Sol: Evin Reddi mi Gerçek Bir Ev Talebi mi?
Tuncay Birkan’ın ilk defa Birikim’in Temmuz-Ağustos 1998 sayısında yayımlanan Sol: Evin Reddi makalesi üzerine eleştirel bir değerlendirmede bulunmak üzere bu kısa yazıyı kaleme alıyorum*. Makale Birkan’ın makalelerinin toplandığı, 2021 yılında Metis Yayınları tarafından okuyucuyla buluşturulan kitapta da yer aldı ve hatta kitaba adını verdi.[1] Polemik düzeyi hayli yüksek, üstelik de neredeyse 25 sene önce yazılmış bir yazıdan bahsediyoruz. Dolayısıyla bağlamını ve eleştiri oklarının hedefini somutlaştırmadan yazının argümanlarını tartışmaya girişmek bir takım yanlış anlamalara yol verebilir.
Sol: Evin Reddi öfkeli bir yazı. Bu öfke Birkan’ın özellikle İsmet Özel’e yönelttiği eleştirilerde iyice görünür oluyor. Solun kendi vatanında mültecileştiği, kitle bağlarını kaybederek yalnızlaştığı, bu yalnızlaşmanın geri döndürülebilir olduğuna dair 80 sonları 90 başlarında kısmen yeniden yeşeren umutların Sovyet sosyalizminin çöküşünü takiben yaşanan büyük ideolojik krizin etkisiyle de birlikte gittikçe solup tükendiği 90’lar sonunda yazıyor Birkan. 90’lar aynı zamanda İslami-milliyetçi hareketlerin istikrarlı biçimde yükselişte olduğu bir dönem. Üstelik tüm bu olanlar yetmezmiş gibi, değişen güç dengelerinden de alınan cesaretle, ev, aidiyet, millet üzerine ardı arkası kesilmez faşizan nutuklar atıldığı, solu nedamet getirmeye davet eden söylemlerin yoğunlaştığı yıllardan bahsediyoruz.
Aslında, solun köksüzlüğüne, bu topraklara yabancı bir ideoloji olduğuna, solcuların Müslüman halka tepeden bakan Batıcı jakobenler olmayı bırakıp halkla barışmaları gerektiğine, yani eve dönme zamanının geldiğine dair mukaddesatçı-milliyetçi söylemler alışılmadık şeyler değil. Birkan’ı öfkelendirenin bu tipik anti-komünist yerlici zırvalar olduğunu sanmıyorum. Burada kritik olan iki faktöre değinmek gerekir; birincisi bu yerlici-kültürelci söylemlerin solun bazı yenik kesimlerinde de karşılık bulmaya başlaması ve ikinci olarak da solun başka koşullarda gülüp geçeceği bu söylemleri pratik sahada çürütme kabiliyetinden mahrum olmasının yarattığı kırılganlık.
Birkan’ın da paylaştığı solun bu genel kırılganlığı bahsi önemli, zira Birkan’ın sol, ev ve aidiyet üzerine yürüttüğü tartışmaya yön veren “evin reddi” tezinin bu kırılganlık dikkate alınmadan iyi anlaşılabileceğini düşünmüyorum. Yazının sonunda buna geri döneceğim. Şimdi Birkan’ın “evin reddi” tezini özetlemeye girişeceğim.
