Alman Demokratik Cumhuriyeti’nde Sosyalist Ulusun Gelişiminin Teorik Sorunları (1)

Tahmini Okunma Süresi: 13 dakika

Emperyalist kuşatmanın tek Alman ulusu söylemine karşı Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin varlığını gerekçelendirmek üzere “sosyalist ulus” eksenli bir polemiğe girişiyor Alfred Kosing. Kosing Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin en önemli felsefecilerinden biri ve Alman Sosyalist Birlik Partisi Merkez Komitesi’ne bağlı Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde uzun yıllar boyunca çalışıyor. Sitemizde dört parça hâlinde yayımlayacağımız “Alman Demokratik Cumhuriyeti’nde Sosyalist Ulusun Gelişiminin Sorunları” (Theoretische Probleme der Entwicklung der sozialistischen Nation in der DDR) başlıklı broşürü, Yurtseverce olarak derinleştirmeye çalıştığımız radikal ulusal tahayyüller tartışmasına bir katkı olarak görüyor ve dikkatlerinize sunuyoruz.

Alfred Kosing
Çeviren: İlker Cörüt

1. Sorunsal

Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin (DDR, Deutschen Demokratischen Republic) kuruluşundan bu yana bu topraklarda büyük tarihsel öneme sahip devrimci dönüşümler gerçekleşmiştir: Toplumsal gelişmenin nesnel yasalarıyla, çağımızın toplumsal ilerleme gerekleriyle ve aynı zamanda yakın döneme ait tüm Alman tarihinin deneyimleri ve dersleriyle uyum içinde, işçi sınıfı ve onunla ittifak halindeki emekçi sınıflar ve tabakalar Almanya Sosyalist Birlik Partisi’nin (SED, Sozialistische Einheitspartei Deutschlands) önderliğinde sosyalist devrimi gerçekleştirmiş, sosyalist toplumu büyük ölçüde kurmuş ve böylece tüm toplumsal yaşamın temellerini, varoluş biçimlerini ve içeriğini yenilemiştir. Dünya tarihi açısından bakıldığında, DDR’daki bu gelişme, devrimci dünya sürecinin bir parçasıdır, dünya çapında kapitalizmden sosyalizme geçişin ve sosyalizm ile emperyalizm arasındaki mücadelenin bir öğesidir. Bu nedenle, başlangıcından itibaren ulusal ve uluslararası yönleri kendi içinde bir araya getirmektedir.

Böylesine derinlemesine bir toplumsal yeniden yapılanma süreci, toplum yaşamının tüm alanlarını kaçınılmaz olarak kapsamak ve onları kendi özgül yasallıkları uyarınca niteliksel olarak dönüştürmek zorundadır. Komünist toplum formasyonunun ilk gelişme aşamasına geçişle birlikte, toplumsal yaşamın belirleyici temeli olarak sosyalist üretim tarzı ortaya çıkar; artık sınıf antagonizmalarını tanımayan, hatta halkın politik-moral birliğinin oluşmasını mümkün kılan niteliksel bakımdan yeni bir toplumsal yapı biçimlenir; işçi ve köylülerin sosyalist devleti ve onun çeşitli kurumları ortaya çıkar; sosyalist kültür, sosyalist eğitim sistemi gelişir ve niteliksel olarak yeni bir yaşam tarzı şekillenmeye başlar.

Toplumsal yaşamın temelleri, içerikleri ve biçimleri böylesine köklü bir şekilde değiştiğinde, ulus gibi bu denli önemli bir toplumsal gelişim biçiminin de bundan etkilenmeden kalması mümkün değildir. Ulus ve ulusal-uluslararası ilişkiler alanı da belli bir nedensellik içinde şekillenir. SED’in VIII. Parti Kongresi bu bakımdan, toplumsal yaşamın bu alanındaki devrimci dönüşümlerin sonucunu ortaya koyan açık ve önemli bir tespitte bulunmuştur. Merkez komitesinin parti kongresine sunduğu faaliyet raporunda şöyle denilmektedir: “İnsan toplumunun tüm varoluş biçimlerinin yenilenmesine yol açan sosyalist devrim, ulusu da temelden yeniler. Proletarya — Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da temellendirdiği gibi— siyasi egemenliği ele geçirerek ulusal sınıf seviyesine yükselir ve kendini ulus olarak kurar. İşçi-Köylü iktidarının kurulması ve sosyalist toplumun inşası ile ulusun yeni bir tipi, sosyalist ulus gelişir. Burjuva ulusun varlığını sürdürdüğü ve ulusal sorunun burjuvazi ile emekçi kitleler arasındaki uzlaşmaz sınıf çelişkisi tarafından belirlendiği (ki bu çelişkinin dünya tarihinin kapitalizmden sosyalizme geçiş sürecinde çözüme kavuşacağına inanıyoruz) Federal Almanya Cumhuriyeti’nin (BRD, Bundesrepublik Deutschland) aksine, biz Alman Demokratik Cumhuriyeti’nde, sosyalist devlette, sosyalist ulus gelişmektedir.1

Bu yoğun formülasyonda, bir dizi teorik genelleme yer almaktadır ve bu genellemeler daha ayrıntılı bir şekilde geliştirilip gerekçelendirilmelidir. Bu teorik görev, BRD’deki çok sayıda siyasetçinin, filozofun, tarihçinin ve sosyoloğun, tek bir Alman ulusunun var olmaya devam ettiği ve halihazırda iki devlette yaşamakta olan bu ulusu yeniden tek bir ulus-devlette birleştirme iddiası ve görevinin geçerliliğini koruduğu tezini ısrarla öne sürmesi nedeniyle daha da önem kazanmaktadır.

