Yıkıntılar Üzerinde Durmuş Ufka Bakarken

Tahmini Okunma Süresi: 4 dakika

Son on yılımız, büyük toplumsal depremler, ağır ideolojik heyelanlar ve yönetsel yangınlarla geçti. Neticede yangınlar daha fazla yakacak bir şey kalmayana kadar sürdü, heyelanlarla insanlar, evler, mahalleler başka başka yerlere taşındı ve depremlerde bir toplum derin bir çöküntüye uğradı. Şimdi hayatta kalanlar enkazların üstüne çıkmış doğan güneşi seyrediyor. Büsbütün yerinden oynayan zeminde eski kimliklerini aidiyetlerini kesif bir yanık kokusunun içinde seçmeye çalışıyorlar.

Türkiye ideolojik anlamda büyük bir dağılıp toparlanma sürecini yaşıyor. Geleneksel ideolojiler olarak tanımlayabileceğimiz Milliyetçilik, Muhafazakarlık, İslamcılık, Kemalizm, Sosyalizm gibi akımların iddialarının Türkiye gerçekliğine cevap verme imkanları ortadan kalktıkça yeni melezlenmeler meydana geliyor. Eskiden bir dergi, bir dernek, bir parti etrafında toplanmış örgütlü insan kütlelerini gördüğümüzde nokta atışı yapabildiğimiz ideolojik öngörüler, bugünün giderek atomize olmuş, örgütlenme yetisini yitirmiş kuşaklarının politik aksiyonları karşısında yetersiz kalıyor. Çoğunlukla da anlamını yitiriyor. Açıkçası yeni kuşakların siyaseten kendilerini tarif etme biçimlerinde eskilerin kavramları ve karşıtlıklarını kullanmaları da bu karmaşayı besliyor. Zira eski yıkılıp gitti, ama yeni hala kurulmuş değil. Bir yeni müphemliğin içinde elimizdeki eski moda el fenerleriyle yol arıyoruz. Zira Marx’ın o çok veciz ifadesinde de belirttiği gibi “göçüp gitmiş kuşakların oluşturduğu gelenek, yaşayanların beyinlerine bir kâbus gibi çöker”.

Müphemliğin İlanı: Gezi

Gezi, kendinden evvel ve sonra gerçekleşmiş bütün ekolojik direnişlerin ideolojik yükünü üstlenen ve onları aşan bir tavırla aslında bu ideolojik heyelanın işaret fişeği oldu. Kayan kumları, toprakta açılan cılız çatlakları Gezi ile gördük. Kendisini mevcut siyasetlerin hiçbirine atfetmeyen yeni bir siyasal grubun türeyişi ve budanışına Gezi ile şahit olduk. Ulusun Yükselişi’nin Türkiye ayağı olarak gördüğüm Gezi, ulusun özgün muhalefetini inşa etmenin bir denemesiydi. Pek çok muhalif deneme gibi başarısız oldu. Zira öyle olur, oligarşiler bir vuruşta devrilmezler… Ama çatırdarlar, bugün Fetullahçılık heyulası ortada yoksa bunu Gezi’nin inatçı direnişinin yarattığı çatlaklara bağlayabiliriz. Bugün iktidara mücavir kalemler Gezi’yi de Fetullahçılara havale ediyorsa, bu Gezi’yi değil, Fetullahçıları yere düşürür. Nitekim düşürdü de… Gezi bir onurlu yenilgi olarak tarihe gömüldü. Ama bir anlam dünyası ve yeni bir tavırlar silsilesi miras bıraktı. Kendini tanımlayamayan, dolayısıyla tanımlanamayan, merkezsiz ve yatay bir siyaset hattın inşa edilebileceğine örnek teşkil etti. Elbette böyle bir merkezsiz, ve yatay siyasetin avantaj ve dezavantajları ya da kendi başına bir ihtiyaç olup olmadığı başka bir tartışma konusuydu. Ancak yerleşik siyaset biçiminin sorgulanmasına neden olması bile önem taşımaktaydı. Onunla açılan 2010’lar Türkiye’sinin tarihi kendini tarif edemeyen yığınların tarihi olacaktı.

