Siyonist Herzog Haklı Olabilir Mi?

Tahmini Okunma Süresi: 3 dakika
Batılı liberal emperyalizm Gazze`de sivil-savaşçı ayrımının hükümsüzlüğünü tanıyamıyor, zira ırkçılığını kendi ırkçı ayrıcalığı olan evrensellik ile temas iddiası ile retorik düzeyde de olsa uzlaştırmak durumunda. Siyonist merkez ile liberal emperyalist ırkçı merkez arasındaki fark, ilkinin kendi hakikatini gururla ve açıktan ilan edebilmesine karşın, ikincisinin bir dolayıma, bir aracıya, bir “kaygı ve endişe” mesafesine ihtiyaç duymasıyla belirleniyor. Liberal emperyalist ırkçı merkez, işini sessizce, aracılarla, hukukla görmek istiyor, tıpkı Akdenizin derinliklerine binlerce göçmeni sessiz sedasız gömdüğünde/gömüyorken yaptığı gibi. Buradan bakınca, sivil ve savaşçı ayrımı üzerinden Gazze halkını sınıflandırma girişiminin temelsizliğinin farkında olan Herzog ve Siyonistler hakikate liberallerden çok daha yakın duruyorlar. Siyonistler hakikati olduğu gibi tanıyor, ama hakikate düşmanlık etmek üzere. 

İsrail cumhurbaşkanı Herzog’un İsrail’in Gazze saldırısına dair açıklamalar yaptığı toplantıda bir gazeteci kendisine Gazze’deki “insani duruma” dair şu soruyu yönlendirdi: “İsrail bu çatışmanın pek çoğu Hamas ile bir ilişkisi olmayan 2 milyon sivil üzerindeki etkilerini hafifletmek için ne yapabilir?” Herzog bu soruya tüyler ürpertici şu yanıtı verdi: “Sorumlu olan bütün ulustur. Sivillerin [bir şeyin] farkında olmadığı, [bu işte bir] dahli olmadığı doğru değil, bu bir retorik. Bu kesinlikle doğru değil.”1

Şunu kabul etmeliyiz: Bu soru cevapta hakikate daha yakın duran kişi sivil-terörist ayrımı üzerinden insani kaygıların altını çizen liberal gazeteci değil, Filistinlilerin hayatları konusunda zerre derecede bir kaygı duymadığı görülen Siyonist Herzog. Günlerdir süren ve Gazze’yi adeta dümdüz eden bombalamaya, elektrik ve su kesintisine, her türlü insani ihtiyacın üzerindeki ambargoya rağmen halk kesimlerinin Filistinli direniş örgütlerine karşı gelişen gözle görülür bir tepkisi henüz rapor edilmiş değil. Bu 2 milyon insanı “Aksa Tufanı” operasyonunu düzenleyen Filistin örgütlerinin militanlarından ayırmanın mümkün olduğunu söylemek son derece zor.

Aslında Hamas ile ilişkisi olmayan sivil Gazze halkı ve saf kötülüğün vücut bulmuş hali terörist Hamas arasında zorlama bir ayrıma gitmek suretiyle Batılı emperyalist liberal merkezlerin ve onların ideolojik aygıtlarının gözlerini kapatmaya çalıştıkları hakikat, 7 Ekimde “Aksa Tufanı” boyunca sivil-asker ayrımını askıya alarak uygulanan korkunç şiddetin Gazze halkı tarafından kitlesel düzeyde istenmiş ve onaylanmış olabileceği ihtimali. Bir kere bu ihtimal ciddiye alınacak olursa, bunun iki olası sonucundan bahsedilebilir. Birincisi, bir halkı kitlesel düzeyde korkunç bir şiddet pratiğini onaylamaya götüren korkunç durumun hakikatiyle yüzleşmek. Gideon Levy’nin Haaretz’deki yazısı adeta böyle bir yüzleşme davetiyesi olarak görülebilir: “Birkaç yüz kişi, acımasız bir bedel ödemeden 2 milyon Filistinli’yi sonsuza kadar hapsetmenin imkânsız olduğunu kanıtlamış oldu.”2 Bu davete icabet edenler onyıllardır süren bir sömürgeci işgal gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalacaklar. Bir diğer ihtimal daha var ama: Saf kötülüğü kitlelerden yalıtık bir terör örgütü olduğu vehmedilen Hamas ile sınırlamamak, sivil ve savaşçı ayrımının Gazze`de bir karşılığı olmadığını kabul etmek ve bütün bir Gazze ve Filistin halkını insandışılaştıran bir dille (“insansı hayvanlar”, “Bu mücadele ışığın çocukları ile karanlığın çocukları, insanlık ile orman kanunları arasındadır”) 2 milyon insanı kolektif cezalandırma yöntemlerine layık görmek, aç susuz evsiz bırakmak ve bombalamak.

Buradan bakınca, sivil ve savaşçı ayrımı üzerinden Gazze halkını sınıflandırma girişiminin temelsizliğinin farkında olan Herzog ve Siyonistler hakikate liberallerden çok daha yakın duruyorlar. Siyonistler hakikati olduğu gibi tanıyor, ama hakikate düşmanlık etmek üzere. Liberal emperyalist merkezler ve sözcüleri sivil-savaşçı ayrımının karşılıksızlığını bilmiyor değiller; sadece Filistin direniş örgütlerinin sivil-asker ayrımını askıya alarak uyguladığı korkunç şiddetin Gazze halkı tarafından kitlesel düzeyde istenmiş ve onaylanmış olabileceği ihtimalini açıkça tanımak istemiyorlar. Hayır, bu ihtimali tanırlarsa onyıllardır süren sömürgeci işgal ile yüzleşmeleri ihtimal dahiline gireceği için değil. Bu yüzleşme onlar için imkânsız. Siyonist sömürgeciliğin ırkçı işgalinin bir parçası, destekleyicisi ve koruyucusu durumundalar. Burada esastan sorun ettikleri hiçbir şey yok; Gazzenin açık hava hapishanesi statüsü umurlarında değil. Bombalanan mahallelerin sakinlerinin, öldürülen binlerce çocuğun, yok edilen ailelerin yaşamlarının onlar için hiçbir kıymeti yok. Filistinliler onlar için birkaç milyon dolarlık yardım paketleriyle geçiştirebileceklerini sandıkları, insana yardıma muhtaç, bağımlı bir sefiller topluluğundan ya da “insansı hayvanlar”dan fazlası değil.

