BSW, Sol-Muhafazakarlık ve Ulusal Aidiyet

Tahmini Okunma Süresi: 6 dakika

BSW çizgisinin muhafazakârlık vurgusu; tarihsel süreçteki kutuplaşmalar dolayısıyla muhafazakâr-milliyetçi karşı-devrimci siyasetle özdeşleşen istikrar, güvenlik, dayanışma, düzen, öngörülebilirlik, aidiyet, aşinalık talebini bu siyasal hattan koparmaya yönelik bir hamledir. Bu hamlenin varsayımı şudur: Bu talebin kendisi doğası itibariyle muhafazakâr-milliyetçi bir karşı-devrimcilik içermez.

Bu yazıda sol-muhafazakârlık olarak adlandırılan çizgi üzerine bir tartışmaya girişeceğim. Sol-muhafazakârlık, “sol” ve “muhafazakârlık” gibi uzlaştırılması pek mümkün olmayacak iki kavramı bir araya getiriyor. Solun devrimcilikle olan tarihsel-küresel özdeşliği düşünüldüğünde ilk başta adeta bir kavramsal zorlama, hatta oksimoron ile karşı karşıya olduğumuz düşünülebilir. Keza ülke bağlamımızda solun gelişim tarihinin özgünlüğü de (Kemalist “Devrimcilik” ve Sosyalist “Devrimcilik” arasındaki süreklilik ve kopuş) bu kavramın ne demeye geldiğine dair soru işaretlerini doğal olarak artıracaktır.

Sol-muhafazakârlık kavramı, Almanya’nın yeni sol-popülist partisi BSW’nin (Bündnis Sahra Wagenknecht, Sahra Wagenknecht İttifakı) lideri Sahra Wagenknecht ve partiye yakın entelektüeller tarafından kullanılıyor. Kavram, BSW’nin kendi özgün platformunu oluşturma, Sol Parti ve Yeşiller gibi küçük-burjuva “ilerici” blokla arasında bir fark koyma çabasının ürünü. Kavramı bu tartışma açısından önemli kılan yanı, salt Almanya muhalefeti içinde yeni bir çizgiyi tanımlıyor oluşu değil; daha önemli olan, bu çizginin bir toplumsal-siyasal karşılığı olabileceğine dair alametlerin beliriyor oluşu. Sol Parti’den (Die Linke) Sahra Wagenknecht öncülüğünde ayrılan bir ekip tarafından kurulan BSW, önce Avrupa Parlamentosu ve daha sonra da Thüringen, Sachsen ve Brandenburg gibi Doğu Almanya eyalet seçimlerinde kayda değer bir başarı yakaladı. Son derece yeni bir parti olmasına rağmen BSW, Doğu Almanya’da %10-15 bandına yerleşti ve ülke genelinde de %10’a doğru bir gelişme gösteriyor.

Peki, kavram mucitleri ve icracıları tarafından nasıl tanımlanıyor? Partinin önemli fikri ilham kaynaklarından biri olan ve kapitalizmin siyasal iktisadı üzerine çok sayıda eseri ile tanınan akademisyen Wolfgang Streeck, sitemizde de yer verdiğimiz mülakatta şunu söylüyor:

BSW ile ilgili olarak da şunu ekleyeyim: siyasi hareketleri, kültürel olarak özgürlükçü veya muhafazakar ve sosyo-politik olarak ilerici veya liberal olmak üzere iki boyutta kategorize edebilirsiniz. Bu dört siyasal alana tekabül eder ve bunlardan üçü hâlihazırda doludur. Kültürel olarak muhafazakar ve sosyo-politik olarak ilerici siyasal alan ise henüz boştur. BSW’nin kalıcı olarak yerleşebileceği ve benim de kendimi rahat hissettiğim yer burasıdır.[i]

Streeck, kültürel özgürlükçü cepheye karşı kültürel muhafazakâr tarafta yer almayı önerdiğinde, belirli bir tarihsel süreç içinde ortaya çıkan toplumsal ortaklaşmaların, değerlerin, normların çözülmesi tehdidine karşı toplumun direncinden yana tavır almak gerektiğini ifade eder. Bu ortaklaşmaların çözülmesinin, birbirine ilgisiz ve duyarsız bireylerden ve paralel topluluklardan oluşan bir anonim toplama yol vereceği ve bunun da ulusal/kolektif “biz” duygusunu ortadan kaldıracağı uyarısını yapar Streeck. Bu uyarının Almanya bağlamındaki arka planını ise süregiden kitlesel göçün yarattığı riskler oluşturmaktadır.

