Bu, Holokost Suçluluğu Değil, Kökleşmiş Alman Irkçı Üstünlüğüdür
Alman parlamentosu Filistin halkının soykırıma uğramasını kayıtsız şartsız desteklerken, beyaz üstünlükçü Siyonist ideolojiyi savunurken, yerleşimci sömürgenin Büyük İsrail’e doğru ilerleyişini desteklerken, Siyonistlerin soykırım yoluyla nihayet saf bir Yahudi devleti yaratma fantezilerini desteklerken ve aynı zamanda tüm bunlara karşı her türlü muhalefeti sustururken, insanın aklına büyük bir trajedi geliyor. Alman tarihindeki en kötü maskaralıklardan birine tanıklık ediyoruz. Yahudi hayatını korumayı iddia ederken, eleştirilemez bir şekilde Almanya için yol gösterici ilke olarak ırkçı bir ideolojiyi ilan etmek, Almanya’nın tarihsel bağlamında eşi benzeri görülmemiş bir maskaralık niteliğindedir.
Çeviren: Yurtseverce[1]
7 Kasım 2024’te Alman Bundestag (Federal Meclisi), akademisyenler ve sivil toplumun muhalefetine rağmen, 733 oydan sadece 10’u aleyhte olmak üzere “ ‘Bir Daha Asla’, Hemen Şimdi: Almanya’da Yahudi Hayatını Koruma, Sürdürme ve Güçlendirme” başlıklı kararı kabul etti.
Bu karar, antisemitizmin ne olduğuna dair bednam IHRA (International Holocaust Remembrance Alliance, Uluslararası Holokost Anma İttifakı) tanımını, bundan sonra izlenecek Siyonizm yanlısı Alman politikalarının temeli haline getirmektedir. Alman parlamentosu, antisiyonizm ile antisemitizmi ideolojik olarak eşitleyen bu yaklaşımı benimseyerek, kendisini nihayetinde ırkçı ve beyaz üstünlükçü bir ideolojinin maşası haline getirmiştir.
“Almanya’daki Yahudi yaşamının korunması” iddiası ile tam olarak ne kastedildiği belirsizliğini korusa da, kararın gerçek niyeti pek de gizli saklı sayılmaz.
Alman halkının temsilcileri, Filistin halkına karşı soykırım uygulayan ve bir yılı aşkın bir süredir Gazze’de 200.000’e yakın insanı katleden Siyonist yerleşimci-sömürgeci apartheid devletini her türlü eleştiriye karşı bağışık hale getirmek üzere nadir görülen bir işbirliği içinde ellerinden geleni ardına koymuyor.
Şu an itibarıyla, bu karar, Siyonist soykırımcı yerleşimci sömürgeye yönelik eleştirel pozisyonları yaptırıma uğratmak, soykırımı desteklemeyen bireyleri itibarsızlaştırmak, İsrail apartheid sistemini reddeden insanlara iftira atmak, onları antisemit olarak damgalamak, antisemit olmakla karalamak, suçlamak ve kınamak konusunda Alman devletini her zamankinden daha güçlü hale getirecektir.
Almanya’nın, beyaz olmayan halklara yönelik bir soykırımın aktif parçası olma iştahını bir kere daha, Gazze’de modern tarihin en kötü soykırımlarından birini gerçekleştiren ve aynı soykırım dinamiklerini Batı Şeria ve Lübnan’da da harekete geçiren Siyonist rejimi destekleyerek bulduğunu görmek hem üzücü hem de ürkütücüdür.
Korku Yaymak ve Susturmak
Alman parlamenterler bu korkunç vahşete yönelik her türlü eleştirinin kınanmasının önünü açmışlardır.
İsrail’e, onun apartheid sistemine ve insanlığa karşı işlediği suçlara karşı her türlü muhalefeti antisemitik olarak nitelendirerek susturan ve tehdit eden hükümet ve parlamentonun, antisemitik olarak yaftalanma, temel bir bireysel vatandaşlık hakkı olarak fikrini ifade ettiği için suçlanma ve takibata uğrama korkusunu yaymayı amaçladığı açıktır.
Oysaki kendi halkı arasında korku yayan bir hükümet, vatandaşlarının temel haklarını güvence altına alan demokratik bir hükümet olmaktan çıkar.
Alman parlamentosu Filistin halkının soykırıma uğramasını kayıtsız şartsız desteklerken, beyaz üstünlükçü Siyonist ideolojiyi savunurken, yerleşimci sömürgenin Büyük İsrail’e doğru ilerleyişini desteklerken, Siyonistlerin soykırım yoluyla nihayet saf bir Yahudi devleti yaratma fantezilerini desteklerken ve aynı zamanda tüm bunlara karşı her türlü muhalefeti sustururken, insanın aklına büyük bir trajedi geliyor.