Melez İdeolojiler ve Eskinin Kalıntıları

Türkiye’de yeni nesil ideolojik melezlenmeleri spektrumun her dalında gözlüyoruz. 2010’ların başında, tam da “İslamcılar” iktidarın fevkine çıkmışken içeriden bir eleştiri, zenginleşmenin getirdiği yozlaşmalara vurgu yapıyor, eski bir Akıncı olan İlahiyatçı İhsan Eliaçık’ın çevresinde “Kapitalizmle Mücadele Derneği” ve “Antikapitalist Müslümanlar” adı altında örgütleniyordu. Söylemleri itibariyle Sosyalizm’i İslam tarihinden örneklerle güçlendirmeyi amaçlayan bir sol ilahiyat yazmayı deniyorlardı. Özellikle Gezi günlerini takip eden Ramazan ayında İstiklal Caddesi’ne kurdukları yeryüzü sofraları onları kitlelere mal eden olay oldu. Muhafazakar-İslamcı bir iktidarın devrinde yerlere serilmiş gazete kağıtları üzerinde iftar eden mütedeyyin insanların TOMA’larla dağıtılmak istenmesi trajik bir olaydı gerçekten. Antikapitalist Müslümanların karşı karşıya kaldığı meydan okuma, İslam’ın antikapitalist potansiyelinin zayıf olmasından gelmedi, zira dinler her yönden bir ilahiyat okumasına tabi tutulabilirdi. Daha zor olan Türkiye’nin İslam’a dair toplumsal deneyimin ve Türkiye’de İslam’ın siyasallaşmasının piyasacılık ve sağcılıkla (elbette milliyetçi muhafazakarlıkla) irtibatının çok kuvvetli olmasıyla bu antikapitalist okumayı birleştirebilmekti. Bu kadar sağda yerleşikleşmiş bir inanç sistemini sola yaslamak o ideolojik yüke nispeten yabancı, genç kuşaklar arasında popüler olabilirdi. Kısmen öyle de kaldı. Ancak farklı bir İslam tasavvurunu tartışmaya açması bakımından dikkate değerdi ve İslam-Sosyalizm melezlenmesinin ciddi, örgütlü ve nispeten başarılı bir denemesi olma şansını elde etmişti.

Bir başka melezlenme, milliyetçiler arasında İslamcılardan bir süre sonra gerçekleşti. 15 Temmuz’dan hemen önce (7 Haziran-1 Kasım cenderesinde) yükseltilen milliyetçi dalga Türk milliyetçiliğinin 50 yıllık temsilcisi MHP’yi ikiye bölmüş, eski ülkücüler ve onların öyküleriyle büyümüş evlatları “baba ocağı” partilerine veda edip İYİ Parti’yi kurmuşlardı. İYİ Parti, geçmişi itibariyle taşralı bir karakter taşıyan Türk milliyetçiliğini kentlere taşıma iddiasını dile getiren, bu nedenle de “seküler milliyetçi” olarak adlandırılan bir siyasi oluşum oldu. Elbette bu tutum onu Kemalizm’le de MHP’yle olduğundan daha irtibatlı hale getiriyordu. Bu bakımdan CHP’ye mücavir Atatürkçü – ulusalcı duyarlıklara sahip seçmen için de bir alternatif halini alır göründü. Ama daha ziyade MHP’nin iktidar kutbuna eklemlenmesinden hoşnutsuz genç milliyetçilerin söz söyleyebileceği bir oluşum olarak ön plana çıktı. Sonraları İYİ Parti merkez sağcılaşma ve seçmen profilini genişletme hamleleri yapsa da yeni milliyetçi kimlik partinin başat unsuru olageldi. Seküler milliyetçilik, 2015 yılında çeşitli köşe yazılarında başlayıp, bugün kendi medyası, hitap ettiği ve sözünü dinlettiği bir siyasi oluşumu olan bir baskı grubu haline dönüşmüş görünüyor. Ancak seküler milliyetçiler, halen MHP’nin 70’lerdeki duyarlıklarını sahiplenerek konuşmayı, kutuplaşma ve çatışmayı buradan kurmayı sürdürüyorlar. Çoğu zaman piyasa liberalizmine yol veren söylemleri, kapitalizmin çevre ülkelerinden biri olan Türkiye için fazla “lüks” kaçabiliyor. Hatta Erdoğan devrini kendilerince “Stalinist” bulan yorumları eski gelenekle (Ülkücülük) bağ kurma çabasına dayalı ciddi zorlamalar içeriyor. Zaman zaman göçmen karşıtı söylemlerin yükselişi, siyasi düşmanı yanlış işaretleyen milliyetçi sapmalar da bu eleştiriye dahil edilebilir. Ancak eski MHP’li Ülkücü profilin giderek aşındığı yeni bir ideolojik yapılanmanın türediği de not edilmeli.

