Dünden Bugüne Bağımlılık ve Dünya-Sistemi Teorileri – Hala Geçerli mi? (II)

Tahmini Okunma Süresi: 8 dakika

Geçmişte bağımlılık kuramı ve dünya-sistemi teorileri fazla yapısalcı olduğu için çokça eleştirilmiştir. Eleştiriler tamamen yersiz değildir, zira bu teoriler işçi sınıfının mücadelesini zaman zaman ihmal etmiştir. Fakat küreselleşmenin yeniden ivmelendiği 21.yüzyılda bu teorilerin sunduğu perspektifi topyekûn gözden çıkarmak büyük kayıptır, zira bu teoriler kapitalist-emperyalist ilişkilerin farklılaşan biçimlerini anlamak için araçlar sunmaya devam etmektedir. Bir siyasal proje olarak, dünya kapitalizminden hangi ulusal/yerel stratejiler üzerinden “kopulabileceği” ya da küreselleşmeye karşı halk egemenliğinin nasıl kurulacağını tartışmak gerekir. Neoliberal doktrinin hala hâkim olduğunu biliyoruz, bu bağlamda piyasacılığın taarruzlarına karşı kamuyu ve müşterekleri savunarak yola koyulabiliriz. Sosyalist ve dayanışmacı bir dünya kurulana kadar emek sömürüsünü azaltmak için atılacak her somut adımın kıymetli olduğunu ve yabana atılmaması gerektiğini belirtmeliyiz.

Marksist iktisat perspektifinden, kapitalizmin kurucu unsurunun ilkel birikim olduğunu söylemek mümkündür (Marx, 1867; Wood, 2003). Orijinal haliyle ilkel birikim Avrupa’da feodalizmden kapitalizme geçişi tanımlamak için kullanılır; en bariz örneği, 16.yüzyıl İngiltere’sindeki çitleme hareketidir. Bir yandan, topraklarından (yani, üretim araçlarından) zorla koparılan köylüler sanayinin ihtiyaç duyduğu işgücünü oluşturur, öte yandan, proletarya haline getirilen bu insanlar piyasanın ihtiyaç duyduğu “tüketici” grubunu oluşturur. İlkel birikim, kapitalizmin doğuşuna eşlik eden münferit ve tesadüfi bir süreç değildir. Metalaşmanın sürdürülmesi ve piyasa toplumunun güvence altına alınması, ilkel birikimin sürekli tekrarlanmasına bağlıdır. Basitçe, ilkel birikim sayesinde kapitalizm yeniden üretilir. Harvey’e göre ilkel birikim[1] içerisinde, metalaşma, toprağın özelleştirilmesi ve köylü nüfusların güç kullanarak dışarı atılması; çeşitli mülkiyet hakları biçimlerinin -genel, ortak, devlet, vs.- dışlayıcı özel mülkiyet ilişkilerine dönüşmesi; genel hakların bastırılması; emek gücünün metalaşması ve alternatif, yerli üretim ve tüketim biçimlerinin bastırılması; kolonyal, neo-kolonyal ve emperyal süreçlerle doğal kaynaklar, değişim ve vergilendirmenin, özellikle toprağın parasallaşması dahil olmak üzere değerlere [assets] el konulması [appropriation]; köle ticareti; tefecilik, borç sistemi ve son olarak kredi sistemi gibi pek çok şey vardır. (Harvey, 2004, s. 85)

Kapitalizmin evrimine bağlı olarak, sermaye birikiminin farklı çelişkileri ortaya çıkar. Bir yanda, hızlanan rekabet sonucunda kar hâdlerinin düşmesi ve piyasanın acımasız koşulları içerisinde rasyonel/verimli olmayan “zayıf” aktörlerin elenmesi söz konusudur. Bu rekabetçi süreç tekelleşme sorununu (oligopol ve monopol piyasaları) ortaya çıkarır. Öte yandan, sermayenin ileri-kapitalist merkezi ülkelerde aşırı-birikmesi, realizasyon krizine sebep olur. Basitçe ifade etmek gerekirse hem tüketim hem sermaye malları yerel ve ulusal piyasalarda tüketicilerin satın alabileceğinin çok üstünde birikmiştir.

Merkezdeki ileri kapitalist ülkeler sermayenin çelişkilerini ve aşırı-birikim krizlerini aşmak için belli mekânsal-zamansal çözümler geliştirir (Harvey, 2004). İlkel birikim, bu mekânsal-zamansal çözümlere içkin olarak tekrar devreye girer. Merkezdeki kapitalistler yeni piyasalar inşa etmek amacıyla sıklıkla “zor” araçlarına başvurur, zaman zaman çevre ülkelerde askeri darbeleri ya da paramiliter güçleri destekler (Byres, 2007). İlkel birikim mantığına yaslanan merkezdeki kapitalist aktörler, borç-kredi ilişkileri üzerinden çevre ülkeleri finansal boyunduruk altına alır. Son on yıllarda, mali disiplin ve sübvansiyonların kesilmesi koşulları ile verilen krediler, ilkel birikimin bir veçhesidir. Yine çokuluslu şirketler eliyle çevre ülkelerde yürütülen yağmalama süreçleri –özellikle madencilik alanında– ilkel birikimin artan şiddetle devam ettiğini göstermektedir. İlkel birikime koşut zor mekanizmaları bazen (sosyal bilimciler tarafından) yeterince görülmese de metalaşmanın, borçlanmanın, yersiz-yurtsuzlaşmanın ve bir bütün olarak neoliberal kalkınma hikayesinin[2] şiddeti köylü/kentli emekçiler tarafından doğrudan hissedilmektedir (Byres, 2007).