Ama Karl Marx’ın bir zamanlar yazdığını unutmamalı: “Tarih tekerrür eder; ilkinde trajedi olan ikincisinde maskaralık olur.”
Dolayısıyla bir Alman trajedisine değil, Alman tarihindeki en kötü maskaralıklardan birine tanıklık ediyoruz. Yahudi hayatını korumayı iddia ederken, eleştirilemez bir şekilde Almanya için yol gösterici ilke olarak ırkçı bir ideolojiyi ilan etmek, Almanya’nın tarihsel bağlamında eşi benzeri görülmemiş bir maskaralık niteliğindedir.
Almanya’nın, ırkçı ve soykırımcı Siyonist rejimin tarafını tutması şaşırtıcı değildir. Ancak, siyasi partilerin Alman suçluluğu konusundaki açıklamalarının aksine, bu adımın, beyaz Avrupalı Yahudilere yönelik Nazi soykırımıyla neredeyse hiçbir ilgisi yoktur.
Aksine, bu durum, Almanya’nın derin köklere sahip kibrinden ve beyaz üstünlükçü zihniyetinden kaynaklanmaktadır; bu zihniyet, “Batı”nın “medeniyetin” simgesi olduğunu, “Geri Kalanlar”ın ise “barbarlığı” temsil ettiğini savunan bir anlayışla uyumludur.
Dolayısıyla, 19. yüzyılın sonlarında Siyonizmin başlangıcından itibaren Almanya, Theodor Herzl’in “Batı”ya sunduğu teklifi coşkuyla ve gönülden benimsemiştir.
Avrupalı güçlerden Siyonist harekete destek talep ederken Herzl’in teklifi, Filistin’de Siyonistlerin “Avrupa’nın Asya’ya karşı surlarının bir parçasını, barbarlığa karşı medeniyetin bir ileri karakolunu” oluşturmasıydı.
Tanrı’nın Seçilmiş Halkı
Herzl, Avrupa devletleri tarafından, Avrupa’nın her “medenileştirici” yerleşimci sömürge girişimini ve “barbar” ilan edilen yerli halkların yok edilmesini meşrulaştırmak ve haklı göstermek için on beşinci yüzyıldan beri yeniden canlandırılan Yunan ve Roma antikitesi söylemini kusursuz bir şekilde takip etti.
Yerli halkların yok edilmesine yönelik bu tür bir meşrulaştırmanın 15. yüzyıldaki kaynağı, Eski Ahit’in Judeo-Hristiyan geleneğiydi. Bu gelenek, beyaz Avrupalıların kendilerini Tanrı’nın seçilmiş halkı olarak görmelerine ve “medeni olmayan”, “tam olarak insan olmayan yaratıklara” İncil ve kılıçla medeniyet götürmelerine zemin sunuyordu.
Sonraları liberalizm, Batı liberal medeniyeti uğruna toprakları ele geçirmeyi ve yerli halkı ortadan kaldırmayı meşrulaştıran bir ideoloji olarak işlev gördü. Yerleşimci-sömürgeci toprak gaspının ve yerli halkın ortadan kaldırılmasının ateşli savunucuları arasında Thomas Jefferson gibi Amerikan başkanlarını görüyoruz. Jefferson, soykırımı meşrulaştırırken bir toprak ve köle sahibiydi.
Ayrıca John Stuart Mill ve Alexis de Tocqueville gibi seçkin liberal beyinler de yerleşimci sömürgecilikten ve “aşağı ırkların” kaçınılmaz olarak ortadan kaldırılmasından yanaydı.
Bugün neoliberalizm, yaşamları yaşamaya değer olanlar ile ölmeyi hak edenler arasında yaptığı net biyopolitik ayrımla meşrulaştırma vazifesini devralmıştır – ki bu da medeniyet-barbarlık ayrımının bir başka varyantıdır.
Herzl’in “uygarlık-barbarlık” karşıtlığıyla baştan çıkarıcı bir şekilde oynaması Almanya için oldukça çekiciydi, zira birçok Yahudi’nin ülkeyi terk etmesi ihtimalinin önünü açıyordu ve Almanya’daki antisemitik hava göz önünde bulundurulduğunda bu durum memnuniyet vericiydi.