Batılı liberal emperyalizm Gazze`de sivil-savaşçı ayrımının hükümsüzlüğünü tanıyamıyor, zira ırkçılığını kendi ırkçı ayrıcalığı olan evrensellik ile temas iddiası ile retorik düzeyde de olsa uzlaştırmak durumunda. Siyonist merkez ile liberal emperyalist ırkçı merkez arasındaki fark, ilkinin kendi hakikatini gururla ve açıktan ilan edebilmesine karşın, ikincisinin bir dolayıma, bir aracıya, bir “kaygı ve endişe” mesafesine ihtiyaç duymasıyla belirleniyor. Liberal emperyalist ırkçı merkez, işini sessizce, aracılarla, hukukla görmek istiyor, tıpkı Akdenizin derinliklerine binlerce göçmeni sessiz sedasız gömdüğünde/gömüyorken yaptığı gibi. Türkiye ile Geri İade anlaşmasında olduğu gibi. Tıpkı işe yaramayacağından emin olduğu endişe ve insani kaygı mesafesini mümkün kılan “Hamaslı olmayan siviller” uydurmasını pek de isteksizce mırıldandığında olduğu gibi. Gazze’de soykırım aşamasına ulaşmış katliama uluslararası hukuktan delil getirip “İsrail`in kendini savunma hakkı”nın altını tekrar tekrar çizdiğinde, “her sivil ölümü savaş suçu sayılmaz” diye buyurduğunda olduğu gibi. Dolayısıyla Avrupalı-Amerikalı liberal ırkçının “sivil Gazzeli” kategorisi Gazze’lilerin yaşam koşullarını kısmen de olsa dert edinen bir perspektifle değil, bu ırkçılığın icra edilmesinin özgün protokolünden kaynaklanıyor. Yoksa Siyonist ırkçılıkla Batı liberal emperyalist merkezlerinin ırkçılığı arasındaki fark herhangi bir normatif kıymete dayanmıyor.


1 Question about Gaza’s civilian deaths enrages Israeli president – YouTube

2 https://serbestiyet.com/featured/ceviri-israil-korkunc-bir-bedel-odemeden-iki-milyon-gazzeliyi-hapsedemeyecektir-144924/

“HEPİMİZ FİLİSTİNLİYİZ”

Tahmini Okunma Süresi: 4 dakika

Bu yazı Birzeit Üniversitesi Profesörler ve Çalışanlar Sendikası tarafından kaleme alınan “‘We are all Palestinians’ in the face of colonial fascism” başlıklı bildirinin Türkçe çevirisi ve iktibasıdır.

Çeviren: Doğukan Oruç

Redakte eden: İlker Cörüt

2023 yılı Filistinlilerin sömürgeci faşizmin karşısında cesaretle durduğu, yuvalarını, insanlıklarını ve hayatlarını savunmak için haykırdığı bir yıl olarak tarihe geçecek. Filistinliler bir halk olarak yüzyılı aşkın bir süredir yerleşimci sömürgeci şiddete direndi. Halk olarak geliştik ve gelişmeyi de sürdüreceğiz. Direnme hakkımızdan bahis açmaya gerek yok – çünkü bu Filistinliler açısından bir hak değil, bir var olma ve hayatta kalma biçimidir.

Siyonizm, yerleşimci devleti ve bu faşist ideolojinin bir ürünü olan bütün bu sömürge sistemi artık hilekârlıkla hümanizm perdesinin arkasına gizlenemez. Filistin’de, 2023 yılında, talep ettiğimiz şey olanları anlatma hakkımız değil. Anlatabilme kabiliyetimiz hiçbir zaman elimizden alınmadı ve direniş, bütün tezahürleri ve biçimleriyle, uluslararası hukukun statik yasalarının ön onayına ihtiyaç duymuyor. Ezilenlerin kendi ezilmişlikleri üzerinde otorite talep etmelerine hacet yok; tarihin –bizim tarihimizin!– süregiden olayları bize bu otoriteyi zaten sağlıyor. Siyonizmin kan dökücü barbarlığını ifşa etmeyi görevimiz olarak görmüyoruz, faşist bir devlet ve acımasız bir ordu olarak giriştikleri eylemler bu görevi üstlenmek için fazlasıyla yeterli. Bizim görevimiz içinde bulunduğumuz bu ânı kurbanlar olarak değil fakat hatırlayacak, hatırlatacak, hayatta kalacak ve direnecek insanlar olarak kayda geçirmektir.

Tarihimiz bütün bu olup bitenlerin öyküsünü yalnızca sömürgeci zulmün bir belgesi olarak değil, fakat aynı zamanda yaşama ve direnme konusundaki pervasız kararlığımızın bir kaydı olarak da anlatacaktır. Biz, Filistinli Araplar, topraklarımıza ve insanlığımıza bağlı kalmayı sürdürüyoruz – insanlığını çoktan yitirmiş olanlara insan olduğumuzu kanıtlamanın lüzumu yoktur.

