Mehmet Türkmen: “En önemli kazanım; sendikalara duyulan güvensizliğin kırılması”

Tahmini Okunma Süresi: 11 dakika

Direnişe çıkan işçiler bizden (BİRTEK-SEN) güç alıyor, cesaret alıyor, çünkü direnişe çıkar çıkmaz patron bir avukat getiriyor, tazminat hakkından bahsediyor, polis çağırıyor, jandarma çağırıyor. İşçi bilmediği için korkuyor. Bizi de tanıyor, biliyor diğer fabrikalardan. “Ancak onlar bunların dilinden anlar” diye düşünüyor. Biz gidince cesaret alıyor dolayısıyla. Çünkü biz müdahale ediyoruz, konuşma yapıyoruz, “Bu sizin demokratik hakkınız” diyoruz, polise de patrona da kafa tutuyoruz. Onlar da bunu görünce “Bunlar başımızda dursun” diyor.

Mehmet Türkmen: Yeni bir sendikayız, ama 25 yıllık, 30 yıllık bu bölgedeki bütün işçi sınıfı mücadelesinin birikimini fizikî olarak bağrında taşıyan bir sendikayız.

Yurtseverce: Aslında konfederasyondan bağımsız daha evvel hareket deneyimi olan insanlar.

Türkmen: Aynen. Biz bağımsız sendikalar meselesini tartışırken hep tereddütlerimiz vardı, çünkü bağımsız sendikaların Türkiye’deki pratikleri bakımından onlara mesafeliydik biz, politik olarak da. Çünkü genelde şöyle oluyor: Ya mevcut bir sendikada bir klik tasfiye ediliyor ve rekabet hissiyle gidip bir sendika kuruyor ya da çoğunlukla küçük sol çevreler böyle sendikalar kuruyorlar. Ama genellikle sol çevrelerin, sol kadroların kurduğu ama gerçek anlamda işçilerle bağ kuran, işçilerin sahiplendiği, işçi sendikası olma görünümünden çok solcuların kurduğu bir sendika olarak görünüyorlar. Bu bizim kaybımız. Böyle olursa bunun bize bir faydası olmaz dedik. Hatta kurucularımız, yöneticilerimiz arasında Refah Partili, Menzilci, AKP’li, MHP kökenli, HDP’li, EMEP’li, Sosyalist Cumhuriyet Parti’li, her görüşten unsurlar da var. Ama gerçek anlamda bizim için politik yönünden öte önemli olan sendikada Antep’te sınıf mücadelesinde en ön cephede olan öncü işçiler, ileri işçiler olmasıydı. O bizim için bir avantajdı. Şubat’ta mesela bizim sendikamızın kuruluşu resmileşti, kuruluş bildirgemizi o zaman aldık. 2 Şubat’ta o 34 fabrikadaki iş bırakma eylemleri başladığında bizim daha resmi kuruluşumuz tamamlanmamıştı. Şubat ayında netleşti. Ama o hâlimizle bu direnişlerin içinde bulunduk.

Yurtseverce: Kervan yolda dizilmiş gibi aslında. Peki işçi sınıfı mücadelesinde siz kazanım olarak neyi görüyorsunuz? Neyi başardınız, kazanım elde ettik diyebilirsiniz?

Türkmen: Bu henüz tamamlanmış bir kazanım değil ama büyük oranda başarılmış bir şey olduğunu düşünüyorum. En önemli kazanımımız bence, en azından bu havza, bu bölge için, şudur: bu bölgede tekstil işçileri içinde sendikalara olan güvensizlik, sendikal bürokrasinin yarattığı tahribat şuna dönüşmüştü, “Ya sendika mendika boş kardeşim!”. Çok haklı gerekçelerle bu tepki oluşsa da bu tepki genel olarak sendikalaşmaya, sendikal örgütlenmeye karşı bir olumsuz his, hatta “sendika düşmanlığı” düzeyinde bir karşıtlık oluşturmuştu. Bunu kırdık. Bunu şöyle kırdık: Daha önce yaşadığı bütün deneyimleri ve sendikal örgütlenme olarak karşı karşıya kaldığı örnekler karşısında sendikanın, sendikal mücadelenin bundan ibaret olmadığını, gerçek bir işçi ve mücadeleci sınıf sendikasının başka türlü de mümkün olabileceğinin örneğini çıkardık ortaya. Bu bence en önemli kazanımımız.

