Türk ve Türkiye Yurtseverliğine Çağrı!

Tahmini Okunma Süresi: 5 dakika

Türk ve Türkiye yurtseverlerine hitap eden bu çağrının dayandığı temel bir önerme var: Türklük; Türkiye’deki herhangi bir etnik farkın adı olmaktan çok daha fazla bir anlama sahip, ekonomik-siyasi-kültürel boyutlarıyla Türkiye kapitalist toplumsal düzeninin üzerine kurulu olduğu temel siyasi ilke ve bir toplumsal siyasal birim olarak Türkiye’nin varlık gerekçesi. Dolayısıyla Türkiye’nin karakter dönüşümü ölçekli hiçbir yapısal değişiklik Türklüğü yeniden içeriklendirmeyi atlayan bir siyasal konumun öncülüğünde gerçekleşemez.

İçinde bulunduğumuz dönemin siyasal kutuplaşmaları, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin alelade bir dönemindeki ve kurucu parametreler dairesindeki siyasal kutuplaşmalar ile karşılaştırılamaz. Türkiye’nin karakter dönüşümü ölçekli bir yapısal değişiklik düzeyinde cereyan eden bir siyasal kutuplaşmalar dönemindeyiz.

Türkiye Cumhuriyeti 100 yılını geride bıraktı. Bugün ortada ne bir Cumhuriyet ne de Türkiye’yi bir arada tutan kapsayıcı ve güçlü bir ulusal kimlik ve asabiye var. Türk-Sünni emperyal faşizmi Türk burjuva devriminin Cumhuriyetini yıktı. Türk-Sünni emperyal faşist düzeninin Türk öznesi, “Ortadoğulu-Müslüman-Arap-Feodal tarihsel kalıntılarından ya da yükünden” kurtulup burjuva-liberal Avrupa medeniyetine dahil olmak vazifesiyle tanımlı Türk değil. Ona yeni bir vazife tanımlandı: “Türk, beklenendir, tarihsel mukadderatından kaçamaz.” Osmanlı taşrasının / periferisinin / kasabasının her milletten Sünnilerinin kurtarıcı hegemonu olarak, Batı ve Batı’nın içerideki ve bölgedeki işbirlikçilerinin “reklam arasına” zorladıkları Müslüman Osmanlı’yı yeniden diriltmekle vazifeli Yeni-Osmanlıcılığın Türk öznesi bu.

Bugünün siyasal kutuplaşmasının düzlemi budur. Kutuplaşmanın Türkiye’nin karakter dönüşümü ölçekli bir yapısal değişiklik düzeyinde cereyan ettiğinin en çarpıcı göstergelerinden biri, Türk burjuva milliyetçiliğinin Türkçü kanadında sayısız girişimin Sünnici ve emperyal yeniden içeriklendirme sürecinde flulaşan Türklüğün ayrıklığını anti-Kürt ve anti-Arap söylemlerle restore etmek üzere ortaya çıkması olmuştur. Keza Türk burjuva milliyetçiliğinin burjuva kanadındaki muhalefet söyleminin de “eğitimsiz”, “modern olmayan” halk kesimlerinden küçük-burjuva seçkinci bir ayrışmanın kavramı olarak beliren “liyakat” üzerine kurulmaya başlaması da Türk burjuva milliyetçiliğinin restorasyon hamlesinin diğer veçhesidir.

Türk-Sünni emperyal faşizminin Türklüğü emperyal ve Sünnici yeniden içeriklendirme siyaseti ve bunun karşısında Türk burjuva milliyetçiliğin anti Kürt-Arap ve liyakatçi/seçkinci restorasyonculuğu… Siyasal alanı belirleyen ve kapatan bu kutuplaşmanın sunduğu iki alternatifin dışında Türklüğü yeni bir radikal tarifle içeriklendirmeyi öngören bir davette bulunmak istiyoruz. Bu isteğimiz Türk olmamızdan, Türk halkının içine düşürüldüğü durumun ıstırabını ilk elden yaşıyor olmamızdan kaynaklanmıyor sadece. Başta da söylediğimiz gibi: “Türklük, Türkiye’deki herhangi bir etnik farkın adı olmaktan çok daha fazla bir anlama sahip, ekonomik-siyasi-kültürel boyutlarıyla Türkiye kapitalist toplumsal düzeninin üzerine kurulu olduğu temel siyasi ilke ve bir toplumsal siyasal birim olarak Türkiye’nin varlık gerekçesi. Dolayısıyla Türkiye’nin karakter dönüşümü ölçekli hiçbir yapısal değişiklik Türklüğü yeniden içeriklendirmeyi atlayan bir siyasal konumun öncülüğünde gerçekleşemez.” Türklük içinde bulunduğumuz kördüğümü çözmeye başlayacağımız tutamaktır.

Türk-Sünni emperyal faşizmine karşı Türk burjuva milliyetçi restorasyon girişiminde temsil edilmiyoruz. Zira iki karşıt cephenin en temel meselelerdeki mutabakatlarını paylaşmıyoruz ve aralarındaki süreklilikleri tespit ediyoruz. Türk-Sünni emperyal faşizminin emperyal vazifeli Türk’ü de, Türk burjuva milliyetçiliğinin ilerleme ve modernleşme vazifeli Türk’ü de, sermaye-devletin kapitalist toplumsal düzenini verili kabul eden, bu düzenin işleme mekanizmasını içselleştiren ve dolayısıyla öznel tercih ve pratikleriyle bu düzeni yeniden üreten ideolojik inşalardır. Bu içselleştirme, sermaye-devletin kurucu dinamiği olan “biriktirmek için biriktirmenin”, “kalkınma”, “büyüme”, “genişleme”, “ilerleme”, “modernleşme” fetişleri üzerinden—tabii her bir Türklük imgesi için bu fetişlerin farklı bileşimlerini içermek suretiyle— tanımlanan vazifelerle bu Türklüklerin de kurucu dinamiği haline gelmesiyle mümkün olur.

***

Kurucu dinamiği biteviye ve amansız rekabet olan sermaye ve devlet, yaşamlarımızı en güçlü olanın hayatta kalması prensibi üzerinden yapılandırır. Bu, yaşamlarımızın araçsallaşması ve biriktirmenin (para, güç, toprak, kariyer) kendi başına amaçlaşmasından başka bir şey değildir. Varoluşumuz, hayatın geçmiş-bugün-yarın çizgisi içinde biriken bir doğrusallığa sahip olduğu yanılsaması etrafında şekillendirilir. İlerleme, Büyüme, Kalkınma hiçbir açıklamaya gerek duymayacak kadar meşrulukları açık, sorgulanamaz, verili kabul edilmesi gereken fetişlere dönüşür.

***

Biriktirmek için biriktirmek; yani devleti toplumun hizmetinde bir bürokratik makine olarak görmek yerine onu toplumun üzerinde duran ve ona hükmeden bir kutsallık olarak tabulaştırmak, üretimi ihtiyaçların karşılanması için değil de daha fazla üretmek için yapan sermayeye dokunulmazlık payesi vermek, tüm bu saçmalığı da ilerleme, büyüme, kalkınma, genişleme fetişleri üzerine diktikleri Türklüklerine tarihsel vazifeler tayin etmekle, mukadderatlar tanımlamakla garantiye alan Osmanlıcı, Orta Asyacı, İslamcı, Modern ve hatta Sol-Sosyalist Türkçülükler.