Tam da bu noktada son derece kritik bir farkın altı kalınca çizilmeli. Streeck’in yazıyor olduğu bağlamda, hakim toplumsal normların değişen düzeylerde dışladığı gruplar en temel hakları ve tanınma talepleri düzeyinde hukuki-siyasal güvencelere sahiptir. Streeck, kültürel sürekliliklere ve ortaklaşmalara duyulan arzuyu “kültürel muhafazakârlık” olarak adlandırırken, bu grupların sahip olduğu hukuki ve kurumsal güvenceleri sorunsallaştıran değil, verili alan bir yerden konuşmaktadır. Dolayısıyla Streeck’in ve aslında BSW’nin kültürel muhafazakâr konumu, azınlıkların, kadınların, LGBTİ+ topluluğunun, göçmenlerin eşitlik taleplerini bastırmaya yönelik bir otoriter çağrı içermiyor.

Sahra Wagenknecht aşağıdaki satırlarda tam da bu olası yanlış anlamaya karşı konumlarını netleştirmektedir:

Burada, toplum odaklı muhafazakar değerlere dayanan bir programın ilerici ve çoğunluğa hitap eden bir gelecek tasarımı olarak önerilmesinden bahsedildiğinde, kadınları eve hapseden, eşcinselliği bir hastalık olarak gören, egzotik görünümlü insanlara temelde şüpheyle yaklaşan ve en soylu vatandaşlık erdemini otoritelere boyun eğmekte gören eski, bağnaz bir dünya görüşünü diriltmekten söz edilmiyor. Bugünkü mülkiyet ve servet dağılımını kutsal ilan etmek ise hiç söz konusu değil. Asıl mesele, bir toplumun bir arada kalabilmesi için hayati öneme sahip olan ve bu nedenle mutlaka korunması gereken adil birlikte yaşama değerlerine odaklanmaktır. Ancak bu değerler, küresel piyasaların serbestçe hareket etme baskısı altında giderek daha fazla geri plana itilmektedir.

Bu, birçok insanın neden yürekten muhafazakar olduğunu ve neden böyle olmakta haklı olduklarını anlamakla ilgilidir. Neden eski işçi sınıfı çevrelerini de karakterize eden bir aidiyet duygusuna ve istikrarlı topluluklara özlem duyduklarını anlamakla ilgilidir. Ve düzenli bir dünyanın, yaşamda istikrar ve güvenliğin, gerçek bir birliktelik duygusuna ve diğer insanlara güvene sahip demokratik toplumların – tüm bunların sadece geçmişte kalmadığını, aynı zamanda gelecekte de olabileceğini fark etmekle ilgilidir.

…Onlar istikrar, güvenlik ve dayanışma isterler ve tam da bu nedenle daha fazla sosyal denge ve daha az bölüşüm adaletsizliği talep ederler. Küreselleşmiş bir piyasa toplumunun, onlar için önemli olan toplumsal bağları, değerleri ve gelenekleri yok ettiğini hissederler.[ii]