Örneğin BRD’nin eski şansölyesi W. Brandt, 1970 yılında, ayrı devletlere ve karşıt toplumsal düzenlere rağmen ortak dil, aile bağları, kültürel miras ve birlikte yaşanmış ve sorumluluğu paylaşılan tarih temelinde bir Alman ulusunun varlığını sürdürdüğünü açıkladı.2 Bu görüş, BRD yönetimi adına P. C. Ludz’un başkanlığındaki bir uzman grup tarafından hazırlanan 1974 Ulusun Durumu Raporu Materyalleri’nin de çıkış noktasıdır. Bu materyallerde, “pragmatik-pratik bir ulus kavramından” hareketle Alman ulusunun birliğinin güncel bir tarihsel gerçeklik olarak kanıtlanmaya çalışıldığı görülmektedir.3 Yeniden birleşme iddiası ve talebi nasıl gerekçelendirilirse gerekçelendirilsin, bunlar en nihayetinde sosyalist DDR’yi ortadan kaldırmayı, onu kapitalist BRD’ye dahil etmeyi ve tarihsel bir gerileme ile “Alman İmparatorluğu’nun” yeni sürümünde kapitalist bir ulus birliği yaratmayı amaçlamaktadır. Bu gerici ve yanıltıcı hedef, açıkça ilan edilse de, daha esnek bir üslupla gizlense de, her halükarda, DDR’daki emekçilere meselenin sosyalizm ya da kapitalizm değil, sözde daha yüksek bir hedef olan ulusun birliği olduğu izlenimini vermek için yürütülen çeşitli teorik ve ideolojik faaliyetlerin arka planını oluşturmaktadır.

Ulus sorunu böylece ideolojik sınıf mücadelesinin önemli bir alanı haline gelmiştir. Sosyalist DDR’ın muhalifleri, ısrarlı ve aynı zamanda ince bir “tüm Almanya milliyetçiliği” yayarak, DDR’daki sosyalist ulusun daha da konsolide olmasını engellemeyi, DDR’ı sosyalist devletler topluluğunun bir parçası olarak gören sosyalist vatanseverlik ve enternasyonalizmin gelişmesini felce uğratmayı ve bu şekilde hedeflerine ulaşmak için daha elverişli iç koşullar yaratmayı umuyorlar.

Ulus sorunuyla ilgili meselelerin titiz ve ikna edici bir şekilde açıklığa kavuşturulması bu nedenle büyük bir teorik, politik ve ideolojik öneme sahip bir görevdir. İkinci Dünya Savaşı sonrası eski Almanya’daki özel tarihsel gelişmelerin sonucu olarak bazı sorunlar oldukça karmaşıktır. Bu sorunlar yüzeysel değerlendirmelerle kavranamaz, derinlemesine bir analiz gerektirir. Ancak tam da bu yüzeyde görünen olgular, sosyalist ulusun DDR’daki gelişimine karşı yürütülen propagandist faaliyetler için sıklıkla önemli dayanak noktaları oluşturur. İnsanların akrabalık ilişkileri, ortak Alman dili, kültür, Alman halkının bin yıllık tarihi ve bu tarihten doğan gelenekler birleşik bir ulusun varlığının sürdüğüne kanıt olarak özellikle öne çıkarılmaktadır. Herkesin farkında olduğu bu faktörlere başvurmak, insanların sosyal psikolojisinde derinlere kök salmış ulusal duyguları harekete geçirmeyi ve milliyetçi bir yöne kanalize etmeyi amaçlar.

