Süper Sömürü Kavramının Önerileri ve Sınırları: Küçük Adam, Hayalgücü ve Siyasal Öznellik

Tahmini Okunma Süresi: 6 dakika

Kapitalist toplumsal dengeyi istikrarsızlaştırmak, emekçi sınıfın haddini aşmaya yönelmesi, haddini aşmaya yönelmesi ise kendisine hak görülen ile kendisinin hak gördüğü arasındaki mesafeyi bir kopuşa doğru büyütmek, söz konusu mesafeyi bir kopuşa doğru büyütme siyaseti ise emekçi sınıfın hayalgücünün ufuklarını radikal olarak genişletmek demektir. “Süper sömürü” koşullarında sınıf mücadelesinin tayin edici cephesi hayalgücünün sınırlarıdır.

Bu yazıda süper sömürü kavramı üzerinden, kavramın olanakları ve sınırlarına dair bir tartışma ile benim “küçük adam”, “küçük adamın geçim etiği”[1] olarak tanımladığım sağ siyasal öznelliğin kurulumuna dair bazı önermelerde bulunacağım.

Süper sömürü, Brezilyalı Marksist ve Bağımlılık ekolünün önemli ama Türkiye’de az bilinen isimlerinden Ruy Mauro Marini’nin Bağımlılığın Diyalektiği (Dialectics of Dependency)[2] kitabının merkezinde duran bir kavram. Marini, artı-değerin işçiden çıkarılmasının özgün bir biçimi olarak süper sömürüyü, bağımlılık ve alt-emperyalizm gibi yapısal süreçleri analiz etmek üzere kullanıyor. Bu analizin değerini tanımakla beraber, burada süper sömürü kavramı yapısal ilişkileri anlamak üzere değil, aşırı sağ siyasal öznelliğin nasıl aşılabileceğine dair bir tartışma yürütmek üzere işe koşulacak.

 

Emek-gücünün Değeri:

Emek-değer teorisine göre bir metanın değişim-değeri, bu metanın üretilmesi için toplumsal olarak gerekli emek zamanı tarafından belirlenir. “Emek gücünün değeri de, diğer herhangi bir meta gibi, bu özel nesnenin üretimi ve dolayısıyla aynı zamanda yeniden üretimi için gerekli emek-zamanla belirlenir.”[3] Peki emek gücünün yeniden üretimi ne demektir ve bu yeniden üretim için gerekli emek-zaman daha somut olarak neye tekabül eder? Marx’ın yanıtı çok karmaşık sayılmaz: emek-gücünün değeri, emek gücünün yeniden üretimi için tüketilmesi gereken mal ve hizmetlerin üretimi için toplumsal olarak gerekli emek-zamanına denk gelir.

Ama yanıtı karmaşıklaştıran bir husus var; bu da bizi emek-gücünü diğer metalardan ayıran özgünlüğüne ve dolayısıyla emek-gücünün değerini nesnelleştirme/sabitleme/kesinleştirme çabalarının sınırlarına doğru götürür. (Bu aynı zamanda sömürü merkezli bir siyasallaşmanın sınırlarını da tartışmak anlamına gelir.) Marx, emek gücünün yeniden üretimi için tüketilmesi gereken geçim araçlarının ifade ettiği yaşam standardının salt fizyolojik yeniden üretimin gerekliliklerince belirlenmediğini, bu standardın ülkesel/tarihsel/coğrafi bir bağlamının da olduğunu söyler:

