Küçük Adamın Geçim Etiği ile Nasıl Mücadele Etmeli? Türkiye Evimiz, Altı Talebimiz!

Tahmini Okunma Süresi: 5 dakika

Belediye seçimlerinin sonucu AKP’nin çarpıcı kayıplarına, CHP’nin büyük sıçrayışına, YRP’nin yeni bir aktör olarak belirmesine ve DEM’in direnişinin gücüne işaret etti. AKP yıllarının artık sonuna gelmiş olabileceğimize dair umutlar yeşerirken, halkımızın siyasal davranış ve tercihlerini anlamak için bir takım yeni analizlere girişme ihtiyacı vurgulandı. Bu yazı, “küçük adamın[i] geçim etiği” kavramı üzerinden kitlesel bir Türk siyasal habitus tipini tariflemeye çalışarak bu arayışlara katkıda bulunmayı amaçlamakta ve gerçek bir ilerici dönüşümün imkanlarını yoklamaktadır.

Küçük Adamın Geçim Etiği

Pierre Bourdieu, hiyerarşik bir sosyo-ekonomik-siyasal yapının öznelerin tercihi ve beğenileri üzerinden kendini nasıl doğallaştırdığı ve yeniden ürettiğine dair ufuk açıcı çok sayıda metin ve analiz üretti. Bu yazıda “şartlandırılmışlık” olarak ifade edeceğim “habitus” bu analizlere yön veren merkezi kavramlardan biriydi. Şartlandırılmışlık üzerinden işleyen yeniden üretim mekanizmasını basitçe şu şekilde tarif etmek mümkündür: İçinde büyüdüğümüz, sosyalleştiğimiz, öyle istediğimiz gibi terk edemeyeceğimiz yapısal konum bizi belirli şekillerde davranmaya, duygulanmaya, görmeye, tepki vermeye, düşünmeye şartlar. Ancak bu etkinin tepkiye dönüşmesi dolaysız olarak gerçekleşmez; zira insan bir nesne değildir: varoluşu, özgür iradesiyle tercih yaptığı yanılsamasıyla belirlenir. Dolayısıyla bu şartlanmayı beğeniler ve tercihler üzerinden içselleştirir. Bu demektir ki, aslında zorunda olduğunu “seçer”. Böylece yapı, öznenin beğenileri ve tercihleri üzerinden kendini doğallaştırır ve yeniden üretir. Kısaca habitus/şartlanmışlık, “yapının ürünü, pratiğin üreticisi ve yapının yeniden-üreticisidir”, “bütün seçimlerin seçilmemiş yön veren ilkesidir.”[ii]

Bourdieu’nün şartlanmışlıkla ilgili önermesi, içinde doğduğumuz, büyüdüğümüz yapısal koşulların alışkanlıklar üzerinden bilinçdışı süreçlerde içselleştirilmesiyle ve beğeni üzerinden kendini “seçtirmesiyle” sınırlı değildir. Aslında zorunda olduğumuzu özgür irademizle tercih ettiğimiz yanılsaması, tercih edilenin faziletli/doğru/adil olduğu için tercih edildiğine dair bir başka yanılsamayla derinleşir. Bourdieu, habitus/şartlanmışlık, “failleri zorunluluğu bir erdem haline getirmeye, yani zaten reddedileni reddetmeye ve kaçınılmaz olanı istemeye yöneltir”[iii] der. Tartışmayı ilerletmek üzere burada bir nüansın altını çizmek gerekir: Bir şeyin alışkanlığımız olması, normalleşmesi, kaçınılmaz görünmesi bu şeyin doğası gereği erdemli, iyi ve güzel olduğunu göstermez. Doğru; normal olan bir normallik dışı tanımlamadan var olamaz, ama normalliği tanımlayan alışkanlık ve tekrar dışında bir kritere dayanmadığı müddetçe normal kendisini bir etik olarak kuramaz. Dolayısıyla burada, zorunda olunanın alışkanlıklar üzerinden beğeni biçiminde içselleştirilmesi dışında bir etkenin altı çizilmeli. O da bireyin özsaygısını koruma ihtiyacı, bu ihtiyacın tatmininin de bireyin diyalojik yapısının bir gereği olarak başkaları tarafından tanınmasına (recognition/Anerkennung) bağlı olması.[iv]