Bu argümantasyonların temelinde ulusun doğası, özü ve içeriği hakkında belirli bir teorik anlayış yatmaktadır. Bu anlayışta genel olarak baskın olan, ulusun öncelikle bir kültür ve dil topluluğu olduğu ve toplumsal sistemler ve sınıflar arasındaki karşıtlıkların üzerinde yükseldiği varsayımına dayanan kültür ulusu (Kulturnation) teorisidir. Yüzyılın başlarında Friedrich Meinecke tarafından geliştirilen ve “Devlet ulusu” (Staatsnation) ile “Kültür ulusu” (Kulturnation) arasında ayrım yapan bu görüş 4, hem Alman ulusunun birliği tezini hem de iki Alman devletinin varlığını aynı anda izah etmeye özellikle elverişli görüldüğü için yeniden canlandırılmıştır. Ancak bu görüş tutarlı bir biçimde uygulandığında istenmeyen sonuçlara yol açar; çünkü bu birleşik Alman kültür ulusuna Avusturyalıların ve Almanca konuşan İsviçrelilerin de dahil edilmesi gerekir. 1974 Ulusun Durumu Raporu Materyalleri, dış politika karışıklıklarından kaçınmak için bundan dikkatlice kaçınır. Ludz ve çalışma arkadaşları daha ziyade açıklamalarını K. W. Deutsch tarafından iletişim kuramına dayalı olarak geliştirilmiş olan “işlevsel ulus teorisi”ne dayandırmaktadırlar.5 Buna göre, ulus kavramını şu şekilde tanımlarlar: “Uluslar, hem tarihsel-politik hem de sosyo-ekonomik olarak biçimlenmiş birimler olarak, insanların birbirleriyle ilişkilendiği ve bir bütün haline geldiği, ziyadesiyle yoğunlaşmış iletişim ve eylem yapıları olarak kavranır. Bu bakımdan uluslar, üyelerinin eylemlerinin ve iletişimlerinin ürünüdür. Bir ulusun üyelerini hem ulusal kimliğe dair eylem odaklı bilinç hem de böyle bir birliği tasarlama ve sürdürme iradesi birbirine bağlar.”6 Böylece, kültür gibi belirli bir özellik ön plana çıkarılmamakta ve ulusun birliği iddiası buradan türetilmemekte; aksine, bütünleştirici özelliklerin ortaya çıkmasını sağlayan “sosyal iletişim” ön plana çıkarılmaktadır. Bu, daha esnek bir argümantasyona olanak tanımakta ve Federal Hükümetin iddialarına “bilimsel bir gerekçe” sunmak için bariz idealist teorilerden daha uygundur.

Burada K. W. Deutsch’un ulus, ulusun ortaya çıkışı ve gelişimi hakkındaki görüşlerinin daha önce yaygın olan idealist teorilere göre hangi açılardan bir ilerleme teşkil ettiği incelenmeyecektir. Bu görüşlerin avantajı, çeşitli ulusların oluşumundaki entegrasyon süreçlerine ilişkin kapsamlı ampirik araştırmalara dayanmasıdır. Ancak belirleyici olan, “etkileşim” ve “sosyal iletişim” altında ne anlaşıldığıdır; yani, maddi yaşamın üretim tarzı ve insanların ekonomik ilişkilerinin bu iletişimin temeli ve en önemli içeriği olarak kabul edilip edilmediğidir. Ama tam da bu nokta söz konusu teoride noksandır. Bu nedenle, ekonomik toplumsal formasyon ile ulus arasındaki ilişki, sınıfların ulusla ilişkisi, devlet ile ulus arasındaki bağlantı, ulusun ve ulusal-uluslararası olanın toplumun gelişimindeki rolü ve işlevi gibi böylesine belirleyici sorular bu teori temelinde açıklığa kavuşturulamaz. Dolayısıyla bugün ulaştığı gelişme düzeyiyle Marksist-Leninist ulus teorisine ihtiyaç vardır; bu teori, uzun yıllar son bilgi düzeyi olarak kabul edilen Stalin’in ulus tanımı ve buna bağlı görüşlerle sınırlandırılamaz.

2. Marksist-Leninist Ulus Teorisinin Tarihçesi

Ulus ve ulusal ilişkiler üzerine bilimsel teori, Marx ve Engels tarafından materyalist tarih anlayışının bir unsuru olarak temellendirilmiş ve daha sonra başta Lenin olmak üzere geliştirilmiştir. Bunun iki nedenden dolayı güçlü bir şekilde vurgulanması gerekir: Birincisi, Marx ve Engels’in bu sorun kompleksi hakkındaki görüşleri, Stalin tarafından geliştirilen ulus tanımının gölgesinde haksız bir şekilde uzun süre kalmıştır; ikincisi ise, burjuva teorisyenler, Marx ve Engels’in bu problematiği ele almayı beceremediğini iddia etmektedirler. Örneğin H. U. Wehler şöyle yazmıştır: “Marx ve Engels’i bir de milliyetler meselesinin teorisyenleri olarak adlandırmak, aslında var olmayan bir ilgi ufkunun varsayılması anlamına gelir. Aksine onlar, zamanlarını bu kadar şiddetle meşgul eden bu sorulara dair eksiksiz ve tamamlanmış/kapalı bir görüş sistemi bırakmamışlardır; esasen de bu bahisteki kişisel deneyimlerinin eksik olması sebebiyle.”7 Gerçi Marx ve Engels gerçekten de ulus ve ulusal ilişkiler sorun alanına dair kapsamlı bir çözümleme sunmamışlardır — bir teorisyen neden mutlaka ‘kapalı sistemler’ bırakmak zorunda olsun ki? —ancak eserlerinde, her ne kadar farklı teorik ve tarihsel bağlamlarda geliştirilmiş olsalar da, ulusa dair tarihsel- materyalist anlayışın tüm temel unsurları, yani ulusun doğası ve tarihsel rolü, işçi sınıfının ulusla ilişkisi ve modern tarih sürecinde ulusal ve uluslararası olan arasındaki ilişkiler yer almaktadır.8 Marx ve Engels’i, ulus sorununa, ulusal soruna ilgi duymayan “ulus nihilistleri” olarak gösterme yönündeki tüm girişimler, onların herkesçe erişilebilir eserleri göz önünde bulundurulduğunda ancak kaba bir tahrifat olarak nitelendirilebilir.