“Emek gücünün sahibi bugün çalışmışsa, yarın aynı süreci aynı güçle ve sağlıklılıkla tekrarlayabilir olmalıdır. Demek ki, geçim araçlarının miktarı, çalışan bireyi çalışan birey olarak normal sağlık durumunda tutmaya yetecek kadar olmak zorundadır. Beslenme, giyinme, ısınma, barınma vb. gibi doğal ihtiyaçlar, bir ülkenin iklimine ve diğer doğal özelliklerine göre farklılaşır. Diğer yandan, zorunlu denilen ihtiyaçların giderilme tarzları gibi miktarları da tarihsel gelişmenin ürünüdür ve bundan dolayı, büyük ölçüde bir ülkenin uygarlık düzeyine, başka şeylerin yanında esas olarak özgür işçiler sınıfının hangi koşullar altında ve dolayısıyla hangi alışkanlıklarla ve hangi yaşam beklentileriyle oluşmuş olduğuna bağlıdır. Bu demektir ki, emek gücünün değeri belirlenirken, diğer metalar için söz konusu olmayan bir tarihsel ve manevi unsur da işe karışmaktadır. Bununla beraber, belli bir ülkede, belli bir dönemde, bir işçi için gerekli ortalama geçim aracı miktarı veridir.”[4]

Marx, emek-gücünün değerinin tayinindeki bu tarihsel/coğrafi/manevi öğeyi tespit etmekle beraber, bu öğenin siyasal öznellik bahsindeki içerimlerinin ya da değişim değeri biçimine koyduğu sınırların özel olarak peşine düşmez: “Diğer yandan, zorunlu denilen ihtiyaçların giderilme tarzları gibi miktarları da tarihsel gelişmenin ürünüdür ve bundan dolayı, büyük ölçüde bir ülkenin uygarlık düzeyine, başka şeylerin yanında esas olarak özgür işçiler sınıfının hangi koşullar altında ve dolayısıyla hangi alışkanlıklarla ve hangi yaşam beklentileriyle oluşmuş olduğuna bağlıdır. Bu demektir ki, emek gücünün değeri belirlenirken, diğer metalar için söz konusu olmayan bir tarihsel ve manevi unsur da işe karışmaktadır” dedikten hemen sonra, “bununla beraber, belli bir ülkede, belli bir dönemde, bir işçi için gerekli ortalama geçim aracı miktarı veridir” diyerek emek gücünü koşullayan öznel faktörlerin nicel olarak/değer biçimine indirgenebileceği varsayımıyla analizine devam etmektedir.

“Bununla beraber, belli bir ülkede, belli bir dönemde, bir işçi için gerekli ortalama geçim aracı miktarı veridir” dediğinde ya da “işçi sınıfının alışkanlıkları” ve “yaşam beklentileri” terimleriyle emek-gücünü değişim değeri biçimine doğru depolitize eden, teknikleştiren, adeta insan kaynakları departmanının nesnelleştirici diliyle konuşan Marx’ın kendisi midir, yoksa bu indirgeme sermayenin bir soyutlama işlemidir de bu sözler Lukács’ın dediği gibi “kapitalist toplumun öz-bilgisini (Selbsterkenntnis)”[5] mi “temsil eder” — burada bir miktar belirsizlik vardır.

Bu yazı, buradaki belirsizliğin üzerine giderek emek-değer teorisi, sömürü ve siyasal öznellik arasındaki ilişkiye dair kavramsal bir açılım yapmayı amaçlamaktadır.

 

Süper Sömürü:

Marx, artı-değer sömürüsünün başlıca iki biçimini tanımlar: Mutlak artı-değer ve göreli artı-değer. “İş gününün işçinin tam kendi emek gücünün değerine eşit bir değeri ürettiği noktanın ötesine uzatılması ve bu artık emeğe sermaye tarafından el konması: mutlak artık değer üretimi denilen şey budur… Mutlak artık değer üretimi sadece… iş gününün uzunluğuna bağlıdır.”[6]

Göreli artı-değer ise, geçim araçlarını üreten üretim kollarındaki emek üretkenliğinin artışına paralel olarak gerekli emek-zamanın kısalmasıyla ortaya çıkan artı-değerdir. Her iki artı-değer üretimi biçimini tanımlarken Marx, emek-gücünün tam değerinde mübadele edildiği serbest rekabetçi piyasa koşulları varsayımı içinde dahi sömürünün gerçekleştiğini gözler önüne sermektedir.