Gelgelelim, kendimize ve başkalarına Filistin’de işlenmiş ve işlenmeye devam eden, Siyonizmin Filistin topraklarına ve Filistin halkının arasına şiddet ve zor gücüyle girmesiyle başlayan suçları hatırlatmanın yine de bir yararı olabilir. Bu suçların listesi bir hayli uzundur ve basit bir biçimde özetlenmesi imkân dâhilinde değildir, ancak mücadelemizle dayanışma hâlinde ezilenlerden yana olmayı seçen kimselerin özgürlük ve kurtuluş fikrinden bahsederlerken şu hususları akıllarından çıkarmamalarını rica ediyoruz: Her zamanki gibi, şehitlerimizin kanına ve mücadelemizin haklılığına karşı duyduğumuz görev hissiyle başlarımız ve ruhlarımız dik. Bu listeyi hazırlarken “savaş suçları”, “soykırım”, “aparteid”, “canilik” ve “gaddarlık” gibi ifadelerin İsrail devletinin bugüne değin yaptıklarını ve yapmayı sürdürdüklerini tanımlamak için elverişsiz ve son derece yetersiz göründüğünün pekâlâ farkındayız:

  • İşgalci bir kolonyal güç, acımasız işgali altında yaşayan insanlara karşı meşru müdafaa hakkına sahip olduğunu iddia edemez. Medya her ne kadar aksini iddia etme girişimlerinde bulunsa da sömürgeci ile sömürülen arasında ahlâkî bir eşdeğerlik ilişkisi yoktur;
  • İsrail devleti Gazze’ye karşı giriştiği bu savaşta her zamanki hareket tarzını takip ederek evleri, hastaneleri, yetimhaneleri, çocuk parklarını, okulları, üniversiteleri, camileri, kiliseleri ve kamusal alanları agresif bir şekilde bombalamak yoluyla doğrudan halkımızı hedef almış, mezarlıktaki ölüleri dahi hedef tahtasına koyarak öldürebildiği kadar Filistinliyi kasten, bile isteye öldürmüştür;
  • Su hatlarını, elektrik motorlarını, acil yardım hizmetlerini ve bütün diğer önemli hizmetler ile sivil tesisleri çalışmaz hâle getirmek ve bombalamak Siyonistlerin “silâhların saflığı”[i] iddialarının ironisi altında daha da cüretkâr bir biçim alan soykırımcı bir gücün eylemleridir. Bu “saflık” yalnızca söz konusu silahların her koşulda Filistinlilere karşı kullanılmaya hazır olduğu fikrini ifade eder;
  • Siyonist medyanın (küresel olarak sahiplenilen) yayınlarının katıksız kriminal karakteri, zalimin suçlarından ötürü mazlumu suçlamasında süre gitmektedir. Siyonistlerin mağduriyet iddialarındaki büyük ironi Filistin’i Filistinlilerden tahliye etmek amacıyla kendi orduları tarafından işlenen soykırımda meydana çıkmaktadır. Her zaman trajik olmakla beraber, bu suçlar Siyonizmin ayrılmaz bir parçasıdır ve yeni değillerdir. Zira şu anda dahi bütün dünya yalnızca tanıklık etmekle yetinirken katliamlar ve Filistinli mültecilerin yerlerinden edilmesine yönelik eylemler devam etmektedir;
  • İsrail’in politik söyleminin apaçık ve utanmazca soykırımcı ırkçılığı: Bütün siyasî çizgilerdeki yerleşimci Siyonist siyasetçilerin Araplara yönelik pornografik ölüm çağrıları faşizmdir ve bu, Siyonizmin tarihini tanımlayan soykırımcı şiddetin ve yerleşimci-sömürgeci faşizmin daha da kuvvetlenmesine yönelik bir destekten başka bir şey olarak nitelendirilemez;
  • Gazze’nin zorla hapishaneye dönüştürülmesi, Gazze’nin abluka ve kuşatma altında tutularak tüm bir nüfusunun şimdi on altı yılı bulmuş olan bir hücre hapsine mahkum edilmesi anlamına gelmektedir;
  • Direnme hakkının kendi kendini kriminalize etmesi de dâhil olmak üzere direnişin kriminalize edilmesi, dökülen bütün kanın ezilenlerin üzerine atılması ve yerleşimci-sömürgeciliğin işgal ve mülksüzleştirme suçlarının tamamen görmezden gelinmesi;
  • Amerikan dayatmalarının baskıcı sultası altındaki Arap ve Müslüman rejimler de dâhil olmak üzere tüm dünya ülkeleri tarafından sürdürülen akıl almaz sessizlik ve yardakçılık suçu, soykırımı açıkça desteklemekte veyahut yerleşimcilerin suçlarına sessizce seyirci kalmaktadır;
  • Bir halkın tümüyle soykırıma maruz bırakılması noktasında en bariz biçimde görünen Amerikan suç ortaklığı. Siyonist ve Amerikan sömürgeciler, Arap rejimlerinin yardım ve yataklığıyla, Filistin halkına karşı 21. yüzyılda faşizmi tarifleyen suçlar işlemişlerdir;
  • Filistin ulusunun var olma, direnme, yurtlarına geri dönme ve kendi kaderlerini tayin etme noktalarındaki siyasî haklarının tümüyle inkârı süregelen bir tarihî suçtur.

Biz Filistinliler özgür olma hakkına sahibiz. Bu hak, birtakım hukukî yasaların belli-belirsiz kelimeleriyle teminat altına alınmış bir hak değildir, özgürlük için mücadele etmek bizim insanlık onurumuzdur. Filistin direnişi, Filistin’deki yerleşimci-sömürgeci işgalinin başlangıcından bu yana kriminalize ediliyor. Direnişimiz gerilla savaşı taktiklerini kullanmaya başladı diye zalim mi oluyoruz? İsrail ordusu tam olarak neyi elde etmek için savaşmaktadır? Direniş savaşçılarının karşısında duramayan uçaklar kuşatılmış Gazze’yi bombaladı, hem de hiçbir ayrım gözetmeden! Siyonistlerin topraklarımıza gelmesi ile başlayan soykırım savaşını boşuna sürdürmeye mi çalışıyorlar? 1948’deki silme operasyonunu bir nihayete erdirmeye mi uğraşıyorlar?