Marx ve Engels’in bıraktığı temellerden yola çıkan Lenin, Marksist ulus teorisini daha da geliştirdi ve Bolşevik Partisi’nin ulusal soruna ilişkin politikasının teorik temelini oluşturmak için bu teoriyi nispeten kapsamlı bir şekilde işledi. Rus halkçılarının sosyolojik görüşleriyle eleştirel bir hesaplaşma içinde, kapitalist toplum formasyonu ile ulus arasındaki ayrılmaz bağı ortaya koydu. Lenin insanları nispeten kapalı topraklarda büyük sosyal birimler halinde birleştiren ulusal ilişkilerin artık doğal akrabalık ilişkileri veya ortak kökenler değil, öncelikle meta üretimi ve meta mübadelesine dayalı ekonomik ilişkiler olduğunu gösterdi. Böylece ulusu, kapitalist toplum formasyonunun zorunlu bir ürünü ve aynı zamanda toplumsal yaşamın zorunlu bir gelişim biçimi olarak kavradı. Bu temelden hareketle Lenin, sınıf ile ulus arasındaki ve devlet ile ulus arasındaki ilişkiye dair Marksist görüşü derinleştirmiş ve dilin ulusal yaşam içindeki rolünü ve ulusal kültürün sınıfsal karakterini ortaya koymuştur. Lenin’in çalışmalarında ulus, karmaşık bir karakter taşıyan toplumsal bir olgu olarak ortaya çıkar. Bu olgunun belirleyici temelini, geniş bölgelerin nüfusunu bir araya getiren ekonomik ilişkiler oluşturur. Lenin, bu karmaşık ve zorlu olguyu asla bir tanıma sığdırmaya çalışmadı; aksine onun özünü, içeriğini ve tarihsel rolünü tarihsel materyalizm açısından teorik olarak geliştirerek sundu.

SDAPR’nin (Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi, RSDİP) ulus politikasını temellendirme ve açıklama çalışmasına, o dönemin seçkin Marksistleri F. Dsershinski, B. M. Knunjanz, S. G. Schaumjan ve J. W. Stalin de aktif olarak katılmıştı. Stalin’in 1914’te Ulusal Sorun ve Marksizm başlığıyla broşür olarak yayımlanan Ulusal Sorun ve Sosyal Demokrasi başlıklı ünlü makale dizisi de bu bağlamda ele alınmalıdır. Bu eser, Lenin tarafından hazırlanan SDAPR ulusal programının ayrıntılı bir sunumunu ve teorik gerekçelendirmesini içerir ve Avusturya Marksizminin ulusal mesele hakkındaki görüşleriyle eleştirel bir şekilde yüzleşir. Stalin burada daha sonra mutlak olarak egemen hale gelecek ulus tanımını da geliştirmiştir: “Ulus; ortak dil, toprak, ekonomik hayat ve ortak kültürde kendini gösteren ruhsal karakter esaslarına dayanarak tarihsel süreçte oluşmuş istikrarlı bir insan topluluğudur.” Ve devam eder: “Bu özelliklerden yalnızca biri eksik olursa, ulus ulus olmaktan çıkar… Ancak tüm özelliklerin birlikte bulunması bir ulusu oluşturur.”9 Otto Bauer’in ulusun esas olarak ulusal karakter gibi bir özellik tarafından belirlendiği görüşüne karşılık, Stalin “gerçekte ulusun tek bir ayırt edici özelliği olmadığı” görüşünü savunuyordu: “Söz konusu olan bir özellikler toplamıdır; uluslar karşılaştırılırken bazen bir özellik (ulusal karakter), bazen ikincisi (dil), bazen üçüncüsü (toprak, ekonomik koşullar) daha belirgin şekilde öne çıkar. Ulus, tüm özelliklerin bir araya geldiği bir birleşimdir.”10 Ulusun tarihsel konumunu belirlemek üzere Stalin, ulusu “belirli bir dönemin, yükselen kapitalizm döneminin tarihselliğine has bir kategori”11 olarak ilan etti.

Stalin’in ulus tanımı ve anlayışı, uzun süre boyunca genel olarak Marksist-Leninist ulus teorisi olarak kabul edildi. Peki bu tanım günümüzdeki gelişim seviyesinden bakıldığında nasıl değerlendirilmelidir? Bu konuda nesnel temellere dayanan bir yargıya varmak için, her şeyden önce her türlü öznelcilik dışlanmalıdır. Stalin’in görüşlerinin mutlaklaştırılması ne denli temelsiz ve zararlı idiyse, kapsamlı bir çözümleme ve gerekçelendirme olmaksızın toptan reddedilmeleri ya da sessizce görmezden gelinmeleri de aynı öznelciliğin ters yönde tekrarlanmasından başka bir şey olmayacaktır.

