Sembollerle Okunan Tarih
Kimin tarihi yazılmalıdır? Kimin sembolleriyle okunmalıdır tarih? Kimdir onlar? Onlar Ahi Evran’dır, Moğollara karşı direnenlerdir. Onlar Şeyh Bedreddin’dir, Torlak Kemal’dir, Börklüce’dir. Onlar Celalilerdir, Köroğullarıdır. Onlar adaletsizlik yapan devleti kabul etmezler. Onlar Anadolu’nun her yerinde diğerleriyle bin yıl birlikte yaşamayı başarmış insanlardır. İşte bir tarih yazılacaksa Anadolu’yu yurdumuz yapan, kirlenir diye akarsuyuna girip yıkanmaktan çekinenlerin tarihi yazılmalıdır. Oduna gittiğinde ağaçlar baltayı görüp üzülmesinler diye baltanın üstünü bezle saranların tarihi yazılmalıdır. Onlar Horasanda mayalanmış, Anadolu’da kök salmış olanlardır. Onlar Çanakkale’de, Galiçya’da, Yemen’de can verenlerdir.
2 Temmuz 2024 tarihinde Almanya’da Avrupa Futbol Şampiyonası grup aşamasından sonra, Avusturya ile karşılaşan Türkiye, maçı 2-1 kazanıp çeyrek finale çıktı. Maçın bitişinden itibaren acayip bir tartışma başladı. Bu tartışmanın fitilini ateşleyen ise iki golü de atan Merih Demiral’ın yapmış olduğu “Bozkurt işareti” oluyordu. Gerçekten çok tuhaf bir tartışma yürütüldü. Maçın hemen ardından Almanya İçişleri Bakanı Nancy Faeser, sosyal medya platformu X üzerinden yaptığı açıklamada, “Aşırı sağcı Türklerin sembollerinin stadyumlarımızda yeri yoktur. Avrupa Futbol Şampiyonası’nın ırkçılık platformu olarak kullanılması kesinlikle kabul edilemez. UEFA’nın konuyu araştırıp yaptırımları değerlendirmesini bekliyoruz.” diyordu. (Dünyaya “aşırı sağ” denilen illetin ağababasını bulaştıran Almanların, hele ki şu anda süren Gazze soykırımına destek verirken böyle bir açıklama yapmasının trajikomik bir durum olması ayrı bir tartışma konusu!)
Bunun üzerine tartışmanın fitili ateşleniyordu. Merih Demiral, spor sahalarında kullanılması yasak olan siyasi bir simgeyi kullanmıştı fakat ceza almaması için bu işarete bütün bir siyaset ve devlet ricali sahip çıkıyordu. Televizyon programlarında “Hulki Cevizoğlu ve Nedim Şener” gibi isimler bu işareti yapıyorlardı. İşaretin Türklüğün simgesi olduğu iddia edilmeye başlanmıştı
1991 yılına kadar Türkiye efkârı umumiyesinde bilinmeyen bu işaret, ilk defa o yıl Azerbaycan’ı ziyaret eden Alparslan Türkeş tarafından kullanılınca bizim kamuoyuna dâhil oluyordu. Bu konuda da birkaç söylenti var. Bu rivayetlerden biri Azeri akademisyen ve politikacı Hanım Halilova’nın bu işareti, Türkeş’e öğrettiğini ve onun Bakü ziyareti sırasında meydanda kullandığıydı. Bir diğer iddia ise bu işareti o günlerde Azerbaycan Devlet Başkanı Ebulfeyz Elçibey’in yaptığını ve işareti ondan öğrenen Türkeş’in meydandaki kalabalığa aynı işareti yaptığı şeklindeydi. Sonuç itibariyle 1991 yılına kadar ülkemizde bilinmeyen ve kullanılmayan bu işaret MHP’nin Genel Başkanı tarafından hayatımıza sokuluyordu. Evet, Cumhuriyet’in kuruluşundan ve hatta daha öncesinden itibaren etkili olan Türkçülük fikir akımında Türklüğün kaynağı olarak görülen Ergenekon destanı ve Türkleri Ergenekon’dan çıkaran Bozkurt Efsanesi bir mit olarak kabul ediliyordu ama böyle bir hareket ondan önce memlekette bilinmiyordu. Yani bu işaret bir siyasi partinin sembolü olarak hayatımıza girmişti.
Tabi iş bu işaretin yapılması ile bir ceza konusu olarak hayatımıza girince sosyal ve görsel medyamızın “üstün” gayretleriyle, işaretin Türklüğün işareti olduğu ve hatta Atatürk’ün dahi bu sembolü kullandığına kadar “manyakça” bir tartışmanın içine yuvarlandık.
Koca koca insanlar, Almanların ve Avusturya’nın formalarında kartal, Fransa’da horoz ve Hollanda’da aslan işareti olduğunu ve bozkurdun da bizim milli bir işaretimiz olduğunu ispat etmeye çalışıyorlardı. Hiç kimse dönüp demedi ki kardeşim bizim formamızın sembolü Ayyıldız’dır, bu işaret de nereden çıktı?