Bütün bu metafiziğe, ölümsüzlük, kurtuluş ve şehadet vaadine, gerçeklikle bağını hiçbir sınır tanımamak üzere kesen bu fantastik evrene karşı makul olanın, fâniliğimizin, doğal kaynakların sınırı ve toplumsal-tarihsel maddi gerçeklerin bilgisini esas alan bir Türk ve Türkiye Yurtseverliğine çağırıyoruz. Önümüze ve Türk milletinin önüne koyduğumuz tarihsel vazife, Türk milletini tarihsel mukadderat ve vazife çağrılarından, büyüme-ilerleme-genişleme fetişlerinden, biriktirmek için biriktirmeyi esas alan egemenlikçi/iktidarcı arzudan, bu arzunun sermayeci ve devletçi kurumsallığından özgürleştirebilmek.

Yurtseverliğimizin bir metafiziği var elbet; çağrımız gerçekliğin buz gibi hesap kitabına rasyonel teslimiyetçi bir çağrı olmadığı gibi gerçekliğin iktidar ve sömürü yapıları içinde bir hikmet ve kıymet bulmaya davet de değil. Tam bu noktada, her özcü angajmanı şovenizmle/milliyetçilikle/faşizmle özdeşleştiren evrenselciliklere karşı yurtseverliği milliyetçilikten ayıran önemli detayın ne olduğu belirginleştirilmeli: yurtsever özcülük, yurtseverleri yurdun halihazırda ve her haliyle sevilmeye layık olduğuna dair bir milliyetçi önkabule götürmez; yurtsever özcülük, yurtseverleri ülkenin ve halkın gerçek bir dönüşümü sağlayabilecek bir potansiyele sahip olduğuna iman etmeye götüren metafiziğin adıdır. Yurtseverler var olanı değil, var olabilecek olanı, bir harika ihtimali ve potansiyeli severler. Bu ihtimal ve potansiyelin inkârı mümkün olmayan bir kuvvetle kendini dayatıyor olduğu, verili kabul edilebileceği devrimci zamanlar istisna dönemlerdir. Hele şeyleşmenin, yabancılaşmanın, atomizasyonun bu ölçüde derinleştiği içinde bulunduğumuz devrimcilik-sonrası zamanlarda ne akıl yürüterek ne de verilere dayanarak bir “gerçek ihtimal” çıkarsaması yapmak olanaklı değildir.

“Anti-emperyalizme”, “emekçi halka karşı sorumluluğa”, ya da “evrensel kurtuluş mesajının yerlileştirilmesine” indirgenebilecek, Türklük referansından imtina eden bir “genel” yurtseverlik çağrısında bulunmuyoruz. Anlaşılacağı üzere, milliyetçilik ve faşizmin sermayeyi verili-doğal kılan, devleti kutsal ilan eden, Türk’e mukadderatlar buyuran ve ayrıcalıklar bahşeden ilahiyatını sekülerleştirmeye yönelik bir eleştiriyi yurtsever çağrımızın merkezine yerleştiriyoruz. Türklük referansından sözde enternasyonalizm adına imtina eden “genel” yurtseverlik çağrılarının büyük bir kesiminin aslında böylece tam da söz konusu Türk milliyetçisi ilahiyatla yüzleşmekten kaçınmanın üstünü örten bir sahte enternasyonalist-pratik milliyetçi jesti cisimleştirdiklerini görüyoruz ve bu çizgiden kendimizi özenle ayırıyoruz.

Bu çerçevede Türk Yurtseverliğini üstlenen bir iradeyle aşağıdaki ilkeleri ve Türkiye perspektifini ileri sürmek üzere tüm Türk ve Türkiye Yurtseverlerine bir araya gelme çağrısında bulunuyoruz:

a) Devleti kendi başına amaçlaşmış, toplumun üzerine çıkmış ve adeta ilahi bir tek ve bölünmez varlık olarak kutsayan devletçi ve merkezci anlayışa karşıyız. Devleti Türk egemenliği adına fetişleştiren bu anlayışın, egemenliği tek tek Türklerden ve bir bütün olarak Türk halkından çalan bir bürokratik-siyasi oligarşik uyanıklık olduğunu ileri sürüyoruz.

b) Ulusal egemenliğin esasının liberal ve milliyetçi merkezi temsile değil, köy, belde, ilçe ve illerde kurulacak binlerce komüne dayanmasından yanayız.

c) Dinsel ve etnik referanslarla ayrıcalıklar ve dışlanmalar üreten teokratik ve etnokratik bir devlet istemiyoruz. Türklüğün ve Sünniliğin egemenlik, Kürtlüğün, Aleviliğin ve diğer grupların tanınma ve statü ile kendini güvence altına alacağı bir devletçi biraradalık modelini benimsemiyoruz. Kolektif, bireysel ve bölgesel aidiyetlerin ulusal egemenliğin komün biçimi içinde kendi doğallığı ve mekânında özgürce icrasından yanayız.

d) Teokratik ve etnokratik olmayacak, binlerce komün üzerine kurulacak bu yapının paralel ve yalıtık toplulukların aritmetik bir toplamı olarak değil, “halklar”ın ve “farklar”ın Lübnanvari kaotik çatışmalı birliği değil, ama ortak iradesi olan bir ulus olarak işleyebilmesinin:

    • Eğitim, sağlık, barınma, çalışma, dinlenme, güvenlik ve düzen, internet ve iletişim, ulaşım, çocuk-yaşlı-engelli bakımı, kültür-sanat-spor ihtiyaçlarının en üst düzeyde karşılanmasının koşullarını piyasaya bırakmayacak,
    • Etnik, dinsel, toplumsal cinsiyet, ideolojik farklılıklar etrafındaki tartışmaları en düzeyde güvence altına alırken eşitliği bozan politikalara, tehdit ve şiddete asla tolerans göstermeyecek,
    • İlerleme, büyüme, kalkınma, modernleşme siyasetleri adı altında vatan toprağının ekolojik ve tarihsel birikiminin tahribatına asla cevaz vermeyecek,
    • Emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı ilkesel düzeyde ulusal, bölgesel ve küresel tutum alacak,
    • Kolektif ve mahalli aidiyetleri kendi sembolleri ve dilleri dışında ortak dil olarak ayrıca Türkçeyi ve ortak bayrak olarak ayrıca Türkiye Bayrağı’nı kullanmakla yükümlü tutacak

güçlü bir ideolojik-siyasal ortaklaşmaya dayanan Türkiye Halkı kimliği ve onun egemen/bağımsız ulus-devleti ile mümkün olacağını savunuyoruz.

