerçekte ne değişmiştir? Hiç kimsenin yazgılı olduğu bir konum olmadığı söylenir fakat dünya nüfûsunun kâhir ekseriyeti içine doğdukları konumlarına yazgılı olmayı sürdürür. Toplumsal hiyerarşinin değişebileceği öngörülür fakat bu hiyerarşiyi değiştirmek için her seferinde kanlı devrimlere gereksinilir. Sosyal örgütlenmenin “ezelden ebede” değil, “dinamik” olduğu anlatılır fakat herkes teorik olarak ulaşmasının mümkün olduğu bir noktaya doğru yönelme özgürlüğüyle yerinde saymaya mahkûm edilir. Feodalite, rençberin rençber olarak kalması ve çocuğunu da rençber olarak yetiştirmesi gerektiğini söylerdi; bugün ise rençberin sermayedar olabileceği söylenir ve rençber sözü geçen sermayedarlığa en fazla böyle bir umutla şehre taşınıp bir fabrikada işe girmek ölçüsünde yaklaşabilir. Fakat istisnalar? Bunlar adı üstünde istisnadır ve sistemler istisnaları üzerinden kendilerini tanımlayamazlar. “Saatler” diyor olmamız, bir gün “halıler” diyebileceğimizin delili sayılamaz.
Bu durum esasında liberal demokrasilerimizin karakterine içkindir. Nihayetinde bu sistem birtakım hakları anayasal olarak güvence altına aldıktan sonra onların ne şekilde ortadan kaldırılabileceğinin de meşru izahını veren anayasaların sistemidir. Uğruna o kadar mücadele edilen anayasa, monarka tanıdığı anayasal haklarla işlemez hâle getirilebilir. Bir demokrasi, demokrasi olma iddiasından bir parçacık olsun inhiraf etmeksizin, daimî bir olağanüstü hâl atmosferinde yürütülebilir. İlki tarihsel, ikincisi güncel bu iki örnek karşımızda durur. Benzer şekilde, bilgeliklerin halka açılımında yaşanan da bu sürecin ta kendisidir. Bu öğretiler kapalı bir seçkin grubunun elinden “kurtarılır” ve çağın değerlerine uygun biçimde “herkese” açılır fakat hangi herkese ve ne ölçüde? Artık yoga yapmak için bir dağın mağarasında inzivaya çekilmiş falanca keşişi ikna etmeniz gerekmez fakat artık yoga salonuna yazılacak paranızın olması ihtiyacı doğmuştur. İçgörü sahibi olmak istiyorsanız bunu öğretebileceği söylenen bir kişinin kapısının eşiğinde günlerce beklemenize gerek kalmamıştır, artık tek yapmanız gereken PayPal hesabınızdan gerekli ücreti aktarıp falanca topluluğun bir etkinliğine katılıvermektir. Celâleddin-i Rûmî’yi bulmak için uzak yollardan Konya’ya gelmeniz gerekmez, bilet parası mukabilinde semâ seyredebilir veya Mesnevî’nin sırlarına dair bir kursa katılabilirsiniz. Şu hâlde geçiş sürecinde yaşanan dünyevî işleri ikincil plana atma fedakârlığını göstermek gibi tüm toplumsal sınıflara mensup insanların şu veya bu şekilde gerçekleştirebilecekleri bir eylemin gereklilik olmaktan çıkarılması ve dünyevî işlerden elde edilen kazançlarla bilgelik satın alınabilecek bir alternatifin oluşturulmasıdır.