Birkan evin pozitif işlevlerini büsbütün reddeden bir yerden başlamaz yazısına. Hatta şöyle der:
Biyolojik bir canlı olmaktan kültürel-tinsel bir varlık olmaya giden yolu evde katederiz; “insan varlığının ilk evrenidir ev.” Konuşmayı, anlamayı, sevmeyi, özlemeyi, sıcaklığı, şefkati, özeni, bağlılığı, fedakârlığı, erkek ya da kadın olmayı “ev”de, evdekilerden öğreniriz. Evde kendimizi güvende hissederiz. Bir benlik oluşturmamız için, yanlarında kendimizi emniyette hissedebileceğimiz “ötekiler”i barındıran bir eve ihtiyacımız vardır; ipek böceğinin kozaya ihtiyacı olduğu gibi.”[2]
Ev “[b]izi korur, kollar ve kurar.”[3] Gelgelelim bu koruma ve kollamanın bir bedeli vardır. Ya da Birkan’ın deyişiyle “[i]ki yüzü var evin”[4]:
Bizi korur, güvenliğimizi sağlar, sevmeyi ve bir topluluğa ait olma hissini tattırır ki bunlar büyük nimetlerdir, ama bunu bizi dışarıya, başka evlere ve evsizlere, sokağa, dünyaya kapatarak, onlardan korkmaya alıştırarak yapar. Dış dünya korkunun ve güvenliksizliğin yuvasıdır evden bakınca. Ama evden kaçanlar/kaçmayı düşünenler (düşünmemiş olan var mıdır ki?) dışarıda bir özgürlük vaadi gördükleri için kaçarlar, kaçmak isterler. Sağcılar “Batı” diye başka bir eve kaçmaktan bahsederken yanlış kullanıyorlar metaforu. Hiçbir çocuk, ait olmadığı başka bir eve sığınmak için kaçmaz: Hem herkese ait olduğu için hem de hiç kimseye ait olmadığı için özgür bir kollektivite vaat eden sokağa kaçar.[5]
Ev içine doğulan, seçime konu olmayan, ait olduğumuz tikelliklerin alanıdır. Tikelci aşırılığın beşiğidir. Oysa sokak bizi darlaştıran tikel sınırların ortadan kalktığı, farklılıkların karşılaşabildiği, dolayısıyla özgür kolektivitenin mümkün olduğu bir başka alandır. Birkan, ev ve sokak arasında tanımladığı bu karşıtlığı, solu evin reddiyle özdeşleştirdiği tezinin merkezine yerleştirir. Burada ilginç olan, Zeynep Nur Ayanoğlu’nun da vurguladığı gibi, Birkan’ın solcuları evden kaçmakla suçlayan İslamcı-milliyetçi yerlicilerin ev-sokak karşıtlığını ters çevirerek yeniden üretiyor olmasıdır.[6] Yerliciler için sokağın öngörülemezliği, düzensizliği, kontrol dışılığı evin düzeni ve konforu için bir tehditken, Birkan sokağa yakıştırılan aynı düzensizlik ve öngörülemezlikte özgürleştirici bir potansiyel bulur.
İslamcı-milliyetçi yerlicilik açısından sokağı bir tehdit alanı olarak kurmanın mantığı gayet anlaşılır. Zira bu yerliciliğin vatanı aşağıda patriyarkal hanelerden ve tepede bu patriyarkal haneler düzenini koruyan ve kollayan Devlet Baba’dan mürekkeptir. Patriyarkal hane ve devlet arasında sokak tanımlanamamış bir boşluk olarak kalır. Başka deyişle, bu sağ yerlicilik, müzakereye dayalı bir kamusal düzen mevhumundan yoksundur; tanış, akraba ve aşina olmayanların barış içinde birarada var olma adabı, bilgisi ve hakkaniyeti olarak medeniyetten uzaktır; normatif çerçevesi içinde hak sahibi eşit vatandaşa yer yoktur. 70’lerin ülkücü dergilerinde solcunun sakalı uzamış, alkolik, üstü başı perişan bir bekar serseri tip olarak resmedilmesi pek de rastlantı değildir.