Peki ya emek-gücünün fiyatının sistematik olarak emek-gücünün değeri altında kaldığı durumlar ve bağlamlar? Marx bu ihtimali tanımakla beraber, emek-gücünün de tıpkı diğer metalar gibi uzun vadede tam değerinden mübadele edildiği serbest rekabetçi piyasa varsayımına dayandığı için bu ihtimalin üzerine düşmez. Süper sömürü kavramı, emek-gücünün fiyatının sistematik olarak emek-gücünün değeri altında kaldığı durumlar ve bağlamları tanımlamak üzere geliştirilmiştir.

Bu durum ve bağlamlarda emekçi sınıfın ücretleri yoksulluk sınırlarının altına doğru itilmekte, en temel sosyal-kamusal hakları elinden alınmakta, eğitim-sağlık hizmetleri piyasalaştırılmakta, mülksüzleştirerek birikim sermaye birikiminin temel biçimi olmakta, emek örgütsüzleştirilmekte, emek-gücü kendini yeniden-üretme kabiliyetini kaybetmekte, emekçi fiziksel ve psikolojik yıpranışını telafi edememekte, mutlak yoksullaşma koşulları hüküm sürmekte, varsa hazırdan yenilmekte ve birikimler tüketilmekte, yoksa aileler borç bataklığına sürüklenmektedir.

John Smith, Marini’nin Marksist bağımlılık tezini daha da geliştirerek süper sömürünün bugünkü emperyalizmdeki merkezi rolünü vurgular.[7] Emperyalizme/bağımlılığa yaklaşırken tıpkı Marini gibi  değer teorisini esas alan Smith, küresel emek arbitrajının yön verdiği üretimin küreselleşmesi üzerinden artı-değer çıkarmanın bugünkü kapitalist emperyalizmin temel işleyiş mekanizması olduğunu söyler. Amerika, Avrupa, Japon kökenli ulusötesi şirketlerin emek-gücünün yeniden üretimi için gerekli tüketim ürünlerinin üretimi basta olmak üzere üretimi düşük ücretli ülkelere kaydırarak küresel Güney’in emeğini süper sömürüye tabi tutmaları burada belirleyici rol oynar. Marini’nin Latin Amerika’da süper sömürü üzerinden ucuza temin edilen gıda ve diğer tüketim ürünlerinin Batı’da mutlak artı-değerden göreli artı-değere geçişteki rolüne vurgusundan ilhamla Smith, küresel Güney’in esasta tüketim malları ihracatına dayalı süper sömürü modelinin Batı işçi sınıflarının emek-gücünün değerini düşürerek onları idare edilebilir kıldığını söyler.

 

Süper Sömürünün Sınırları

Süper sömürü; küresel Güney’in bağımlı kapitalist bağlamlarındaki emekçi sınıfların maddi sefaletini anlamlandırmak üzere perspektif sunmakla beraber, emek-gücünün değeri tartışmasını ancak emek gücünün değişim değeri biçimine tabiliği kapsamında yapabilmektedir. Mesele “emek-gücünün fiyatının sistematik olarak emek-gücünün değeri altında kalması” olarak konulduğunda, emek-gücünün somut bir ülkesel bağlamdaki değerinin hesaplanabileceği (“belli bir ülkede, belli bir dönemde, bir işçi için gerekli ortalama geçim aracı miktarı veridir”) ve emek-gücünün ihtiyaçlarını koşullayan “işçi sınıfının alışkanlıkları”nın ve “yaşam beklentileri”nin de nicel olarak indirgenebileceği varsayılmaktadır.