Öyleyse ortada bunların halka açılımı değil, halka arzı söz konusudur. Halk, artık piyasalaşmış bulunan hakikatten hisse sahibi olabilir. Bilgeliğin internet yazılarından, astrolojinin gazetelerdeki burç yorumu köşelerinden (bunlar bilgelik piyasasının bütçesi olmayanlara terk ettiği artıklardır) elde edilemeyeceğini anladığı an bu pazarın doğal bir müşterisi hâline gelir. Üstelik bunu anlaması da uzun sürmez. Bilgeliklerin bu oyalayıcı, eğlendirici formları adeta kendisinden daha üstte bulunan bu hakikat pazarına işaret eden ufak reklam panolarını andırırlar. Bilgeliklerin kadim söylemleri de bu reklam metninin zahmetsizce oluşmasını mümkün kılar. Zira ortada halkın kolayca ve ücretsiz olarak erişebileceği tonla metin vardır fakat bu metinlerin hemen hepsi ağız birliği etmişçesine bilgeliğin yazıyla edinilemeyeceğini, tecrübelenmesi gerektiğini yineler durur. Bu yinelemeleri ciddiye alan kişinin karşısına her biri bir bilgelik dalında uzmanlaşmış profesyonellerin çıkması hiç de uzun sürmez. “İçmekle kanılmayan” bilgelik pınarına dudağını değdirmiş kişi nihayet bu profesyonellerin sundukları hizmetlerden (“yardım”, bunun sevimli adıdır) yararlanmak zorundadır. Ve sunulan hizmet “kanılmayan” bir hizmet olduğuna ve bu hizmeti sunan ne kadar ihtiyarsa o kadar çok iş yapabileceği bir alanda hizmet sunduğuna göre uzun ömürlü bir alışveriş gerçekleştirecekleri muhakkaktır. Hizmeti sağlayan için hayli gelecek vaat eden bir kariyer, hizmeti alan için de hayli umut vaat eden bir muhtemel gelecek…
Öyleyse, derli toplu hâlde önümüzdeki durum şudur: İnsanların bireysel tercihleri ve meşreplerince “müteşekkir bir varoluş bilinci” edinmek için başvurabilecekleri bütün kaynaklar ile aralarındaki fizikî zahmetler ortadan kaldırılmış, kaldırılan bu zahmetlerin mukabilinde de piyasa mantığı işletilerek bir servis bedeli ortaya atılmıştır. Müteşekkir olmak için müteşekkirliği öğretmek üzere tasarlanmış ürünü almanız gerekir, varoluş bilincine dair bir fikriniz olması için hazırlanan diğer bir ürün bu takdirde, kim bilir, indirimli fiyatlara bile gelebilir. Dünyaya dair kurmaya çalıştığınız anlam ilişkisiyle aranızdaki mesafe artık dağ başlarındaki manastırlara uzanan keçiyolları ya da ufacık bir odada az beslenerek çıkaracağınız halvetin zahmeti ölçüsünde değil, banka hesabınızın mümessillik ettiği alım gücünüz oranındadır. Zira, karşıtlarının çoğu duygusal karşı koyuşlarına rağmen, sermaye kendisinin rasyonel olduğunu söylerken yalan söylemiyordur. Sermaye, rasyoneldir. Zaten insan hayatını medenî kılan yanılgılardan bunca azade kalmasını sağlayacak ölçüde rasyonel olduğu için barbarlığa çalar. Barbarca rasyonalitesi, her şeyi satılabilir hâle getirmesini mümkün kılan büyülü değneğidir. Sermaye, bu konulardaki uzun tartışmalara rağmen bilgeliğin de dinin de ailenin de dostu ya da düşmanı değildir. Hatta kendisinin eşit dağıtılmasını öngören fikirlerin de düşmanı değildir. Zira o fikirlerin kör göze parmak anlatıldığı filmler de satılabilir şeylerdir. Uygulanmaya kalkışılmadığı müddetçe kendisinin aleyhindeki fikirler de dâhil her şey pazarının konusudur. Bilgelikler de bu pazarda soğurulur, tortusundan kişisel gelişim öğretileri, aforizmatik kitaplar, pahalı seminerler, biletli gösteriler, TED konuşmaları, süreli yayınlar, gönüllü bağışlar yaratılır.