Bütün gördüklerimiz ve bildiklerimize dayanarak harekete geçmeli, adaleti ve insanlığı seçmeli, sömürgeci aşağılamaya karşı mücadele etmeliyiz. Şu anda hepimiz Filistinliyiz ve hiç vakit kaybetmeksizin asıl suçlulara karşı harekete geçmeli ve onların bu canavarca ve barbarca eylemlerine karşı haykırmalıyız. Siyonizm, Filistin’de sahte bir mitoloji üzerine bina edilmiş ve bölgenin yerli halkına karşı sürekli ve sonsuz bir şiddetle kendini ayakta tutabilen soykırımcı-yerleşimci bir projedir. Bu şekilde görülmeli ve bu şekilde ele alınmalıdır. Gerçek suçlular böyle adlandırılmadıkları ve bu doğrultuda bir muamele görmedikleri müddetçe politik, akademik veya sosyal özgürlüklerden bahsetmenin bir karşılığı olmaz.

İşgal altındaki Filistin’de yaşayan bizler –ve tüm Filistinliler– kalemin kılıç karşısındaki zaferi gibi şairane hayallere kapılmıyoruz. Çünkü hem öldürme eyleminin faili olan kılıcın hem de bu öldürme eylemini anlatan kalemin kendi tekelinde bulunduğunu iddia etme hakkı ikiyüzlü uluslararası toplum ve emperyal tarihin kaderi tarafından kendisine tanınmış olan düşmanın elindeki bu kılıç etimizi çok derinden kesti.  İşgal altındaki Filistin’de çalışan akademisyenler ve entelektüeller olarak, böylesi kritik zamanlarda ne kadar beyhude görünürse görünsün kelimelerimizi kullanmak mecburiyetindeyiz. Halkımızın cesur ruhuna, direnişimize, özgürlüğümüzün zaferine ve devredilemez haklarımıza da inanıyoruz. Tarihin bu kritik ve kaçınılamaz kavşağında galip geleceğimizi biliyor ve bunu ilan ediyoruz – adalet galebe çalacaktır. Bizler sizin edilgen kurbanlarınız değiliz; gözü dönmüş bir nefret ve kana susamış bir şiddet ideolojisiyle hareket eden yerleşimci bir devlet tarafından katledildik, sakat bırakıldık, yerlerimizden edildik – ama susturulmayacağız. Direnişimiz bize ileriye giden yolu gösteriyor, metanetimizi koruyoruz ve zafer bizim olacak.

11 Ekim 2023

Birzeit Üniversitesi Profesörler ve Çalışanlar Sendikası, İşgal Altındaki Filistin.


Orjinal Metin: Birzeit University Union: ‘We are all Palestinians’ in the face of colonial fascism – Mondoweiss

[i] İsrail Savunma Kuvvetleri’nin (IDF) resmi savaş ettiği belgelerinde yer alan ve silahın ancak gerektiği ölçüde ve öz savunma amacıyla kullanılması gerektiğini telkin eden ilke.

Mimetiğin Dayanılmaz Hazzı

Tahmini Okunma Süresi: 4 dakika

Türkiye’de yaşayıp da ne olacak bu memleketin hali? sorusunu kendine sesli veya sessiz sormamış sıradan bir yurttaş neredeyse yok gibidir. Soru, kendini sordurmayı hâlâ sürdürmektedir. Kimi, sohbeti sürdürememenin mazereti olarak; kimi gerçekten mesele edindiği için; kimi de muhatabını taciz veya tahrik etmenin yolu olarak… 

Her ideolojik kesim veya mahalle, meşrebince en yetkin ağızlarından bir çözüm önerisinde bulunmaktan geri durmamış, konuşmuş, düşünmüş, yazmış, tartışmış ve en nihayetinde de sorunun siyasetini yapmış ve yapmayı sürdürmektedir.

Her aydın veya entelektüel gibi memleket meselelerine duyarlı Ahmet Hamdi Tanpınar da 73 yıl önce sorunu dert edinen farklı kesimlerin çözüm önerilerini şöyle özetlemişti:[1]

Hemen her gün cemiyet meseleleriyle yakından ilgili çok iyi niyet sahibi bir sesin yükseldiğini duyarız:

  • Bu aziz Türkiyemizi bir anda mesut etmenin çaresini size söylüyorum; ahlâktır, yeni bir ahlâk kuralım! İnsanı iç dünyası idare eder…
  • Hayır, yalnız okutmak bu işe çare bulur, mektep açalım. Bilgi en tılsımlı silahtır.
  • Din ile… Millî hayatın kurucusu odur. Oradan hızlanabiliriz.
  • Siyasî haklar ve hürriyetler… Muasır insanın hürriyetten başka kımıldatıcı kuvveti yoktur.

Bazan bu teşhisler gündelik ihtiyaçların çerçevesinden bir realiteye yaklaşır gibi olurlar.

  • Haksızlık… Adalet, Tanrıların en yükseğidir…
  • Refah! Hayatı ucuzlatalım…

İtiraf edelim ki bu fikirlerin hiçbirini derhal reddetmek imkânsızdır.