Birkan’a tam da burada sorulacak soru; ev, aidiyet, millet, sol tartışmasına girişirken neden sağ yerliciliğin bu patriyarkal hane modelini baz aldığıdır. Sağ yerliciliğin patriyarkal hane modeli üzerinden ilerlediği için tartışmasının ciddi handikapları olduğunu söylemek gerekir. Öncelikli olarak, yazı ulusun radikal potansiyelleri meselesini tam anlamıyla geçiştirmektedir. Ev, aidiyet, sol üzerine bir tartışmada bunu esastan bir kusur saymak gerekir. Ulus ulusal egemenlik iddiasıyla Baba’yı (Tanrıyı, Kiliseyi, Halifeyi, Kralı, Sultanı, Oligarşik Diktatörü) öldürerek egemen konumu geri dönülmez bir biçimde boşaltan devrimci bir potansiyele sahip değil midir?[7] Nasıl olur da ulusun bu radikal potansiyeline ya da Türkiye bağlamında bu potansiyeli neden gerçekleştiremediğine dair tek satır bir şey yazılmaz da; ulusu, aslında öldürdüğü Baba’yı ikame etmek üzere kültürle/tarihle/ırkla içeriklendirerek şeyleştiren ve yeni bir egemenlik metafiziğinin merkezine yerleştiren milliyetçilik/yerlicilik ulusun doğal mecraymış gibi bir akıl yürütmede bulunulabilir? Örneğin yazı boyunca millet kelimesinin geçtiği herhangi bir yere içine doğulan bir sabitliği, verili konumu, belirlenmişliği imleyen etnisite, yerlilik kelimelerini koysanız anlamda artan eksilen bir şey olmayacaktır. Bir kere patriyarkal haneyi ulusun metaforu olarak aldığında, Birkan, daha baştan, ulusu, içine doğulan, seçime konu olmayan, baba otoritesiyle güvencelenen bir belirlenmişlik alanı olarak varsaymış olur. Bu noktadan sonra, ulusun, bütün verili kutsalları, dokunulamaz norm ve kuralları sorgulama imkanı veren ulusal egemenlikçi radikal potansiyellerini düşünmek imkansızlaşır.
Patriyarkal hane modelli ulus tartışmasında evi metaforu olduğu ulusa bağlayan bağ, evin ve vatanın ikisinin de “dışarıya” karşı “içeriyi” temsil ediyor oluşlarıdır. Yani bu metaforu mümkün kılan, “içeride” olmak ortak paydası üzerinden işleyen çağrışımdır. Dolayısıyla tartışma; dayatmacı, kapatan, homojen “içeriye” karşı özgürleştirici, farklı “dışarı” vurgusu üzerinden yürütülür. Kimlik, farklılık, homojenlik meseleleri tartışmanın merkezinde yer alır.
Tam burada Birkan’a bir eleştiri olarak yönelteceğim soru şudur: Ev gibi çok temel ihtiyaçları karşılayan bir alanın vatanın metaforu olarak nasıl işgördüğü üzerine yerlicilerle tartışırken, bu tartışmayı soldan yürütürken, nasıl olur da bütün mesele kimlikte ve farkta düğümleniyormuş ve hiçbir ekonomi politik boyut içermiyormuş gibi akıl yürütülebilir? Biz, İslamcı-milliyetçi yerlicilerin eve davet çağrısını, salt davete icabet etmenin koşullarını dayatmacı, sansürleyici, indirgeyici, anti-demokratik bulduğumuz için reddetmiyoruz. Davet ettikleri evin aslında ortada olmayışı, çoğunluk davetlinin aslında dışarıda kalacak olması esas mesele. Reddediyor olduğumuz şey, şairane lafların, hamasetin, bayrağın, ezanın, mehterin, yani bizi havasına sokmaya çalıştıkları evdeymiş hayalinin, bizi ısıtmaya, korumaya, doyurmaya, barındırmaya, ait kılmaya yeter olduğu varsayımı. Oysa biz basbayağı ev istiyoruz; bildiğin ev, kapısı bacası olan, ısıtan, koruyan, barındıran, mahremiyet