Mehmet Türkmen ile BİRTEK-SEN, İşçi Hareketi ve Sosyalist Siyaset Üzerine
BİRTEK-SEN genel başkanı Mehmet Türkmen ile son dönem işçi direnişleri, sendikalarına yönelik son dönemde yükselen baskılar bağlamında sınıf mücadelesi ve ötesine dair bir söyleşi gerçekleştirdik. Söz konusu söyleşinin ilk kısmını yayınlıyoruz.
Yurtseverce: Mehmet Bey, en sonda soracağımı hemen başta sormak istiyorum. Sendikanıza yönelik Çalışma Bakanlığı tarafından kesilen bir para cezası oldu. Bu ceza neden kaynaklandı, siz bu ceza karşısında nasıl bir tepki vermeyi planlıyorsunuz (örneğin hukuki açıdan), cezayı ödeyecek misiniz yoksa başka hukuki yollar mı deneyeceksiniz?
Mehmet Türkmen: Şimdi önce cezanın gerekçesini anlatayım. Urfa’da Özak Tekstil’de geçtiğimiz yılın Kasım ayı başında bizim bir örgütlenmemiz oldu. Orada hâlihazırda örgütlü, yetkili bir sendika vardı, Hak-İş’e bağlı Öz İplik İş. Orada 8 yıldır örgütlü bir sendika, ama sizin de tahmin edebileceğiniz gibi, bildiğimiz tarzda, Türkiye’deki sarı sendikacılığın en klasik, en çürümüş, en sararmış halini temsil ediyor. Fabrika güya sendikalı, ama yani sendikasız bir iş yerinde bile olamayacak kadar her türlü haksızlığın, mobbingin, kötü koşulların hakim olduğu bir iş yeri. İşçiler asgari ücretle çalışıyor, toplu sözleşmeden işçilerin haberi bile olmuyor, temsilci seçimleri keza. Orada sendikanın varlığı tamamen patronun işçilerin üzerinde kurduğu baskı ve sömürü mekanizmasının taşeronu ve sopası olmakla sınırlı; hatta öyle ki, yani iş yerinde işçilerin tutanağını bile sendikacılar yazıyor, öyle bir yer. Ve bugüne kadar yüzlerce işçi fabrikada sendika olmasına rağmen tazminatsız ve çok kolay isten atılabiliyor. Bugüne kadar bu sendika bu saydığım haksızlıklara karşı, bir tanesinde bile, “hayır patronla görüşelim, bu böyle olmasın” şeklinde bir tavır geliştirmiş değil. Tam tersine bunların çoğunu patron bizzat sendika eliyle uyguluyor. Hatta işçiler bu haksızlıkların herhangi birine itiraz ettiğinde patrondan, fabrikanın yöneticilerinden önce sendikanın temsilcilerini karşılarında buluyorlar. Öyle ki, bazı işçiler tazminatsız, haksız yere isten atıldığında tazminatını alabilmek için bireysel çabasıyla avukat tutup dava açtığında o davada sendikanın temsilcileri patronun şahidi olarak karşısına çıkıyor. Yani böyle bir sendika.
Yurtseverce: Peki bu bir çıkar ortaklığı mı, ideolojik ortaklık mı? Patronla ideolojik benzerlikler etkili mi?
Mehmet Türkmen: Bunun şüphesiz bir ideolojik tarafı da var, çünkü bu sendikacılığın, bu sendikanın başındaki sendikal faaliyete yön veren ideolojik anlayışın patronlara, patronların da genel olarak Türkiye’deki iktidara ideolojik yakınlığı kesin. Çünkü burada iş yeri, işçiler, sendikal gündemler dışında, yani ülke gündemine dair politik şeylerde de genellikle hep hükümet ve iktidar yanlısı tutum alıyor bu sendikalar. Örneğin dönem dönem bu ırkçı ve milliyetçi ya da din merkezci şeyler olduğunda hep buna göre tutum alan, pozisyon alan bir sendikadan bahsediyoruz.
Şüphesiz bunun bir kolaylığı var, ama biz asıl şeyin bu olduğunu düşünmüyoruz. Çünkü sadece bununla açıklarsak sözde solcu ya da CHP’li bildiğimiz ama aynı sendikal pratikleri yapan sendikaları nasıl açıklayacağız? Zira bunun da örnekleri var. O yüzden burada asıl şey patronla ideolojik ya da politik bir yakınlıktan öte. Bizim sendikal bürokrasi dediğimiz, sarı sendikacılık denen, politik görüş üstü bir sendikacılık anlayışı burada belirleyici. Çünkü DİSK içinde de böyle sendikalar var, biliyoruz. İşte DİSK’te olmaktan kaynaklı başka söylemler, sloganlar, farklı propaganda biçimi ve içeriği olabiliyor, ama sendikal pratiklerinin asıl motivasyonu işçilerin, işçi sınıfının çıkarlarını savunmak değil. Keza şunu da biliyoruz, istisnai de olsa politik olarak, ideolojik olarak ırkçı-milliyetçi ya da egemen sınıfın ideolojik etkisinde olup sendikal anlamda daha mücadeleci bir çizgiyi savunanlar da olabiliyor. O yüzden bununla açıklamak zor, tarikatçı düzeyde İslamcı olup da böyle sendikacılığa karşı muhalif tutum alan işçi ve sendika temsilcilerini de biliyoruz.