Zorunda olunanı bir erdeme dönüştürme jestinin en belirgin olduğu kesim emekçi, yoksul kesimlerdir; zira onlar kelimenin tam anlamıyla zorunluluklar dünyasının içindedirler: “İhtiyaçtan fazlasına zaten ne gerek vardır”, “o tip şeyler bizim gibi insanlar için değildir”, “şikâyet edenler şımarıklıktan ediyordur,” “şükrü unutmuşlardır”. Kelimenin gerçek anlamıyla zorunda olunan hayatı erdemli bir tercih olarak deneyimlemeye yönelen bu jestte sadece yapısal bir şartlanmışlığı değil, ayrıca bireyin özsaygısını korumaya yönelik refleksinin belirleyiciliğini de görüyoruz: “Zorunda olduğum için değil, bunda bir kıymet gördüğüm için böyle yaşıyorum” denilmektedir.

Bu şartlanmışlığı “küçük adamın geçim etiği” olarak adlandırıyorum. “Küçük adam”, zira kendi yoksunluğu ve perişanlığı içinde bir kıymet ve tercih bulacak kadar zavallılaştırılmış. Öte tarafta, zavallılığını bir çaresizlik olarak değil de bir tercih ve fazilet olarak anlamaya ve sunmaya yeltendiği oranda da bir etik ve özsaygı çerçevesi kurmaya çalışıyor. Tam bu noktada küçük adamın küçük dünyasında özsaygı ve etik çerçevesini nasıl bir malzemeyle inşa etmeye çalıştığı sorusu gündeme geliyor. Burada kimlik meselesini tartışmaya dahil etme ihtiyacı doğuyor.

Köktenci Kimlikçilik

Küçük adam sadece bir yoksulluğun ve perişanlığın içine doğmuyor; aynı zamanda öngörülebilirlik, süreklilik, güven, aidiyet gibi insanî varoluşun en temel ihtiyaçlarını tatmin noktasında işlevsel bir tikel tarihsel-dinsel-etnik konumunun da içine doğuyor. Dolayısıyla küçük adamın şartlanmışlığı sadece sınıfsal değil, aidiyetsel bir boyut da taşıyor. Gelgelelim, orta ve üst sınıfların görece istikrarlı koşulları içinde kural olarak normatif bir anlam atfetmeden “gelenek” olarak normalleştirdiği ve yeniden ürettiği bu aidiyetsel şartlanmışlık, sürekli endişe, belirsizlik, öngörülemezlik üreten zorunluluklar dünyasının içindeki mülksüz, güvencesiz ve yoksul küçük adamın özsaygı ve tanınma ihtiyacı bağlamında normatif-ideolojik bir kıymet kazanarak kendini yeniden üretmeye meylediyor. İçine doğulan, zorunda olunan tikel aidiyet aslında dünyadaki sayısız aidiyetten biri değilmiş de, bir lütuf, bir hediye, övünç ve ayrıcalık kaynağıymışçasına davası güdülecek bir özdeşleşme alanı haline geliyor.[v] Köktenci kimlikçilik olarak adlandırılabilecek bu özdeşleşme alanı öngörülebilirlik, süreklilik, güven, aidiyet gibi ihtiyaçları karşılarken en temel maddi-ekonomik desteklerden yoksun olduğu için çareyi totaliter ve uhrevi tamlık/şeffaflık/hakikat fetişine doğru metafizik bir müracaatta buluyor: “Ver mehteri”! Maddeden kısılan, tinselde kendini telafi ediyor.