Tabi hal böyle olunca bütün bir ülkenin sevinmesi gereken bir spor müsabakası galibiyetinde dahi herkes içine sinerek sevinemedi, hatta iş o hale geldi ki, Hollanda maçında Türkiye yenilip elenince buna sevinerek sosyal medyada tepkisini ortaya koyanlar oldu. İş tabi bir spor müsabakası olmaktan çıkıp, bir vatan hainliği, vatanseverlik tartışmasına dönüştü.
ULUS OLABİLMEK
Aslında bu tartışma bile bizim neden bir ulus haline dönüşemediğimiz konusunda çok önemli ipuçları veriyor. Cumhuriyetin kurulduğu dönemde dünyadaki siyasi fikirler iki ana akım etrafında şekilleniyordu. Birisi Fransız devriminden etkilenerek ulus devlet fikrini bir ırk miti etrafında birleştirmek, ki bu süreç içerisinde İtalya ve Almanya gibi ülkeler faşizme doğru yelken açarken Avrupa’da hatırı sayılır bir ülkede antisemitizm yükseliyordu. Diğeri ise Ekim Devrimi’nin etkisiyle sınıfsal bir siyaset yürüterek, proletarya diktatörlüğü olarak tabir edilen sosyalist fikirlerdi. Kurtuluş savaşı sırasında Sovyetler Birliği’nin Ankara Hükümetine verdiği destek onlar için iki açıdan çok önemliydi. Birincisi, Türkiye’nin batıya teslim olmaması, o sırada “Beyaz Ordu”ya karşı büyük mücadele veren Sovyet hükümetine yönelecek yeni bir cephe açılmasının önünü kapatıyordu. Bir diğeri ise Ankara’nın emperyalist ülkelerle savaşması kendi ideolojileri açısından son derece önemliydi ve en azından Ankara’nın dostluğunu kazanmak istiyorlardı. Ankara ise stratejik olarak Sovyetlerle işbirliği yaparken özellikle Bakü Kongresi sonrası onlardan gelen para ve silah katkısı ile Batı Cephesinde Yunanlılara karşı elini güçlendiriyor ve aynı zamanda doğuda bir cephe açılmasının önünü kapatıyordu. Yani iki taraf içinde stratejik menfaatler söz konusuydu. Fakat Ankara ideolojik olarak Sovyetlere hep uzak olmuştu. Bunun en önemli nedenlerinden biri Cumhuriyetin kurucu unsuru olan Kuvay-ı Milliye’nin ana kadrolarının çoğunluğunun İttihat ve Terakki Fırkasından geliyor olmaları, doğdukları ve ömürlerinin ve mücadelelerinin büyük kısmını geçirdikleri coğrafyanın Balkanlar, Kırım ve Kazan olmasıydı. Bu tabii ki Rus fobisini de beraberinde getiriyordu. Osmanlı yıkılırken, onun yıkılmasında Rusya’nın nasıl bir rol oynadığını çok iyi biliyorlardı.
Sonuç itibarı ile Cumhuriyet kadroları fikri olarak Fransız Devrimine daha yakın duruyorlardı ve ulus devlet kurarak, kapitalist bir ekonomik düzene geçmeye çalışıyorlardı. Zaten ilk olarak yaptıkları İzmir İktisat Kongresinde bu niyetlerini apaçık ortaya koymuşlardı. Yeşil Ordu ve TKP kadrolarına karşı girişilen tasfiye hareketi, Mustafa Suphi ve arkadaşlarının katledilmesine göz yumulması da niyeti çok açık bir şekilde ortaya çıkarıyordu. Devleti kurarken hedeflerini “Batı Medeniyeti”ne doğru çeviren Türkiye, ulus devleti oluştururken de ulusu Türklük üzerinden inşa etmek istiyordu. Bu nedenle Türklüğe bir tarih yazımı gerekiyordu. Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu bu iş için kurulmuşlardı. Latin alfabeleri üzerinden yapılan dil devriminin en önemli işlevi “dilde sadeleştirme” çalışmaları olurken, Türk Tarih Kurumu üzerinden de Türk Tarih Tezi ortaya çıkarılıyordu. Türklerin kökenini bir yandan Orta Asya’ya bağlayan ve orada oluşan bir göç üzerinden dünyaya yayılan bir kavim olarak işaret eden bu tez, diğer yandan da Sümerler, Hititliler vb. medeniyetlere bağlayarak bütün medeniyetlerin çıkışını Türkler olarak gösteriyordu. Bu arada Anadolu’da yaşayan diğer kavimler olan Rumlar, Ermeniler, Kürtler, Araplar, Çerkezler vb. yok kabul ediliyordu. Bu politikalar ve devamında, Türk İslam Sentezi politikaları ülkeyi bir ulus olmak yolundan daha fazla engelliyordu. Günümüze döndüğümüzde hala bu politikalara devam etmek bizi giderek ayrıştırıyor, gün geçtikçe daha açık, seçik bir şekilde ortada görünüyor.