Şu husus açıklığa kavuşmuş olmalıdır: BSW çizgisinin muhafazakârlık vurgusu; tarihsel süreçteki kutuplaşmalar dolayısıyla muhafazakâr-milliyetçi karşı-devrimci siyasetle özdeşleşen istikrar, güvenlik, dayanışma, düzen, öngörülebilirlik, aidiyet, aşinalık talebini bu siyasal hattan koparmaya yönelik bir hamledir. Bu hamlenin varsayımı şudur: Bu talebin kendisi doğası itibariyle muhafazakâr-milliyetçi bir karşı-devrimcilik içermez. Katı olan her şeyi buharlaştıran, emekçi kitleleri salt yoksullaştırmakla kalmayıp onları oradan oraya rüzgar gibi savuran, kolektivitelerini çözen, tarihlerini dağıtan, tarihsizleştiren, sersemleten, aidiyetsizleştiren, güvencesizleştiren, sürekli endişeye gark eden kapitalizme ve onun bugünkü küresel ve neoliberal hâline karşı kitlelerin ontolojik bir güvenlik talebiyle tutunabilecekleri bazı sabitler arama çabası tamamıyla meşru ve anlaşılırdır. Bu talebi temsil etmek ve yanıt olmaya çalışmak anti-kapitalist siyasetin temel bir görevi olmalıdır.

Burada önemli bir denge bulma çabasının altı çizilmeli:

a) BSW, esasen toplumsal merkezin içinden doğru konuşmaya çalışır ve siyasal özneyi ulus olarak tanımlar; dolayısıyla BSW, toplumu bir arada tutan ortaklaşmaların /geleneklerin/sürekliliklerin ve bir bütün olarak ulusal asabiyenin muhafazası ve yeniden üretiminden yanadır.

b) BSW, hakim toplumsal normların değişik düzeylerde dışladığı grupların temel haklarının hukuki ve siyasal olarak tanınması gerektiği konusunda nettir.

c) Dolayısıyla BSW, toplumsal merkezin değişen düzeylerde dışladığı grupların tanınma biçimi ve siyasetinin ulusal asabiye ve kolektif aidiyet pahasına gerçekleşmemesi gibi bir hassas denge tutma çabasıyla belirlenir.

BSW çizgisi açısından bu hassas dengeden bir liberal anayasal vatandaşlık kurgusu üzerinden kaçınmak bir alternatif değildir, zira bu çizgi açısından ulus her şeyden önce bir ulusal asabiye ve kolektif aidiyet meselesidir: “Bizler ‘Homo Habermasiens’ değiliz; salt ortak bir anayasanın dayanıksız temeli üzerinde sosyalleşmiyoruz.”[iii] Wagenknecht bu noktada çoğunluğun iradesini gözeten cumhuriyetçi demokrasi ile azınlıkların korunmasını gözeten liberal demokrasi arasındaki çelişkinin kaçınılmaz olabileceğini kabul eder. Azınlık haklarının her durumda korunması gerektiğini tanımakla beraber, “[e]ski cumhuriyetçi demokrasi anlayışını rehabilite etmenin zamanı gelmiştir”[iv] der. Tam da bu nedenle, Wagenknecht, dengeyi sol liberalizm üzerinden bozan ve toplumsal merkez pahasına marjini temsil etmeye meyleden çizgilerle arasında net bir ayrım tanımlar:

Mesele Die Linke’nin kendisinin değişmiş olmasıydı. Artık Yeşiller’den daha yeşil olmak istiyor ve kendisine onları örnek alıyor. Kimlik siyaseti ağır basıyor ve sosyal meseleler bir kenara itilmiş durumda. Die Linke önceden oldukça başarılıydı. 2009’da yüzde 12 ile 5 milyonun üzerinde oy almıştı, ancak 2021’e gelindiğinde oyları yüzde 5 barajının altına düştü ve sadece 2,2 milyon oy alabildi. Tabiri caizse bu ‘elit söylemler’, metropol akademik çevrelerde popülerdir, ancak sola oy vere gelen sıradan insanlar bu söylemleri pek de tutmaz. Dolayısıyla onları uzaklaştırıyorsunuz. Die Linke eskiden Doğu Almanya’da güçlü bir tabana sahipti, ancak bu insanlar farklılıklar etrafındaki tartışmalarla, en azından bu tartışmaların yapıldığı şekliyle, baş edemiyorlar. Bu tartışmalar doğru düzgün emeklilik maaşları, ücretler ve elbette eşit haklar isteyen seçmenleri yabancılaştırıyor. Biz herkesin dilediği hayatı ve aşkı yaşayabilmesinden yanayız. Ancak, göçmen kökeniniz yoksa veya heteroseksüelseniz bir konu hakkında konuştuğunuzda özür dilemek zorunda olduğunuz abartılı bir kimlik siyaseti türü var. Die Linke bu tür bir söyleme kendini kaptırdı ve bunun sonucunda oy kaybetti. Seçmenlerinin bir kısmı oy vermeyenler kampına, bazıları da sağa kaydı.[v]