Yurtseverce: Direnişlerdeki kazanımı tanımlarken fabrika işçileriyle ortaklaşa mı tanımlıyorsunuz yoksa onlara öncülük ettiğiniz durumlar olabiliyor mu? Onların taleplerini siz daha az görüp “bundan daha fazlası istenmeli” dediğiniz örnekler oluyor mu?

Türkmen: Talepler konusunda bunu pek fazla yapabildiğimizi söyleyemeyiz. Çünkü hareketin düzeyi o düzeyde değil. Bu yapılabilir, işçiye dersin ki “kardeşin, sen neden bu kadar zam istiyorsun? Senin daha önemli sorunların var. Şunu talep etmelisin, bunun için greve çık” falan… Bunu da dersin. Bazen işçinin gördüğünden daha ilerisini görebilirsin. Her zaman buna “üstencilik” demeyebilirsin. Ama bugünkü koşullarda bu çok üstenci bir şey. Bugün hareketin, mücadelenin, örgütlülüğün düzeyi bunu dayatacak ya da bunu işçinin talebi haline getirmekten uzak. Bizim işçi sınıfının gündeminde olmayan, daha ileri talepleri işçi sınıfının gündemine sokma, onun talebi hâline getirme gibi bir çabamız yok anlamına gelmiyor bu. Zaten böyle bir çaba olmazsa bu ekonomizm olur.

Son birkaç yıldır özellikle, işçi hareketinin temel dinamiği ücret meselesi. Ücret savaşları olarak sürüyor. Bu son yıllarda ücretlerin çok fazla erimesi, çok hızlı yoksullaşmanın bunda payı var şüphesiz. Bu önemsiz de değil. Ücret meselesini küçümsemiyoruz. Ama çalışma saatleri, izin hakkı, çalışma koşulları, sosyal haklar, idari talepler – bunlar neredeyse işçi sınıfının gündeminden çıkmış durumda. Kanıksamış bu durumu. Pazar tatilinden vazgeçmiş. Antep’te Pazar tatili yapan fabrika yok. Hatta biz şöyle şeylere tanık oluyoruz: İşçiler dışarı çıkıyor, zam talebi için pazarlık yapıyor, taleplerinden biri “Pazar mesaisi olacak mı?” Pazar günü de mesai olsun istiyor. Çünkü aldığı ücret yetmiyor, ancak Pazar mesaisiyle, şunla bunla ücretini düzeltiyor.

Yurtseverce: Tam bu örnek üzerinden gidelim: Böyle bir durumda siz bunu düzeltici bir yönde mi çalışıyorsunuz yoksa o talebi yükseltmeye mi çalışıyorsunuz?