O yüzden buradaki asıl ayrışma o değil, burada asıl ayrışma şu: bu tür sendikacılık bir kasta dönmüş durumda, yani bunun yarattığı bir kontrol ve rant alanı var. Yani söyle düşünün; bu sendikalarda patronla işbirliği yaparak sendikacılık yapmanın konforlu bir tarafı var. Bir kere grevdir, direniştir, patronla ve iktidarla karşı karşıya gelmektir, bunlara gerek kalmadan olabildiğince patronla uzlaşma çerçevesinde hareket ederler. “Bu iş yeri hepimizin”, “biz hepimiz aynı gemideyiz”, “üretimimiz ne kadar çok olursa hepimiz kazanırız”, hepsinin söylemi budur mesela. Patronla işçi arasındaki mücadelede işçiyi temsil eden bir anlayışları yok, kendileri de bunu söylüyorlar zaten: “biz taraf değiliz, biz hakemiz, biz iki taraf arasında bir köprüyüz, iş barışını ve iş yerindeki huzuru sağlamak için sendikalara ihtiyaç vardır, sendikanın görevi de bu uzlaşmayı sağlamaktır”. Ama bu mümkün değil, çünkü patronla işçi arasındaki çatışma sınıflar ortadan kalkmadığı sürece ortadan kalkmayacak bir çatışma. Bir tarafın sürekli bir kar hırsı, rekabet hırsı var. Bu hırs işçilerin daha fazla sömürülmesi, daha ucuza çalıştırılması demek. Bundan vazgeçemez hiçbir patron. Yani bu patronun siyasal şeyiyle alakalı bir şey değil. Dünyanın en iyi patronu bile, bilirsiniz sürekli daha fazla kar elde etme güdüsü ile hareket eder. Ona bu güdüyü sağlayan, onu güdüleyen şey onun kişisel siyasi ahlaki tercihleri değil asıl temsil ettiği sınıfın ve o sınıfın üretim ilişkileri, bütün o kapitalist üretim ilişkileri içindeki var olma koşuludur. O yüzden bu türden sendikaların motivasyonu da “işte biz patronla kavga ederek değil, alabildiğimizin en iyisini alıp uzlaşmayla, gürültü çıkmadan, iş barışı bozulmadan bir sendikacılık yapalım”. Ama bu bile aslında çok iyimser bir tanım olur; keşke uzlaşmacı olsalar, ortayı bulma arayışı içinde olsalar, yani ortayı bulan bir şey de yok.
Ben size şöyle tarihsel bir şey söyleyeyim Özak örneği üzerinden. Özak önceden beri, benim DİSK tekstilde bölge temsilciliği yaptığım dönemde de gündemimize gelen bir iş yeriydi. O dönemde de yine işçilerin büyük çoğunluğu bize geçmek istediler ve yine böyle şeyler yaşandı. Özak tekstil örneğin üç yıl önce aynı bantlar, aynı ürün, aynı makine, aynı teknoloji aynı işçi sayısı ile 700 ürün çıkarırken aşama aşama şimdi o 1500’e çıktı. Yani aynı saatte, aynı sürede, aynı makine, aynı iş gücüyle 3-4 yıl önce 700 üreten iş yeri şimdi 1500 ürün üretiyor. Mesela bu iş yerinde sadece 3-4 yıl içinde 500’den fazla 600’e yakın işçi tazminatsız işten atıldı. Bu iş yerinde kadın işçiler 18 saat 20 saat mesaiye zorlanıyor. Düşünebiliyor musunuz, sabah 8’de işbaşı yapıyor, bazen bu haftanın 3 günü oluyor mesela, gecenin 2’sine 3’üne kadar çalışıyor, gidip 3 saat uyuyor tekrar işe geliyor. Her gün, istisnasız, çalışırken bayılan kadın işçi oluyor yani. Mesela hani bıraktım mücadeleci sınıf sendikacılığını, işçileri