Son yıllarda ön plana çıkan bir yeni melezlenme biçimi olarak İlker Aytürk’ün ortaya attığı Post Post-Kemalizm tartışmalarından bahsetmek gerekir. Genel olarak tüm siyasal kesimleri etkisi altına almaya başlayan bu yeni tutum kendini “Yetmez Ama Evet” karşıtlığı ve sol-liberal aydınlara karşı katı eleştirel tutumda gösteriyor. Türkiye’deki tüm siyasal çarpıklığı ve ekonomik eşitsizliği Kemalizm’e fatura etme kolaycılığına bir tepkiyi içeren bu akım, Müslümanlardan sosyalistlere, seküler milliyetçilerden, liberallerin bir kısmına pek çok kesimi giderek etkisi altına alıyor. Son haftalarda sol-liberal ve anti-Kemalist tutumlarıyla nam salmış aydınların bile bu trene katılma çabaları, Kemalizm’le kendilerince bir yüzleşme ve apoloji geliştirme denemeleri Aytürk’ün tespitlerinin haklılığının ispatı gibi. Post Post-Kemalizm’in tökezlediği yer ise esasen giderek bir Kemalizm apolojisine dönüşme riskini taşıması. 1930’ların iktidar pratiği olarak Kemalizm’i tarihselleştirmek ve o tarihselliğin sonrasına olan etkilerinin kısıtlılığını tespit etmek bakımından doğru bir çizgi tutturan Post Post-Kemalizm, 1930’larda rayları döşenen rejimin çarpıklıklarını da görmezden gelme riskini barındırabilir. Yine de 15 Temmuz darbe girişimine ve öncesindeki iktidar ve “cemaat” arasındaki ortaklığa dair kaygıların bir ürünü olması nedeniyle reaksiyoner bir tutum olmasının doğal olduğunu da belirtmek gerekir.

Yeni Günün Şafağında

Toplumu büyük çöküntüye uğratan depremler, yeni bir toplumun inşa imkanını da içinde barındırır. Kayan toprağın altından çıkan yeni ve cılız kökler, daha evvel hiç görmediğimiz ağaçların, bitkilerin habercisi olabilir. Son on yılın gelişmeleri milliyetçileri, İslamcıları ve solcuları büyük bir meydan okumaya tabi tuttu. Şimdi milliyetçiliğin bir kolu kendine iktidar kanadının dışında yeni bir yol arıyor, İslam’a referansla antikapitalist arayışlar -eski gücünü yitirse de- sürdürüyor, solda ise Türklük[1] ve Kemalizm’le olan tarihi “mesele” yeni bir hesaplaşmaya tabi tutuluyor. Henüz tamamlanmamış bir oluşun içindeyiz. O nedenle bugünden kendine yol arayan insanları mahkum etmek doğru değil. Topluma dair derin bir inançsızlık ve umutsuzluk da çözüm değil. Bu oluşun sonunda kimse kendini eski ideolojik aidiyetiyle, ya da o pek muhafazakar deyimle “mahalle”siyle tanımlayamayacak. Tanımlamayı sürdürenler ise giderek arkaikleşecektir. Devletin oligarşik basıncı altında yepyeni, melez ve yatay kimliklere bürünecekler, bürüneceğiz. Gelecek toplumundur; topluma inanç, geleceğin teminatıdır.

[1] Bu alanda önemli bir örnek olarak https://odakdergisi.com/sosyalist-solda-turkofobi/ adresindeki yazı gösterilebilir.

Esad Rejiminin Çöküşü: Devrim mi, Emperyalist Proje mi?

Suriye’de Esad rejimi 12 gün gibi son derece kısa süre içerisinde başını HTŞ’nin çektiği bir muhalif blok tarafından yıkıldı. Rejimin bu kadar kısa süre içerisinde ve hiçbir ciddi direniş göstermeden yıkılması, Ukrayna’ya odaklanan Rusya’nın ve…

BSW, Sol-Muhafazakarlık ve Ulusal Aidiyet

BSW çizgisinin muhafazakârlık vurgusu; tarihsel süreçteki kutuplaşmalar dolayısıyla muhafazakâr-milliyetçi karşı-devrimci siyasetle özdeşleşen istikrar, güvenlik, dayanışma, düzen, öngörülebilirlik, aidiyet, aşinalık talebini bu siyasal hattan koparmaya yönelik bir hamledir. Bu hamlenin varsayımı şudur: Bu talebin kendisi doğası…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.