Dolayısıyla küçük adamın geçim etiği, a) zorunluluklar dünyasının sınıfsal koşullandırılmışlığı, b) özsaygı/tanınma ihtiyacı ve c) kimlik gibi üç temel boyut içerir. Küçük adamın geçim etiğine karşı radikal mücadelenin başarısı, bu üç alanda bir yeniden konfigürasyonu zorlayarak siyaseten belirleyici olan kimlik alanında yeni bir öznelliğin ortaya çıkarılmasına bağlıdır.

Küçük adamın geçim etiği içinden gelişebilecek muhalif söylemi, geçim etiğine karşı radikal mücadele söylemi/stratejisinden ayırmak gerekir yalnız. Küçük adamın geçim etiğinin ekonomik altyapısı olan minimum geçim seviyesi sağlanamadığı koşullarda geçim etiği kendi maddi varlık koşullarının sağlanması talebiyle bir muhalefet ve protesto üretebilir. Geçim etiğinin siyasal ifadesi olan köktenci kimlikçi siyasetler siyasetleriyle mütenasip bir etik kuramayacak, tevil edilemeyecek bir tutarsızlık yaşarlarsa (İsrail`e destek gibi) keza bu da bir protesto ve muhalefet zemini olarak belirebilir. Son belediye seçimlerinde, küçük adamın geçim etiğinden türetilebilecek bu “geçim” ve “etik” merkezli iki protestonun iç içe geçerek sonucu belirleyici bir etki yarattığı görülüyor. Küçük adamın geçim etiğinden türeyen “etik” ağırlıklı protestonun, köktenci kimlikçiliğin bir partisinden diğerine geçiş (Yeniden Refah Partisi örneğinde görüldüğü üzere) ya da sandığa gitmeme biçimlerini aldığı görülüyor. “Geçim” merkezli daha pragmatist protesto biçiminin ise etkili sosyal politika uygulayan, uygulama vaat eden ve köktenci kimlikçilikle çatışma içinde olmayan burjuva muhalefete yönelim şeklini aldığı (CHP örneğinde görüldüğü üzere) anlaşılıyor. Ancak her iki durumda da, belediyelerin AKP’nin elinden çıkışını küçük adamın geçim etiğinin ve onun köktenci kimlikçiliğinin kırılması olarak okumak aceleci bir okuma olacaktır.[vi]

Küçük Adamın Geçim Etiğini Kırmak

Küçük adamın geçim etiğinin, bu etiğin ideolojik-politik biçimi olan Türkçü-İslamcı kimlikçiliğin gücünü kırmak, bu etikte/Türkçü-İslamcı kimlikçilikte biçimsel olarak telafi edilen özsaygıyı koruma/tanınma ihtiyacını gerçek bir zeminde karşılama vaadinde bulunmayı gerektirir. Bu, bireyin en temel ihtiyaçları arasında olmakla beraber karşılanması tahayyül bile edilemeyecek ihtiyaçlar ekseni üzerinde zorunluluklar dünyasının küçük adamını zorlamak/aktörleştirmek anlamına gelir. Yani hayatta kalmaya kapanmayan, insanca yaşamaya dair bir ufuk ve hayal gücü genişlemesini zorlayan bir mücadele gerekir. Örneğin bir işçinin ailesiyle tatil yapabilmeyi hayal edebilir/talep edebilir olmasını, herkesin insanca barınabileceği konutlarda ücretsiz ya da sembolik bedeller karşılığında yaşama hakkı olduğunu bilince çıkarmasını sağlamaya yönelik bir zorlama gerekir. Küçük adamın geçim etiğini kırmak noktasında en işlevli olabilecek soru “hayatta kalmak mı, yoksa insan gibi yaşamak mı” sorusudur.