Aynı şekilde, teori tarihi de Marksizm-Leninizmin ilkelerine uygun olarak araştırılmalı ve sunulmalıdır. Bu nedenle, Stalin’in ulus hakkındaki görüşleri ancak tarihsel olarak ve yalnızca nesnel kriterlere göre değerlendirilebilir; pragmatik, duygusal veya diğer öznelci bakış açılarından değil.

Tarihsel olarak, teori tarihinin perspektifinden, kanımca Stalin’in görüşleri o dönemde uluslararası işçi hareketinde (II. Enternasyonal) yaygın ve hakim olan görüşlere göre bir ilerlemeyi temsil ediyordu. II. Enternasyonal teorisyenleri arasında Avusturyalı sosyal demokratlar Karl Renner ve Otto Bauer, ulus ve ulusallık sorununu en ayrıntılı şekilde ele alanlardı. Ancak, Marksizmi bu karmaşık problematiğe tutarlı bir şekilde uygulamayı başaramadılar; teoride ulusa dair idealist bir görüşe vardılar, ideolojide burjuva milliyetçiliğine önemli tavizler verdiler ve siyasette de proletarya enternasyonalizmini terk ettiler.12 Bilindiği gibi Otto Bauer, “Die Nationalitätenfrage und die Sozialdemokratie” (Milliyetler Sorunu ve Sosyal Demokrasi) (1907) adlı kitabında, kültür topluluğu (Kulturgemeinschaft) burjuva teorisinin bir varyantını savunmuş, bunu Marksizm ile birleştirmeye çalışmıştır. Bauer, kültür topluluğunu ulusun temel dayanağı olarak görüyordu; ancak daha yakından incelendiğinde, bunun “ karakter topluluğu” (Charaktergemeinschaft) olduğu ortaya çıkıyordu ve bu karakter topluluğu da tarihsel süreç içerisinde bir “ kader topluluğu”nun (Schicksalsgemeinschaft) ürünü olarak şekilleniyordu. Böylece Bauer, ulusun şu tanımına ulaştı: “Ulus, kader ortaklığı ile birbirine bağlanmış insanların toplamıdır.”13 Bauer, ulusu kültür topluluğunun özgül bir biçimi olan bir karakter topluluğuna indirgediği için onu tarih dışı bir soyutlamaya dönüştürmüş oldu. Ulusu toplumun maddi varlık koşullarından, insanların ekonomik ilişkilerinden, toplumsal yapıdan ve sınıf ilişkilerinden kopardı ve onu toplumsal yaşamın ilk topluluklardan beri var olan ebedi bir biçimi olarak sundu.

Stalin, ulus hakkındaki görüşlerini Otto Bauer’in teorisiyle eleştirel bir yüzleşme içinde geliştirdi. Bu teorinin idealist olduğunu ve ulusu mistik bir varlığa dönüştürdüğünü gösterdi . Materyalist tarih anlayışından hareketle, onun temel amacı, önce ulusal karakterin yalnızca insanların “yaşam koşullarının bir yansıması” olarak anlaşılabileceğini kanıtlamak, daha sonra da ulusun bir topluluk olarak tek bir özellikle değil, “bir özellikler toplamı” ile karakterize olduğunu ve ulusun “tüm bu özelliklerin birleşimi” olduğunu göstermekti . Stalin’in elde ettiği ilerleme ve yukarıda aktarılan ulus tanımında ifadesini bulan katkısı, her şeyden önce ulusu materyalist bir biçimde kavramasında, onun tek tek özelliklerini toplumun maddi varoluş koşullarından hareketle açıklamaya çalışmasında yatmaktadır. RSDİP’in ulusal meseledeki programının temel düşüncelerini açıklamak ve teorik olarak temellendirmek için bu kesinlikle yeterliydi. Bu nedenledir ki Lenin de Stalin’in bu çalışmasını olumlu bir şekilde değerlendirmişti.14 Ancak buradan kalkarak, Stalin’in ulus tanımının ve tüm bir ulus anlayışının her bakımdan doğru, kusursuz ve Marksist-Leninist teorinin bu bahisteki son sözü olduğu sonucu çıkarılamaz.