Türkiye Halkı kimliğini Türk Halkı kimliğine ya da başka kolektif aidiyetlere alternatif ya da onu ikame edecek, zayıflatacak bir kimlik olarak tanımlamıyoruz, zira merkeziyetçi olmayan bir komünal yapıda bu kolektif kimlikleri rekabete, kazan-kaybet denklemine sürükleyecek bir maddi ve ideolojik zemin görmüyoruz.

Keza Türkiye Halkı kimliğini liberal ve gevşek bir anayasal vatandaşlık/Türkiyelilik fikrinden özenle ayırıyoruz. “Türkiye Halkı” vurgumuz üst kolektif aidiyeti bireysel özerklik düzlemine doğru çözerek “fark”a liberal bir düzlemde “vatandaşça” alan açmaya yönelen Türkiyelilik tartışmalarıyla ilişkisiz, aksine radikal bir ulusal egemenlik ve toplumsal adalet için ortak eylem, karşılıklı güven/saygı ve işbirliği arayışımızın ifadesidir.

Esad Rejiminin Çöküşü: Devrim mi, Emperyalist Proje mi?

Tahmini Okunma Süresi: 3 dakika

Suriye’de Esad rejimi 12 gün gibi son derece kısa süre içerisinde başını HTŞ’nin çektiği bir muhalif blok tarafından yıkıldı. Rejimin bu kadar kısa süre içerisinde ve hiçbir ciddi direniş göstermeden yıkılması, Ukrayna’ya odaklanan Rusya’nın ve İsrail tarafından zayıflatılan Hizbullah ve İran’ın askeri desteğinin yokluğunda rejimin kendi ayakları üzerinde duramayacak bir iç çürüme yaşadığını gözler önüne serdi.

Peki, rejimin yıkılması ve Suriye’nin farklı muhalif aktörlerin kontrolüne girmesi süreci nasıl değerlendirilmelidir? Yaşanan, son laik Arap devletini yıkan bir emperyalist destekli gerici işgal mi ya da coşkuyla ya da çeşitli rezervlerle selamlanması gereken bir devrim mi? Bu soruların cevabı ancak bir ilkesel netleşmeyle birlikte verilebilir.

1. Toplumsal düzen üretimi araçlarının (devlet) bir sömürgecinin, diktatörün ya da hanedanın elinde oligarşik biçimde toplanmasına karşı, toplumsal düzen üretimi araçlarının liberal-milliyetçi temsiliyetle ya da komünal-doğrudan tarzlarda kamusallaştırılmasına yönelik cumhuriyetçi/ulusal egemenlikçi eylem meşrudur.

2. Bu kamusallaştırmaya yönelik eylemin bölgesel ya da küresel hegemonların plan ve hesaplarıyla çakışması, yerel ya da milli aktörlerin bu çakışmayı bir artıya çevirmek üzere bölgesel ya da küresel aktörlerin desteğini almaya kalkışması eylemlerin meşruiyetini ortadan kaldırmaz. Keza bu kamusallaştırma eyleminin sonuçlarının emperyal ya da bölgesel hesaplara yarayıp yaramadığı da bu eylemin meşruiyetini iptal etmez.

3. Burada iki sınırdan bahsetmek gerekir:

a) Küresel ya da bölgesel aktörden alınacak destek, doğrudan ve dolaysızca yerel/milli aktörü bu küresel ya da bölgesel aktörün iradesi olmayan bir uzantısı ya da aparatı konumuna düşürüyor mu? (Bugün Ukrayna’da olduğu üzere)

b) Toplumsal düzen üretimi araçlarını kamusallaştırmaya yönelik cumhuriyetçi eylem eşzamanlı olarak geçiştirilemeyecek ayrımcılıklar, şiddet ve dışlama pratikleri üretiyor mu?

4. Bu kriterler ekseninde bakıldığında Türkiye’nin doğrudan uzantısı ve aparatı niteliğindeki Suriye Milli Ordusu’nu ulusal egemenlikçi bir irade olarak görmek doğru olmaz.

Kürt siyasal hareketi, küresel hegemonların desteğini almakla birlikte ve dolayısıyla özgür iradesinde ciddi kesintiler ortaya çıkmasına rağmen dolaysız bir emperyalist aparatı olarak görülemez. Keza hâkim olduğu alandaki ulusal egemenlik iradesinin etnik ve dinsel gruplar ve kadınlar bahsinde kapsayıcı olmaya gayret eden bir çizgide olduğu görülmektedir.

HTŞ de keza küresel ve bölgesel hegemonların desteğini almakla birlikte bu destekten fazladır ve bir aparat statüsüne indirgenemez. HTŞ bağlamındaki temel sorun, geçmişi ve ideolojik-örgütsel kompozisyonuyla anti-Şii/Alevi, kadın düşmanı, seküler yaşam tarzına toleranssız bir çizgide bulunuyor oluşu ve ayrıca diğer azınlıklar ve Kürtler üzerinde her an şiddet üretmeye açık olmasıdır. Tüm nüfus gruplarının ayrım gözetmeksizin temel haklarının korunacağına yönelik verilen sözler ve IŞİD pratiğinin mahkûm edilmesi bu açıdan olumlu olarak görülebilse de, hem HTŞ yapısının çoğulluğu hem de ideolojik ve siyasal müktesebatının buharlaşıp hızla liberal bir evrime uğrayacağını varsaymanın temelsizliği birlikte düşünüldüğünde, seküler olmayan Sünni Arap kesimlerin dışında kalan kesimlerin HTŞ zaferinde neden bir coşkuya ve ümide kapılması gerektiği sorusu cevapsızdır. Görünen o ki, HTŞ toplumsal düzen üretimi araçları üzerindeki Esad rejiminin oligarşik mülkiyetine son vermeye yönelik özellikle Sünni Arap nüfustaki ulusal egemenlik iradesini temsil etmekle beraber oligarşik mülkiyetten kurtarılan toplumsal düzen üretimi araçlarını kamusallaştırmaya yönelik bir kapsayıcı kamusal-demokratik anlayıştan yoksundur. Burada temenniye ve iyimserliğe yer yoktur.

Hele şu ana kadar paranteze aldığımız Türk-Sünni emperyal faşizmi, Siyonizmi ve emperyalizmi de resme dâhil ettiğimizde bölgesel sonuçlar düzeyinde de HTŞ’nin zaferinin halkların kurtuluşunu cesaretlendiren bir ileri adım olduğunu söylemek yine mümkün değildir. Türk-Sünni emperyal faşizmi Esad’ın devrilmesiyle Suriye üzerinde hegemonik bir etkinlik alanı kazanırken, HTŞ’nin zaferini kendi emperyal emellerinin gerçekleşmesi olarak sunarak Türkiye içinde sorgulanan iktidarını tahkim etmeye yönelik önemli bir mevzi kazanmıştır. Emperyalizm ve Siyonizm ise hem İran’ı zayıflatmak hem Filistin davasının askeri ve lojistik imkânlarını darbelemek, hem de Doğu Akdeniz’deki kontrol alanını daha da derinleştirmek imkânına kavuşmuştur. Bölgesel ve küresel meşruiyetini güçlendirmek üzere HTŞ, anti-Hizbullah ve anti-İran yönelimini devam ettireceğini beyan etmekte ve Türk-Sünni emperyal faşizmi, Siyonizm ve emperyalizmin bölgedeki askeri ve siyasal operasyonlarında işlevli olabileceği mesajını iletmektedir.