Emek-gücünün değerinin hesaplanabilirliği varsayımını sürdürmenin büsbütün anlamsız olduğunu iddia etmek gibi bir niyetim yok. Açlık ve yoksulluk sınırı adı verilen hesaplamaların yapılması, sömürü oranlarının hesaplanması, sömürü karşıtı ya da yeniden bölüşümcü iddialara/siyasete zemin ve meşruluk sunar. Bu az şey değildir.

Burası aynı zamanda “süper sömürü” kavramının sınırlarına da geldiğimiz yerdir. Zira emek-gücünün ihtiyaçlarını koşullayan “işçi sınıfının alışkanlıkları” ve “yaşam beklentileri”, siyasal olana bağışık bir tarihsel süreç içinde kendiliğinden oluşmuş, verili alabileceğimiz ya da doğallaştırabileceğimiz, bir takım geçim araçlarıyla eşleştirerek tanımlayabileceğimiz bir yaşam tarzından ibaret değildir. Bu alışkanlıklar, beklentiler, yaşam tarzları, sermaye birikiminin gereklilikleri doğrultusunda emekçi öznelliğinin siyasal ve ekonomik zor ile şekillendirilmesi bağlamında bir tartışmayı hak etmektedir.

Buradan bakıldığında, süper sömürü olarak adlandırılan süreci yeniden tanımlama ihtiyacı ortaya çıkıyor. Yani mesele “emek-gücünün fiyatının sistematik olarak emek-gücünün değeri altında kalması” olarak değil de, bizatihi emek-gücünün değerini düşürmek üzere emek-gücünün ihtiyaçlarını koşullayan “işçi sınıfının alışkanlıkları” ve “yaşam beklentileri”nin zor yoluyla sınırlandırılması, şekillendirilmesi ve kontrol altına alınması olarak yeniden beliriyor.

İlksel Birikim

Meselenin bu yeni belirişinin bizi götürdüğü kavram, ilksel birikimdir. Burada ilksel birikimi yeniden anlamlandırma yönündeki tartışmaların vardığı mutabakatın içinden konuşuyorum. Nedir bu mutabakat?

“İlksel Birikimin kapitalizmin şafağına özgü, tarihsel olarak sınırlı bir olgu olmak bir yana, kapitalist egemenliğin kurucu ve neredeyse fizyolojik bir unsuru, özellikle kriz zamanlarında sınıf ilişkilerini yeniden tanımlamak, öznellikleri yeniden şekillendirmek ve işgücünü saf emek gücüne dönüştürmek için kullanılan bir strateji olduğu konusunda geniş bir görüş birliği vardır.”[8]

Silvia Federici, bir yandan bu mutabakatın altını çizerken öte yandan bu mutabakatın da ilerisine geçme gerekliliğini vurgular. Buradaki özgün katkısı, ilksel birikim kavramını, emekçi öznelliğin şekillendirilmesinin ve emekçi sınıf içindeki göreli konumların ve hiyerarşilerin inşasının sermaye birikimindeki merkezi rolünü anlamak üzere geliştirmesidir. 16. ve 17. yüzyıl Avrupa’sındaki yaygın cadı avlarını ilkel birikim analizinin merkezine yerleştirir Federici ve “kadınların, kendi cinsellikleri ve yeniden üretim kapasiteleri üzerindeki kontrolünü suç haline getirmek yoluyla, bedenlerinin çitlenmesini[n] ve yeniden üretici emekleri ile toplumsal konumlarının değersizleştirilmesini”n[9] kapitalizmin gelişimindeki işlevini sergiler.