Eğer bu soruyu nesnel ölçütlere göre yanıtlamak istersek, kanımca, belirli bir toplumsal olguya has spesifik bir Marksist teorinin karşılaması beklenen gerekliliklerden yola çıkmalıyız. Söz konusu teorinin, mantıksal olan ile tarihsel olanın birliği olarak, bu tarihsel olgunun oluşumunun, gelişiminin ve özünün saflaştırılmış kuramsal bir yansımasını sunması itibarıyla tarihsel gerçeklikle örtüşmesi gerektiği yönündeki tartışmasız ön koşulun yanı sıra şu şartlar da yerine gelmelidir: Birinci olarak, teori, toplumsal gelişimin bütünsel kuramına, yani tarihsel materyalizme dayanmalıdır (ve eğer incelenen olgu toplumsal gelişimin genel yasallığı ile ayrılmaz bir biçimde bağlantılı ise, bu teori, söz konusu kurama organik olarak eklemlenebilir olmalıdır). İkinci olarak, bu teori, ilgili toplumsal olgunun ve onu teorik olarak yansıtan kategorinin, toplumsal yaşamın temel olgularına ve tarihsel materyalizmin ilgili temel kategorilerine, özellikle de ekonomik toplum formasyonuna, üretici güçlere ve üretim ilişkilerine, sınıflara ve sınıf mücadelesine ve devlete karşı konumunu belirlemelidir. Ve üçüncüsü, bu toplumsal olgunun toplumun gelişim sürecinin nedenselliği/yasallığı içinde kendine özgü işlevini ve tarihsel rolünü açıklığa kavuşturmalıdır. Bu toplumsal olgunun bir örneğini diğerlerinden ayıran şeyin ne olduğu sorusu ise ikincil düzeyde bir meseledir ve olgunun özünü belirlemek açısından nispeten daha az öneme sahiptir. Bir Marksist teori için zorunlu olan bu gereklilikler açısından bakıldığında, Stalin’in ulus tanımında ve anlayışında önemli eksiklikler vardır, her ne kadar o dönemde bu tanım teorik bir ilerleme anlamına gelmiş olsa da. Bu tanım, ne kapitalizmde ve sosyalizmde ne de günümüzün gelişmekte olan ülkelerinde ulusun oluşumu ve gelişiminin karmaşıklığını tam olarak yansıtmamakta ve ulusun toplumsal içeriği ve işlevini yetersiz bir şekilde ortaya koymaktadır.15

Stalin, ulus konusundaki görüşlerini Bauer’in ulus teorisine yönelik eleştirileri çerçevesinde geliştirmiş olsa da, temelde onun başlangıç noktasını benimsemiştir: Ulus, karşılaştırıldığında bazen birinin bazen diğerinin öne çıktığı belirli özelliklere sahip bir topluluktur (Gemeinschaft mit bestimmten Merkmalen). Bu başlangıç noktasından dolayıdır ki, ulusun özünü oluşturması gereken özellikler kompleksi, belirli ekonomik toplum formasyonlarıyla, belirli sınıflarla, onların çıkarları ve mücadeleleriyle bağlantılı olmayan, statik ve sınıfsal olarak kayıtsız bir şey olarak görünmekte, oysa büyük ölçüde kendisi de sınıf karakteri taşımaktadır. Ulusun bir özellikler toplamına sahip bir topluluk (Gemeinschaft) olduğu yönündeki görüş meselenin özüne ancak yetersiz bir şekilde nüfuz etmektedir. “Topluluk” kavramı, ulusun genel karakteristiğini tanımlamak için pek uygun değildir, çünkü ulusun sınıfsal karakterini ve sınıfsal içeriğini göz ardı eder. Otto Bauer’in teorisinde “topluluk” kavramı anlamlıdır; zira topluluk olarak ulus fikri Bauer’in ulusun yalnızca gerçekten kültür, bilinç ve sosyal psişe (ulusal karakter) birliğine sahip olan halk kesimi tarafından oluşturulduğu görüşünün mantıksal bir sonucudur. Dolayısıyla Bauer’e göre ulus içinde sınıf antagonizmaları da olamaz.16 Bauer’in kullandığı bu “topluluk” kavramı, burjuva idealist sosyolojiden gelmektedir. F. Tönnies tarafından, toplum (Gesellschaft) kavramına karşı geliştirilmiş ve 1881’den itibaren dolaşıma sokulmuştur. Tönnies’in amacı, irade birliği temelinde kurulmuş bir içsel insan birliğini tanımlamaktır. Söz konusu topluluk, iddia odur ki, insanların yalnızca dışsal bir yan yanalığından ibaret olan toplumun temelini oluşturur.17