Evet, imkânsızdır. Çünkü hepsi gerçeklikten bir pay taşır. Bugüne kadar siyaset, üniversite ve sivil olduğu düşünülen toplum kuruluşları, bunların birkaçını veya hepsini programına alıp kendi anladığı tarzda uygulamaya koydu veya niyet etti. Siyasetin güncel tartışmaları veya tartışmaların genel ekseni Tanpınar’ın özetini sunduğu izleği sürdürdüğü söylenebilir. Şüphesiz sorunsuz bir ülke yoktur. Diğer ülkeler gibi Türkiye de sorunlarını siyasetle çözmeye çalışmaktadır.

Burada ele alınacak konu, sorunun varlığı veya yokluğu değildir. Ya da herhangi bir soruna yeni bir çözüm önermek de değil. Daha çok, sorun ve olası çözüm önerilerinin çıkmaz doğasını daha çıkar hale getirmeye çalışmaktır. Nedir çözümün çıkmaz doğası peki?

Çözümün çıkmaz doğası

Osmanlı yenileşme sürecinde başlayıp Cumhuriyet’le devam eden çözüm arayışlarının çıkmaz doğasını, çözüm önerilerinin salt yanlışlığında olmadığını belirtmiştik. Siyasetini uygulama imkânına ya da şansına sahip olan kesimler, kendinden önceki uygulama ve gelişmeleri yok sayarak, her şeye sıfırdan başlama arzusu nedeniyle kültürel birikimi imkânsız hale getirme arzusundan kurtulamamışlardır. Getirilen çözümler sağlıklı ve yerinde bile olsa önceki uygulama veya dönemle ilişki kurmak istenmediği için mevcut birikim yok sayılarak var kalmaya çalışılmaktadır.

Benzer tarzda Türkçe(nin) felsefe(si)nin yapılamamasını Ömer Naci Soykan kültürel sürekliliğin olmamasına bağlarken[2] Besim Dellaloğlu da kültürel pantheonun olmamasını zihniyet sorunu olarak görür.[3] Kültürel kümülatifliğin imkânsızlığı[4] olarak da ifade edilebilecek bu durum, siyasal kültürün sosyal kontrolü merkeze alan paranoid ethosundan kaynaklanıyor görünmektedir.[5] Varlığını daha çok öteki karşıtlığından devşiren ana siyasal kamplar, ötekine atıf yapmadan varlığını berkitemeyecek gibi durmaktadır. Gücü ele alan kamplardan herhangi biri, kendinden öncekinin ortaya koyduğu ‘hizmetler dünyası’nı, ne var ne yok demeden yok sayarak, her şeye sıfırdan başlamanın hazzını ençoklaştırmaya çalışmakta.

Sınırlı kaynakları, örülmüş duvarın (kültürel kümülatiflik/süreklilik) tamamı yıkılarak (sıfırlanma) yeniden, ya aynı seviyesine getirilmesine, bu mümkün olamayınca da getirelememesine harcanmış olacaktır. Bu anlamda siyasal kültürün, farklı çözüm önerilerinin yarışmasından ziyade, örülmüş duvarı/birikimi yıkıp yeniden/sıfırdan örmeye harcaması, kaynakların hiçbir zaman çatı kurmaya yetişememesi sonucunu doğuracak ve yaşamsal evin çatısız kalması anlamına gelecektir.

Bunun nedeni olarak siyasal kampların yarışması değil, adeta ‘savaşması’ olduğu söylenebilir. Dellaloğlu, sorunu ‘savaş’ olarak gördüğünden olsa gerek, taraflara ‘kültürel ateşkes’ teklif etmektedir.[6] Bununla beraber sonu kültürel süreksizliğe varan savaşı, Fransız antropolog René Girard’ın ortaya attığı mimetik rekabet ( ya da sahiplenme mimesisi)[7] kavramıyla açıklamak daha makul görünüyor. Nedir mimetik rekabet?

Mimetik rekabet

Toplumun bir üyesi bir eşyaya/nesneye sahip olmak için harekete geçtiğinde, o şey diğer üyeler için de birden değer kazanır. Bundan sonra o eşya artık değerlidir. Tarafların arzu nesnesi olan o eşya/şey için karşılıklı olarak sahiplenme rekabetine girişilir. Bunun mükemmel örneği kan davalarıdır. Kan davasında onur/itibar, taraflardan birinden birine sürekli yer değiştirir. Karşılıklı şiddet basamak basamak yukarıya doğru değil, aşağıya/yok oluşa doğru devam eder. Öyle ki kör bir burgu gibi toplumun tamamını içine alarak toplumun kendini tümden öldürmeye/yok etmeye, müdahale edilmezse son bireye kadar devam eder.

Girard’a göre toplumlardaki bütün yasaklar, mimetik rekabet nedeniyle akıldışı dehşete kapılmış insanların sonradan edindikleri ritüellerdir. Bu yönüyle yasaklar anti-mimetiktir. Ona göre kültür de söz konusu ritüellerin, yasakların toplamından ibarettir. Yani kültür tamamen bu ritüellerden oluşur. Öyleyse cari sosyokültürel şiddet nasıl duracak?

Ölümcül anafor olarak toplum ve onun yeniden kuruluşu

Girard’ın cevabı, “daha fazla şiddetle, son büyük şiddetle” olacaktır. Yani “günah keçisi”nin kurban edilişiyle… Neden günah keçisi diye sorulacak olursa, keçi hem taraflardan biri değildir hem de kendini savunacak ve kan davasını sürdürecek durumda değildir. Keçilerin kan davasını güdecek olamaması onun kurban edilişinin gerekçesi olacaktır. Böylece kan davası, savaş veya mimetik rekabet dediğimiz, başlangıcının bile belli olmayabileceği bu kavga da son bir şiddetle bitmiş olacaktır.