Küçük adamın geçim etiğinin Türkçü-İslamcı öznelliğini kırmak, küçük adamı zorunluluklar dünyasından (hayatta kalmak) özgürleştirmek üzere ufkunun ve hayal gücünün sınırlarını genişletmeye yönelik bir siyasal zorlamayı gerektirir, ama bu yetmez. Bu siyasal zorlamanın öznellik düzeyinde esaslı bir dönüşüm sağlayabilmesi için, zorunluluklar dünyasının sürekli belirsizlik, endişe, tekinsizlik sarmalına sürüklediği küçük adamın güven, süreklilik, öngörülebilirlik ihtiyacının köktenci kimlikçiliğin totaliter ve uhrevi tamlık ve hakikat fetişinden koparılması gerekir. Bu ise, bir yandan köktenci kimlikçilikle mücadele etmek (örneğin Türk ve Kürtlerin tam mutabakatıyla kalıcı çözümü talep etmek), bu mücadeleyi verirken kimlik/aşinalık/tarihsellik alanının tahribine yol vermemek (Türkiye’nin Avrupa’nın göçmen kampına çevrilmesine ve açık kapı siyasetine son verilmesini talep etmek), diğer yandan da insanın en temel ihtiyaçları düzeyinde güven duyabilmesinin, öngörebilmesinin, endişeden azat olabilmesinin koşullarını seküler-rasyonel düzlemde temin edebilmeyi gerektirir (Sıfır işsizlik ve mutlak bir fikir ve vicdan özgürlüğü). Reddettiğimiz şey şudur: şairane lafların, hamasetin, bayrak-ezan-mehter edebiyatının, yani bizi havasına sokmaya çalıştıkları evimizdeymiş hayalinin, bizi ısıtmaya, korumaya, doyurmaya, barındırmaya, ait kılmaya yeter olduğu varsayımı. Oysa biz basbayağı ev istiyoruz; bildiğin ev, kapısı bacası olan, ısıtan, koruyan, barındıran, doyduğumuz, dinlendiren, mahremiyet sunan, adres temin eden, öyle sabahın köründe polisin paldır küldür giremediği. Yani biz varlığımızın en temel ihtiyaçları düzeyinde tam teşekküllü bir toplumsal-mekânsal tanınma talep ediyoruz. Vatan istiyoruz.

Türkiye Evimiz, 6 Talebimiz

O halde küçük adamın geçim etiğine, onun Türkçü-İslamcı köktenciliğine karşı “Türkiye Evimiz, 6 Talebimiz” diyoruz!

  1. Herkesin yaşadığı evin sahibi olması / Barınma ihtiyacının meta olmaktan çıkarılması!
  2. 0 işsizlik, 4 gün mesai, 6 saat iş günü, insanca yaşanır ücret!
  3. Herkesin devletin sosyal tesislerinde 1 ay ücretsiz tatil yapabilmesi!
  4. Farklı fikirlere, hayat tarzlarına tam özgürlük / “100 çiçek açsın, bin fikir yarışsın”!
  5. Türklerin ve Kürtlerin tam mutabakatıyla kalıcı çözüm!
  6. Türkiye’nin Avrupa’nın göçmen kampına çevrilmesine/ açık kapı politikasına son verilmesi!

[i] Kavram normatif bir olumsuz yargılama içerdiği için, cinsiyetçilikten kaçınmak üzere “küçük kadın” adlandırmasından kaçınıyorum.

[ii] Alıntılayan Loïc Wacquant: “Pierre Bourdieu”, Key Sociological Thinkers içinde, der. Rob Stones (New York: Palgrave Macmillan, 2007), s. 221.

[iii] Pierre Bourdieu, Outline of a Theory of Practice (Cambridge: Cambridge University Press, 1977), s. 77.

[iv] James Scott, Weapons of the Weak: Everyday Forms of Resistance (New Haven ve Londra: Yale University Press, 1985), s. 323.

[v] Wacquant (2007: 218) çokça varsayıldığının aksine Bourdieu`nün felsefi antropolojisinin çıkar kavramına değil, tanınma mücadelesine dayandığını ileri sürer.