Bu yeni kavrayış aynı zamanda Marx’a yönelik bir eleştiriyi de barındırmaktadır: “Marx’ın analizinin (ara sıra istisnaları görülebilse de) kabul etmediği şey, emek hiyerarşileri ve ayrımlaştırılmış insan tabakalarının yaratılmasının, kapitalizmin kuruluşu ve sürekliliğinde insanların üretim ve geçim araçlarının yok edilmesi kadar önemli olduğu”dur.[10]

Nejat Ağırnaslı, Federici’nin bu argümanını kavramsal olarak keskinleştirir ve asli birikim adını verdiği ilksel birikimi, kapitalist toplumun hiyerarşik bir fark sistemi olarak kurulmasının bağlamı olarak ele alır. Dolayısıyla ilksel birikim, sermaye birikiminin kesintisizliği amacına koşulmak üzere toplumsal aktörlerin haddini tayin etmek, haddini aşanların haddini bildirmek zanaatıdır: “Asli birikim, bu anlamıyla sadece bir zamanlar birilerinin mülksüzleştiği bir tarihsel an değil, bizzat kapitalizmin zamansallığı, üretimin içerisinde gaspın gasp olmasını sağlayan farklar düzlemidir. Somut olarak bu, işçinin disipline edilip haddini bilmesidir.”[11]

Küresel güneyin bağımlı kapitalist ülkelerinin emekçi sınıfının süper sömürüsü o halde salt emekçi sınıfın en temel sosyal-kamusal haklarını elinden alarak, eğitim-sağlık hizmetlerini piyasalaştırarak, iş güvenliği önlemlerinden kısarak değil, emekçi sınıfın hayalgücünü öldürerek, umudunu çalarak, özgüveni ve öz saygısını zayıflatarak, cesaretini kırarak, yani haddini bildirerek mümkün olabilmektedir. Süper sömürü olarak adlandırılan süreç o halde aslında ufku, talepleri, hayalgücü, özsaygısı kısıtlanmış, haddini hududunu bilen “küçük adam ve kadınlar”ın üretilmesi sürecidir.

Bu göreli hadler üzerine kurulu kapitalist toplumsal dengeyi istikrarsızlaştırmak, emekçi sınıfın haddini aşmaya yönelmesi, haddini aşmaya yönelmesi ise kendisine hak görülen ile kendisinin hak gördüğü arasındaki mesafeyi bir kopuşa doğru büyütmek, söz konusu mesafeyi bir kopuşa doğru büyütme siyaseti ise emekçi sınıfın hayalgücünün ufuklarını radikal olarak genişletmek demektir. “Süper sömürü” koşullarında sınıf mücadelesinin tayin edici cephesi hayalgücünün sınırlarıdır.

O halde tekrar ve gür sesle: Hayalgücü İktidara!


[1] https://yurtseverce.com/2024/04/04/kucuk-adamin-gecim-etigi-ile-nasil-mucadele-etmeli-turkiye-evimiz-alti-talebimiz/

[2] Ruy Mauro Marini, Bağımlılığın Diyalektiği, çev. Ertan Erol (Ankara: Dipnot Yayınları, 2021)

[3] Karl Marx, Kapital: Ekonomi Politiğin Eleştirisi. 1.Cilt, çev. Mehmet Selik ve Nail Satlıgan (İstanbul: Yordam Kitap, 2012), s. 170.

[4] Ibid., s. 171.

[5] Georg Lukács, History and Class Consciousness: Studies in Marxist Dialectics (Cambridge : MIT Press , 1972) .

[6] Karl Marx, Kapital: Ekonomi Politiğin Eleştirisi, 1. Cilt, s. 486-487.

[7] John Smith, Imperialism in the Twenty-first century: Globalization, Super-exploitation, and Capitalism’s Final Crisis (New York: Monthly Review Press, 2016).

[8] Silvia Federici, Caliban ve Cadı: Kadınlar, Beden ve İlksel Birikim, çev. Öznur Karakaş (İstanbul: Otonom Yayıncılık, 2012), s. 11.

[9] Ibid., s. 8.

[10] Ibid., s. 11

[11] Rıza Ekinci ve Fikri Erkindik, Suphi Nejat Ağırnaslı’nın Komünist Israrı: Menkıbe’yi Yeniden Düşünmek                                                                   s. 298-299