Die Linke için “kimlik siyaseti ağır basıyor ve sosyal meseleler bir kenara itilmiş durumda” derken, Wagenknecht için mesele salt yeniden bölüşümcü ya sınıfsal siyasetin terki değildir; buradaki asıl mesele, siyasal öznenin nasıl tanımlanacağına dair esaslı bir anlaşmazlıkta yatmaktadır. Wagenknecht’in asıl eleştirisi, Die Linke’nin toplumsal merkezi temsil iddiasından vazgeçmesine yöneliktir: Die Linke, burjuva özerk-birey özneyi merkez alan bir sol-liberalizmle, toplumsal merkezi tahakkümle, gericilikle özdeşleştirmeye meyleden bir küçük-burjuva kendini beğenmiş tavır almaktadır. Buradaki mesele sadece Die Linke’nin siyasal mesaisinin esasını toplumsal merkezin dışındakilerin tanınması mücadelesinin oluşturması değildir. Mesele, daha ziyade bu tanınma mücadelesinin bir egemenlik iddiasında bulunabilecek kolektif siyasal özne olarak ulus fikrini, paralel topluluklar ve atomize burjuva özerk-birey özneler toplamıyla ikame çabasından kaynaklanmaktadır.

Dolayısıyla, Wagenknecht, Die Linke için “kimlik siyaseti ağır basıyor ve sosyal meseleler bir kenara itilmiş durumda” derken aslında kimlik siyasetinden azade bir yerden konuşuyor değildir. Adını koymadan yaptığı kimlik siyaseti, iktidarın ve kaynakların yeniden bölüşümü siyasetinin esas öznesi olarak kodladığı radikal cumhuriyetçi bir Almanya ulusal kimliğinin siyasetidir. Esasında “kimlik siyaseti mi sınıf siyaseti mi, tanınma mı yoksa yeniden bölüşüm mü” gibi bir kaba ikiliği mümkün kılanın da böyle bir ulus dolayımının devre dışı kalması olduğu tam da burada not edilmelidir.

Peki, bu sol-muhafazakâr vurgu Türkiye bağlamına olduğu gibi taşınabilir mi? Bu soru, hem bir strateji tartışmasına girişmek hem de sol-muhafazakârlık kavramının iç gerilimlerini ve sınırlarını sergilemek ve bazı ayrımlar tanımlamak için açıcı olabilir. Burada en azından şu 4 çıkarımda bulunmak mümkündür:

1. Neoliberal küreselleşmeye karşı mücadelenin söylemi salt yeniden bölüşümcü sınıf mücadelesi terimlerine kapatılamaz. Toplumun ontolojik güvenlik talebinin temsil edilebilmesi kitleselleşme iddiasındaki bir sol siyaset için bir zorunluluktur. Bu talebin temsilini sağ-muhafazakar, sağ popülist ve mukaddesatçı siyasal çizgilere bırakmak için hiçbir makul neden yoktur. Wagenknecht’in bu önermesini Türkiye bağlamına olduğu gibi aktarmak mümkündür.