5. Ulusal egemenlik iradesine yer açma konusundaki beklentileri tamamen boşa çıkaran, biraz olsun esneme kabiliyeti olmayan bir rejimin ilericilik-anti-emperyalizm-laiklik iddialarının ancak bir diktatörlüğün meşrulaştırılmasına yönelik mazeretler olduğu, böylesi bir rejimin ölümüne yas tutulamayacağı açıktır. Kitlelerin ulusal egemenlik coşkusu önderliğinden bağımsızlaşabilir mi, halkların kurtuluşu için kendi özgün güzergâhını yaratmaya meyledebilir mi? Tarihin ilerleyişinin tek boyutlu olmadığını akılda tutmakta fayda var. Belirgin ve dolaysız düzeyde emperyalizmin, Siyonizmin ve Türk-Sünni emperyal faşizminin kazanımı olan Esad rejiminin çöküşü, olasılıkları biriktiren bir başka düzeyde Suriye halkının kendi kaderini tayin etme iradesi doğrultusunda ileride atabileceği daha cesaretli ve gerçek adımlar için bir tarihsel referans hâline de gelebilir. Tarihin ucunu açık bırakmak, halkların gücüne ve potansiyeline güven duymak zorundayız.

BSW, Sol-Muhafazakarlık ve Ulusal Aidiyet

Tahmini Okunma Süresi: 6 dakika

BSW çizgisinin muhafazakârlık vurgusu; tarihsel süreçteki kutuplaşmalar dolayısıyla muhafazakâr-milliyetçi karşı-devrimci siyasetle özdeşleşen istikrar, güvenlik, dayanışma, düzen, öngörülebilirlik, aidiyet, aşinalık talebini bu siyasal hattan koparmaya yönelik bir hamledir. Bu hamlenin varsayımı şudur: Bu talebin kendisi doğası itibariyle muhafazakâr-milliyetçi bir karşı-devrimcilik içermez.

Bu yazıda sol-muhafazakârlık olarak adlandırılan çizgi üzerine bir tartışmaya girişeceğim. Sol-muhafazakârlık, “sol” ve “muhafazakârlık” gibi uzlaştırılması pek mümkün olmayacak iki kavramı bir araya getiriyor. Solun devrimcilikle olan tarihsel-küresel özdeşliği düşünüldüğünde ilk başta adeta bir kavramsal zorlama, hatta oksimoron ile karşı karşıya olduğumuz düşünülebilir. Keza ülke bağlamımızda solun gelişim tarihinin özgünlüğü de (Kemalist “Devrimcilik” ve Sosyalist “Devrimcilik” arasındaki süreklilik ve kopuş) bu kavramın ne demeye geldiğine dair soru işaretlerini doğal olarak artıracaktır.

Sol-muhafazakârlık kavramı, Almanya’nın yeni sol-popülist partisi BSW’nin (Bündnis Sahra Wagenknecht, Sahra Wagenknecht İttifakı) lideri Sahra Wagenknecht ve partiye yakın entelektüeller tarafından kullanılıyor. Kavram, BSW’nin kendi özgün platformunu oluşturma, Sol Parti ve Yeşiller gibi küçük-burjuva “ilerici” blokla arasında bir fark koyma çabasının ürünü. Kavramı bu tartışma açısından önemli kılan yanı, salt Almanya muhalefeti içinde yeni bir çizgiyi tanımlıyor oluşu değil; daha önemli olan, bu çizginin bir toplumsal-siyasal karşılığı olabileceğine dair alametlerin beliriyor oluşu. Sol Parti’den (Die Linke) Sahra Wagenknecht öncülüğünde ayrılan bir ekip tarafından kurulan BSW, önce Avrupa Parlamentosu ve daha sonra da Thüringen, Sachsen ve Brandenburg gibi Doğu Almanya eyalet seçimlerinde kayda değer bir başarı yakaladı. Son derece yeni bir parti olmasına rağmen BSW, Doğu Almanya’da %10-15 bandına yerleşti ve ülke genelinde de %10’a doğru bir gelişme gösteriyor.

Peki, kavram mucitleri ve icracıları tarafından nasıl tanımlanıyor? Partinin önemli fikri ilham kaynaklarından biri olan ve kapitalizmin siyasal iktisadı üzerine çok sayıda eseri ile tanınan akademisyen Wolfgang Streeck, sitemizde de yer verdiğimiz mülakatta şunu söylüyor:

BSW ile ilgili olarak da şunu ekleyeyim: siyasi hareketleri, kültürel olarak özgürlükçü veya muhafazakar ve sosyo-politik olarak ilerici veya liberal olmak üzere iki boyutta kategorize edebilirsiniz. Bu dört siyasal alana tekabül eder ve bunlardan üçü hâlihazırda doludur. Kültürel olarak muhafazakar ve sosyo-politik olarak ilerici siyasal alan ise henüz boştur. BSW’nin kalıcı olarak yerleşebileceği ve benim de kendimi rahat hissettiğim yer burasıdır.[i]

Streeck, kültürel özgürlükçü cepheye karşı kültürel muhafazakâr tarafta yer almayı önerdiğinde, belirli bir tarihsel süreç içinde ortaya çıkan toplumsal ortaklaşmaların, değerlerin, normların çözülmesi tehdidine karşı toplumun direncinden yana tavır almak gerektiğini ifade eder. Bu ortaklaşmaların çözülmesinin, birbirine ilgisiz ve duyarsız bireylerden ve paralel topluluklardan oluşan bir anonim toplama yol vereceği ve bunun da ulusal/kolektif “biz” duygusunu ortadan kaldıracağı uyarısını yapar Streeck. Bu uyarının Almanya bağlamındaki arka planını ise süregiden kitlesel göçün yarattığı riskler oluşturmaktadır.

Tam da bu noktada son derece kritik bir farkın altı kalınca çizilmeli. Streeck’in yazıyor olduğu bağlamda, hakim toplumsal normların değişen düzeylerde dışladığı gruplar en temel hakları ve tanınma talepleri düzeyinde hukuki-siyasal güvencelere sahiptir. Streeck, kültürel sürekliliklere ve ortaklaşmalara duyulan arzuyu “kültürel muhafazakârlık” olarak adlandırırken, bu grupların sahip olduğu hukuki ve kurumsal güvenceleri sorunsallaştıran değil, verili alan bir yerden konuşmaktadır. Dolayısıyla Streeck’in ve aslında BSW’nin kültürel muhafazakâr konumu, azınlıkların, kadınların, LGBTİ+ topluluğunun, göçmenlerin eşitlik taleplerini bastırmaya yönelik bir otoriter çağrı içermiyor.