Sınıfsal bölünme ve proletarya ile burjuvazi arasındaki keskinleşen sınıf mücadelesi sonucunda —metaforik olarak ifade edilirse— kapitalist ulus içinde aslında “iki ulusun” var olduğu varsayımından hareket eden, aynı zamanda bu ulusun kültürü içinde de birbirine zıt iki kültür gören Marksist ulus teorisi —toplumsal bilincin sınıfsal içeriğinden hiç bahsetmeye gerek bile yok—, bu ulusu ancak esaslı bir şerh düşmek kaydıyla topluluk olarak, hele de istikrarlı bir topluluk olarak adlandırabilir. Bu ulus, kapitalist toplum formasyonunun zemini üzerinde ve çerçevesi içinde karşıtların birliğini oluşturan, antagonistik sınıflardan oluşan çok göreceli bir topluluktur ve kanaatimce daha ziyade bir toplumsal birlik (soziale Einheit) olarak adlandırılmalıdır. Bu toplumsal birlik, ancak sınıf antagonizmalarını bilmeyen — fakat hâlâ sınıflara ve tabakalara sahip olan — sosyalist bir ulus biçimi içinde giderek gerçek bir topluluk özelliği kazanmaya başlar; fakat yalnızca sınıfsal farklılıkları tamamen ortadan kaldırmış komünist ulus kelimenin tam anlamıyla gerçek bir topluluk olarak nitelendirilebilir. Stalin tarafından geliştirilen ulus tanımı kuşkusuz şematik bir karaktere sahiptir. Bir ulusun ancak tanımda belirtilen tüm özellikler mevcut olduğunda var olabileceği yönündeki kesin (apodiktik) iddia, ulusların ortaya çıkışını ve tarihini, tarihsel sürecin nedenselliğinin/yasallığının çeşitliliğine neredeyse hiç yer bırakmayan soyut bir şemaya dönüştürür. Bu yaklaşımda, ulus oluşturan, bütünleştirici, insan topluluklarının bir ulus hâline gelmesine yol açan ve bunu teşvik eden toplumsal etkenler ile ulus oluşum sürecinden çıkan sonuçlar, yani ulusun özellikleri arasında bir ayrım yapılmamaktadır. Her ne kadar bu iki toplumsal olgu grubu birbiriyle yakından bağlantılı olsa da, Stalin’in tanımında olduğu gibi özdeşleştirilemezler; çünkü bu tanım, ulusun, onu karakterize eden özelliklerin tümünün bir araya gelmesi temelinde ortaya çıktığını ileri sürmektedir. Oysa gerçekte ulusların oluşumu, tarihsel gelişmenin ulusların ortaya çıkmasına zorunlu olarak yol açan genel yasallığının çok sayıda koşul tarafından değişime uğratılabileceği son derece karmaşık bir süreçtir. Uluslaşmanın belirleyici temeli, üretici güçlerin gelişmesidir; bu gelişme, genellikle etnik ve dilsel olarak tek tip, akraba veya benzer nitelikteki nüfusun bulunduğu, göreli bütünlük taşıyan bölgelerde meta üretimi ve meta mübadelesinin ekonomik ilişkilerinin ortaya çıkmasına, yani ulusal bir pazarın oluşmasına neden olur. Bu temel üzerinde ulusal ilişkilerin gelişimini teşvik eden, bütünleştirici bir rol oynayan toplumsal faktörler çok çeşitli olabilir: dil, kültür, gelenekler, görenekler, alışkanlıklar, din, dini kültler, tarihsel deneyimler ve miras, yabancı fatihlere ve zalimlere karşı korunma ihtiyacı ve en nihayetinde siyasi merkezi otorite, yani Devlet.

Gelgelelim, uluslaşma sürecinde rol oynayan toplumsal faktörlerin hepsi ulusun kurucu özellikleri haline gelmez. Bu, yalnızca söz konusu sürecin maddi temelleri ve nedenselliğiyle doğrudan ve zorunlu bi çimde bağlantılı olan toplumsal olgular için geçerlidir. Bunlar öncelikle ulusal ölçekte kapitalist meta üretiminin ekonomik ilişkileri, ekonomik temel olarak ulusal pazar, bu ekonomik ilişkilerin nüfuz ettiği kapalı bir toprak parçası ve bağımsız tarihsel varoluş ve etki kapasitesine sahip, sayıca azımsanmayacak bir nüfus topluluğudur. Bu toplulukta sınıfsal bölünme öyle bir düzeye ulaşmıştır ki, merkezileşmiş ulusal sınıf çıkarları birleşmenin ve ulus-devletin gelişiminin etkili bir kaldıracı hâline gelir; buna ek olarak, çoğu durumda “ticari ilişkilerin en önemli aracı”18 olarak işlev gören ortak bir dil de mevcuttur.

Son on yıl içinde, özellikle Sovyetler Birliği’nde, filozoflar, tarihçiler, sosyologlar, etnologlar ve diğer sosyal bilim temsilcilerinin katılımıyla tüm bir ulus-ulusal-uluslararası sorun kompleksini kapsayan yoğun ve verimli bir araştırma ve tartışma süreci gelişmiştir.19 Bu çalışmalar, önemli sonuçlara, şematik basitleştirmelerin aşılmasına ve Marksist-Leninist ulus teorisinin önemli ölçüde zenginleşmesine yol açmış ve bu zenginleşme çok sayıda yayında yer bulmuştur.20 (Devam edecek)