temsil etme kaygısını, bir hakem olarak tarafsız olma iddiasında bile olsanız bu kadar da olmaz dersiniz. Bunu bile demeyen, tam tersine buna itiraz eden işçilere baskı yapan, mobbing uygulayan ve hatta işten atıldığında hakkını aradığında patrondan önce karşısına çıkan bir sendikacılık var. Burada açık bir işbirlikçilik var. Tamamen patronların kontrolünde, patronların yönlendirdiği ve bütün varlığını patronla işbirliğinde bulan, bütün motivasyonu böyle bir sendikacılık bu. Özak direnişinin en önemli motivasyonu bu sendikacılığı kırmaktı. Genelde bu tür direnişler, bu tür eylemler doğrudan işverene yönelik ücret, çalışma koşulları gibi taleplerle olur; bu direnişin esas motivasyonu ise Öz İplik İş’ten kurtulabilme mücadelesiydi. Yani örneğin zam talebi yoktu o direniş boyunca ya da fabrikada söyle bir sosyal hak olsun falan yok, biz sadece bu sendikadan kurtulmak istiyoruz diyordu işçiler. İşçilerin direniş boyunca en fazla attığı slogan mesela “Öz İplik İş dışarı” sloganıydı. Yani görüşmelerde de 3 tane talep vardı. Sendika değiştirme, seçme hakkımızdan dolayı uygulanan baskı son bulsun, çünkü asıl şey oydu. Direniş o yüzden başladı. İşçiler sendikamıza üye olmaya başladı, iki hafta gibi bir sürede 700 işçiden 500 civarında işçi sendikamıza üye oldu. Patron ve Öz İplik İş bunu engellemek için ciddi bir baskıya başladılar. İçeride sorgu ve ikna odaları kuruldu, işçiler tek tek sorgu odalarına, ikna odalarına alınıp tehdit edildi. İstifaya, tekrar Öz İplik İş’e üye yapılmaya zorlandılar, ama bunlar sonuç vermeyince işten atmalar başladı. İşten atmalar başlayınca da işçiler direnişe geçti ve iş bıraktılar. Buradaki asıl şey de şu; “kimse işten atılmasın, atılan arkadaşlarımız geri alınsın”. İkinci olarak da, “sendika seçme hakkımıza saygı duyulsun, biz Öz İplik İş’i istemiyoruz, bizi temsil edecek sendikayı seçme hakkımız bizim anayasal hakkımız, biz BİRTEK-SEN üyesiyiz ve BİRTEK-SEN’de kalmak istiyoruz.” Budur yani, bu direniş, 80 gün boyunca işçilerin yaşadığı bütün zulüm, 400 kişinin işten atılması, bu direniş bunun içindi.
Bu ceza da şöyle oldu: Daha direnişin ilk günlerinde neler yaşandığını zaten biliyorsunuz. Orada işçilerin direnişe geçmesinin asıl sebebi orada patron yandaşı olan bir sarı sendikanın işçilerin sendika seçme hakkını mobbingle, baskıyla, tehditle gasp etmesi. Hatta kadın işçileri böyle çekip işte “sizi ailenize ifşa ederiz, burada erkek arkadaşınız var, sen kafelere falan gidiyorsun, seni ailene şikâyet ederiz”e kadar giden, özel hayatlarıyla tehdit etmeye kadar varan çirkin şeyler oluyor. Ve işçiler patronun ve onun yanındaki sendikanın işçilerin sendika seçme hakkına karşı uyguladığı baskıya karşı direnişe geçiyor. Patron direnişin başında bakanlığa bir başvuru yapıyor içerideki işçilerden baskıyla aldığı dilekçelerle, bunun üzerine bir teftiş yapılıyor ve bu teftişin sonucunda bakanlık müfettişleri geliyor.