Peki bu durumda kimin/neyin günah keçisi olduğuna karar verme ve keçiyi kurban etme zamanını ve törenini belirleme işini kim üstlenecektir? Öyle ya, bu da taraflardan biri olacaksa onun sözü her iki tarafta nasıl kabul görecektir? Bu öyle biri olmalı ki, her iki tarafta da sözünün geçerliliği olmalı, sözleri ve teklifleri reddedilememeli. Arkaik toplum için bu kişi ruhbandır; manevi bir güce, bilgiye ve ayrıcalıklı statüye sahip din adamıdır. Bu otoriteye aynı derecede olmasa da kim sahiptir bugün?

Orta’nın aretesi (ἀρετή; erdem)

Öyleyse Türkiye’de bu güce kim sahiptir? Veya bu kişiliğin özellikleri neler olmalı? Kültürel ve siyasal söz konusu kutuplaşma, Türkiye’de hangi yöntem, hangi politika, hangi eğitim sistemi, hangi ekonomik politika veya ahlaki öneri getirilirse getirilsin, bunlardan hiçbirinin, duvarın örülmesine, çatının çatılmasına, kültürün sürekliliğine/kümülatifliğine bir katkısı olamamaktadır. Kim, hangi politikayı yürütürse yürütsün duvarın örülememesinden dolayı edebiyat cumhuriyeti/kamusu ve bunun neticesi olarak siyasal kamu oluşamamaktadır. Elbette hiçbir şey olmuyor değil, görünüş ve biçimde bazı değişiklikler oluyor. Ancak oluşamayan yenilik, Arendtyen anlamda “eylem”e neden olmayan pathos, gelenekle barışık olmayan modernlik ethosu ancak ve sadece görünüşe oynuyor gibidir.

Türkiye bu anlamda hâlâ ortasını (kültürel pantheon) oluşturamamış görünmekte. Bunun için tarafgirliğini vurgulayan kişilere ve ortada olmaya maruz kalanlara değil, ortada olmayı tercih eden insanlara duyulan ihtiyaç, varlığını aşikâr olarak hissettirmektedir. Arkaik kültürün ruhbanı, savaşa son verecek gücünü ortada olmaktan alıyordu. Kendini kendi içinde yokluğa savuran bir savaş… Bu anlamda kültürel ateşkesi kim sağlayacak? Kültürel savaşı durduracak kişinin aretesi (erdemi) ne olacak?

Öncelikle söz konusu erdemin, mahallesinin dışında da durabilen ve hatta çoğunca or(t)ada olabilmeyi Aristotelesyen anlamda başarmış bir kişi veya kişilerde aranması gerektiği ortada. Her iki mahalleye konumsal açıdan olmasa da kolektif bir soruşturma aracına (elenkhos) sahiplik anlamında neredeyse eşit uzaklıkta, her iki tarafta güvenilirliği olan bir kişiliktir bu. Söz konusu kan davası, günah keçisini bulup kurban edecek ruhbanın ethosuna sahip entelektüellerini arıyor. Burada mesele, bunun kim olup olmadığı meselesi değil. Kan davasını durduracak yetkeye sahip kişilerin özelliklerinin tartışılması ve gündem edilmesinin zorunluluğudur.

Kendini temsil etme gücünde olan ve yurt sevgisi ile dolu aydınların bu anlamda bir önerisi var mı acaba?


[1] Ahmet Hamdi Tanpınar, Mücevherlerin Sırrı, YKY, İstanbul 2002, s.71.

[2] M. Cüneyt Kaya (haz.), Türkiye’de/Türkçede Felsefe Üzerine Konuşmalar, Küre Yayınları, İstanbul 2015, s.61.

[3] Besim F. Dellaloğlu, Zamanın İçinden Zamanın Dışından: Gelenek ve Modernlik Arasında, Heretik, Ankara 2017, s.53.

[4] Kenan Göçer, Türkün İş Zihniyeti, Nobel Akademik Yayıncılık, Ankara 2019, s.44-46.

[5] Murat Önderman, Türkiye’de Devlet, Sosyal Kontrol ve Öznellik, Filiz Kitabevi, İstanbul 2007; Murat Önderman, Türkiye’de Paranoid Ethos, Vakıfbank Kültür Yayınları, İstanbul 2018.

[6] Dellaloğlu, Zamanın İçinden Zamanın Dışından, s.51.

[7] René Girard, Dünyanın Kuruluşundan Beri Gizli Kalmış Sırlar, çev. Ali Berktay, Alfa, İstanbul 2018.

İktidarın Kalesi Kırsalda CHP Tabanı

Tahmini Okunma Süresi: 5 dakika

Seçim dönemi ve sonrası süreçte iktidarın kırsalda daha çok Türk-Sünni emekçi kesimlerden aldığı destek tartışmaya açıldı. Durumu açıklamaya yönelik apolitik tahliller aşağı yukarı halk kesimlerinin cehaleti ve sosyoloji vs üzerinden yapılarak faydasız bir tatmin aracına dönüştü, öte taraftan meseleyi sınıfsal bağlamda analiz eden çalışmalar devam ederken Yurtseverce’den değerli hocamız İlker Cörüt yeni bir kavramsallaştırma ile tartışmayı ilerletmeye çalışıyor. [1]

Seçim sonrası en hararetli tartışma ise muhalefet cephesinde yaşanıyor. Kamuoyuna daha çok CHP Genel Başkanlığı tartışması üzerinden yansıyan bu konu seçim yenilgisinin nedenleri üzerinden ilerliyor. Ben de iki ay öncesine kadar taşra örgütünde yer almış aileden hatta ‘atadan’ eski bir CHP’li olarak kırsaldaki gözlemlerime dayanarak öncesi, seçim dönemi ve sonrasıyla CHP seçmenini tartışmaya çalışacağım bu yazımda.