Ayrıca, bu karşıtlık, medeniyetin ışığı ve dünyayı kurtaracak ülke olma şeklinde abartılı bir Alman öz-imgesine de bağlanıyordu: “Alman tarzı dünyanın kurtuluşu olacaktır.” (“Am deutschen Wesen soll die Welt genesen”).
Bu yerleşik öz-imge, Nazilerin bu geleneği (medeniyet-barbar karşıtlığını) benimsemesini çok kolaylaştırdı. Sadece beyaz Avrupalı Yahudileri değil, Doğu Avrupa ve Rusya’da yaşayan ve Alman “Ubermensch”ine (Üstinsan) göre “Untermenschen” (Altinsan) olarak ilan edilen yaklaşık 27 milyon insanı öldürmek – barbarlığa karşı medeniyet söyleminin ziyadesiyle Alman biçimi.
Bu şekilde Naziler, uzun zamandır süregelen “barbarlığa karşı medeniyet” karşıtlığını en uç noktaya taşıdılar ve Avrupa’yı bu temelde bir felakete sürüklediler.
Gelgelelim, Almanya’nın Filistin’deki Siyonist yerleşimci sömürgeciliğine verdiği destek Holokost’tan sonra başlamış ve Holokost’un yol açtığı acılardan kaynaklanıyor değildir.
Almanya’nın, 19. yüzyılın sonundaki başlangıcından itibaren yerleşimci-sömürgeci olan bir projeyi destekleme düşüncesi, Edward Said’in de açıkça ortaya koyduğu gibi, Nasyonal Sosyalizm’den çok önceye dayanmaktadır.
Alman İmparatoru Wilhelm II, bir yandan Namibya’da Almanya’nın kendi acımasız yerleşimci sömürge projesini yürütürken, bir yandan da Siyonist fikre oldukça büyük ilgi duyuyordu. Nitekim 1898’de Theodor Herzl’i kabul etti. Herzl, kayzerden, Filistin’e yerleşmek için kurulacak Yahudi kolonizasyon derneğine sultanın onay vermesini sağlamak üzere diplomatik yardım istemişti.
İmparator, Herzl’in kendisinden yapmasını istediği şeyi yapmadı ama Yahudilerden kurtulmak istediği için bu fikri destekledi.
25 Nisan 1918’de kurulan ve Yahudilerin Filistin’e yerleşmesini amaçlayan “ ‘Filistin için’ Alman Komitesi, Berlin”de 20 Ocak 1927’de memnuniyetle yerini alan kişi, dönemin Köln Belediye Başkanı Konrad Adenauer’den başkası değildi.
Nasyonal Sosyalizm döneminde bile Siyonizm’e verilen bu destek kesintiye uğramadı. Çok az Alman’ın bildiği, bileceği ya da bilmek isteyeceği gibi, Siyonistler Nazilerle de ortak hareket etmişlerdir.
İyi bilindiği üzere, Nazi Almanya’sının çöküşünden sonra, Siyonist projenin büyük dostu Adenauer Batı Almanya’nın ilk Alman şansölyesi oldu, ki bu da Yahudi Avrupalıları nihayet Avrupa’dan Siyonist sömürgeye getirmek doğrultusunda daha büyük bir sürekliliğe işaret ediyor.
Barbar olarak Filistinliler
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki tüm Batı Almanya hükümetleri ve parlamentoları, 1990’dan sonra birleşik Almanya’da da olduğu gibi devam etmek üzere, Siyonist yerleşimci sömürge rejimini desteklemiş, İsrail’in yanında yer almış ve Filistin halkına uygulanan sömürgeci baskıyı savunmuş ve hoş karşılamıştır.
Siyonist projeyi desteklemek söz konusu olduğunda, Alman tarihinde hiçbir zaman Filistinliler, Filistinlilerin kendi toprakları üzerindeki hakları, haklara sahip olma ve yaşama hakları ya da kültürlerinin korunması Alman siyasetinde bir rol oynamamıştır.
Aksine, Siyonist yerleşimci sömürgeye verilen destek her zaman, kendilerini “medenileşmiş” kabul edenlerin Batı medeniyetini ilerletmek için gerekli görülen her şeyi Filistinlilere yapmalarına olanak sağlayan “barbarlığa karşı medeniyet” ayrımı temelinde olmuştur.