Sahra Wagenknecht aşağıdaki satırlarda tam da bu olası yanlış anlamaya karşı konumlarını netleştirmektedir:

Burada, toplum odaklı muhafazakar değerlere dayanan bir programın ilerici ve çoğunluğa hitap eden bir gelecek tasarımı olarak önerilmesinden bahsedildiğinde, kadınları eve hapseden, eşcinselliği bir hastalık olarak gören, egzotik görünümlü insanlara temelde şüpheyle yaklaşan ve en soylu vatandaşlık erdemini otoritelere boyun eğmekte gören eski, bağnaz bir dünya görüşünü diriltmekten söz edilmiyor. Bugünkü mülkiyet ve servet dağılımını kutsal ilan etmek ise hiç söz konusu değil. Asıl mesele, bir toplumun bir arada kalabilmesi için hayati öneme sahip olan ve bu nedenle mutlaka korunması gereken adil birlikte yaşama değerlerine odaklanmaktır. Ancak bu değerler, küresel piyasaların serbestçe hareket etme baskısı altında giderek daha fazla geri plana itilmektedir.

Bu, birçok insanın neden yürekten muhafazakar olduğunu ve neden böyle olmakta haklı olduklarını anlamakla ilgilidir. Neden eski işçi sınıfı çevrelerini de karakterize eden bir aidiyet duygusuna ve istikrarlı topluluklara özlem duyduklarını anlamakla ilgilidir. Ve düzenli bir dünyanın, yaşamda istikrar ve güvenliğin, gerçek bir birliktelik duygusuna ve diğer insanlara güvene sahip demokratik toplumların – tüm bunların sadece geçmişte kalmadığını, aynı zamanda gelecekte de olabileceğini fark etmekle ilgilidir.

…Onlar istikrar, güvenlik ve dayanışma isterler ve tam da bu nedenle daha fazla sosyal denge ve daha az bölüşüm adaletsizliği talep ederler. Küreselleşmiş bir piyasa toplumunun, onlar için önemli olan toplumsal bağları, değerleri ve gelenekleri yok ettiğini hissederler.[ii]

Şu husus açıklığa kavuşmuş olmalıdır: BSW çizgisinin muhafazakârlık vurgusu; tarihsel süreçteki kutuplaşmalar dolayısıyla muhafazakâr-milliyetçi karşı-devrimci siyasetle özdeşleşen istikrar, güvenlik, dayanışma, düzen, öngörülebilirlik, aidiyet, aşinalık talebini bu siyasal hattan koparmaya yönelik bir hamledir. Bu hamlenin varsayımı şudur: Bu talebin kendisi doğası itibariyle muhafazakâr-milliyetçi bir karşı-devrimcilik içermez. Katı olan her şeyi buharlaştıran, emekçi kitleleri salt yoksullaştırmakla kalmayıp onları oradan oraya rüzgar gibi savuran, kolektivitelerini çözen, tarihlerini dağıtan, tarihsizleştiren, sersemleten, aidiyetsizleştiren, güvencesizleştiren, sürekli endişeye gark eden kapitalizme ve onun bugünkü küresel ve neoliberal hâline karşı kitlelerin ontolojik bir güvenlik talebiyle tutunabilecekleri bazı sabitler arama çabası tamamıyla meşru ve anlaşılırdır. Bu talebi temsil etmek ve yanıt olmaya çalışmak anti-kapitalist siyasetin temel bir görevi olmalıdır.

Burada önemli bir denge bulma çabasının altı çizilmeli:

a) BSW, esasen toplumsal merkezin içinden doğru konuşmaya çalışır ve siyasal özneyi ulus olarak tanımlar; dolayısıyla BSW, toplumu bir arada tutan ortaklaşmaların /geleneklerin/sürekliliklerin ve bir bütün olarak ulusal asabiyenin muhafazası ve yeniden üretiminden yanadır.

b) BSW, hakim toplumsal normların değişik düzeylerde dışladığı grupların temel haklarının hukuki ve siyasal olarak tanınması gerektiği konusunda nettir.

c) Dolayısıyla BSW, toplumsal merkezin değişen düzeylerde dışladığı grupların tanınma biçimi ve siyasetinin ulusal asabiye ve kolektif aidiyet pahasına gerçekleşmemesi gibi bir hassas denge tutma çabasıyla belirlenir.

BSW çizgisi açısından bu hassas dengeden bir liberal anayasal vatandaşlık kurgusu üzerinden kaçınmak bir alternatif değildir, zira bu çizgi açısından ulus her şeyden önce bir ulusal asabiye ve kolektif aidiyet meselesidir: “Bizler ‘Homo Habermasiens’ değiliz; salt ortak bir anayasanın dayanıksız temeli üzerinde sosyalleşmiyoruz.”[iii] Wagenknecht bu noktada çoğunluğun iradesini gözeten cumhuriyetçi demokrasi ile azınlıkların korunmasını gözeten liberal demokrasi arasındaki çelişkinin kaçınılmaz olabileceğini kabul eder. Azınlık haklarının her durumda korunması gerektiğini tanımakla beraber, “[e]ski cumhuriyetçi demokrasi anlayışını rehabilite etmenin zamanı gelmiştir”[iv] der. Tam da bu nedenle, Wagenknecht, dengeyi sol liberalizm üzerinden bozan ve toplumsal merkez pahasına marjini temsil etmeye meyleden çizgilerle arasında net bir ayrım tanımlar:

Mesele Die Linke’nin kendisinin değişmiş olmasıydı. Artık Yeşiller’den daha yeşil olmak istiyor ve kendisine onları örnek alıyor. Kimlik siyaseti ağır basıyor ve sosyal meseleler bir kenara itilmiş durumda. Die Linke önceden oldukça başarılıydı. 2009’da yüzde 12 ile 5 milyonun üzerinde oy almıştı, ancak 2021’e gelindiğinde oyları yüzde 5 barajının altına düştü ve sadece 2,2 milyon oy alabildi. Tabiri caizse bu ‘elit söylemler’, metropol akademik çevrelerde popülerdir, ancak sola oy vere gelen sıradan insanlar bu söylemleri pek de tutmaz. Dolayısıyla onları uzaklaştırıyorsunuz. Die Linke eskiden Doğu Almanya’da güçlü bir tabana sahipti, ancak bu insanlar farklılıklar etrafındaki tartışmalarla, en azından bu tartışmaların yapıldığı şekliyle, baş edemiyorlar. Bu tartışmalar doğru düzgün emeklilik maaşları, ücretler ve elbette eşit haklar isteyen seçmenleri yabancılaştırıyor. Biz herkesin dilediği hayatı ve aşkı yaşayabilmesinden yanayız. Ancak, göçmen kökeniniz yoksa veya heteroseksüelseniz bir konu hakkında konuştuğunuzda özür dilemek zorunda olduğunuz abartılı bir kimlik siyaseti türü var. Die Linke bu tür bir söyleme kendini kaptırdı ve bunun sonucunda oy kaybetti. Seçmenlerinin bir kısmı oy vermeyenler kampına, bazıları da sağa kaydı.[v]