sunan, adres temin eden, öyle sabahın köründe polisin paldır küldür giremediği. Yani biz varlığımızın en temel ihtiyaçları düzeyinde tam teşekküllü bir toplumsal-mekansal tanınma talep ediyoruz. Evin, ülkenin-vatanın metaforu olarak nasıl işlediği üzerine tekrar düşünmenin tam yeri burası: Evi metafor olarak vatana-ülkeye/halka bağlayan bağı yerliciler gibi içerisi-dışarısı üzerinden değil de parça-bütün ilişkisi üzerinden görmeyi öneriyorum. Demem o ki, ülkesi olmayanın, sokakları olmaz; sokakları olmayanın da evi ve adresi olmaz. Savaşın/iç savaşın yıktığı bir ülkenin yıkık sokaklarında ev arama, adres bulma çaresizliğini kastediyorum. Orada bulunsa bulunsa moloz yığınları bulunabilir. Tıpkı Sur’da olduğu gibi. Ev ancak barış içinde birarada yaşam koşulları (özgürlük ve eşitlik), bir medeni hal, yani bir vatan varsa gerçek anlamıyla ev olarak işlev görebilir, yani ancak o zaman varlığımızın en temel ihtiyaçları düzeyinde bize tam teşekküllü toplumsal-mekansal tanınma sağlayabilir. Dolayısıyla ev arayan, ev talep eden, bir sokak (komşuluk hukuku) ve ülke (vatandaşlık hukuku) de talep eder aslında. Buradan bakacak olursak, ev ve sokak arasında neden bir karşıtlık kurmamız gerektiği hiç de açık değildir.
Sonuç Yerine
Birkan pire için yorgan yakıyor; İslamcı-milliyetçilerin özcülüğünün ve otoriter kimlikçi dayatmalarının zemini olan, içerisi ve dışarısı karşıtlığı üzerinden kurulan yerlici vatanı eleştirmek adına vatan fikrini bir bütün olarak ıskartaya çıkarıyor. Oysa 20. yüzyıl devrimciliğinin, emperyalizme ve oligarşik diktatörlüklere karşı gelişen radikal ulusal kurtuluşçuluğun teori ve pratiğine yön veren başka bir vatan anlayışı daha vardı: varlığımızın en temel ihtiyaçları düzeyinde verilen toplumsal-mekansal tanınma mücadelesinin parça-bütün diyalektiğinde işleyen devrimci vatan. Her ne kadar Nazım Hikmet’in, Sabahattin Ali’nin, Deniz Gezmiş’in vatansever solculuklarına değiniyor da olsa, Birkan’ın sağ yerlicilik eleştirisini kurduğu yer burası değil.
Sol: Evin Reddi’nin tezi bir yenilgi döneminde geliştirilen savunmacı bir tez. Bu savunmacılık salt devrimci vatan fikrinin terkinde ve İslamcı-milliyetçi yerliciliğin kavramsal zemininin yeniden üretilmesinde cisimleşmiyor. Birkan, solun yalıtılmışlığını bir erdem mertebesine çıkararak, solculuğu “gönüllü sürgünlük” olarak tanımlayarak, adeta “siz kovmuyorsunuz, ben kendim gidiyorum” diyerek solun haysiyetini yukarıda tutma gayretiyle kaleme almış Sol: Evin Reddi’ni. Yazıya yön veren temel jest bu. Bu savunma gayreti gayet anlaşılır, ancak esaslı bir yenilginin ve kaybın muhasebesini zorlaştırdığı oranda da güçlü bir eleştiriye tabi tutulmalı.
*Bu yazı ilk kez, Birikim dergisinin 398-399 no’lu sayısında yayınlanmıştır.
[1] Birkan, T. (2021) Sol: Evin Reddi, İstanbul: Metis Yayınları.
[2] Birkan, Sol: Evin Reddi, s. 19.
[3] A.g.e., s. 20.
[4] A.g.e., s. 33.
[5] A.g.e., s. 33-34.
[6] Ayanoğlu, Z. N. (2021) “Evin Reddinin Reddi”, https://birikimdergisi.com/guncel/10457/evin-reddinin-reddi
[7] Lefort, C. (1986) The Political Forms of Modern Society: Bureaucracy, Democracy, Totalitarianism, Cambridge, MA: MIT Press.