Biz bu cezadan sonra hem hukukçularla hem de daha önce bakanlıkta müfettişlik yapmış insanlarla iletişime geçtik. Bizim 12-13 kişilik bir gönüllü hukukçu ekibi şimdi itiraz dilekçesini hazırlıyorlar. Türkiye’de ilk kez bir sendikaya böyle bir ceza veriliyor. Yani daha önce böyle bir örneği yok. Tam bir skandal. Normalde bize verdiği cezanın dayanağı, 6356 sayılı sendikalar ve toplu iş sözleşmesi yasasının 19. Maddesine muhalefet. O madde de şu: İşçiyi zorla bir sendikadan istifa etmeye ve başka bir sendikaya üye olmaya zorlamak, baskı yapmak. Yani aslında biz bu baskıya karşı direnmeye başlamış bir işçi topluluğunun sendikasıyken, sanki biz bu baskıyı yapmışız ve Öz İplik İş üyelerini istifaya ve bizim sendikaya üye olmaya zorlamışız gibi, sanki işçiler üzerinde baskı kurmuşuz gibi bize 1.5 milyon liralık bir ceza kestiler. Şimdi birincisi şu: bu teftişi yapan müfettişler teftiş yapıyorlar ama sadece patronla, patron yandaşı Öz İplik İş ile ve onların baskısı altındaki işçilerle görüşüyorlar. Bu teftişi yaparken dışarıda 450 işçi eylemde, ama ne hikmetse ne sendikamızla ne dışarıdaki işçilerle ne de bizim temsilcilerle görüşmeden, yani bu anlaşmazlığın, mağduriyetin asli unsuru olan tarafla hiç görüşmeden sadece patronun, patronun yandaş sendikasının baskı altındaki üyelerinin beyanlarıyla bunu tespit ediyorlar. Ayrı bir skandal da şu: bu normalde patronlar için uygulanan bir ceza. Cezayı kabahatler kanununa göre veriyorlar, işçi başına 5400 küsur TL diye hesap ediyorlar, ama bu rakamı hesaplarken istifa edip bize geçen değil tüm bu sözde baskıya rağmen istifa etmeyip Öz İplik İş’te kalan işçileri mağdur olarak sayıp onlar üzerinden hesaplıyorlar. Bu da bir hukuki skandal. Yani biz baskı yapmışsak, yani hukukta bile böyle bir şey vardır, yani bir tehdit ya da bir baskı sadece girişim düzeyinde kalmışsa bu ceza konusu olamaz mesela. Ama bu adam istifa etmemiş, benden korkmamış. Yani eğer burada bir mağduriyet varsa, bu baskı sonucunda istifa etmiş, sendika değiştirmek zorunda kalmış işçiyi mağdur olarak sayman gerekir. Mesela diyor ki raporda “şu kadar işçinin istifa ettiği anlaşıldı”, ama istifa etmeyen işçi üzerinden bir hesap çıkarıyor. Yani ben baskı da yapmışsam, korkutmuşsam da benden korkmamış ve istifa etmemiş, nasıl mağdur etmişim?
Bir diğer şey de şu; bir sendika işçiler üzerinde nasıl baskı kurabilir? Yani 2 şekilde yapabilir. Ya şiddetle, onun canına kast eden bir şeyle korkutursunuz, döversiniz, şiddet uygularsınız, silah falan. Buna dair bir bulgu yok. Buna dair bir şikâyet de yok, buna dair raporda bir iddia da yok. O zaman geriye tek şey kalıyor: bir sendika işçiyi işiyle tehdit edebilir. İşçi işini kaybetmekten korkar. İşyerinde mobbinge uğramaktan, ayrımcılığa uğramaktan, sürgün edilmekten, vesaire. Peki bir sendikanın bunları yapma yetkisi var mıdır? Bunu işveren yapabilir, sendikanın işçiyi işten atma yetkisi yok. Hukuken de yok. Mümkün değil yani. Bir sendika bunu yapabilir, ama şu koşulda yapabilir: Ancak patronla işbirliği yapan bir sendika bunu yapabilir. Yani bizim patronla işbirliği yapan bir sendika olabilmemiz lazım. Yani bizim işçiler üzerinde o raporda iddia edilen baskıyı kurabilmemiz için patronla işbirliği yapmamız gerekir, başka türlü mümkün değil. Yani bir işçiyi patron atabilir ve bir sendikanın bir işçiyi attırma gücü ancak patronla işbirliğiyle mümkündür. O zaman bu raporu yazan müfettişlerin BİRTEK-SEN’in patronla işbirliğine dair tespitte bulunması gerekirdi. Eğer böyle olsaydı bile bunun sorumlusu yine patron değil midir? Cezanın patrona kesilmesi gerekmez mi? Neden sendikaya kesiyorsun? O müfettişlerin o teftişi yaptığı günlerde 400 işçi işten atılıyor ve 400’ü de bizim üyemiz. BİRTEK-SEN’den istifa etsinler diye işten atılıyor bu işçiler. Bir tarafta üyeleri sendika değiştirme baskısıyla işten atılan bir sendika var, bu işçiyi mağdur saymıyor mesela, içeride çalışan ve istifa etmeyen işçi ise mağdur. Hiç açıklanır bir tarafı yok.