Die Linke için “kimlik siyaseti ağır basıyor ve sosyal meseleler bir kenara itilmiş durumda” derken, Wagenknecht için mesele salt yeniden bölüşümcü ya sınıfsal siyasetin terki değildir; buradaki asıl mesele, siyasal öznenin nasıl tanımlanacağına dair esaslı bir anlaşmazlıkta yatmaktadır. Wagenknecht’in asıl eleştirisi, Die Linke’nin toplumsal merkezi temsil iddiasından vazgeçmesine yöneliktir: Die Linke, burjuva özerk-birey özneyi merkez alan bir sol-liberalizmle, toplumsal merkezi tahakkümle, gericilikle özdeşleştirmeye meyleden bir küçük-burjuva kendini beğenmiş tavır almaktadır. Buradaki mesele sadece Die Linke’nin siyasal mesaisinin esasını toplumsal merkezin dışındakilerin tanınması mücadelesinin oluşturması değildir. Mesele, daha ziyade bu tanınma mücadelesinin bir egemenlik iddiasında bulunabilecek kolektif siyasal özne olarak ulus fikrini, paralel topluluklar ve atomize burjuva özerk-birey özneler toplamıyla ikame çabasından kaynaklanmaktadır.

Dolayısıyla, Wagenknecht, Die Linke için “kimlik siyaseti ağır basıyor ve sosyal meseleler bir kenara itilmiş durumda” derken aslında kimlik siyasetinden azade bir yerden konuşuyor değildir. Adını koymadan yaptığı kimlik siyaseti, iktidarın ve kaynakların yeniden bölüşümü siyasetinin esas öznesi olarak kodladığı radikal cumhuriyetçi bir Almanya ulusal kimliğinin siyasetidir. Esasında “kimlik siyaseti mi sınıf siyaseti mi, tanınma mı yoksa yeniden bölüşüm mü” gibi bir kaba ikiliği mümkün kılanın da böyle bir ulus dolayımının devre dışı kalması olduğu tam da burada not edilmelidir.

Peki, bu sol-muhafazakâr vurgu Türkiye bağlamına olduğu gibi taşınabilir mi? Bu soru, hem bir strateji tartışmasına girişmek hem de sol-muhafazakârlık kavramının iç gerilimlerini ve sınırlarını sergilemek ve bazı ayrımlar tanımlamak için açıcı olabilir. Burada en azından şu 4 çıkarımda bulunmak mümkündür:

1. Neoliberal küreselleşmeye karşı mücadelenin söylemi salt yeniden bölüşümcü sınıf mücadelesi terimlerine kapatılamaz. Toplumun ontolojik güvenlik talebinin temsil edilebilmesi kitleselleşme iddiasındaki bir sol siyaset için bir zorunluluktur. Bu talebin temsilini sağ-muhafazakar, sağ popülist ve mukaddesatçı siyasal çizgilere bırakmak için hiçbir makul neden yoktur. Wagenknecht’in bu önermesini Türkiye bağlamına olduğu gibi aktarmak mümkündür.

2. Dışlanan toplumsal grupların (Kürtler, Aleviler, göçmenler, kadınlar, LGBTİ+ topluluk) temel haklar düzeyinde tanınma sürecinin siyasi, toplumsal, kurumsal güvencelerden yoksun olduğu Türkiye bağlamında toplumsal merkezin güven, öngörü, düzen ve süreklilik talebinin konusu olan kurumlar, ilişkiler, gelenekler ve değerler, toplumsal güvencesi olmayan/zayıf gruplar üzerindeki tahakkümü derinleştirme riski barındırıyor. Dolayısıyla, toplumsal merkezin ontolojik güven talebinin meşruluğu ve bu talebin konusu olan kurumlar, ilişkiler, gelenekler ve değerlerin potansiyel riskleri arasındaki ayrımı tanımamıza yardımcı olmadığı oranda muhafazakârlık kavramından uzak durmakta fayda olduğu söylenebilir. Vurgu, güçlü ulusal kimliğe/kolektif aidiyete konulmalıdır.

3. Üstelik, toplumsal merkezin “muhafaza” talebini temsili öncelemek ve yine de solda kalmak arasındaki gerilim, azınlık güvencelerinin güçlü olduğu Almanya’ya kıyasla Türkiye bağlamında yönetilebilir seviyelerin ötesine geçer. Toplumsal merkezin ontolojik güven talebini temsil kabiliyetini yitirmemek adına, Kürtler, Aleviler, kadınlar, göçmenler, LGBT topluluklarının tanınma taleplerini sol siyasal mesainin görece ihmal edilebilir başlıkları olarak görmek kabul edilemez.

4. Ancak toplumsal marja itilen grupların tanınma taleplerine yer açmak için toplumsal merkezi gevşetmek, anayasal liberal bir vatandaşlık (“Türkiyelilik”) önermek, burjuva özerk-birey figürünü ve farkı fetişleştirmek, toplumsal merkezi tahakküm ve gericilikle eşitleyen ve onun kurucu bloklarına karşı (aile, ulus, din) reaksiyoner-saldırgan çıkışlarda bulunmak iyi bir fikir değildir. Bu, hem ulusal ortaklaşmayı ve kolektif aksiyonu zedeler hem de tanınma talepleri için toplumsal merkezde bulunabilecek olası ittifakları ve güçleri yabancılaştırır. Toplumsal merkezin ve bir bütün olarak toplumun ontolojik güven talebi ve toplumsal marja itilen grupların tanınma talepleri, güçlü bir sol ulusal kimlik-kolektif aidiyet siyaseti (“Türkiye Halkı”) geliştirme mücadelesine tabi kılınmalıdır.


[i] https://yurtseverce.com/2024/10/06/wolfgang-streeck-kapitalizm-uysallastirilmak-zorundadir/

[ii] Sahra Wagenknecht, Die Selbst-Gerechten: Mein Gegenprogramm -für Gemeinsinn und Zusammenhalt (Campus Verlag: Frankfurt/New York, 2021), s. 225.

[iii] https://yurtseverce.com/2024/10/06/wolfgang-streeck-kapitalizm-uysallastirilmak-zorundadir/

[iv] Wagenknecht, Die Selbst-Gerechten, s. 264.

[v] https://yurtseverce.com/2024/08/04/sahra-wagenknecht-almanyanin-hali-3/

Nostalji Hissinin Savunusu: Yeni Bir Nostalji İnşa Etmek

Tahmini Okunma Süresi: 5 dakika

Nostalji, bir huzursuzluk emaresidir. Kitlesel hâle geldiğinde mevcut durumda bir aksaklık olduğu fikrinin ve hissinin geniş kalabalıklar tarafından paylaşıldığını gösterir. Bu yönüyle toplumsal kutuplar arasındaki mevcut gerilimin de en net şekilde izlenebileceği sahnelerden birini vücuda getirir. Nostalji yalnızca var olarak her şeyin güllük gülistanlık olmadığına ilişkin yargıyı kuvvetlendirir. Her sabah uyanmak için gereken umut kırıntısını geçmişte arayanlar, yarına dair bir umut beslemeleri bile-isteye engellenmiş olanlardır çünkü.   