[vi] Belediye meclis seçimlerinde partilerin aldığı oyu cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turunda yarışan blokların (Türk-İslam emperyal milliyetçiliği, Türk etnik milliyetçiliği, Burjuva muhalefet) oylarıyla kıyas edecek olursak, bloklar düzeyinde esaslı bir değişim olmadığı görülebilir. Türk-İslam emperyal milliyetçiliği: Başkanlık (Cumhur İttifakı) ilk tur oyu 49,5%, Belediye (AKP, MHP, BBP, YRP, Hüdapar) oyu: 47,6%; Türk etnik milliyetçiliği: Başkanlık (Ata İttifakı) ilk tur oyu: 5,1%, Belediye (Zafer ve İYİ Parti) oyu: 5,5%; Burjuva muhalefet: Başkanlık (Millet İttifakı, YSP, TİP) ilk tur oyu: 44,8%, Belediye (CHP ve DEM): 43,5%.

Mehmet Türkmen: “Bölgedeki işçi sınıfının birikimini bağrımızda taşıyoruz”

BİRTEK-SEN genel başkanı Mehmet Türkmen ile son dönem işçi direnişleri, sendikalarına yönelik son dönemde yükselen baskılar bağlamında sınıf mücadelesi ve ötesine dair bir söyleşi gerçekleştirdik. Söz konusu söyleşinin bugün yayınladığımız ikinci kısımında Türkmen, Güneydoğu’da işçi…

Mehmet Türkmen ile BİRTEK-SEN, İşçi Hareketi ve Sosyalist Siyaset Üzerine

BİRTEK-SEN genel başkanı Mehmet Türkmen ile son dönem işçi direnişleri, sendikalarına yönelik son dönemde yükselen baskılar bağlamında sınıf mücadelesi ve ötesine dair bir söyleşi gerçekleştirdik. Söz konusu söyleşinin ilk kısmını yayınlıyoruz. Yurtseverce: Mehmet Bey, en…