Türkmen: “Kardeşim, Pazar mesaisi talebi olur mu?” diyoruz ya. “Pazar senin tatil hakkın. Bu tatil hakkı için işçiler 100-150 yıl önce bedel ödedi. Biz niye 150 yıl önceye dönüyoruz?” diyoruz. “E yetmiyor” diyorlar. “E yetmiyorsa kardeşim, normal sekiz saat ve haftanın beş günü çalışarak aldığımız ücretin bizi Pazar günü çalışmaya muhtaç etmeyecek olmasını isteyelim” diyoruz. Bunu tartışıyoruz. Yer yer etkili de oluyor. Biz bu talebi hiçbir yerde desteklemedik. Şunu dersin: “Pazar günü zorunlu olmasın ama gönüllü çalışana ücreti %100 zamlı verilsin.” Ama tam tersine, Pazar çalışma olmasın, daha fazla iznimiz olsun gibi taleplerde tabi müdahil oluyoruz. Ya da başkaca politik mevzularda. Mesela “Suriyeli çalıştırılmasın” diyorlar. Biz orada çıkıyoruz, “böyle derseniz biz sizin yanınızda olamayız” diyoruz. “Ya öyle şey olur mu, siz Suriyelileri mi savunuyorsunuz?” diyorlar. “Kardeşim, ben Suriyelileri değil, ben işçi sınıfının çıkarlarını savunuyorum ve bir yerde işçi sınıfı Suriyeli, Türk, Kürt, Arap diye bölünürse oradan işçi sınıfına bir hayır çıkmaz. Irkçılığın olduğu yerde biz olmayız” diyoruz. Biz hatta bunun örneklerini de yarattık. DİSK-TEKSTİL döneminde ilk kez biz Suriyeli ve Türk işçilerin ortak örgütlendiği bir fabrika oluşturduk. Bu çok önemli bir deneyimdi. Hatta biz komiteyi bile Suriyeli işçilerle beraber kurduk. Altı kişilik komitenin üç üyesi Suriyeliydi. Türkiye’de ilk kez bir Suriyeli işçi fabrikanın önünde direniş yaptı. Bunlar işçilerin içindeki Suriyeli düşmanlığını kırmak bakımından da önemliydi. Hele Suriyeliler de mücadeleye katılınca “bak, onlar da bizimle birlikte mücadele ediyor. Aslında bizim derdimiz ortak” dedik. Böyle durumlarda açık açık işçiyle tartışıyoruz. İşçi kuyrukçuluk yaparsa onun sonu yok çünkü. İleri olanı tutacağım ve geri olanla mücadele edeceğim. Bizim prensibimiz o. Daha somut bir kazanım olarak da, Şubat’tan başlarsak, sendikamızın daha çiçeği burnunda, resmi olarak üye bile alınamayan günlerinde, kendimizi o direnişlerin içine attık ve o direnişlerin en az on beşinde doğrudan sendikanın müdahalesi ve bunların 6-7 tanesinde doğrudan sendikanın direniş yöneticiliği söz konusu. Hiç üyemiz olmamasına rağmen girdiğimiz bu direnişlerin çoğunda da istenilen zamlar alındı. Geçen yıl Ağustos’ta direniş yapılan 11 fabrika, bu yıl Şubat ve Mart aylarındaki 11-12 fabrikada öyle. Hepsi kazanımla bitmedi ama…

Yurtseverce: Kazanımla bitmeyenler tamamen kayıpla mı bitti?

Türkmen: Yani, bölünüyor işçi, dağılıyor. Bir kısmı işten atılıyor. Ama önemli bir kısmı kazanımla bitti. Mesela son direnişi söyleyecek olursak… Patron 22.000 vermiş, adam 23.500 ile anlaşıyor. Yani 1.000-1.500 lira. Ama o bile önemli işçi için. İşçi de gerçekçi. Bu koşullarda onun da yetmeyeceğini biliyor, ama ancak bunu “koparabildiği” önsezisiyle hareket ediyor.

Yurtseverce: Bunların kararlarını verirken işçilerle birlikte ortaklaşa karar alıyorsunuz.