Üstte tırnak içinde özellikle belirttiğim atadan CHP’li olmak olgusu kırsalda CHP seçmeninde en kalabalık kategoriyi oluşturuyor. Orta yaş üzeri kesimde en büyük motivasyon bu diyebilirim.

Bu kesimlerin siyasal gelişmeler karşısındaki refleksleri CHP’nin tarihsel dönüşümüyle paralellik gösteriyor diyebilirim. 1960’ların ikinci yarısından itibaren yükselen halk hareketi ve sol mücadele içerisinde kendisini ortanın solunda tanımlayan CHP kuruluşundan itibaren en büyük dönüşümü yaşamış ve emekçi halk kesimlerinde muazzam destek sağlamıştı. Bu ideolojik dönüşüm kuşkusuz ülkedeki dönüşümle alakalıydı. 12 Eylül sonrası ve daha çok SHP sonrası ülkenin yeni ortalamasına göre CHP kendini yeniden dönüştürdü ve soldan sapma ve adına ulusalcılık denen yeni tip sağcılık hakim olmaya başladı. CHP tabanı kendini her zaman solda tanımlarken örgütteki engel olamayacakları dönüşüm onları da dönüştürmeye başladı.

Batıya doğru başlayan göç dalgası taşradaki en ileri unsurları buralardan koparırken geride partideki dönüşüme direnemeyen unsurlar kaldı. Taşra örgütleri de yeniden dönüşüme göre yapılandırılırken bölgede sol sosyalist yapıların yokluğu CHP tabanını sağa doğru savurmaya başladı. Siyasal İslam’ın ülkede iktidara gelmesi taşra içinde yeni bir dönemdi. Son seçimde de görüldüğü gibi iktidara ülkede en radikal ve yüksek destek taşradandı.

CHP’yi ülkenin ortalaması olarak tanımlıyorum ben. 1980 öncesi ülkede yükselen solla beraber CHP de kendini solda konumlandırdı. Bugün yeni Siyasal İslamcı iktidar ile ise sağa doğru yolculuk başladı. Zaten bu dönüşümle beraber CHP’de orta sınıf söylemleri ve bakış açısı hakim olmaya başlayınca taşrada daha çok alt sınıflardan olan CHP tabanı da buraya savruldu ve rıza üretmek daha kolay hale geldi.

AKP’li yıllar CHP seçmeni için en zor yıllardı. Giderayak parti devleti inşa edilirken CHP tabanı için yaşam daha zor hale geldi. İŞKUR’dan 9 aylığına işe girmek için dahi muhalif olmamak gerekiyordu mesela. Çocuğuna burs bulmak ya da bir kurumda işini çözdürmek günbegün daha zor hale geliyordu CHP tabanı için. Oğlu uzman çavuşluk başvurusu yapan baba utana sıkıla parti üyeliğini neden sildirdiğini açıklamaya çalışıyordu. İktidarın yerellerde yarattığı oligarşik yapı-devlet kurumlarındaki kadrolaşmalar, STK’lar, belediyeler, yerel basın vs ile- tüm halk kesimlerini olduğu gibi CHP tabanını da ablukaya almıştı. Esnaflık yapan bir partilinin iktidar yandaşları ve yereldeki ileri gelenleri tarafından müşterilerine dolaylı gözdağı verilirken, adeta ‘sakıncalı yurttaş’ olarak fişleniyor. Sosyal yardımlaşma vakfından yardım almak oldukça zor hale geliyor. Bu örnekler çoğaltılabilir tabi. Bunlar tüm ülkede yaşanan şeyler ama taşrada güçlü bir belediyesi ya da dayanağı yoktu bu insanların. Üstelik yaşadıkları yerde’ “azınlıklar”dı. Görece seküler olan bu kesim için yaşam tarzı da komşusu tarafından bir tehdit olarak algılanıyordu. En son seçim öncesi iktidar eliyle yaratılan gerginlik buralarda daha fazla hissediliyordu mesela.

Tüm bu koşullar yüzünden olsa gerek taşra CHP’lisini sağcılaşmaya ikna etmek daha kolay oldu. Zaten çevresi hep sağcıydı, iktidara koşulsuz destek veriyorlardı bu yüzden bu kesimlerin desteğini almak için onlara benzemeye çalışmak ‘işe yarayacaktı’.

CHP’deki bu ideolojik dönüşüm, sağın dili ile konuşmak, cumhuriyetin ileri kazanımlarını korumak konusundaki ürkek tavır, yani sağın hegemonyasını kabul edip, değerlerini olumlamak, oraya yaslanarak ilerleme politikası, ilerici değerlerin ve unsurların iktidar ve yandaşları tarafından şeytanlaştırılmasına yardımcı olurken, sıradan halk kitleleri tarafından marjinal eğilimler olarak görülmesine hizmet etti. Tüm bunlar taşranın yukarda bahsettiğim koşullar içerisindeki partilisini kendinden taviz vermesine yahut baskıyı daha fazla hissetmesine neden oldu.

Aslında bu politik dönüşüm tartışmaları AKP’li yıllarda bu hep devam etti. 2019 yerel seçimleri ile bu stratejinin başarılı olduğu ‘ispatlanınca’ taban en başlarda geçici bir taktik olduğunu düşündüğü bu stratejiye daha meyilli hale gelmeye başladı. Daha önceleri gelen eleştirilere bu pragmatizmin ileriye taşıyan geçici bir taktik olduğu cevabını verenler artık iyiden iyiye güçlenmiş, özgüven kazanmıştı ve bunun aslında bir ‘doktrin’ olduğu anlatılmaya çalışılmıştı.

Taban için bu yanılsama fazla sürmedi.