Nostalji aleyhine çok şey karalandı. Kimileri bu hissin hastalığa çalan doğasına odaklanarak onu teşhis edilebilir, dolayısıyla tedavisi için reçete yazılabilir bir semptom olarak ele aldı. Çeşitli siyasî gelenekler nostaljinin insanı âtıl hâle getiren, eylemden alıkoyan, gerçekte ‘öyle’ olmayan bir geçmişin özlemiyle bireyin özneliğini zedeleyen bir sapma olduğunun altını çizdi. Ânı yaşama fikrinin sözcüleri nostalji hissiyle nasıl baş edileceğine yönelik kişisel gelişim kitapları kaleme aldı.

Birbirlerinden son derece farklı motivasyonlarla ortaya çıkmış bu değerlendirmelerin ortak özelliği nostaljinin insanın ve toplumun ayağında bir tür pranga olduğunu iddia etmeleridir. Bu anlatılar nostaljiyi kendisinden özgürleşilmesi gereken bir his olarak kurgular. Bu özgürlüğün elde edilmesiyle beraber doğacak potansiyel boşluğun ne ile ikame edilmesi gerektiğini hakkında önerileri de vardır – dünyayı psikoloji ile açıklamaya çalışanlar sevenler nostalji hissiyle geçirilen faydasız zamanın yerini birkaç seanslık bir terapinin, devrimci bir siyasî gelenek örgütlenme faaliyetlerinin, çağcıl bir ideoloji olarak kişisel-gelişimcilik ise birkaç Marcus Aurelius eseri okumanın iyi birer alternatif olduğunu öne sürer.

Öte taraftan, ne güneşin altında yeni bir şey vardır ne de insana ait bir şeyin insana yabancı olmasının imkânı. Kalabalıkların pek öyle özgürleşmeye can atmadığı bir histir nostalji. Mevcut durumdan şikâyet etmenin yazlı tarihi insan türünün bir şeyler karalamayı da keşfettiği erken devirlere değin uzanır çünkü. Demek ki, biyolojik doğamızın değilse bile, tarım devriminden bu yana neredeyse ikinci doğamız hâline gelmiş duygu-davranış paketinde nostaljinin de bir hissesi mevcuttur.

Nostalji hissinin belli ki bir parçası olduğu ve sıklıkla insanın (var olmayan) ‘özü’ne atfedilen bu kuvvetli eğilimler bütünüyle yararlı ya da tümüyle zararlı değildir. Aralarında saldırganlık, mülkiyet tutkusu ve maşerî bencillik gibi mücadele edilesi olanlar mevcuttur elbette. Fakat bu yıkıcı eğilimlerin varlığı –ilkel yaşam esaslı anarşist bir damarı kendimize yakın görmüyorsak–medeniyetin getirdiklerinin tümüyle ortadan kaldırılmasını gerektirmez. Aksine, bu eğilimlerden bazıları, doğru değerlendirildikleri takdirde son derece yararlı olabilirler. Kendisine durmaksızın kara çalınan nostaljinin de ‘aktif’ bir his olarak işletilmesi, âtıllık yerine eylemliliği pekiştirebilmesi mümkün – müdür?

**

Nostaljiyi savunmaya geçmeden önce ona getirilen eleştirilerin hakkını teslim etmek gerekiyor. Her savunu, şayet dürüst bir şekilde yapılmak isteniyorsa, ele aldığı eleştirilerin dayanaktan tümüyle yoksun olmadığına yönelik iyi niyetli bir düşünceyi taşımak zorundadır. Nostalji karşıtlığının en esaslı temeli, bu hisse atfedilen uyuşturucu karakterdir. Geçmişle ilgilenmek, insanın odağını şimdiden ve gelecekte yapılması mümkün olan şeylerden ayırır. Ancak bu ‘genellikle’ böyledir ve geçmişe odaklanmak insana zorunlu olarak şimdiyi unutturan ve geleceği ihmal ettiren bir faaliyet değildir. Benjamin’in, devrimin temel motivasyonunu “özgür torunlar” yerine “köleleştirilmiş atalar” imgesine dayandırması yönü geçmişe dönük olmakla beraber eylem-odaklı bir bakıştır örneğin.

Ancak Benjamin’in tarih meleğine yönelen tavrı bir nostalji örneği değildir, aksine bir “anti-nostalji”dir – çünkü geçmişe özlem değil, geçmişte yaşananlara duyulan kızgınlığı esas alır. Doğrudur bu. Fakat Benjamin, ataları kendilerinden daha kötü koşullarda bir neslin mensubuydu; ezilen sınıfların iyi-kötü birtakım kazanımlar elde ettiği, onların adına alternatiflerin üretildiği bir devri teneffüs etmişti. Oysa bugün atalarından daha şiddetli biçimde zincirlenmiş olanlar için geçmişin intikamını almaktan daha yakıcı, dolayısıyla daha harekete-geçirici bir intikam çeşidi mevcuttur: Şimdiden intikam almak. Nostalji, tam da bu noktada paradoksal bir işlevsellik kazanır. Şayet gözünü geçmişe dikiyorsa bunu, katlanılmaz hâle gelmiş olan şimdiki zamana karşı yapıyordur. Bugünün insanı işçi maaşıyla bir kenar mahallede bile olsa ev sahibi olabilen babasının, hele çocuklarının tümüne bir ev bırakabilmeyi başarmış köy kaçkını dedesinin ‘intikamı’nı aramaya ne sevk edebilir? Kendisi başını sokacağı bir eve sahip olmayı en çılgın düşlerinde bile görememekteyken… İnsanların yer zayiatı yaratmasınlar diye kapsüllerde yaşamaları öngörülen bir geleceğe büyük umutlarla bakmadığı için de suçlanamaz, en azından sıradan insanı her fırsatta hırpalamayı huy edinmemiş insaf sahipleri tarafından.

Öyleyse nostaljinin son derece anlaşılabilir bir yönseme olduğunun reddi mümkün müdür ve bir şeylerin değişmesi için eyleme geçilmesi gerektiğinin farkında olanların sebepleri henüz ortadan kalkmamış bir sonuçla kavgaya tutuşmaları ne kadar akıllıcadır?

Nostaljiye getirilen bir diğer eleştiri geçmişi tozpembe hâle getirdiğine ilişkindir: Nostaljik bakış yitip giden günleri insana bir pembe panjurun arkasından seyrettirir, aslında bin bir sıkıntıyla malul olan bir geçmişten sahte bir ‘altın çağ’ yaratır… Doğru mudur bunlar? Büyük ölçüde. Bugün, Türkiye özelinde konuşursak, 90’ların ya da 30’ların özlemini çeken “Old Laik Days” zihniyetinin bu on yıllardaki son derece kritik bir dolu sorunu zerre kadar umursamadığı açıktır. O bakış açısı için Huysuz Show’un yayınlanması faili meçhul cinayetlerden, Ankara’da balo düzenlenmesi Türkiye köylüsünün sefaletinden daha mühimdir. Çünkü söz konusu nostalji ülkenin son 20 yıllık tecrübesinin travmatik bir çıktısı, siyasetsiz bir iç çekişten ibarettir. Dönüştürülmesi ve özgürleşilmesi gereken nostaljinin tam da bu türlüsüdür zaten. İnsanın içini kurum tutmuş bir baca hâline getirmekten ibaret bu geçmiş ağıtçılığını önerdiğimiz ‘aktif’ nostaljiden saymamalıdır.