2. Dışlanan toplumsal grupların (Kürtler, Aleviler, göçmenler, kadınlar, LGBTİ+ topluluk) temel haklar düzeyinde tanınma sürecinin siyasi, toplumsal, kurumsal güvencelerden yoksun olduğu Türkiye bağlamında toplumsal merkezin güven, öngörü, düzen ve süreklilik talebinin konusu olan kurumlar, ilişkiler, gelenekler ve değerler, toplumsal güvencesi olmayan/zayıf gruplar üzerindeki tahakkümü derinleştirme riski barındırıyor. Dolayısıyla, toplumsal merkezin ontolojik güven talebinin meşruluğu ve bu talebin konusu olan kurumlar, ilişkiler, gelenekler ve değerlerin potansiyel riskleri arasındaki ayrımı tanımamıza yardımcı olmadığı oranda muhafazakârlık kavramından uzak durmakta fayda olduğu söylenebilir. Vurgu, güçlü ulusal kimliğe/kolektif aidiyete konulmalıdır.

3. Üstelik, toplumsal merkezin “muhafaza” talebini temsili öncelemek ve yine de solda kalmak arasındaki gerilim, azınlık güvencelerinin güçlü olduğu Almanya’ya kıyasla Türkiye bağlamında yönetilebilir seviyelerin ötesine geçer. Toplumsal merkezin ontolojik güven talebini temsil kabiliyetini yitirmemek adına, Kürtler, Aleviler, kadınlar, göçmenler, LGBT topluluklarının tanınma taleplerini sol siyasal mesainin görece ihmal edilebilir başlıkları olarak görmek kabul edilemez.

4. Ancak toplumsal marja itilen grupların tanınma taleplerine yer açmak için toplumsal merkezi gevşetmek, anayasal liberal bir vatandaşlık (“Türkiyelilik”) önermek, burjuva özerk-birey figürünü ve farkı fetişleştirmek, toplumsal merkezi tahakküm ve gericilikle eşitleyen ve onun kurucu bloklarına karşı (aile, ulus, din) reaksiyoner-saldırgan çıkışlarda bulunmak iyi bir fikir değildir. Bu, hem ulusal ortaklaşmayı ve kolektif aksiyonu zedeler hem de tanınma talepleri için toplumsal merkezde bulunabilecek olası ittifakları ve güçleri yabancılaştırır. Toplumsal merkezin ve bir bütün olarak toplumun ontolojik güven talebi ve toplumsal marja itilen grupların tanınma talepleri, güçlü bir sol ulusal kimlik-kolektif aidiyet siyaseti (“Türkiye Halkı”) geliştirme mücadelesine tabi kılınmalıdır.


[i] https://yurtseverce.com/2024/10/06/wolfgang-streeck-kapitalizm-uysallastirilmak-zorundadir/

[ii] Sahra Wagenknecht, Die Selbst-Gerechten: Mein Gegenprogramm -für Gemeinsinn und Zusammenhalt (Campus Verlag: Frankfurt/New York, 2021), s. 225.

[iii] https://yurtseverce.com/2024/10/06/wolfgang-streeck-kapitalizm-uysallastirilmak-zorundadir/

[iv] Wagenknecht, Die Selbst-Gerechten, s. 264.

[v] https://yurtseverce.com/2024/08/04/sahra-wagenknecht-almanyanin-hali-3/

Esad Rejiminin Çöküşü: Devrim mi, Emperyalist Proje mi?

Suriye’de Esad rejimi 12 gün gibi son derece kısa süre içerisinde başını HTŞ’nin çektiği bir muhalif blok tarafından yıkıldı. Rejimin bu kadar kısa süre içerisinde ve hiçbir ciddi direniş göstermeden yıkılması, Ukrayna’ya odaklanan Rusya’nın ve…

Nostalji Hissinin Savunusu: Yeni Bir Nostalji İnşa Etmek

Nostalji, bir huzursuzluk emaresidir. Kitlesel hâle geldiğinde mevcut durumda bir aksaklık olduğu fikrinin ve hissinin geniş kalabalıklar tarafından paylaşıldığını gösterir. Bu yönüyle toplumsal kutuplar arasındaki mevcut gerilimin de en net şekilde izlenebileceği sahnelerden birini vücuda…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.