Devletçi Olmayan bir Türk Halk Siyasetinin İmkânları Üzerine
Tüm pedagojik tekçi anlatısına rağmen milliyetçilik esasen çok da devletçi bir olgu değildir. Zira milliyetçiliğe verilen kitlesel destek milliyetçi anlatıya verilen entelektüel ya da duygusal destekte temelleniyor değildir. Milliyetçiliğin ulusun her ferdini siyasal alana ehil görerek siyasal alanı genişletmesi, önceden siyasal alanın dışında bulunan halk sınıflarının özneleşmesinin yolunu açar ve fakat bu özneler elitist pedagojik söylemin sunduğu özne konumlarına sığmaz ve ulusal öğeleri yeni baştan içeriklendirerek kendi yaşam dünyalarına mal eder.
(1)
Ulus-devletin siyasal biçim olarak genelleşmesi, ulusal egemenliğin ve ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin nihai ve ideal olarak devlette cisimleşeceği kanaatini de genelleştirdi ve normalleştirdi. Devletçi olmayan bir Türklüğün mümkün olabileceği iddiası, ulusun kategorik olarak devleti çağırmak zorunda olmadığını, ulus-devlet ve ulusal egemenliğin zorunlu değil olumsal/tarihsel bir eşleşme olduğunu ima eder ve bu normalleştirmeyi kabul etmez. Dolayısıyla, devletçi olmayan bir Türklüğün imkân dairesinde olup olmaması sorusuna nihai bir cevap vermek için, Türk ulusunun ve Türk devletinin soy kütüklerinin ne kadar iç içe geçtiği bahsinden yola çıkmak (Küçükaydın, 2017) ve bu bahse ışık tutacak tarihsel belgeleri göz önüne sermek tek başına yeterli olmayacaktır. Soruya tam bir cevap için ulusun ve ulusal egemenliğin tatbikatının devleti şart koşup koşmadığını gösterecek teorik bir tartışmaya girişmek zorunludur.
Homi Bhabha’nın (1990) ulusun performatif ve pedagojik boyutları arasında yaptığı ayrım bu tartışmayı derinleştirmek açısından verimli bir mecra sunmaktadır. Bhabha’ya göre milliyetçiliğin ulusu uzlaşması mümkün olmayan iki zamansallığın içinde var olur, bu iki zamansallık tarafından çekiştirilir ve dolayısıyla bir yarılmayla maluldür. Bu zamansallıklardan biri, ulusu kendini oluşturan öğelerin çoğul ve çatışan tarihlerinden soyutlayarak onu temsil edilebilir bir teklik, kadim bir geleneksel-kültürel öz, “a priori tarihsel bir varlık” (1990: 299) olarak geçmiş-bugün-yarın doğrusallığı içinde evrilen bir nesne olarak kuran pedagojik tarihsel anlatının zamansallığıdır. Öte yandan, ulusu pedagojik tarihsel anlatının zamansallığına bütünüyle tabi kılarak nesneleştirmek de mümkün değildir. Zira bu nesneleştirmenin-tektipleştirmenin bugünde-şimdide vuku bulabilmesi için ulusun bir özne olarak sahneye çıkması ve pedagojik anlatının ortaya koyduğu senaryodaki rolünü icra ederek kendi kendini nesneleştirmesi gerekir. Ancak ulusun sahneye çıkması, ulusun marjında (kenarında köşesinde) yer alanların, öznelliği pedagojik anlatı tarafından tüketilmemiş olanların da sahne alması ve pedagojik anlatıdan dışlanan çoğul ve çatışan tarihlerin senaryonun icrasına dâhil olması demektir (1990: 299). Senaryo asla yazıldığı gibi icra edilemez, olay örgüsü bozulur, senaryo bütünlüğünü kaybeder. Netice: Milliyetçiliğin ulusu asla kendini kapatamaz. (Ya da: Türklük zaten o kadar da devletçi değildir).