AKP’li yıllarda doğmuş büyümüş gençlik kesimi için ise bu fikir daha cazipti. Onlar sola daha yabancıydı neticede. Büyükler Süleyman Demirel övgüleri yapsa da 6 mayıslarda Denizleri de anıyordu ama yeni nesil gençler için ‘siyasetüstü bir Atatürkçülük’ hep daha cazipti. Kendileri gibi genç, seküler ama asla ‘din düşmanı’ olmayan biraz onlara biraz karşı tarafa benzeyen bir liderlikti onların istediği.

Bu yüzden zaten kazanacak aday tartışmaları ve sosyolojiyi yanına çekmeye yönelik her adım kabul gördü bu kesimlerden. Partinin kendi geçmişini silmeye çalıştığı bir dönemde ne faşistler tarafından katledilen Nevşehir il başkanları Zeki Tekiner’den haberleri olabilirdi ne de en azından mesela Partiye buradan eleştiri getiren ‘Gelecek için Biz’ kanadından. Artık sağ ve solun kalmadığı vaaz ediliyordu en tepeden ne de olsa. Böyle bir durumda sağcılığın yedeğine düşmek daha kolay oldu gençler için.

Sağın seküler olduğu iddiasını taşıyan kesimleri ile yapılan ittifak gençlerden daha fazla destek aldı bu yüzden. Ama partideki ideolojik savrulma yüzünden sağ seküler kesimlerin tekeline aldığı ‘siyasetler üstü Atatürk’ hikayesi (aslında bence sağ Kemalizm anlatısı) gençliği etkisine alınca gençlerin partiye daha sağdan eleştirileri baskın gelmeye başladı.

 

Belirtmek gerekir ki seçim stratejisine yönelik bir eleştiri var tabanda. Sağ ile kurulan masanın partiye zararı olduğu, oyu olmayan AKP eskilerine bedavadan vekil verildiği vs gibi. Ama bu eleştiriler soldan sapma tahlili üzerinden değil daha çok yanlış partner seçme hatası üzerinden yapılıyor. Partinin seçim öncesi ortaya koyduğu neoliberal ekonomi politikasına dair hiçbir eleştiri yok mesela.

Bugün liderlik üzerinden yapılan tartışmalarda görüyoruz ki CHP tabanı yine aynı yere savruluyor. Seçim yenilgisini ideolojik olarak temellendirmek yerine izlenen stratejinin yetersiz olduğu ya da yanlış aktörler ile ortaya konduğu düşüncesi var. Partiye soldan yapılan eleştiriler oldukça cılız.

Kılıçdaroğlu’nu destekleyenler Kılıçdaroğlu’nun başarılı ama yetersiz kaldığına inanıyor. İmamoğlu yanlıları ise yukarıda tarif ettiğim politik stratejiye en uygun liderin o olduğuna inanıyorlar.

Kişisel olarak TİP ya da öteki sol sosyalist yapıların bu gelişmelere müdahale etmemesinin hem CHP elitlerinin hem de seküler olduğunu iddia eden sağ akımların işine geldiğini düşünüyorum. Parti tabanında durum analizi yaparken bu kesimlerin dilinin daha ağır basmaya başladığını görüyoruz mesela.

Yazıda belirttiğim gibi parti tabanı her zaman kendini solda tanımlar ama partiye her ne kadar eleştirileri olsa da bulunduğu yerde en ileri unsur olarak CHP’yi görür yine. Ama anlattığım gibi CHP’deki sağ dönüşüm tabanı da dönüştürdü yıllar içinde. Bu yüzden CHP’den sola değil sağa kaymalar yaşandı yıllar içinde.

Bugün CHP tabanı içindeki cumhuriyetçi yurtsever kesimlerden büyük bir destek sağlayan Türkiye İşçi Partisi CHP’ye soldan eleştiri getirmediği her an parti tabanı sağa itilmeye devam ediyor. Partiye yönelik tüm eleştiriler sağın dili ve retoriği ile ilerliyor. Taşrada ileri kesim ve değerlerin şeytanlaştırılması daha kolay satın alınıyor kitleler tarafından. Kitlelere karşı sorumluluğunu yerine getirmede daha cüretkâr olmasını umuyorum.

Sonuç olarak

Siyasetin işi sosyolojiyi yanına çekmek değil onu dönüştürmektir. AKP iktidarının kırsalı olduğu gibi bırakmadığı ve onları dönüştürdüğü ve hegemonyayı inşa ettiği ortada iken buraların desteğini almak isteyen kesimlerin öncelikle taşranın stabil kaldığı yanılgısından kurtulması gerekiyor. Onları olduğu gibi kabul ettikleri durumda dahi geride kalmaları kaçınılmaz.  Muhalefet tabanında da durum aynı şekilde ilerliyor.  Olan bitenin kültürler ya da kimlikler üzerinden okumasını yapan bir siyasetin kaçınılmaz olarak varacağı yer de buydu sanırım. Mavi yakalı- beyaz yakalı tartışmalarındaki dilin muhalif seçmende karşılık bulması da bu yüzden. Sağcılaşmanın en önemli başarılarından bu ve doğru yerden müdahale etmedikçe egemen hale gelecek bu dil. Taşranın alt sınıf muhalif seçmeni de elindekini koruma güdüsüyle  ve giderek taviz verdiği yaşamıyla  bir mevziiye itilmiş durumda. Küçük adamın geçim etiği muhalif seçmende bu biçimlerde ortaya çıkmaya devam edecek ve bir avuç toprağıyla geçimini sağlayan çiftçi tefeci bezirganla aynı dili konuşacak.

O yüzden bir kez daha HAYAL GÜCÜ İKTİDARA…

[1] https://yurtseverce.com/2023/07/28/kucuk-adamin-gecim-etigi-oligarsik-diktatorluk-ve-hayalgucu-iktidara/