Pazarın istilası öylesine büyüktür ki organizasyonel yapılarını şu veya bu ölçüde koruyabilen bilgelikler dahi otantik pratiklerini, üstelik büyük bir meşrulaştırma ve gönül rızası ile, terk ederler. Yüz yıllar öteden tevarüs eden mekânların dahi işlevleri liberal değerler ışığında reforma tabi tutulur. Bugün kanun rağmına varlıklarını sürdürdükleri herkesin malumu olan tekkelerde, büyük bir tazimle baş ucunda tutulan kitaplardaki ihtarlara rağmen, kimse halvet çıkarmaz. Fakat bu dönüşüm o paradigma dahilindeki otantik meşruiyet kaynakları doğrultusunda gerçekleşmemiştir. Önemi bu kadar vurgulanan bir pratik, liberal çağlar öncesinde ancak çok saygıdeğer bir yol ehlinin rüyasında kendisine “Halveti kaldır!” diye emir verilmesi üzerine iptal edilebilirdi. Oysa bugün bu pratiğin artık yaşamamasının sebebi insanların iş hayatıdır, çalışan sınıflar yıllık izinlerini ayırsalar dahi böyle bir pratiği uygulamaya yetecek zamanı bulamazlar. Öğretinin kendisi bu duruma ayak uydurur, üstelik bunu zamanın kötü bir cilvesi olarak yorumlamayı dahi düşünmez. Nihayetinde çalışmak, aile geçindirmek, çoluk-çocuk beslemek çok değerli işlerdir, Peygamber’in kendisi kazanmanın önemini vurgulamıştır, falanca hazretleri tacirlikle meşgul olmuştur… Pazar, asırlık pratikleri uygulanamaz hâle getirdikten sonra, kendi yarattığı bu uygulanamazlık durumunu pratiğin meşru sahiplerine savunduracak ölçüde genişler. Zira kendisinin sahadaki genişlemesi, rasyonalite iddiasının zihinlerdeki genişlemesine bağlıdır ve rasyonalite iddiası zihinlerde öylesine genişlemiştir ki sahadaki en zararlı genişlemesi bile reaksiyon doğurmaz.
O hâlde bilumum bilgeliğin ve pratiklerinin halka açılırmış gibi yapılırken halktan sakınılmasının, hissedarı olunabilecek bir alternatif-pazar hâline getirilmesinin, müteşekkir bir varoluş bilincine dair faydalanabilecek envai çeşit kaynağın doğasıyla büsbütün zıt biçimde alınıp-satılabilir ürünlere dönüştürülmesinin yegâne alternatifi bilgeliklerin yitip gittiğine dair ağlayışlar veya reaksiyoner hırçınlıklar değil, bu durumun yaratılmasına sebep olan ve artık genelgeçerleşmiş algının kendisine itiraz etmektir. Bu itiraz yükseltilmediği müddetçe, tüm ironikliğine rağmen müteşekkirliğin kendisi satın alınabilir bir ürüne dönüşmüşlüğünü koruyacaktır, bilgelikler hem öğretilerinden hem uygulamalarından buna şartlandırıldıklarını anlamaksızın vazgeçeceklerdir, yalnızca otantikliklerini değil mekânsal özgürlüklerini de yitireceklerdir, her gün tarihin tozlu sayfalarında kalmış olan tanrıların satılabilir biçimde yenilenmiş reprodüksiyonları pazara çıkarılacağı gibi hâlâ inananları bulunan tanrıların ağızlarından çıkanlar da sermayenin dublörleri olarak işe koşulacaklardır. Bu taraklarda bezi olmamanın asıl bilgelik olduğunu düşünenler için durum daha az vahim değildir. İlahî veya doğaüstü bir unsur içermeyen bilgelik türünün kendisi de ambalaj makinesinin mekanik kolundan kurtulamaz. Öyleyse bilgenin yerini girişimciye terk edip adına bilge demeye devam eden kurnazlığa karşı uyanıklık, çağın dünyevî bilgeliğidir ve bu tür bir bilgelik pazar rafına sürülemeyeceği için kıymetini muhafaza etmeyi sürdürür.