Jean Poul Roux, “Türklerin Tarihi” kitabını girişinde, Türkler için şu özel cümleyi kullanıyor. “Türkler tarih boyunca iki türlü hareket etmişlerdir. Ya gidip bir başka medeniyetin içine karışmışlardır ya da başka medeniyetleri kendi içlerinde absorbe etmişlerdir. Bu ise beraber yaşayabilme kabiliyetlerinden kaynaklanmıştır. “
Türkler, gerçekten tarihi açıdan bakıldığında, çok eski kadim bir ırktır, çok büyük bir coğrafyaya dağılmış durumdadırlar. Bulundukları coğrafyalarda karşılaştıkları medeniyetlerden etkilenerek başta üç büyük tek Tanrılı dinler olmak üzere birçok inanç dairesi içine girmişlerdir. Yazı dilleri Slavca’dan, Farsça’ya, Latince’ye, Çince’ye kadar bir çok dil dairesi içindedir. Bu nedenle bu kadar çok tarihi kolu olan, bu kadar büyük bir coğrafyaya yayılan ve aslına bakıldığında birbirlerine çok az benzeyen hatta hiç benzemeyen Türk Dünyasına ortak bir tarih yazımının mümkün olmadığı çok açık bir şekilde ortadadır. Kanaatimce Türk’leri yayılmış oldukları coğrafyalar ve yan yana yaşadıkları uluslar üzerinden tasnif etmek ve bir tarih yazımına başlamak daha uygun olacaktır. Böylece bugün yaşadığımız birçok sorunu aşarak ulus olabilmenin imkânını bulabiliriz diye düşünüyorum. Bu şekilde düşündüğümüzde, Türklüğü şu üç bölümde değerlendirebiliriz. Birincisi, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Türkmenistan’ın oluşturduğu Orta Asya Türklüğü; İkincisi bir yanda Uygur köklerinden gelen Doğu Türkistan, diğer yandan Kıpçaklardan gelen Kuzey Türklüğü; Üçüncüsü ise tarihi olarak Oğuzların oluşturduğu Anadolu ve Batı Türklüğü ile Azerilerin oluşturduğu Azerbaycan Türklüğü.
Bu tasnifi yaptıktan sonra gelelim bize yani Batı Türklüğü ya da Anadolu Türklüğüne, 9.-10. Yüzyıldan itibaren Oğuz Türkleri bir yandan Büyük Selçuklu ile giriştikleri kavgadan dolayı, diğer yandan da Moğol akınlarının önünden kaçarak, Anadolu’ya gelip sığınmışlardır ve işte aslında Anadolu, Balkanlar, Kafkasya ve Orta Doğu’da o tarihlerden itibaren yerleşmeye ve yaşamaya başlamışlardır. Bunlar devletlu Türkler değillerdir. Koyunlarıyla, aşiretleriyle birlikte yolları aşıp Anadolu’ya gelen Oğuz boylarıdır ve onlara öncülük eden Babalar, Dedeler ve Hocalardır.
Kimler midir bunlar?
Bir yandan Hace Ahmet Yesevi’den, Lokman-ı Perende’ye; ondan Hacı Bektaş-i Veli’ye kadar uzanırken; diğer yandan Ebu’l Vefa El Bağdadi’den, Baba İlyas ve Baba İshak’a, Şeyh Hasan’a kadar ulaşır. Bunların içinde Yunus Emre’de, Tapduk Emre’de vardır, Tahta kılıçlı akıncı Sarı Saltuk’da, Şeyh Edebali’de!
Bunların ağyarı ötekisi yoktur, yetmiş iki milleti aynı gözle görürler. Gittikleri her yeri imar ederler, “şenlendirirler”. Bunların yurduna yolu düşenler misafir edilirler, karınları doyurulur, istirahat ettirilirler. Giderken azıkları temin edilir.
Bunlar Ankara Savaşı’nda kibrinden yanına varılmayan Yıldırım’ın değil, kendilerine değer veren Aksak Timur’un yanında savaşırlar. Baba İshak’la birlikte zalim Gıyasettin Keyhüsrev’e karşı birlikte çoluk çocuk, yaşlı kadın bir halk ayağa kalkarlar. Malya ovasında onları Selçuklu ordusunca kiralanmış olan Haçlı askerleri katlederler.
Onlar Ahi Evran’dır, Moğollara karşı direnenlerdir. Onlar Şeyh Bedreddin’dir, Torlak Kemal’dir, Börklüce’dir. Onlar Celalilerdir, Köroğullarıdır. Onlar adaletsizlik yapan devleti kabul etmezler. Onlar Anadolu’nun her yerinde diğerleriyle bin yıl birlikte yaşamayı başarmış insanlardır. İşte bir tarih yazılacaksa Anadolu’yu yurdumuz yapan, kirlenir diye akarsuyuna girip yıkanmaktan çekinenlerin tarihi yazılmalıdır. Oduna gittiğinde ağaçlar baltayı görüp üzülmesinler diye baltanın üstünü bezle saranların tarihi yazılmalıdır. Onlar Horasanda mayalanmış, Anadolu’da kök salmış olanlardır. Onlar Çanakkale’de, Galiçya’da, Yemen’de can verenlerdir.
Onların da sembolü Ayyıldızdır, sonradan uydurulmuş bir takım işaretler değildir!
1 Yorum