Asıl tehlike de şu; emek alanını takip eden uzmanlar ve hukukçular da bunu şöyle açıklıyor: bu çok tehlikeli bir şey, bunu sadece BİRTEK-SEN’e yönelik özel, tekil bir örnek olarak anlamak son derece tehlikeli. Eğer bu püskürtülmezse, eğer bu karar bir direnişle karşılaşıp geri çekilmezse, bu yarın her sendikanın, yani hükümet ve patron yandaşı olmayan her sendikanın örgütlenmesinin önüne geçmek için genel bir uygulamaya dönüşebilir. Bu fiilen sendika seçme hakkını ortadan kaldıran bir şey. Ama tabii bizim için bunlara ek olarak şöyle bir tarafı da var. Bu cezanın bir başka hedefi var. Nedir bu? Bizim görüştüğümüz emekli başmüfettişlerin, mesela birisi 38 yıl bu görevi yapmış birisi, şöyle bir yorumu var: Yani hiçbir müfettiş siyasi görüşü ne olursa olsun, motivasyonu ne olursa olsun böyle bir rapora kesinlikle imza atmaz. Kesin talimatla yapılmış bir şey bu. Şunu da ekliyorlar: mağdur olarak neden bizim üyelerimiz sayılmıyor? Bunun da aslında bilerek yapıldığını söylüyorlar. Bu da bu raporun aslında Öz İplik İş’in etkisiyle yazıldığını gösteriyor. Yani bu raporu yazanlar Öz İplik İş’in uzmanı gibi çalışmış. Çünkü istifa edeni mağdur olarak yazsa, biz itiraz ettiğimizde istifa eden işçiyi götüreceğiz mahkemeye, istifa eden de diyecek ki ben kendi özgür irademle istifa ettim. Bunu bildikleri için diyor başmüfettiş, sırf bu bile bu aklı Öz İplik İş’in verdiğinin çok açık kanıtıdır. Ve şöyle bir yorumları da var: Bu işi kesinlikle FETÖ’den dönenlere yaptırmışlardır; genelde bu kirli işleri, pis işleri onlara yaptırırlar, çünkü normal hiçbir müfettiş kendini böyle skandal bir şeyle riske atmaz. Bunu ancak FETÖ’den dönen genç müfettişlere talimat ile yaptırmışlardır. Yani şeyi de açıkladı bize; mesela teftiş kurulunun yayınladığı, rapor nasıl yazılır, teftiş nasıl yapılır anlatılan bir rehber yönetmeliği var ve oradaki hiçbir kritere de uymuyor bu rapor. Hiç açıklanır bir tarafı yok.
Biz de bunu şöyle yorumluyoruz. Biz Salı günü Ankara’daydık. Bakanlığın önünde bir basın açıklaması yaptık. Hem Çalışma Genel Müdürü ile hem de Bakan yardımcısıyla görüşmeler yaptık. Onlara da söyledik, bu bir hata değil. Bu öyle bir şey değil. Bize de sakın böyle bir açıklama yapmayın. Biz bundan eminiz. Bunun hiçbir açıklaması olamaz. Bu açık bir şekilde patronla ve yandaş sendikayla işbirliği yaparak yazılmış, talimatla yazdırılmış şaibeli bir rapor. O yüzden bu hatadır, düzelteceğiz demeyin. Bunun böyle olduğu çok açık. Orada da söyledik: Bu aslında Özak direnişi ve BİRTEK-SEN’in oradaki örgütlenmesinin hem bölgedeki sermaye güçleri hem de asıl onun temsilcisi olarak devlet bakımından nasıl bir tehlike olarak alındığının bir göstergesi. Bu cezanın sebebi sendikal baskı falan değil. Bu cezaya sebep olan asıl suçumuzun farkındayız biz. Asıl suçumuz nedir? Bölgede ciddi bir proje var, özellikle son 8-10 yıldır yoğunlaşan ciddi bir işçileşme var, yatırımlar var, çok ciddi teşvikler veriliyor. Özellikle başta tekstil iş kolu olmak üzere, sadece son 8-10 yılda Urfa’dan Van’a kadar, Batman’dan Bitlis’e kadar, Adıyaman’dan Malatya’ya ve Diyarbakır’a kadar her yerde pıtrak gibi tekstil fabrikaları kuruluyor ve hepsi de uluslararası giyim markalarına üretim yapıyorlar. Hükümet buna Çinleştirmek diyordu ama Çin’deki koşullar bile buraya göre çok konforlu kaldığı için şimdi Çin demiyorlar. Şimdiki şey Bangladeş. Bu bölgeyi Türkiye’nin Bangladeş’i yapmak projesi. Ucuz emek merkezli ve ucuz iş gücüne dayalı bir çalışma rejimi kurmak hedefleri ve burada da 2 tane ayak var. İlki; asgari ücret, son derece sert koşullara dayanan ağır bir çalışma düzeni. İkincisi de, bunu garantiye almak üzere kesinlikle örgütsüz bir işçi sınıfı yaratmak ve örgütlülük olacaksa da bunun patronlar ve devletin kontrolündeki sarı sendikalar altında olmasını sağlamak. BİRTEK-SEN işte bunu tehdit eden bir şey oldu, çünkü bunu gördüler. Özak’ta karşımıza çıkan sadece Özak patronu değildi. Herkes şunu gördü; direniş çok fazla etki yarattı hem bölgede hem ülke genelinde, kimse beklemiyordu böyle bir direniş. Urfa gibi bir yerde olması ayrıca çok şaşırttı. Burada bir kazanım olması, sendikanın bu direnişi bir kazanımla bitirmesi demek Urfa’da ve diğer benzer illerde, Kürt coğrafyasında pek çok fabrikanın örgütlenmesi demekti ve bu işte bölgeyi Bangladeşleştirmek projesinin tehlikeye atılması demekti. Yani bize kesilen ceza aslında Özak işçilerinin ve BİRTEK-SEN’in bölgenin ucuz emek ve bir köle kampı haline getirilmesine, Türkiye’nin Bangladeş yapılmasına itiraz etmenin bir cezasıydı. Ve açık açık şunu söylemiş oldu Bakanlık: “eğer buna karşı çıkarsanız, bu koşullara boyun eğmezseniz, hak derseniz, hele BİRTEK-SEN gibi bir sendikada örgütlenirseniz cezası budur”.
Yani direniş boyunca yaşattıkları zulüm yetmedi. İşte biliyorsunuz direniş boyunca sürekli eylem yasakları, işte Urfa’nın asker gücü yetmedi, Diyarbakır’dan, Van’dan, Mardin’den askeri birlik takviyeleri yapıldı. 190 kez gözaltı yapıldı. Defalarca Tomalı, gazlı müdahaleler yapıldı. Organizenin içine bile sokmadılar bizi. Yani bu yetmedi, buna rağmen o direnişi kıramadılar, bir de en son bunların üye olduğu sendikayı mali olarak çökertelim dediler. Çünkü biz bağımsız sendikayız, bunu da biliyorlar, bir aidat gelirimiz yok, böyle bir cezayı zaten ödeyebilmemiz mümkün değil, bir malvarlığımız da yok. O yüzden böyle bir cezayla mali olarak da sendikayı çökertmek, fiilen hareket edemez hale getirmek ve aynı zamanda işçilere de bir mesaj vermek, işte “böyle bir sendikada örgütlenirseniz böyle olur” mesajı vermek istediler.
Yurtseverce: Hem Özak direnişinde hem de bölgedeki diğer direnişlerde siz işverenle yerleşik sendikalar arasında bir ortaklık tespit ediyorsunuz. Peki, kentlerin yerel egemenleri, yerel siyasetçiler, yerel belediye başkanları, bunların ne gibi etkileri oluyor? Örneğin Antep’teki Şirecik Tekstil direnişinde Fatma Şahin de oradaydı ve bir arabulucu rolü üstlenmeye çalışır gibiydi.
Mehmet Türkmen: Fatma Şahin bir arabulucu olarak gelmedi oraya. İşçileri içeri girip çalışmaya ikna etmek üzere geldi. Yani patronu överek, patrona övgüler dizerek, işte “patron şöyle zor durumda, böyle zor durumda” diyerek müdahil oldu. Fatma Şahin’inki açıktan bir grev kırıcılığıydı. Sevda Karaca da onun tam karşısında farklı bir figür olarak, işçilerin temsilcisi olarak işçilerin iradesini öne çıkaran bir tutum almıştı. Burada (Özak direnişi) şöyle bir şey oldu: işçileri ikna etmeye gelmediler, direniş alanına da gelmediler. Sert bir direniş vardı gerçekten. Çünkü çok inanmıştı işçiler. Sendika etrafında çok ciddi kenetlenmişlerdi. Hem de öyle bir müdahalenin ters tepeceğini herkes bilirdi. Orada açıktan şöyle oldu: İşçiler ilk günden beri, ki bizim gözlemimize göre en az yüzde sekseni AKP’ye oy vermiş işçiler bunlar, tanıdıkları AKP’li siyasetçileri, milletvekillerini, il başkanını, il yöneticilerini, herkesi aradılar. Bunlar ya telefona çıkmadılar, telefona çıkanlardan da duydukları hep şu oldu: “sizin o sendikada ne işiniz var? Patronlar bu sendikayı istemiyor, bu sendika şöyle böyle, bize terörist derler” falan filan, hep bunu duydular. Hatta bazıları tanıdıkları işçileri aşiret ilişkileri üzerinden “yahu sendikadan istifa edin, ya sendika şöyle, bildiğiniz gibi değil, sendika olursa fabrikalar kapanır, bu memleketteki yatırımları baltalamak istiyorlar” gibi sözlerle etkilemeye çalıştılar.
Daha ileri şeyleri şu oldu: Vali yardımcısı ve sanayi odası başkanı işçilerin evlerini gezdiler direniş sürerken. “Zam diyorsanız konuşalım size zam versinler, ne diyorsanız tamam, hepinize işe aldıralım, ama bu sendika olmaz, patronlar bu sendikayı istemiyor, biz bu sendikayı istemiyoruz, bu sendika terör şeyi yaratıyor, bu sendika burayı baltalamak istiyor, bu sendika olursa buraya yatırım olmaz, fabrikalar kapanır” gibi söylemlerle işçileri tehdit ederek ikna etmeye çalıştılar. Bir diğeri de, devleti ve iktidarı temsil eden resmi kurumların tutumu, başta valilik olmak üzere. Yani valilik o direniş boyunca hani böyle çok az da olsa tarafsız olma kaygısı bile gütmeden, tamamen açıktan, pervasız bir biçimde patronun her talimatını hayata geçirdi. Yani direnişin daha üçüncü gününde patron, hatta patron bile değil fabrikanın genel müdürü valiye gitti ve on dakika sonra yasak kararı geldi. Patronun talimatıyla 10 dakika sonra asker hazır ola geçip müdahale pozisyonu aldı. Patronun talimatıyla fabrikanın sokağı bize kapatıldı. Patronun talimatıyla organizenin dışına atıldık. Asker yığınağı aylarca oradan kalkmadı mesela. Yani patronun talimatıyla il müftüsü oradaki camiyi bile işçilere kapattı. Yani daha sayamayacağımız bir sürü şey oldu ve en son patronun talimatıyla bakanlık bile patronun istediği raporu yazdı. O yüzden şunu açıktan söyleyebiliriz. AKP dışındaki diğer partiler de, Dem ve Tip’i saymazsak, hiç sesimizi duymadı. Emek Partisi zaten bütün gövdesiyle oradaydı. Partiler en iyi ihtimalle tamamen sessiz kaldılar ve hiçbir şekilde görmediler direnişi. CHP il örgütü bir iki ziyarete geldi. Ama mesela Mahmut Tanal, Urfa milletvekili CHP’nin, onu defalarca aradık ve hatta Ankara’da meclise gittiğimizde onu ziyaret ettik, buna rağmen Mahmut Tanal bile direnişi ziyaret etmedi. Özak sadece normal bir direniş gibi, devletin müdahalesi de her direnişteki gibi sınırlı kalan bir şey olsaydı biz Özak patronunu çok kolay dize getirirdik. 40 kere kazanırdı o direniş yani. Ama bütün güçleriyle, bütün gövdesiyle bölge sermayesi ve devletin bütün güçleri karşımıza yığıldı. Onlar da şunu gördü; bu mesele sadece işçilerin şeyi değil, bu meselenin karşısında bütün bir devlet ve sermaye var. Bizim sermaye ile karşı karşıya gelmememiz lazım şeklinde pozisyon aldılar yani.
Yurtseverce: Onlar dediğiniz kimler?
Mehmet Türkmen: Siyasi partiler, işte CHP’sinden Yeniden Refahına, bilmem nesine.
Yurtseverce: Türkiye’nin Bangladeşleşmesine izin vermeyeceğiz gibi bir söyleminiz var. Bundan kastınız tam olarak nedir? Bangladeşleşmeyi nasıl anlıyoruz, neden karşı çıkıyoruz?
Mehmet Türkmen: Yani Bangladeşleşmeye karşı çıkmamız şu değil, öyle anlayanlar var mı bilmiyoruz da, burada Bangladeş’i ya da Bangladeşli işçileri küçümseyen bir şeyle söylemiyoruz. Burada asıl kastettiğimiz, Bangladeş’in bu uluslararası tekellerin, özellikle de tekstil tekellerinin kölelik ve ucuz iş gücü haline getirdiği bölgelerin en çarpıcı örneklerinden biri oluşu. Dünyada en fazla tekstil üretiminin olduğu ülke Bangladeş, biliyorsunuz. Tekstil ihracatının da en çok olduğu ülke. Çalışma koşullarının da ayda 100 dolar, hatta 80-90 civarında olduğu bir ülkeden bahsediyoruz. Burada da iktidarın benzer bir motivasyonu var. Özellikle AKP iktidarının, aslında sadece AKP ile de sınırlı olmayan ve daha çok 80’ler sonrasında yönelinmiş bir siyaset var; ihracata dayalı büyüme modeli. Bu politikanın temel unsuru, Türkiye’nin en büyük avantajı, yani politikanın asıl temel şeyi, ihracata dayalı sektörleri desteklemek, bunlardan biri tekstil. İnşaat var, turizm var, madencilik var, ama önemli koçbaşlarından biri tekstil, çünkü tekstil bu iş kolları içinde en emek yoğunluklu sektörlerden birisi ve burada da sonuçta dünyadaki diğer ekonomilerle teknoloji ya da başka şeylerle değil de iş gücü üzerinden yarışıyoruz. İhracatta bizim temel avantajımız ucuz iş gücü. Burada da Çin’le, Bangladeş’le, Mısır’la, Pakistan’la Hindistan ile yarışıyoruz, zira uluslararası markaların tedarik zinciri içinde en fazla yöneldiği yerler buralar, yani Asya ve Doğu Asya ülkeleri. Buradaki çalışma koşullarının esnekliği, ücretlerin ve maliyetlerin düşüklüğünden dolayı genelde üretimlerini burada yaptırıyorlar. Bu yüzden bizim de bu siparişlerden ve bu tedarik zinciri içinden daha fazla pay kapmak için iş gücünü ucuzlaştırmamız lazım. Bunun için de önemli bölgelerden biri Doğu ve Güneydoğu uzun süredir. Daha önce AKP’li temsilcilerden çok duymuştuk “biz bu bölgeyi Türkiye’nin Çin’i yapacağız, Türkiye’nin kalkınması için bilmemne yapacağız” falan gibi. Şimdi bugün hakim kılınmak istenen koşullar bakımından bu Bangladeşleştirmeye denk düşen bir şey oluyor.
Yurtseverce: Çin’in de gerisinde olduğu için mi Bangladeş?
Mehmet Türkmen: Evet, tabi onlar açık açık Bangladeş yapacağız demiyor, ama bizim okumamız böyle. Buna karşı çıkmamızın sebebi de şu; yani devlet teşvikleriyle yer tahsislerinden uzun yıllar boyunca sigorta primlerinin devlet tarafından ödenmesine kadar ve işçilerin önemli bir kısmının İŞKUR kursiyer işçi ve benzeri işbaşı eğitim programları üzerinden işsizlik fonu kaynaklarının teşvik adı altında aktarılmasına ve vergi muafiyetlerine kadar teknolojik yatırım adı altında aldıkları makinelerin parasının önemli bir kısmının devlet tarafından ödenmesine kadar, yani neredeyse 0 maliyetli bir üretim yaptırıyor. Üstelik diyor ki, işçiyi asgari ücretli çalıştıracağım, burada sendika da olmayacak, örgütlenme de olmayacak, olursa da böyle devletle patronun himayesinden çıkmayacak sarı sendikalar olacak. Şimdi böyle bir düzenek kurulmaya çalışılıyor. Ciddi ciddi, hatta büyük oranda hayata geçmiş durumda. O yüzden bizim buradaki örgütlenme çabamız bunu bozmak. Biz şuna karşı değiliz; bölgede fabrika olmasın, bölgede yatırım olmasın demiyoruz. Olsun, ama burada işçileri kölelik koşullarında, ucuz iş gücü koşullarıyla, “şunu istersen fabrikayı kapatırız” şeklinde böyle tepesinde sopa sallayarak çalıştırmayı, işte biz bunu kabul etmiyoruz kardeşim. İşçi de örgütlenecek hakkını alacak, kölelik koşullarına karşı daha insanca bir ücret olacak, insanca koşullar ve örgütlenme özgürlüğü sağlanacak, bizim Bangladeşleşmeye izin vermeyeceğiz derken iddiamız asıl olarak bu. Bölgede işçi sınıfının örgütlenmesini istiyoruz yani.
Biz bu örgütlülüğü şunun için de önemli bir dayanak olarak görüyoruz. Bu bölge, bahsettiğimiz bölge, Antep’in daha doğusu olan bölge, Urfa’dan Adıyaman’a kadar uzanan coğrafyada ciddi bir işçileşme var. Tekstil de bunların başında geliyor. Yani son 5-6 yılda örneğin bazı illerde işçi sayısı 4-5 katına çıktı. Bitlis’te Muş’ta Varto’da bile tekstil fabrikaları var artık. Bölge, Kürt, Kürdistan coğrafyasında biliyorsunuz uzun yıllardır süren bir savaş hali var, adı konmamış bir savaş. Bu savaşın temel nedeni de bölge halkının ağırlıklı kısmını oluşturan Kürt halkının kimliğinin, ulusal kimliğinin ve demokratik taleplerinin yok sayılması. Kürt ulusal mücadelesinin güçlü bir dinamiği var bölgede. Şimdi devlet bölgeye yönelik zaten uzunca zamandır daha önce köy yakmalar, köy boşaltmalar, silahlı çatışmalar, gözaltı, faili meçhullerle bildiğimiz ve şimdi de özellikle son 8-10 yıldır, ki öncesini saymazsak, kayyumlar, hendek savaşları döneminde kentlerde yaşanan yıkımlarla sürdürülen bir politika uyguluyor. Bölgede tarımı, hayvancılığı aslında kamusal kaynakları yok eden bu politika, işçileri bölge halkını büyük bir işsizliğe sürükleyerek bu fabrikalarda kölelik koşullarıyla çalışmaya mahkum eden bir politika.
Devamı yakında…