Üçüncü eleştiri nostalji hissinin bir pazar ürünü hâline getirildiğidir. Fakat ne getirilmedi ki? Pazar eleştirisinin bile pazarın tam ortasında yapıldığı günümüzde bir şeyin ‘pazarlanabilir’ karakterine işaret etmek ciddi bir eleştiri sayılmaya layık değildir. Zaten mesele piyasanın son derece görünür elinin yalnızca bir popüler kültür ve kimlik malzemesi olarak satılabilir hâle getirdiği nostaljik eğilimi siyasetle büyülemekten ibarettir.

**

Nostalji, bir huzursuzluk emaresidir. Kitlesel hâle geldiğinde mevcut durumda bir aksaklık olduğu fikrinin ve hissinin geniş kalabalıklar tarafından paylaşıldığını gösterir. Bu yönüyle toplumsal kutuplar arasındaki mevcut gerilimin de en net şekilde izlenebileceği sahnelerden birini vücuda getirir. Nostalji yalnızca var olarak her şeyin güllük gülistanlık olmadığına ilişkin yargıyı kuvvetlendirir. Günün keyfini sürme imkânı kendilerine tanınmamış olanlar başlarını geçmişten yana döndürürler. Gelişmiş formuyla emperyalizm nasıl ki dünyayı bir sürgünler ve mülteciler mahşerine çevirmişse, duygusal ikametgâhımızı da zamanlar-arası bir yolculuğa zorlamaktan imtina etmemiştir. Bu huzursuzluğu tanımak lazımdır, yadsımak değil. Her sabah uyanmak için gereken umut kırıntısını geçmişte arayanlar, yarına dair bir umut beslemeleri bile-isteye engellenmiş olanlardır çünkü.

İkincisi, nostaljiye kapılmak için gerekli sebepler mevcut oldukça nostalji ortadan kalkmayacaktır. Aksine mevcut durum kötüleştikçe, ki kötüleşecektir, bu eğilim artacaktır. Öyleyse yapılması lazım gelen nostaljiye siyaset aşısının vurulması, daha doğrusu zaten kendisinde mündemiç olan siyasetin gün yüzüne çıkarılmasıdır. İnsanları bir zamanlar başkaları tarafından ‘katlanılmaz’ bulunan bir geçmişe ‘özlem’ duyacak hâle getiren şu anki durumu tahlil etmeye ve bu durumun müsebbiplerini tanımaya en elverişli olanlar aramızdaki nostaljiklerdir. Nostalji “beterin beteri”nde yaşadığımız ve böyle yaşamaya devam edemeyeceğimizin farkındalığına erişmek için biçilmiş bir kaftandır.

Üçüncüsü, bazı nostaljiler yerindedir. Beraber yaşadığı ve neredeyse aynı dili konuştuğu uluslarla anlamsız ve kanlı bir kavgaya girişmiş olan bir Boşnak veya Sırp’ın ‘kardeşlik’ diskurunun sürekli vurgulandığı Yugoslavya’yı özlemesinin karikatürize edilecek bir tarafı yoktur. Keza 1989 sonrasında bütün bir sanayii üç otuz paraya hiç edilen ve gülünç emekli maaşlarıyla ıskartaya çıkartılan çeşitli Doğu Avrupalıların sosyalizm özlemi de bir tür ‘yaşlı bunaklığı’ değildir. Burada yenildiği, yok olduğu, tekrarlanamayacağı davul-zurnayla, herkesin beynine giresiye değin ilan edilmiş bir alternatife duyulan, son derece makul, gayet insanî bir özlem söz konusudur. Sıkıntı böyle bir nostaljinin vücuda gelmiş olmasında değildir. Bu insanları söz konusu özlemlerine rağmen âtıl hâle getiren de, gelecekteki ihtimaller yerine geçmişteki örneklere yoğunlaşmalarına yol açan nostaljik duyguları değildir. Hareket kabiliyetlerini kısıtlayan, mümkün dünyaların en iyisinde yaşadığımızı ve daha iyi bir ihtimali aramamanın aptallık olduğunu zihnimize nakşeden hegemonik yapı ve onun emrindeki zor kuvvetidir. Bu tür nostaljiler, aslında, durmaksızın bu hegemonyayı ortaya seren işaret fişekleridir. Hatta, biraz cüretkâr olursak, daha iyi bir dünyayı bulamayacağımız şeklindeki sinik yaklaşımın kitlelerin zihnindeki en büyük panzehri hâlâ nostalji olmaya devam etmektedir. Dolayısıyla, nostaljiyi teori kitaplarından alınmış çeşitli ithamlarla etiketlemek ve nostaljiyle ülfetleri olan bireyleri envai çeşit sapma ile suçlamak yerine bu gerçeğin kabullenilmesi icap etmektedir.

Mevcut durumumuzda her türlü hoşnutsuzluk emaresinin bir imkân olarak değerlendirilmesi gerekir. Bize bugünümüzün ‘olması gereken’ olmadığını hatırlatan her şey, iyi değerlendirildiği takdirde, bir dönüşüm kıvılcımı olmaya namzettir. Nostaljiye meyyal olan kimse, sadece bu meyli yüzünden, âtıllaşmamaktadır. Fakat insanları eylemliliğe sevk etmek için onların nostaljik hislerine hücum edenler nihayetinde kendileriyle beraber muhataplarını da âtıl kılacak bir kavga yürütmektedirler. Zira özlenesi bir tarafı olmayan bir geçmişi özlemek olsa olsa bir hatadır, fakat insanın bugüne dair duyduğu huzursuzluğu pekiştiren, aklına ‘geçmişte olabildiyse…’ şüphesi eken, yani hayırlı olma ihtimalini içeren bir hatadır. Ki insanlar, pek çok durumda, bugüne kıyasla pekâlâ özlenebilir bir geçmişi özlemektedir. Fakat bugünden farklı bir dünyayı düşlemek için ellerinde geçmişin anıları ve imgelerinden başka bir şey kalmamış olan insanların elinden, onların huzursuz olmalarını sağlayan bu yegâne aygıtı da alma çabası, kendisinden hayır umulması pek de mümkün olmayan bir hata olarak karşımıza çıkar.

Öyleyse nostaljinin bugünümüze bir protesto olan karakterinin açığa çıkarılması için uğraşmak gerekir. Bugün yoksun bırakıldığımız ve bizi kendisini geçmişte aramaya iten şey nedir? Nostaljik hislere kapıldığımız her seferinde bu sorunun cevabını bulmaya daha da yakınlaşırız. O şeyin ne olduğunun keşfinden sonra ise yapılması gereken açıktır – talep etmek. Bugün talepkâr olmamızı, düş kurmamızı sağlayabilecek başka neyimiz var?