Dipnotlar

  1. SED Merkez Komitesi, Bericht des Zentralkomitees an den VIII. Parteitag der SED, Berlin 1971, s. 31 vd. ↩︎
  2. W. Brandt, 19 Mart 1970’te Erfurt Buluşması’nda yaptığı konuşma. ↩︎
  3. Materialien zum Bericht zur Lage der Nation, Drucksache 7/2423 des Deutschen Bundestages vom 29. 7. 1974; krş. özellikle Cilt I Bölüm 6. Die Einheit der deutschen Nation, s. 66–88. ↩︎
  4. Krş. F. Meinecke, Weltbürgertum und Nationalstaat, Münih 1908. ↩︎
  5. K. W. Deutsch, Nationalism and Social Communication, 2. Baskı, Cambridge (Mass.) 1966. ↩︎
  6. Materialien zum Bericht zur Lage der Nation, a. g. e., s. 70. ↩︎
  7. H. U. Wehler, Sozialdemokratie und Nationalstaat. Die deutsche Sozialdemokratie und die Nationalitätenfrage von Karl Marx bis zum Ausbruch des 1. Weltkrieges, Würzburg 1962, s. 10. ↩︎
  8. Krş. S. T. Kaltachtschjan, Der Leninismus über das Wesen der Nation und über den Weg zur Bildung der internationalen Gemeinschaft der Menschen, Moskova 1969, s. 75 vd. (Rusça); W. Brandt, Zu Fragen der Entstehung und zum Inhalt der von Karl Marx und Friedrich Engels begründeten Theorie der Nation (yayımlanmamış doktora tezi), Jena, t. y. ↩︎
  9. J. W. Stalin, Werke, Cilt 2, s. 272. ↩︎
  10. Aynı eser, s. 275. ↩︎
  11. Aynı eser, s. 277. ↩︎
  12. W. I. Lenin, Thesen des Referats über die nationale Frage, içinde: Полное собрание сочинений Cilt 24, s. 387. ↩︎
  13. O. Bauer, Die Nationalitätenfrage und die Sozialdemokratie, 2. Baskı, Viyana 1924, s. 135. ↩︎
  14. W. I. Lenin, Werke, Cilt 35, s. 68. ↩︎
  15. 1962’de Stalin’in ulus tanımı üzerine yaptığım eleştirel değerlendirmelere atıfta bulunuyorum; özellikle bkz. A. Kosing, Arbeiterklasse und Nation , Beiträge zur Geschichte der deutschen Arbeiterbewegung , 4/1962, s. 832 vd. ↩︎
  16. O. Bauer, Bemerkungen zur Nationalitätenfrage, içinde: Die Neue Zeit, Cilt I/1908, s. 794. ↩︎
  17. F. Tönnies, Gemeinschaft und Gesellschaft. Grundbegriffe der reinen Soziologie , 5. Baskı 1922, s. 8 vd . ↩︎
  18. W. I. Lenin, Thesen des Referats über die nationale Frage , içinde: Полное собрание сочинений, Cilt 24, s. 385 vd. ↩︎
  19. Krş. Fragen der Philosophie, Philosophische Wissenschaften, Fragen der Geschichte, Sowjetische Ethnographie dergilerindeki tartışma. ↩︎
  20. Burada yalnızca en önemlilerine işaret edilebilir: P. N. Fedossejew, M. I. Kulitschenko, J. M. Shukow ve ark., Der Leninismus und die nationale Frage unter den gegenwärtigen Bedingungen, Moskova 1972 (Rusça); M. I. Kulitschenko, Die nationalen Beziehungen in der UdSSR und ihre Entwicklungstendenzen, Moskova 1972 (Rusça); S. T. Kaltachtschjan, Der Leninismus über das Wesen der Nation und über den Weg zur Bildung der internationalen Gemeinschaft der Menschen, Moskova 1969 (Rusça); N. M. Bildung der internationalen Gemeinschaft der Menschen und S. T. Kaltachtschjan, Die Leninsche Theorie der Nation und ihre Fälscher, Moskova 1973 (Rusça); J. F. Anoschkin, T. J. Burmistrowa, M. I. Kulitschenko ve ark., Der multinationale Sowjetstaat, Moskova 1972 (Rusça); T. J. Burmistrowa, Theorie der sozialistischen Nation, Leningrad 1970 (Rusça); K. Ch. Chanascharow, Die Annäherung der Nationen und der nationalen Sprachen in der UdSSR, Taşkent 1963 (Rusça); N. Dschandildin, Der Kommunismus und die Entwicklung nationaler Beziehungen, Moskova 1964; Aynı yazar, Die Natur der Nationalpsychologie, Alma-Ata 1971 (Rusça); F. K. Kotscharli, A. F. Daschdamorow ve ark., Das Sowjetvolk und die Dialektik der nationalen Entwicklung, Bakü 1972 (Rusça); Aynı yazar, M. M. Skibizki, J. P. Zamerjan ve ark., Theoretische Fragen des proletarischen Internationalismus, Moskova 1972 (Rusça); G. J. Gleserman, Klassen und Nationen , Moskova 1974 (Rusça). ↩︎

Zohran Mamdani: Metropol Sosyalizminin İmkanları ve Sınırları

Mamdani, kenti, çok-kültürlü bir kozmopolit sahneye veya tercihler, zevkler, renkler potporisine indirgemek yerine, kent yaşamının ve kenti kent yapan hizmetlerin ve tatminlerin üretilmesi gerektiğini vurgulayan bir siyasi çerçeve çizerek kazandı. Örneğin, “Senagalliler, Özbekler, Meksikalılar, Yemenliler”…

Büyük İhanet: Arap ve Müslüman Liderler Trump’ın Gazze Planına Neden Destek Oluyor?

Tarihin tam da bu noktasında, dünya kamuoyu kesin olarak İsrail aleyhine dönmüş ve daha önce hiç olmadığı kadar çok ülke Filistin devletini tanımışken, Arap ve Müslüman liderler, İsrail’in intikamının yıkıntılarının içinden yaşayabilir bir devletin asla…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.