Devletçi olmayan bir Türklüğün imkânlarını soruştururken Bhabha’nın argümanında önemli bir kuramsal destek bulabiliriz. Bhabha’nın ulusun performatif boyutu üzerine yürüttüğü tartışmayı, parçayı bütünün tecelli vesilesi olarak gören milliyetçi parça-bütünlük anlayışının eleştirisi olarak da okuyabiliriz. Ulusal simgeleri, törenleri, kültürel öğeleri, kuralları, kurumları kendiliğinden milliyetçi pedagojinin tarihsel anlatısına bağlayan bir zorunluluk yoktur. Dolayısıyla, ulusun simgelerini taşıyanların, törenlerini icra edenlerin, kültürünü yaşayanların, kurallarını uygulayanların, kurumlarını kullananların ulusal öğelere atfedilen ulusal öze ve bu özün tarihine dair bütünsel bir kavrayışa ve onaya doğal olarak sahip olmaları gerektiği gibi bir iddiada da bulunulamaz. Her ne kadar milliyetçiliğin pedagojik tarihsel anlatısı devletin kurumsal imkânlarına dayanarak ulusal öğeleri kendi anlamlandırma zincirine hapsetmeye çalışsa da, çoğu zaman, sıradan insanlar gündelik hayatları içinde ulusal öğeleri küçük, yerel anlamlandırma zincirlerinin parçası haline getirirler. Bir diğer deyişle, ulus asla ulus inşacılarının öznel niyetlerine ve tasarımlarına indirgenemeyecek çoklu belirlenmiş bir gerçeklik düzlemidir (Ahıska, 2010: 11-14). Örneğin, bayraklar ve flamalarla süslenmiş ilkokul salonlarında düzenlenen şiirli, marşlı, danslı 23 Nisan törenleriyle devletin başlıca amacı TBMM’nin açılışı ve bunun Türk ulusu için tarihsel önemini yeni nesillere kavratmaktır. Oysa aynı gösteri, çocuğu gösteride görev alan bir anne baba için güzel bir aile hatırasıdır, çocuk için kimin daha iyi dans edeceği ya da şiir okuyacağına dair sınıf içi rekabetin bir parçasıdır, gösteriyi hazırlayan öğretmenler için müdür, protokol ve aileler nezdindeki itibara dair bir meseledir, törenlerde görev almayan ama izleyici olarak okulda bulunmak zorunda olan öğrenciler için hafta sonu okula gitmelerine neden olan can sıkıcı bir şeydir. Ya da, dağda çatışmaya hazır bir Türk askerinin birincil motivasyonu geçenlerde “şehit” olan arkadaşının intikamını almak, kendi köyünde kasabasında bir yerel kahraman muamelesi görmek ve “adam yerine konmak”, düğün ve evlilik harcamaları için ihtiyaç duyduğu parayı en kısa sürede biriktirmek değil midir? Yani haddizatında Türklük çok da devletçi değildir ve asla kolayca sabitlenemez.
Aslında herhangi bir ulusallık da çok devletçi olamaz. Şöyle ki: Ulus dolaysız biçimde deneyimlenebilir ve adı konulabilir bir somutluk düzeyinde var olmaz; ulus muhayyel bir cemaattir (Anderson, 2006: 20). Peki, zihinsel emekle iş gören entelektüeller, politikacılar, devlet yetkilileri, politika yapıcılar dışındakiler; yani düşünce ve hareket tarzı bütünlükler, kategorik tutarlılıklar ve üst düzey soyutlamalar tarafından yönlendirilmeyen madunlar (Chakrabarty, 2002: 34-36) diyebileceğimiz geniş kitleler bir bütünlük olarak ulusu muhayyilede nasıl kurabilirler? Üstelik ulusal bütünlüğü hayal edip edememek de değildir tek mesele. Ancak hayal düzeyinde tasavvuru mümkün bir cemaatle aidiyet bağı nasıl kurulabilir ki? Milliyetçi bir özcü perspektifi benimseyerek bireyin muhayyel ulusal bütünlüğe kendiliğinden, doğal bir duygusal bağla bağlı olduğunu düşünmeyeceksek, bireyi ulusa bağlayan duygusal dolayıma bir başka açıklama getirmek durumundayız. Tam da bu noktada, ulusal öğelere milliyetçi pedagoji tarafından atfedilen bütünsel anlam ve bu öğelerin icra edilirken kaçınılmaz biçimde eklemlenmiş oldukları bütünsel olmayan, duygulanımsal küçük anlamlandırma zincirleri içinde kazandıkları anlam/lar arasındaki farkın gördüğü işleve değinmek gerekir. Söz konusu fark pedagojik anlatıyı büsbütün ıskartaya çıkartmaz. Hatta denilebilir ki, pedagojik anlatı tam da bu fark sayesinde hükmünü yürütür. Bu fark, pedagojik anlatıyı sorgulatan bir skandal olarak belirmediği müddetçe anlatının hegemonyasını temin etmek üzere görmezden gelinecek, katlanılacak, idare edilecek bir fazlalık/eksiklik olarak görülür milliyetçi pedagoglar/devlet elitleri tarafından. Zira soyut pedagojik temsiller, icra edilirken yakalandıkları duygulanımsal küçük paralel anlamlandırma zincirleri sayesinde “küçük dünyalarda” somut bir yer edinir ve hegemonik bir değer kazanırlar.[1] Totaliter rejimler tam da her türden sapmayı bir yozlaşma olarak yaftaladıkları ve hiçbir sapmaya katlanamayacak kadar pedagojik oldukları için hegemonik olamazlar.
Demem o ki, tüm pedagojik tekçi anlatısına rağmen milliyetçilik esasen çok da devletçi bir olgu değildir. Zira milliyetçiliğe verilen kitlesel destek milliyetçi anlatıya verilen entelektüel ya da duygusal destekte temelleniyor değildir. Milliyetçiliğin ulusun her ferdini siyasal alana ehil görerek siyasal alanı genişletmesi, önceden siyasal alanın dışında bulunan halk sınıflarının özneleşmesinin yolunu açar ve fakat bu özneler elitist pedagojik söylemin sunduğu özne konumlarına sığmaz ve ulusal öğeleri yeni baştan içeriklendirerek kendi yaşam dünyalarına mal eder. “Halk siyasetinin” elit siyasi kurgulara indirgenemez bir özerkliği vardır (Guha, 1988: 40). Milliyetçiliğin kitle desteğini bu dinamikte aramak daha doğru olacaktır. Gelgelelim, bu dinamikten kalkarak milliyetçiliğin tekçi pedagojik anlatısının önemsiz olduğu, Türklüğü devletten ayırmak çağrısının anlamsız olduğu sonucuna da varılamaz. Zira milliyetçilik, siyasal sahneye buyur ederek özneleştirdiği halk sınıflarının özerkleşerek bağımsız aktörler olarak belirmesine asla tahammül edemez. Halk sınıflarının siyasallığı, ulusun birliğinin tecessümü ve güvencesi olan milliyetçi elitlerin kontrolü, denetimi ve yönlendiriciliği altında vuku bulmalıdır ki ulusun birliğini zedeleyecek alternatif güzergâhlar takip etmesin. Milliyetçilik, kitlelerin özneleşmesi karşısındaki tahammül eşiğini konjonktürel olarak yükseltebilir ya da alçaltabilir, halk sınıflarının ulusal kurumlara, süreçlere, törenlere kendi damgasını vurmasını şu veya bu düzeyde kabul edebilir, hatta sömürge karşıtı milliyetçiliklerde görüldüğü üzere halk sınıflarının özlemlerine, mitlerine, tasavvurlarına teorik bir alan dahi açabilir, fakat milliyetçi elitlerin pedagojik otoritesinin temelini oluşturan ulusun tekliği iddiasını şüpheye düşürecek bir siyasallaşmaya asla mahal vermez. Vivek Chibber’in (2013) Maduniyet Okulu’na ve Partha Chatterjee’nin (1986: 50) pasif devrim ve sömürgecilik karşıtı milliyetçilik bahsindeki iddiasına yönelttiği eleştirinin doğrultusunu takip ederek söyleyecek olursak, sadece sömürgecilik karşıtı milliyetçilik değil milliyetçiliğin bizatihi kendisi bir pasif devrim biçimidir.
Dolayısıyla, Türklüğü devletten boşamak gerekir dediğimizde tekçi pedagojiye tabi olmayan bir Türklük siyasetinin imkânlarına dair bir soruşturmanın gerekliliğini vurgulamış oluyoruz. Tabi ki, böyle bir siyasete dair tartışma, tekçi pedagojiye dayanmayan bir ulus temelli siyasetin nasılına dair daha genel bir tartışmanın parçası olmak durumundadır.
Kaynakça
Ahıska, M. (2010) Occidentalism in Turkey: Questions of Modernity and National Identity in Turkish Radio Broadcasting, London and New York: I. B. Tauris Publishers.
Anderson, B. (2006) Imagined Communities: Reflections on the Origin and Spread of Nationalism, London: Verso.
Bhabha, H. K. (1990) “DissemiNation: time, narrative, and the margins of modern nation”, Bhabha, H. K. (der.), Nation and Narration içinde, Londra ve New York: Routledge, 291-322.
Chakrabarty, D. (2002) Habitations of Modernity: Essays in the Wake of Subaltern Studies, Chicago: The University of Chicago Press.
Chatterjee, P. (1986) Nationalist Thought and the Colonial World: A Derivative Discourse?, London: Zed Press.
Chibber, V. (2013) Postcolonial Theory and the Specter of Capital, London and New York: Verso.
Guha, R. (1988) “On Some Aspects of the Historiography of Colonial India”, Guha, R. ve G. C. Spivak (der.), Selected Subaltern Studies içinde, New York: Oxford University Press, 37-44.
Küçükaydın, D. (2017) “OHAL ve KHK’ların Ekonomi Politiği”, https://demirden-kapilar.blogspot.com/2017/05/ohal-ve-khklarn-ekonomi-politigi.html, indirilme tarihi: 15 Mayıs 2017.
[1] Ahıska (2010), ulusal kimliğin gerçekle tüm bağlarını koparmış bir kurguya dönüştüğü tek parti dönemi Türkiye’sinde resmi kurgu ve gündelik icra arasındaki kaçınılmaz farkın, kurgusallığın yapaylığı, hatasızlığı ve soğukluğu karşısında kendini tanımlayan bir samimiyet alanı olarak paralel bir Türklüğe yol verdiğini anlatır.