Türkmen: Yo, direnişler tamamen kendiliğinden başlıyor. Genelde de zam dönemleri oluşuyor. İşçi de zam dönemi maaşı hesabına yatana kadar bekliyor. Kendi içinde bir beklentisi var. Bir örgütlülük de yok bu arada. Zam dönemi yaklaşınca bir kaynama başlıyor. “%50 mi verecekler? Yetmez. En az %60 olmalı” ya da “20.000 verecek. Yok kardeşim, 25.000’den aşağısını kabul etmeyelim. Eğer çok düşük verirse çalışmayalım” gibi laflar kendiliğinden yayılıyor. Bir vardiyada başlıyor, hesabı görülünce “Kardeşim hiçbirimiz girmeyelim” ya da “Öbür vardiya da girmesin” diyorlar. Böylece başlıyor. Ondan sonra, biraz daha örgütlü ve derli toplu hâle gelmesi ancak bizim müdahalemizle oluyor. Çünkü çok dağınık oluyorlar. Zaten daha başlamadan bütün fabrikalarda bizi tanıyan işçiler oluyor. Başpınar’da, bizim iş kolumuzda olsun olmasın, abartısız söylüyorum, her fabrikada BİRTEK-SEN’i, bizi tanıyan işçiler var. Bizim Facebook’ta, Antep’teki işçilerin en çok kullandığı sosyal medya organında, “İşçi Postası” diye bir sayfamız var. 40.000 takipçisi var. Bu 40.000’in en az 35.000’i Başpınar işçisi. Tamamen yerel bir sayfa. Orası bütün Başpınar işçilerinin haberleşme sayfası gibi. Telefonumuz onda yoksa bile “İşçi Postası”na mesaj atıyor. “Biz direnişe çıkıyoruz, sesimizi duyurun, BİRTEK-SEN’e nasıl ulaşırız?” diye iletişime geçiyorlar. Antep’te binlerce işçide de telefonumuz var. İlk bizi arıyorlar. “Biz bu vardiyada greve çıkacağız” ya da “direnişe çıktık, fabrikanın önündeyiz, gelin, bize destek olun” diye arıyorlar. Bizden güç alıyor, cesaret alıyor, çünkü direnişe çıkar çıkmaz patron bir avukat getiriyor, tazminat hakkından bahsediyor, polis çağırıyor, jandarma çağırıyor. İşçi bilmediği için korkuyor. Bizi de tanıyor, biliyor diğer fabrikalardan. “Ancak onlar bunların dilinden anlar” diye düşünüyor. Biz gidince cesaret alıyor dolayısıyla. Çünkü biz müdahale ediyoruz, konuşma yapıyoruz, “Bu sizin demokratik hakkınız” diyoruz, polise de patrona da kafa tutuyoruz. Onlar da bunu görünce “Bunlar başımızda dursun” diyor. Biraz uyanıklar da. Pragmatistler açıkçası. Mesela üye olmuyorlar. Bize çok güveniyor, “siz yanımızda olun” diyor, hatta 3-4 ayrı yerde direniş olunca “başkan niye gelmiyorsun?” diye soruyorlar. Ama “Üye ol” dediğimizde “ya başkan evet, üye olmak lazım” diyorlar, hatta çıkıp konuşma yapıyorlar “Hepimiz bu sendikaya üye olalım” diye ama o konuşmayı yapan bile üye olmuyor. “Bizi işten atarlar, sonra başka yerde işe almazlar” diye korkuyorlar.

Yurtseverce: Bir yerde işten atıldıktan sonra “Bunu işe almayın” diye haber vermek yaygın bir pratik mi?

Türkmen: Önceden daha yaygındı, ama açıkçası çok fazla pratik karşılığı yok. Çünkü Antep’te işsiz kalma diye bir şey yok. Antep’te bir direnişe girdikten sonra bir ay işsiz kalan bir işçi tanımıyorum.

Yurtseverce: Zafer Tekstil vardı burada. 600-650 işçi ilanına çıktılar. Bayağı tepki aldılar. Gördünüz mü bilmiyorum. Muhtarlara da haber salmışlar.

Türkmen: Bu iş bırakma konusunda işçinin cesaretle hareket etmesini sağlayan motivasyon şu: Direnişteyken bile iş bulan işçiler oluyor. Çünkü 1500 fabrika var, ihtiyaç çok. İşsiz kalmak zor burada.

Yurtseverce: Fabrikalarda asgarî ücretin üstünde verme trendi var mı? Asgarî ücret mi yaygın yoksa daha üzeri mi yaygın?

Türkmen: Antep bu konuda bölgeden farklı. Dokuma zaten hepten farklı çünkü dokuma daha kalifiye bir iş kolu. Dokuma operatörü için şu anda 35.000 lira ücretler. Operatör yardımcısı için de 25.000-27.000 lira ücretler. İplikte de 23.000-25.000 bandında. Normalde Antep’te bir iplik ve dokuma fabrikasında, tekstil iş kolunda, asgarî ücretle işçi çalıştıramazsın. Bu düşmüş hâli. Antep’te ücretler, iplik için söylersek, bundan 6-7 yıl öncesine kadar asgarî ücretin en az %50, %60, %70 üzerinde olurdu. Şimdi %40’ına kadar düşmüş durumda. Dokumada çok daha ileriydi. Mesela benim çalıştığım dönemde, benim aylığım asgarî ücretin tam dört katıydı. Bugünün parasıyla 70.000 lira falan. Şimdi iki katına kadar düştü. Bu biraz tabii Ünaldı Direnişi’nin kazanımlarındandı. Bir de dokuma kalifiye bir iş. Dokuma operatörü olabilmeniz için en 6-7 yıl deneyiminiz olması gerekiyor. Operatör dediğin fabrika büyüklüğünde bir makineyle çalışır. Bütün o makineyi tek bir kişi çalıştırıyor.

Yurtseverce: Direnişin hukukî boyutlarıyla alakalı birkaç şey soracağım. İşçilere hukukî destek sağlıyor musunuz? Bir de mahkemelerin tutumunda yıllara göre bir değişim gördünüz mü? İşçi lehine veya aleyhine bir değişiklik trendi var mı?

Türkmen: Var. Özellikle son 6-7 yılda. Mesela şunu hatırlıyorum, 5-6 yıl öncesine kadar, genelde bir sendikalaşma ve toplu işten atmalar olduğunda sendikal tazminat büyük oranda kazanılırdı. Son 5-6 yıldır sendikal tazminat kazandığımız tek bir yer yok. Sendikal tazminat artık vermiyorlar. Mesela Uğur Tekstil’i örnek vereyim. Yetkiyi almışız, çoğunluğu almışız, 98 işçinin tamamı sendikalı ve sendikal nedenlerle atıldıkları açık, ses kayıtları var. Ama mahkeme işe iadeyi vermekle beraber sendikal tazminatı vermedi. Bu davada bile sendikal tazminat kararı çıkmadıysa aslında fiilen bu hak kalkmıştır. Ve mahkeme çok uzun sürdü. İşe iade davalarını artık bizim avukatlar bile tercih etmiyor, çok uzuyor diyerek. Yasaya göre dört ayda bitmesi gereken bu davalar 1.5-2 yıldan önce bitmiyor. Hele bir de kıdem ihbar tazminatıysa… Kıdemini ve ihbar tazminatını alabilecek aşamaya gelmesi ortalama 3-3.5 yıl sürüyor ve aldığınızda da o günün ücretine göre alıyorsunuz. Yasal faiz çok düşük. Kuşa dönüyor. Hele bir de arabuluculuk çıktı… O yüzden işçilerin çoğu 3 yıl, 5 yıl mahkemede bekleyip alacağı paranın yarısını şimdi almak istiyor ve arabulucuda anlaşıyor.

Yurtseverce: Ya da başka firmaya gidiyor.

Türkmen: O çok etkilemiyor. Eğer şirket iflas etmemişse veya konkordato ilan etmemişse, o zaman muhatap bulamıyorsunuz çünkü, isim değişikliği engel değil.

Yurtseverce: Yok yok, onu dememiştim. “Direnişteki işçiler başka fabrikalarda iş buluyor” demiştiniz ya. Onu mu tercih ediyorlar mahkemeye gitmek yerine?

Türkmen: E tabii. “Gideyim, işime gücüme bakayım” diyor.

Yurtseverce: Bir de bu yasalardaki sektör barajı, iş yeri barajı meselesine yaklaşımınız nedir? Bu sizin çalışmalarınızı etkiliyor mu? Yoksa sizin için belirleyici bir şey değil mi?

Türkmen: Aslında belirleyici, çok belirleyici. Bizim şu anda üye sayımızın bu kadar düşük olmasının en önemli sebebi baraj ücreti meselesi. Mesela işçi en son üye olmaya ikna oluyor ama “sizin yetkiniz yok. Toplu sözleşme yapamazsınız” diyor. Bizim şu anda yetkimiz olsun, biz tekstil iş kolunun en büyük sendikası oluruz burada. Antep’te 130.000 tekstil işçisi var. 250.000 işçinin yarısından fazlası tekstil iş kolunda. Türkiye’deki toplam tekstil iş kolunun %10’u Antep’te. Bu havzada Türkiye’de hiçbir işçi havzasında olmadığı kadar bir sendika işçiler arasında itibar sahibi. Bunu abartısız söylüyorum. İşçiler gerçekten güveniyor bize. Sendikalı olmamasının sebebi bize karşı tereddüdü değil. Daha önceki sendika deneyiminden ihanete uğrayarak, mağdur olarak, faydasızlıkla karşılaşarak geliştirdiği sendikalara karşı güvensizlik ve sendikaların daha önce yarattığı tahribattan dolayı sendikalaşmaya karşı itimatsızlığın bize de yansıması. Bize “biz hakkımızı aradığımızda, direnişe çıktığımızda siz bizim yanımızda durursunuz. Sizden başka kimse yok” diyor, ama bunu kalıcı bir örgütlenme aşamasına çıkarmaya geldiğinde “işten atarlar, bunun bir sonucu olmaz, başa çıkamayız” deniyor. Bu yavaş yavaş kırılıyor. Belki bir iki dalgayla beraber başka bir boyut kazanacak bence. Öyle bir boyut kazandığında da bunun birleşeceği odak olarak gördüğüm tek merkez biziz.

Yurtseverce: Bunun kırılmasında etkili olan faktör olarak neyi gözlemliyorsunuz? Elde ettiğiniz kazanımlar mı yoksa o beklediği kötü senaryoların gerçekleşmemesi mi? Yanındaki arkadaşı BİRTEK-SEN’e üye oluyor, bakıyor ki o işten atılmıyor, devam edebiliyor. Bunun bir etkisi mi var, yoksa kazanımlar mı söz konusu?

Türkmen: İşten atılmama konusunda henüz kesin bir garanti veremiyoruz. Çünkü atılıyor işçiler. Ama şunu biliyor. İşçiler her türlü işten atılıyor. Sendikal neden bugünkü durumda en düşük oran. Şu da var: Üyemiz olmasa bile bizimle ilişki kuran ve bizim ya direnişle ya fabrika önünde patronu teşhir ederek, rahatsız ederek, çadır kurarak ya da avukatlarımızın desteğiyle yanında olduğumuz ama tazminatını alamayan işçi yoktur. Mesela Özak’ta 400 işçi yasadışı grev gerekçesiyle tazminatsız olarak işten atıldı. Üstelik Özak, tarihinde bir tane işçiye tazminat vermiş bir fabrika değil. Ama biz 400 işçinin 376’sının tazminatlarını tam olarak aldık. Antep’te son iki yıldır binlerce işçi sadece bizim desteğimizle tazminat almıştır. Bunu herkes biliyor.

Yurtseverce: O 376 işçinin karşılığı olarak da 1.5 milyon ceza kestiler size o zaman.

Türkmen: Evet, evet. O cezayı ödemeyeceğiz ama.

Yurtseverce: Hukukî prosedür bazında “önce öde, sonra itiraz et” gibi bir şey var mı?

Türkmen: Evet. Tebligatta da bu var: “İtiraz, tahsilata engel değildir” diyor. Ama biz avukatlarımızla da konuştuk. Politik bir tutum alarak bu cezayı ödemeyeceğiz. Hiçbir şekilde ödemeyeceğiz.

Yurtseverce: Yapacakları farklı uygulamaları bekleyeceksiniz.

Türkmen: Evet. Ödemeyeceğiz ve bunu başka bir gündem yapmaya çalışacağız. Bunu püskürteceğiz. Çok kararlıyız o konuda. Zaten paramız yok, ama paramız olsa da ödemeyeceğiz. Hatta bize şunu diyenler var: “Dayanışma örgütleyelim, diğer sendikalardan, Avrupa’dan.” Biz öyle olsa bile ödemeyeceğiz.

Yurtseverce: Sendika meselesiyle ilgili bir sorum daha var. Ondan sonra işçi sınıfının genel profiline dair ve Türkiye’de genel sosyalist harekete bakışınıza ilişkin birkaç soru soracağım. Sendikanıza ve aslında sizin şahsınıza yönelik hukukî, hukukî olmayan, siyasî ne gibi baskılar görüyorsunuz?

Türkmen: Bir kere baskıların hiçbiri hukukî değil zaten. Şu sendika barajı meselesiyle ilgili birkaç ekleme yapmak istiyorum: 1) Biz bugün baraj, yetki, toplu sözleşme gibi yasal prosedür çerçevesinde çizili sınırlar içinde bir sendikacılığın bugün mümkün olmadığını düşünüyoruz. Bunu kesin olarak söyleyebiliriz. Bu şu demek değil: Sendikaları, yasalara göre mücadeleyi bir kenara bırakalım. Bunları önemsemiyor değiliz. Ama kendini sadece yasal prosedür ve sendikalar yasasının bugünkü prosedürünün izin verdiği sınırlar içinde tutarsan ve işçilerin fiilî ve örgütlü mücadelesine başvurmadan sendikacılık yaparsanız dünyanın bütün yetkileri sizin olsa da artık işçi sınıfının kazanımlarını ve mücadelesini ilerletmenizin mümkün olmadığını düşünüyoruz. Bunu da bir sürü örnekle söyleyebiliriz. Hadi bizim baraj sorunumuz var, yetkimiz yok. Baraj sorunu olmayan bir sendika için de bu böyle. Bazı istisnaî sendikalar işçinin örgütlü gücüne dayanıyorsa yetki alabiliyor ya da patron ve hükûmet yandaşıysa alabiliyor. Bunun dışındaki örnek olarak Birleşik Metal’i gösterebilirsiniz. Onlarda da eleştirdiğimiz bürokratik taraflar var, ama yine de daha dinamik bir iş kolu, daha mücadeleci. Ayrıca iyi bir gelenek var, Maden-İş döneminden beri gelen. Böyle birkaç örneği sayabiliriz, kısmen Petrol-İş. Bir yerde örgütlendiğinizde sadece yasal prosedürle hareket ederseniz, patron yandaşı da değilseniz, o işyerinde örgütlenmeye başlayıp çoğunluğu alsanız bile fiilen toplu sözleşme süreciniz ortalama 3.5 yıl, ki 5 yıl sürenler de var. Çoğunluğu almak yeterli toplu sözleşme yapmak için, ama patron itiraz ediyor, bir yıl sürüyor. Sonra yetki geliyor, mahkeme bir yıl sürüyor. Patron biraz daha uyanıksa yandaş bir sendikayı 3-5 kişiyi üye yapıyor, o sendika da itiraz ediyor, bir yıl daha sürüyor. Böyle 4-5 yıldır çoğunluğu almasına rağmen toplu sözleşme yapamayan, yetki alamayan sendikalar biliyoruz. Yıllar sonra yetki geliyor, bu sefer de içeride üye kalmıyor. Çünkü o süreçte patron içeride sendikayı eritmiş, bir kısmını işten atmış, bir kısmı istifa etmiş. Masaya oturuyorsun, bir sözleşme yapacak örgüt gücün olmuyor. Aslında bitmiş. Bu tür engelleri de aşacak, meseleyi sadece mahkemeye, yetkiye, prosedüre bırakmayacak, işçinin örgütlü gücüyle patronu masaya oturtmaya zorlayacak bir fiilî mücadeleniz yoksa sendika yapma şansınız yok. Yani yetki-baraj gibi bir engel olsa da işçilerin fiilî-örgütlü gücüyle biz bir şey yapabileceğimizi düşünüyoruz. Özak’ta bunu yapabilirdik, eğer devlet devreye girmeseydi. Orada da yetkimiz yoktu, ama biz patronu masaya oturttuk, bütün taleplerimizi kabul ettirdik, birkaç husus kalmıştı ve devlet devreye girdi. Biz patronla protokol yapacaktık. Markaları bile buna ikna ettik. Levi’s mesela Özak’la ilişkisini kesme kararı almak zorunda kaldı. Örgütlediğimiz uluslararası kampanyanın da etkisiyle. Ama bizim yaklaşımımız, yetki ve baraj gibi konularda önerdiğimiz şu: Dünyada da, burjuva demokrasinin az çok oturduğu yerlerde bunun yolu iş kolu barajının antidemokratik olduğunu kabul etmektir. İşyerinde yetki sürecinde bunun çözümünün tek yolu referandumdur. Bir işyerinde işçinin sendikalı olması, işçinin hangi sendikanın işçiyi nasıl temsil edeceğinin belirlemesi işçinin iradesinin somut ve demokratik biçimde açığa çıkmasının önündeki engellerin kalkmasıyla olur. Bunun da yolu referandumdur. O işyerinde oylama yapılır, işçilere bir sandık konulur, bir işyerinde işçilerin çoğunluğu bir sendikadaysa o sendika orada yetkili sayılmalı ve toplu sözleşme yapabilmelidir.

Yurtseverce: Üyelik sayısından ve iş kolu barajından bağımsız olarak.

Türkmen: Evet. İş kolu barajı hiç olmamalı. İşyeri barajı konusunda da bir tartışma var. Aslında o da demokratik değil. Bir işyerinde 23 kişi sendikalıysa 100 kişi içinde, sendika o 23 kişiyi temsil etme hakkına sahip olmalı. Bence demokratik olan o. Bazı Avrupa ülkelerinde böyle. Ama burada da işçinin çoğunluğunu örgütleme hedefinde de bir rehavet olmaması gerekiyor.

Yurtseverce: Toplu sözleşmeyi yapacak sendikanın referandumla belirlenmesini söylüyorsunuz.

Türkmen: Tabii. Patron itiraz mı ediyor? Sen çoğunluğu almışsın, bakanlıkta belli. Buna rağmen patronun itirazı dikkate alınıyor, bir yıl seni süründürüyor. Sonunda yine senin lehine çıkıyor karar %99. Ama zaten fiilen sen ortadan kalkmış oluyorsun. O yüzden yöntem şu olmalı: Patron itiraz ederse, grev oylaması gibi, işçilerin çoğunluğundan çıkıyorsa o sendika yetkili sayılsın.

Söyleşimizin kalan bölümlerini haftalık olarak size sunacağız.

1 Haziran: İşçi sınıfının genel profili (siyasi eğilimler, etnik bölünmeler, memleketçilik meseleleri)

8 Haziran: Türkiye’de Sosyalist siyasetin genel durumu (Partiler, gruplar, strateji ve eylemlere dair genel değerlendirmeler)