Herzl’in Filistin’de barbarlığa karşı medeniyetin ileri karakolu olarak faaliyet gösterecek bir Siyonist yerleşimci kolonisi kurulması yönünde Batı’ya yaptığı cömert teklifin üzerinden yarım yüzyıldan biraz fazla bir süre geçtikten sonra ve şiddeti, sürgünü, yok etmeyi meşrulaştıran bu “barbarlığa karşı medeniyet” ideolojisinin aksine, Unesco tarafından ırkçılık meseleleri üzerine yayınlanan bir seri içindeki 1952 tarihli Irk ve Tarih kitabında antropolog Claude Levi-Strauss şunları yazacaktı:
“Bir kültür ya da geleneği iyi ya da kötü olarak ayırt etme iddiasında ne kadar ısrar edersek, aslında kınadıklarımızla o kadar özdeşleşiriz. Temsilcileri bize en ‘vahşi’ ya da ‘barbar’ görünenleri insan olarak kabul etmeyi reddederek, yalnızca onların karakteristik tutumlarından birini benimsemiş oluruz. Barbar, her şeyden önce, barbarlığa inanan insandır.”
Herzl’in Batı medeniyetini Asya barbarlığıyla ırkçı bir şekilde karşı karşıya koymasına karşın, Lévi-Strauss’un “ırklar”ın anlamı ve etnosantrizm sorununa ilişkin kavrayışı, bugün hâlâ etkisini sürdüren Batı kibrine dayalı bu yozlaşmış fikirleri reddetmektedir.
Demek oluyor ki, yerli Filistinlilerin barbarlığına inanan Siyonizmin kurucusu, aslında medeniyet lehine bir teklifte bulunmamış, sadece kendi barbar fikirlerini dile getirmiştir.
Aynı şekilde, Siyonist yerleşim sömürgesi, Arap dünyasının ortasında bir medeniyet öncüsü değil, bu barbarca fikrin ve barbarlığa inanan Batılı devlet adamları ve parlamenterler arasında bugüne değin sınırsız destek bulan bir ideolojinin sonucudur.
Affedilemez
Federal Meclis’te kabul edilen kararla Alman parlamenterler hangi zihniyetin ürünü olduklarını göstermiş oldular. Barbarlığa kesin bir inanç duyuyorlar ve kendileri gibi olanların yanında yer almaktan çekinmiyorlar.
Böylece Alman parlamenterler, barbar ilan ettikleri Filistinlilerin insan olarak muamele görme ve tanınma hakkını inkar etmektedirler. Dolayısıyla Almanya’nın Siyonist soykırım devletini kayıtsız şartsız desteklemesi son derece olağandır.
Siyonistlerin canlı yayınlanan soykırımlarını, IDF askerlerinin videolarını ve “medeni” savaş suçlarıyla en iğrenç şekilde övünen paylaşımlarını izledikten sonra bile Alman parlamenterler için hiçbir şey değişmedi.
Medeniyet-barbarlık ayrımına olan inançları ve her zaman neyin doğru ve iyi olduğunu bilerek dünyaya parlak bir örnek olma yönündeki tipik Alman tutumları öylesine köklüdür ki, Siyonist suçların doğruluğu ve gerekliliği konusunda en ufak bir şüpheleri dahi yok.
Siyonist rejimin Filistin halkına karşı işlediği soykırımı desteklemek affedilemez bir durumdur ve neredeyse oybirliğiyle barbarlığa inanan bir parlamentonun gerçek Alman zihniyetini gözler önüne serer.
İsrail’in Filistinlileri açlıktan ve susuzluktan öldürdüğünü (ki Siyonist politikacılar bunu ilan etmişti) söylemeyi antisemitizm olarak kınayan, sağlık sisteminin, eğitim sisteminin, iki milyondan fazla insanın ve evlerinin tüm altyapısının, kütüphanelerin, kiliselerin, hastanelerin, okulların, üniversitelerin, tarihi mekanların ve benzerlerinin yok edilmesi gibi tarihsel ve iyi belgelenmiş gerçekleri açıkça önemsiz sayan bir kararı kabul etmek, tıpkı Avrupa’nın sömürgeci yerleşimciliğinin diğer halkları, kültürleri ve medeniyetleri yok ettiği yüzyıllar boyunca olduğu gibi, ancak Filistinlilerin var olma hakkına sahip olmadığına inanıyorsanız mümkündür.
Alman halkının temsilcileri, Siyonist soykırımı meşrulaştıran karara oy vererek ve bu konuda insanlık adına dile getirilen her türlü eleştiriyi bastırarak basit bir gerçeği ilan etmişlerdir: barbar olan biziz.
[1] Makale ilk defa 20 Kasım 2024 tarihinde Middle East Eye web sitesinde yayınlanmıştır: https://www.middleeasteye.net/opinion/germany-not-holocaust-guilt-entrenched-racist-superiority