1 Yorum

    Öncelikle yazının sonunda yer alan “Türkiye Evimiz, 6 Talebimiz” kısmına tamamen katıldığımı belirtmek isterim. Ancak yazıya yönelik bazı şerhlerim ve eleştirilerim olacak. Öncelikle yazının kime hitap ettiği meselesini değerlendirmeye alabiliriz. Yazının merkezi karakteri olan “zavallılığı bir fazilet olarak sunmaya yeltenen” “küçük adam” soyutlamasının gerçek hayatta karşılığı kimdir diye düşündüğümüzde asgari ücretle çalışıp kendine ve ailesine bakmaya çalışan ya da çiftçilik, küçük esnaflık ya da düzensiz işlerle kıt imkanlarla geçinmeye çalışan insanlar diye anlıyorum. Yazıda merkeze alınan kesim bunlar olmakla birlikte yazının onlara hitap ettiğini söyleyemeyiz sanırım. Çünkü kendisinin “küçük adam” ve “zavallılaştırılmış” olarak isimlendirildiği bir yazı ile bir ünsiyet kurması pek mümkün olmaz diye düşünüyorum. Yine bu durumla ilişkilendirerek yazının bir diğer boyutuna geçiş yapmak isterim. Bourdieu’dan ve onun habitus kavramından yola çıkarak yapılan okumalar dikkat çekici olmakla birlikte yazıda “şartlandırılmışlık” durumu sadece “küçük adam”a ve onun “geçim etiğine” has bir durummuş gibi konumlandırılıyor. “Zorunda olduğumuzu özgür irademizle tercih ettiğimiz yanılsaması” sadece “küçük adam”a has bir durum mu? “Yapı, öznenin beğenileri ve tercihleri üzerinden kendini doğallaştırır ve yeniden üretir” ise “şartlandırılmışlık” dışına çıkmak nasıl mümkün hale gelebilir, kim bu yanılsamanın dışına çıkabilir ve bu yanılsamanın dışına çıkılıp çıkılmadığının kararını kim verebilir (ya da eğiticileri kim eğitecek)? Zorunluluklarını bir tercih ve fazilet olarak sunmaya çalışan ya da aldığı asgari ücretle ailesini geçindirmeye çalışan “küçük adam” habitusa mahkum da bunun karşısında “girişimci”, “kariyerist” tüm geleneksel değerler, aile ve akrabalık bağlarından kendini azade eylemiş bir liberal, zorunluluklar aleminin dışında, “zavallılıktan” kurtulmuş özgür bir birey midir? Yazıda “küçük adamı” habitusundan ya da fazilet atfettiği “şartlandırılmışlık”lar dünyasından kurtarmak için radikal bir mücadele için yola da işaret ediliyor ve bunun maddi şartlarının yazının sonundaki 6 madde olmakla birlikte olmazsa olmaz bir diğer boyutunun “yeni bir öznelliğin ortaya çıkarılması” olduğu belirtiliyor. Ancak bu “yeni öznellik” tam olarak nedir ve bu “yeni öznellik” bütün yapıları aşarak zorunlulukların dışında bir varlığı nasıl kazanabildiği sorularının net bir cevabını göremiyoruz. Bununla birlikte yazar “küçük adamın geçim etiği içinden gelişebilecek muhalif söylemi, geçim etiğine karşı radikal mücadele söylemi/stratejisinden ayırmak gerek”tiğini de ifade ediyor. Ancak bu ikisini her zaman ve durumda ayıran çok kati bir çizgi var mı, yoksa bazen bu ikisi içiçe de girebilir mi? Mesela 6 talepten birincisini düşünürsek; “Barınma ihtiyacının meta olmaktan çıkarılması!” Türkiye tarihinde uzunca bir süre “küçük adam”ın topluluklar halinde şehirlerdeki boş arazileri topluluk olarak müşterekleştirerek, kolektif bir dayanışmayla kendi evlerini inşa ettiklerini biliyoruz. Burada bu insanların “şartlandırılmışlık”lar aleminin sınırlarının dışına çıkarak tahayyül edilebilenin ötesine geçtiğini söylememiz gerekmez mi burada kurulan anlatıya göre? “Küçük adam”a dair yapılan bir başka eleştiri ise “içine doğulan, zorunda olunan tikel aidiyet aslında dünyadaki sayısız aidiyetten biri değilmiş de, bir lütuf, bir hediye, övünç ve ayrıcalık kaynağıymışçasına davası güdülecek bir özdeşleşme alanı haline geliyor” olması, peki kişinin “alışkanlıkları doğası gereği iyi ve güzel olmadığı” gibi içine doğduğu aidiyetler de hiç bir zaman bir “hediye” olarak görülemez mi? Ya da içine doğduğu aidiyetlerden kopmak doğası gereği illaki bir fazilet midir? Bu anlatıda dinleri kişilerin kendi hayatlarında ve bedenlerinde fazilet olarak gördüğü zorunluluklara dönüşmüş, tercih ve beğenilerle kaynaşmış habituslar üreten yapılar olarak görmek gayet mümkün değil mi? O zaman dini yapının getirdiği “şartlandırılmışlık”ları yıkıp geçen bireyler “özgürleşmiş” mi olur? Bu tartışma insanın fıtratı var mıdır ve mutlak hakikatleri kim belirler gibi soruları da çağırmıyor mu? Yorumlarım çok karışık oldu, yazarın anlayışına sığınıyorum 🙂 ancak yazının kurduğu çerçeveden esinlenerek şöyle bir iddia ile bitireyim; ideal düzlemde Cihad, aslolarak kişilerin içinde bulundukları “şartlandırılmışlık”lardan ve onları sarıp çevreleyerek yanılsamalar içine sokan maddi, duygusal, kurumsal ve söylemsel yapılardan onları özgürleştirerek Hakikat ile buluşturan yeni bir öznelliğin yolunu açmaktır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir