Vatan Kavramı ve Yurtseverlik Üzerine Bazı Dikkatler
Türk milleti, hürriyetine kapitalist kuşatmayı aşarak kavuşabilir. Hür olmadığını biliyor mu, emin değilim. Bunu bilmek ve kuşatmayı kırmak üzere harekete geçmesi aynı zamanda bir millet olduğunun kanıtı olacak. Türkçemizin çok güzel bir deyimi var: Ayak diremek. Ayak diremeyen millet ise köleleşir.
Vatan ve milleti tanımlarken ve anlam katmanları üzerine düşünürken, iki kavramın, birbirini izah etmekte zorunlu bir bağı olduğunu söyleyebilir miyiz? Biri diğerini mutlaka gerektirir mi? Bu sorulara verilecek cevaplar zamana ve mekâna göre muhtelif. Bu yazının hedefi, konuyu ihata etmekteki zorluğu da düşünerek, yukarıdaki sorular ile buna bağlı imâlar ve notlarla vatan ve yurtseverlik bahsinde birkaç temayı dile getirmek ve tartışmak.
Bu kavramların modern öncesi dönem ile modern dönemdeki anlamları, algılanışları, biçimi arasında ciddi farklar var. Fakat yine de Cemal Kafadar’ın belirttiği üzere,” Geçmişin en az bizim kadar incelikli insanlarının bu kavramların içini nasıl farklı şekillerde doldurduklarına, sürekli dönüştürdüklerine yakından eğilmek gerekir. Vatan ve millet anlayışlarımızın çağdaş dünyada aldığı farklı şekillerin ne kadar yeni olurlarsa olsunlar yoktan var edilmeleri mümkün olamazdı. Hem sadece tercih edilen değil, edilmeyen, zaman içinde terk edilen, unutulan görüşleri de tanımlamakta yarar vardır. Hem tarihi hakikate sadakat açısından hem de içine düştüğümüz çıkmazlarda bize alternatif sunma potansiyeli taşıdıkları için.” (Kafadar, 2017: 19)
Hafızaya Bakmak
Abdal Musa, Toroslar’ın Teke ilinde tekkesini kurmuş, Kaygusuz Abdal’ın da bulunduğu dervişlerle yaşamaktadır. İran tarafından gelen bir abdal ,”Bu Sultan hangi soydandır” diye sorar. Tekke’ nin Abdalları,” Biz Sultan’ın ötesini sormayız yalnız didarın aşığız” derler. Abdal Musa ise,
“Kim ne bilir biz nice soydanız
Ne bir zerre oddan ne hod sudanız”
diye yanıtlar.
Bu cevapta Anadolu’nun dervişlerle birlikte oluşmuş tarihine, kimliğin oluşum sürecine dair bir işaret vardır. Aynı zamanda dervişlerin yeni geldikleri toprağa (Diyar-ı Rum) gösterdikleri özen, orada toprağı şenlendirerek, insan haysiyetini koruyacak ilkeler etrafında oluşturdukları iklim ile ilgilidir. Bu yurtlaşma sürecinde, soydan önce gelen, insanların bir toprak parçası üzerinde kurdukları eşitlikçi ve özgür ilişkidir. Burada toprakla insanın buluşması, toprağın insanı kabulü, bu kabul ve buluşma ile ortaya çıkan yaşam ve anlayış, Anadolu Türklüğünün oluşumunda, Anadolu’nun yurt olmasında çok temel bir etkendir.
Süreç kabaca, yurtsuz ve devletsiz Oğuzlar ve merkezi devletlerin İslam’ı yozlaştırması sonucu çevreye giden dervişlerin eşitlikçi arayışlarının bir buluşmasıdır. Derviş, şeyh ve babaların ütopyacı sentezi, bizim için hâlâ keşfedilmesi ve geliştirilmesi gereken zengin bir tarihi miras olarak durmaktadır. Milliyetçi tarihçiliğin aksine Anadolu’nun Türkler için yurt olması Grousset’in de belirttiği gibi, “Selçuk hanedanının eseri olmaktan ziyade onlara sık sık baş kaldıran başı bozuk asi Oğuz aşiretlerinin ve küçük emirliklerin ( gazi beylikler) eseridir.” (Bingül, 2016: 65) Buna rağmen Milliyetçi tarihçiliğin insansız, mekânsız, yaşamsız anlatısı bugün de vatan ve millete bakışı büyük oranda belirliyor. Yurtsever bir bakışta ve anlayışta ise, şiiri ,türküyü, deyişleri ,destanları, kargışları, masalları, dansları; dayanışmayı, doğa ile insanın uyumunu, gönül kırmamayı, sultan sofrasına oturmamayı, yetmiş iki millete aynı nazarla bakmayı, fütüvveti, Ahiliği, Melamiliği, Nasrettin Hoca’yı Yunus Emre’yi buluruz.
Melamilik, fütüvvet ve tasavvufun hayata dönük aktif versiyonu ile şekillenen derviş, baba ve şeyhlerin anlayışında, kurmak istedikleri düzende, toprak çok önemlidir. Belki de Mevlana ile Ahi Evren arasındaki mücadelenin temelinde yaslandıkları “sınıfları” da belirleyen temel fark buydu. Mevlâna büyük bir şair ve mutasavvıf olarak devlet yöneticilerini cezbedecek bir ilmi kuvvete ve kabiliyete sahipti. Kendinden emindir, ikna kabiliyeti yüksektir. Moğolların gelişini “hoş” karşılamış, Moğol komutanlarının bazıları müridi olmuştur. Müritlerinin başında Ahi Evren ve ahileri Kayseri isyanı sebebiyle katleden Nureddin Caca da gelmektedir. Mevlâna’nın ortağa koyduğu pratik daha çok yönetenleri ikna etmek şeklindeki bir tarzdı, halksız ve topraksızdı. Ahiler içinse, müstakil yaşama olanağı tanıyan, üzerinde eşitlikçi bir yaşamı kuracak toprak şarttı. İster koyunları otlatmak için olsun, ister ekin ekmek, isterse de ahilerin zanaatlarını icra etmesi için. Saray tarihçisi İbn Bibi’nin “Koyunlarına bile müşfik davranırdı. Kimsenin yardımını kabul etmezdi.” demek durumunda kaldığı Baba İlyas, Sulucakarahöyük’e yerleşerek toprağı şenlendiren Hacı Bektaş, gündüz çalışıp gece kazandıklarını tasadduk eden zanaatçıların piri Ahi Evren ve ahiler ve yüzlerce köyü kuran babalar böyleydi. İnsanın kendisini kurarken şehrini kurması toprakla insan arasındaki müthiş bir ilişkidir bu. Hacı Bayram Veli, “taş ü toprak âresinde” şehirle beraber kendisinin yapıldığını söyler:
Çalabım bir şâr yaratmış İki cihan âresinde
Bakıcak didar görünür olşârın kenâresinde
Nagehan ol şâra vardım ol şârı yapılır gördüm
Ben dahi bile yapıldım taş ü toprak âresinde”
Hacı Bayram Veli şâr derken kalbi, gönlü kast ediyor olsa bile şâr şehir demektir ve Veli’nin seçimi bilinçlidir, pekala politiktir de diyebiliriz. Yine, Yunus Emre de en az Dante kadar politiktir. Dante, İlahi Komedya’ yı Toskanaca yazmış, yerel bir dili kurtarmak ve yeniden kurmak istemiştir. Yunus da Türkçe yazarak o dönem Arapça ve Farsça’nın hakimiyetine karşı aslında yerel bir dili, zaten canlı olan bir dili şiire dökmüştür. Sadece dil bahsi bile başlı başına bir politik müdahaledir. Veli’ye dönecek olursak şehirle kendisini inşa etme, insanların bir şehirde gelişimlerini ortaya koyabilecekleri fikrini ifade etmiştir.
Aristo, “İnsan siyasal bir hayvandır.” diye yazmıştı. Paul Mason, bunun doğru çevirisinin “İnsan bir site, kent hayvanıdır veya insan ancak yasalarla yönetilen bir toplulukta gerçek potansiyelini gerçekleştirebilen bir canlı türüdür” şeklinde olması gerektiğini söyler. Aristo’ya göre insanların kentlerde yaşamaları doğaldı. Çünkü kentler insanın yaşamına sırf yemenin, üremenin ve çalışmanın ötesinde gelişme olanağı veriyordu Kent ekonomisi MÖ. 350 lerde bile insanların kültür, mutluluk ve belirli ölçüde özgürlük deneyimi tatmaları için zenginlikten yeterli bir pay ve yeterli boş zaman sağlayabiliyordu. Aynı mantığa göre bir kentin yasalarına bağlı kalmadan yaşamak ya da dinlencenin ve kültürün getirdiği iyi yaşamı tepip para peşinde koşmak isteyen bir adam Aristo’nun gözünde ya tam insan değildi ya da zaten Tanrı gibiydi – “ya zavallı bir varlık ya da insandan daha yüksek bir varlık”tı. (Mason,2020:198-199)
Buradan baktığımızda da Anadolu’da şeyh, derviş ve babaların ortaya koyduğu anlayışta şehir kurmanın ne denli önemli bir yer tuttuğunu anlayabiliriz.
Nasrettin Hoca’nın mizahında da çarşının, pazarın, toplumsal hayatın muhtelif yönlerinin canlı bir anlatımını görebiliriz. Halkın neşesinin, zaaflarının, tavırlarının, tutumlarının keskin bir zekâ ile dile getirilişi, aynı zamanda yaşamakta olduğu yerin sıhhati ile ilgili değil mi? Hocanın neşesi aynı zamanda insanın gerçek potansiyelini ortaya koyduğu bir mekanda gerçekleşmiştir. Hocada mizah ve gülmek halkın durumu ile doğrudan ilgilidir. Belki Edip Cansever’in dizesinde dile getirdiği gibi, “gülemiyorsun ya gülmek bir halk gülüyorsa gülmektir.”
Nasrettin Hoca yani Ahi Evren, fütüvvetin insanı geliştiren yönünü (ritm melekesi,inisiyasyon (süluk)) temel alarak kurduğu yapıda, meslekli olmanın, müstakil yaşamanın, dayanışmanın, cömertliğin yolunu göstermiştir. Mizahı ile insan özgürlüğünü ve haysiyetini koruyan/kuran anlayışı arasında kopmaz bir bağ vardır. Nasreddin Hocamızın da dediği gibi,” anahtarı düştüğü yerde arayacaksak” bu tarihle yurtseverce bir arayışı beraber değerlendirmek gerekir.
Mazzini: Patria ve Özgürlük
Maurizio Viroli “Vatan Aşkı” adlı kitabında yurtseverliğin temelleri, tarihi gelişimi ve milliyetçilik arasındaki farka dair çok referanslı bir tartışma yürütmektedir. Bu tartışma yurtseverlik ve milliyetçilik tartışmasının bize özgü olmadığını göstermektedir. Zira tartışılan temalar nitelik ve tarihi süreçler farklı olmakla beraber, büyük oranda ortak. Daha doğrusu yurtseverlik bahsinde serdedilen fikirler bizim içinde ufuk açıcıdır. Türkiye’de biriciklik vurgusu, biz bize benzeriz yargısı Arif Dirlik’in “kendini oryantalize etmek” dediği kavramla örtüşüyor. Burada konumuz bağlamında Giuseppe Mazzini’nin görüşlerini Viroli’den özetleyerek aktarıyorum. Giuseppe Mazzini,ondokuzuncu yüzyıl cumhuriyetçi yurtseverliğinin, milli engelleri aşan özgürlüğe bağlılık temelinde bir yurtseverlik idealinin en başta gelen temsilcisidir. Hayatını, İtalyan yurtseverliğine ve özgür bir patria kurmaya adamıştır.
Mazzini, Avrupa’nın manevi gelişmesinin tarihinin henüz yazılmadığını söyler. Mazzini’ ye göre, milli kültüre duyarlılık bunun zorunlu bir ön koşuludur, ama milli kültür Avrupa’nın özgürlük yönündeki manevi gelişimi gibi geniş bağlamda araştırılmalıdır. Patria (vatan), Herder’in millet tanımında olduğunu düşündüğü gibi hiyerarşik olarak dizilmiş farklı parçalardan oluşan bir organizma değil, özgür ve eşit bireylerin demokratik bir birliğidir. Mazzini, patria kavramına demokratik bir anlam yükler. O halkın patria’sını Kralların patria‘sının karşısına koyar ve gerçek bir patria‘da bütün yurttaşların eşit politik haklara sahip olması gerektiğini vurgular. Yoksulları,kadınları ya da siyahileri politik haklardan dışlayan bir cumhuriyet ilkelerine karşı çıkar.
Gerçek bir patria‘nın içinde yabancı diye bir şey olamaz. Kardeşlik ve sevgi bağlarıyla sürdürülen bir cemaat olması gerektiğinden, patria herkese yurttaş olmaktan gelen itibar, eğitim ve çalışma hakkının sağladığı saygı ve özsaygı temin etmelidir. Yalnızca yurttaşlar başarılı bir biçimde sosyal adalet taleplerinde bulunabilirler. Ezilenlerin ve sömürülenlerin ve yoksulların sesi, yurttaş olarak konuşamadıkları, aynı patria’nın ortak üyeliğine hak kazanmadıkları sürece, duyulmayacaktır. İşçiler, vatanı sevgileriyle, neşeleriyle ve üzüntüleriyle ve kanlarıyla kendilerinin yarattığını, güzelleştirdiğini söyleyebilirlerse talepleri güçlü olacaktır.
Mazzini açısından patria halk evidir. Bununla birlikte o eşi değerindeki diğer evler arasında bir evdir. Hayat şartları gereği diğer evlerde yaşamamız gerekiyorsa insanlık görevimizi yapmalıyız. Baskı altındaki halk bizim halkımız olmasa bile özgürlüğü savunmak her zaman, asli görevimizdir. “Nerede olursan ol, şartlar seni hangi insanlar arasında yaşamaya isterse itsin,o devir içinde yaşadığın halkın özgürlüğü için mücadeleden kaçma.” …insan onuru davasını desteklemek için yurtseverliğimizden vazgeçmesi gerekmez, aksine insanlık davası patria’mızı kurduğumuzda daha etkin savunulabilir.
Özgürlük hem içeride hem de dışarıda her patria’nın politikasının yönlendirici ilkesi olmalıdır. İçerde özgürlüğü kutsal belleyip dışarıda onu sistematik olarak çiğneyen Avrupa ülkelerinin politik mesihçiliği dayanılmazdır. Mazzini için, gerçek yurtseverlik kardeş milletlere saygı ve kim olursa olsun, kendilerini dünyanın efendileri olarak görenlere korkusuzca karşı durma cesareti ister. Ve Mazzini’ nin vardığı sonuca göre insanlık için ölmeye hazır olduğunuz için, “ülkenizin hayatı sonsuza dek sürecektir.”
Mazzini Alman dostlarına Alman olmanın birden fazla yolu olduğunu anlatmak istiyordu. Onun için iki Almanya vardı; ezen bir Almanya ve aklın gücünü temsil eden bir Almanya. Bu ikinci Almanya’nın yayılmaya ihtiyacı yoktur; onun yalnızca kendi manevi mirasını keşfetme ve geliştirmeye ihtiyacı vardır. Onun sıradan bir milliyetçiliğe ihtiyacı yoktur. Herder’in kozmopolitlik ve kültürel kısırlığa karşı sağlıklı bir panzehiri anlatmak için kullandığı aynı “milliyetçilik” sözcüğü, Mazzini için, milliyetçilik ilkesinin yozlaşması anlamına gelir
Millet bağlılığı, “bir halkın özgürlüğü herkese özgürlük hakkı tanıyan inanç dışında kazanılamaz ve savunulamaz” ilkesi unutulduğunda ya da çiğnendiğinde, iğrenç bir milliyetçiliğin batağına sürüklenir. Özgürlükten koparılmış milliyetçilik, Mazzini için, gayrimeşru otorite ya da adaletsiz yönetimin yeni bir maskesinden başka bir şey olamaz. (Viroli, 1997: 159-166)
Vatan(toprak), Millet (insan) ve Yurttaşlık
Eric Hobsbawm, milletin toprak parçası ile ilgili bir anlamının olmadığını söyler. Çünkü farklı milletlerin fertleri aynı eyalette hatta çok küçük bir devlette birlikte yaşayabilirler. Milletlerin toprak parçasıyla özel bir bağ olsaydı, Almanya’daki Wend’lere Alman demek gerekirdi, oysa Wend’lerin Alman olmadıkları çok açıktır. (Hobsbawm, 1993: 33) Bu tartışma esasen devletle milletin eşitlenemeyeceği tartışmasıdır. Aynı zamanda Avrupa’da milletlerin ve milli devletlerin oluşum süreci ile ilgilidir. Hobsbawm bu ve buna bağlı pek çok temayı büyük bir vukufiyetle ve pek çok örnekle izah eder. Hobsbawm’ın yaptığı diğer bir önemli tartışma devrimci-millet kavramı üzerinedir. “Halkçı-devrimci bakış açısıyla “millet”in ortak bir yanı varsa bu, temel bir anlamda etnik köken, dil ve benzeri unsurlar değildir. (ama bu unsurlar da kolektif aidiyetin göstergeleri arasında yer alabilirler)” Pierre Vilar’a işaretle, aşağıdan bir bakışla milli halkı karakterize eden şey, özel çıkarlara karşı ortak çıkarı, ayrıcalığa karşı ortak yararı temsil etmesiydi. Bu devrimci demokratik bakış açısıyla etnik grup farklılıkları ikincil düzeyde bir anlam taşıyordu ( ve daha sonra sosyalistler de böyle göreceklerdi). Amerikan kolonicilerini Kral George ile yandaşlarından ayıran kriter, açıkça ne dil ne de etnik kökendi; buna karşılık, Fransızlara göre Anglo-Amerikan kökenli Thomas Paine’nin Milli Meclis’e seçilmesini zorlaştıran hiçbir etken yoktu. Bu yüzden devrimci “millet” terimini etnik köken, ortak dil, din, toprak parçası ve ortak tarihsel anılar gibi kriterler çerçevesinde tanımlanan topluluğa uygun milli devletler kurmayı amaçlayan, daha sonraki milliyetçi programa benzer bir şekilde yorumlayamayız. (1993,36)
Vatanı toprak, milleti insan topluluğu olarak görürsek, bu ikisi arasında önemli bir “fark” vardır. Veysel Batmaz, Arif Dirlik’in “Global Modernite ve Sosyalizm” kitabına yazdığı girişte,” global kapitalizm içinde toprağı savunmak mı kapitalizme uygun yoksa milleti mi” diye sorar. Batmaz, toprağı savunmanın devletçilikle milleti savunmanın hak ve özgürlüklerle ilgili olduğunu ve böyle anlaşılınca meselenin açıklığa kavuşuyor gibi görünse de Türkiye bağlamında karıştığını söyler.
“Toprağı savunmak Ulus devleti ve ulusal orduyu gerekli kılıyor. Global Modernitede ve onları yaratan neoliberal politikalarda pek hoşlanılmayan iki olgu bunlar. Ayrıca modernist devlet jakoben ve ceberrut bir Hegelcilikten müzdarip. Yani milletin hak ve özgürlüklerine ya kapalı ya da sadece gerektiği kadar açık.” Buradan yola çıkarak “yurt ile millet sadece ideolojik olarak değil jeopolitik ve ekonomik olarak da birbirine karşıt” sonucu çıkıyor: “Oysa ve ayrıca millet insanlar dediğimizde onların toprakları olsa da oluyor olmasa da. Türk milletinin üç milyon kadarı Almanya topraklarında yaşıyor; sadece yaşamakla kalmamış Alman yurttaşı olmuş. Dirlik’in birinci dünyadaki üçüncü dünya dediği olgunun bir boyutu Türkiye açısından budur.” (Batmaz, 2006: 32-33)
Türkiye’de sağın, milletin “hakkı ve hukukunu” yurttaşlık statüsünün üzerine koyduğunu biliyoruz. Millet yurttaşlarla -belki bize özgü karmaşık bir durum olarak- karşı karşıya. Cumhuriyetin yurttaşı ile halk ayrımı gibi. Bir açıdan bakınca Demokrat Parti “Yeter Söz Milletin!” derken tam da bu gerilimi kastediyordu. Kanaatimce millete seslenen bu çıkış, ulus olarak ortaya çıkmak şeklinde de değerlendirilebilir pekala. Fakat millet maalesef sağcı programın -bunu Türkiye’nin kapitalistleşme sürecinden ayrı tutmamak gerekir- hakları olmayan bir kütlesi haline gelmedi mi? Mesela bugün, küçük bir azınlığın (sermaye, bürokrasi mafya vb.) ülkeyi yağma ve sömürüsü yine bu talan edenler tarafından, millete, muhalifleri “sefih bir hayat yaşayan azınlık” olarak gösterebilmesiyle kendini meşrulaştırmıyor mu? Yani bu durumda millet, sağın yozlaştırıcı manipülasyon ve operasyonlarıyla sürekli küçük bir azınlıkla kavga eden (aydınlar, solcular, sanatçılar, bohemler vs.) fakat esas sömürücü azınlığın kütlesi haline gelmedi mi? Yoz hep ezeni savunandır. Bütün bu manipülasyon, vatan ve millet kavramlarının yanlış kullanımı üzerinden devam edebiliyor. Amaç ise talan düzeninin devam etmesi. İdeolojik plandaki saldırı ise, cumhuriyetçi yurttaşlığın kısıtlayıcı, dayatan, üstenci bir yanı olduğu şeklinde gelişti ve yağma hissiyatını harekete geçiren dinsel ve milliyetçi söylemin millete yüklediği “anlam” ve “misyon”la yerleşti.
Bununla birlikte aslında tartışmanın bir tarafı da uygarlık meselesidir. Norbert Elias, uygarlaşma sürecini ana hatlarıyla, daha fazla duygu denetimine ve özdenetime yol açan, toplumsal ve bireysel yapıların, toplumsal farklılaşma ve kapsamlı insani iç içe geçme bağıntılarıyla tanımlanan bir dönüşüm olduğunu söylemişti. Günümüzdeki semptomlar göz önüne alındığında açıkça tehlikeli bir gerileyici uygarlık dışına çıkma süreci yaşadığımız anlaşılıyor. Duygu denetimi birçok yerde aşındı internette, sokakta, gündelik ilişkilerde. Sağcı popülist politikacılar, yurttaşlık hakları ve evrensel değerlerin karşısına ilkel dürtülerden beslenen sürüleştirme siyasetini koyarak sermayenin saldırısını örttüler ve insanlığın büyük kazanımlarını aşındırdılar. Slavoj Zizek’in belittiği gibi, “ milyarder Trump’un stratejik pozisyonu, mülksüzlerin kendilerini savunmasını engellemek” ti. (Zizek, 2017: 216) Fakat yine de popülist öfkenin tek kaynağı sıradan insanların gösterdiği bir ilkellik değildir. Sağ popülist siyasetçiler mülksüzlerin sesi olmak adına bu duyguları kullanırlar. Liberaller ise problemin yine Zizek’in belirttiği gibi, “artık rıza üretemeyen hegemonik liberal ideolojinin zayıflığının bir işareti olduğunu göremiyor.” (2017, 217)
Türkiye’de de dünyada olduğundan pek farklı değil, “millet adına konuşanlar” yurttaşlık bilincini anlamsızlaştırarak ve milleti sömürü düzeninin bir parçası haline getirerek, milletin hak ve özgürlüklerini gerilettiler. Neoliberal düzenin kuralsızlığı ve her türlü yağmanın önünü açacak meşrulaştırıcı mekanizmaları beraber düşünürsek, yurttaştan sürüye geçiş aslında teorik tartışmanın merkezindedir. Aynı zamanda cumhuriyetçilik,yurttaşlık, ulusal egemenlik gibi başlıkların, son dönemde doruğa ulaşan ideeolojik saldırının yarattığı atmosferin dışına çıkarak yeniden ele alınması gerekir.
Kul,yurttaş, kul-müşteri olarak ilerleyen bu süreci anlamak için barbar içgüdüleri açığa çıkaran sürüleşmeyi de görmek gerekir.
Slavoj Zizek, 2010 ve 2011’de İngiltere’deki isyanlar, Paris’te kitlesel bir öğrenci gösteriler ve dünyanın dört bir yanındaki isyanlar sonucu kentlerdeki karışıklığa yönelik hem muhafazakâr hem de liberal tepkilerin tam bir fiyasko olduğunu söyler. Muhafazakâr tepkinin vandallığa karşı düzenin yeniden sağlanması için müsamaha ve sosyal yardım değil, daha çok disiplin, sıkı çalışma ve sosyal sorumluluk duygusu telkin eden yaklaşımını sorunlu bulur:
“Bu tarifin sorunlu tarafı, gençleri bu kadar şiddetli patlamalara iten feci toplumsal durumu ıskalamasından da öte, bu tarz patlamaların bizzat muhafazakâr ideolojinin gizli öncülerini yansıladığını gözden kaçırmasıdır. Muhafazakârlar 1990’larda o bednam “esaslara dönüş” kampanyasını başlattığında, Norman Tebbit bu kampanyanın iğrenç ilavesini şu sözlerle ortaya koyuyordu: “Muhafazakâr bilinçdışının kirli sırlarını açığa vurmaktan asla çekinmeyin’ – “İnsan denen hayvan toplumsaldır, üstelik genelde belli bir yeri yurdu da vardır; bu yüzden insanın kabilesi ve yeri-yurduyla ilgili temel içgüdülerin tatmini meselesini gündemimize almamız gerekir”. “Esaslara dönüş” asıl bununla, yani medeni burjuva toplumu suretinin ardına gizlenmiş barbar “temel içgüdülerin” yeniden ortaya koyulması ile ilgiliydi o zaman. Bu şiddet taşkınlıklarında da aynı “temel içgüdülerle” karşılaşmıyor muyuz – temel sosyal haklardan mahrum olan alt tabakanınkiler değil de hegemonik kapitalist ideolojinin “temel içgüdüleri” değil mi bunlar? 1960’larda Herbert Marcuse cinsel özgürlüğe yönelik geleneksel engelleri kaldıran “cinsel devrim”i açıklamak için “baskıcı alçaltma” kavramını ortaya attı: İnsanın dürtüleri alçaltılıp yücelikten çıkarılabilir, medenilik kisvesinden soyunabilir, yine de “baskıcı” niteliğini koruyabilir – bugün İngiltere sokaklarında karşımıza çıkan da bu “baskıcı alçaltma” değil mi? Yani bu insanların “tabii mahlukat” konumuna gerilemeleri değil burada söz konusu olan, bizzat hegemonik kapitalist ideoloji tarafından tarihsel olarak özgül bir “tabii mahlukun” üretilmesi, sıfır noktasındaki kapitalist özne.” (Zizek,2015: 211-212)
Kapitalizm geldiği aşamada nasıl bir millet ve yurttaş üretiyor. Bunu tartışmak kapitalizmi aşmak için hayati anlam taşıyor.
Sonuç: … ey didarı Hürriyet
Ondokuzuncu Yüzyıl boyunca Vatan ve Hürriyet kavramları yan yanaydı Hürriyet mücadelesinin Merkezi’nde Vatan vardı. Namık Kemal’in “Vatan Kasidesi” şiirinin en bilinen mısraı Hürriyet deyince ilk aklımıza gelendir.
Ne efsunkar imişsin ey didarı hürriyet
Esiri aşkın olduk fakat kurtulduk esaretten
Namık Kemal döneminde vatan padişahın mülkü değil, milletin yaşadığı yer olarak, Hürriyet mücadelesinin merkezinde yer alıyordu. Bugün vatan kapitalistlerin toprak ve insana yönelik saldırısına karşı savunulması ve özgürleşmesi gereken yerdir. Vatan ve millet kavramları çoğu zaman ,özellikle Türkiye için, kapitalistin dilinden düşürmediği bir araçtır. Burjuvalar milliyetçilik maskesi altında, ulusu temsil etme zorunluluğunun bir sonucu olarak, tahâkkümlerini sürdürmek isterler. Wallerstein şöyle söyler:
“Kuşkusuz burjuvalar milliyetçi hatta yurtseverdirler. Kuşkusuz her türlü etnik olaydan fayda sağlarlar. Ama… daha çok işler yolundayken milliyetçidirler. 18.yüzyılda İspanyollara karşı bağımsızlık savaşı sürdürürken bir yandan da onlara silah satan Amsterdam burjuvalarını unutmayalım. Büyük, gerçekten büyük kapitalistlerin, gerileme dönemlerinde sermayelerini ülkelerinden nasıl hiç tereddütsüz kaçırdıklarını unutmayalım. Küçük delikanlılar (burjuvalar), belki de, manevra kabiliyetleri daha az olduğundan ülkelerine bağlı gibi görünüyorlar ama bu, olgunun gerçekliğini değiştirmiyor. Bu demektir ki, ulus,ırk ve sınıf, evet sınıf bile, bu kapitalist dünya ekonomisinde ezilenler için birer sığınak olarak kalırlar; kavram olarak popülerliklerinin temelini oluşturan da budur.” (Wallerstein, 2000: 286)
Geldiğimiz noktada, eğer durdurulmazsa, geri dönülmez bir biçimde doğayı ve insanı tahrip eden kapitalizm, doğal bir ekonomik düzen değildir. Üstelik sadece ekonomik altyapıyla izah edilemez. Karatani bunu belirtir: ” Bence kapitalizm, ekonomik altyapı gibi bir şey değildir. insanlığı, onun niyet ve maksatlarını hiç hesaba katmadan düzenleyen, onları birbirinden ayırıp yeniden birleştiren, bir güç, dinsel-türeyimsel (religion-generic) bir oluşumdur. Marx’ın tüm hayatı boyunca şifresini çözmeye gayret ettiği şey de budur: ” İlk bakışta meta son derece aşikar, önemsiz bir şey olarak görünür. Ama bu meta çözümlendiğinde, metafizik incelikler ve teolojik esrarlarla dolup taşan çok garip bir şey olduğu ortaya çıkar.” (Karatani, 2008: 29)
Türk milleti, hürriyetine kapitalist kuşatmayı aşarak kavuşabilir. Hür olmadığını biliyor mu, emin değilim. Bunu bilmek ve kuşatmayı kırmak üzere harekete geçmesi aynı zamanda bir millet olduğunun kanıtı olacak. Türkçemizin çok güzel bir deyimi var: Ayak diremek. Ayak diremeyen millet ise köleleşir.
Kaynakça
- İlyas Bingül, Türk Düğümü/ Turchia’da Tarih Düğümü, İstanbul: Gram Yayınları, 2016
- Cemal Kafadar, Kendine Ait Bir Roma, İstanbul: Metis Yayınları, 2017.
- E. Balibar ve I. Wallerstein, Irk,Sınıf,Ulus: Belirsiz Kimlikler, İstanbul: Metis Yayınları, 2000.
- E.J.Hobsbawm, 1780’den Günümüze Milletler ve Milliyetçilik/ “Program, Mit, Gerçeklik”, İstanbul: Ayrıntı,1993.
- Kojin Karatani, Transkritik/ Kant ve Marx Üzerine, İstanbul: Metis Yayınları, 2008.
- Paul Mason, Apaydınlık Bir Gelecek/ İnsanın Köktenci Bir Savunusu, İstanbul: Yordam Kitap, 2020.
- Maurizio Viroli, Vatan Aşkı/ Yurtseverlik ve Milliyetçilik Üzerine Bir Deneme, İstanbul: Ayrıntı, 1997.
- Slavoj Zizek, Komünizm Yeni Bir Başlangıç içinde, “Sorusu Olmayan cevaplar” Haz. Slavoj Zizek, İstanbul: Metis Yayınları, 2015
- Slavoj Zizek, “ Popülist Cazibe” ,Büyük Gerileme/ Zamanımızın Ruh Hali Üstüne Uluslararası Bir Tartışma içinde, Haz. Heinrich Geiselberger, İstanbul: Metis Yayınları, 2017
- Veysel Batmaz, “Arif Dirlik’i Okumak: Global Ekonomi ve Politik, Radikal Geçmişler ve Türkiye“, Arif Dirlik, Global Modernite ve Sosyalizm/ Üçüncü Dünya Hayaleti, Globalite ve Çin Halk Cumhutiyeti içinde, İstanbul: Salyangoz Yayınları, 2006.