Çevre ülkelerin, merkezdeki ileri kapitalist ülkelere bağımlılığını günümüzde iki temel düzeyde tartışmak mümkündür, sanıyorum. Birincisi, bugün üretim ve ticarette hâkim olan küresel iş bölümü, artık değer (çıkarma ve aktarma) hiyerarşilerini yeniden üretmektedir. Değer hiyerarşilerinin tepesinde merkez ülkeler, alt katmanlarında çevre ülkeler yer almaya devam etmektedir. İkincisi, finansal ilişkiler ve finansallaşma üzerinden çevre ülkeler merkeze daha bağımlı hale gelmiştir. Son on yıllarda, çevre ülkelerin küresel finansal sisteme entegrasyonu bağımlılıklarını derinleştirmiştir. Bilhassa, finansal çevrimler/dalgalanmalar, çevre ülke ekonomilerinin kırılganlığını artırmaktadır.

Üretim ve Ticarette Bağımlılık

Bilindiği üzere, bağımlılık ve modern dünya sistemi teorileri, merkez ile çevre arasındaki sömürü ilişkilerini üretim ve ticaretteki “eşitsiz mübadeleler” üzerinden açıklama eğilimindedir (Emmanuel, 1972).[3] Özellikle, Marksist gelenekten gelen bağımlılık ekolü temsilcileri arasında, kapitalist-emperyalist ülkelerin küresel düzeyde tesis etmeye çalıştığı sömürü ilişkileri çokça tartışılmıştır. Bağımlılık ve dünya sistemi teorisyenleri, dünya kapitalizmine içkin hiyerarşileri gündeme almış, artık değerin çevreden merkeze transferinin eş-zamanlı olarak ekonomik gelişmeyi ve azgelişmişliği ortaya çıkardığını öne sürmüştür.[4] Ücretler ve (doğal) kaynak fiyatları çevre ülkelerde düşük olduğundan, bu ülkeler ticaret dengesini sağlamak için çok fazla emek ve kaynak ihraç etmek zorunda kalır. Bu durum, doğal olarak çevreden merkeze doğru sürekli değer aktarımına sebep olur.

Çok yakın zamanda, Sullivan, Hickel ve Zoomkawala (2021), 1960’tan günümüze çevreden merkeze doğru aktarılan artık değerin boyutunu tahmin etmeye çalıştılar.[5] Araştırmacılara göre, 1960 ile 2017 yılları arasında “Küresel Güney”den (çevreden) “Küresel Kuzey”e (merkeze) yaklaşık 62 trilyon dolarlık kaynak aktarımı gerçekleşmiştir. Sadece 2017 yılına baktığımızda, Kuzey ülkeleri ticaret üzerinden Güney ülkelerinin 2,2 trilyon dolarlık kaynağına el koymuştur. Bu miktar muazzam bir kayba işaret eder, zira bu kaynak ile Güney ülkelerindeki mutlak yoksulluğu 15 kez bitirmek mümkündür.

Ticaret Yoluyla Küresel Güney’de Küresel Kuzey’e Aktarılan Kaynak (Trilyon $)
Çin 18.760
Güneydoğu Asya ve Pasifik 11.127
Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Orta Asya 10.088
Doğu Avrupa 8.750
Latin Amerika ve Karayipler 6.475
Güney Asya 4.624
Sahra-altı Afrika 2.264

Kaynak: Sullivan, Hickel ve Zoomkawala (2021)

Üretimin uluslararasılaşması ile merkez ve çevrenin hiyerarşik rollerinin daha keskin hale geldiğini ve değer aktarımın eskiye nazaran daha görünür hale geldiğini söylemek mümkündür. Önceden belirttiğimiz gibi, küresel kapitalist iş bölümünde, merkez sermaye-yoğun, çevre ise emek-yoğun süreçler üstlenir. Merkezdeki ileri kapitalist ülkeler sanayisizleş(tiril)irken, ucuz emek gücü sayesinde üretim çevreye doğru kaydırılmıştır.[6] Merkez-çevre ilişkileri oldukça dinamik olsa da en azından şunu kestirmek mümkündür: Çevredeki emekçiler merkezi kapitalistler tarafından bugün daha yoğun sömürülmektedir ve çevreden merkeze değer aktarımı oldukça hızlanmıştır. 1980lerden sonra çoğu çevre ülkesinde gümrüklerin kaldırılması, kamu kesiminin küçültülmesi, emek piyasalarının deregüle edilmesi, çokuluslu şirketlerin tekel gücünü korumak için yürütülen politikalar sömürüyü derinleştirmiştir.

Değer hiyerarşisinin bir diğer boyutu ise, ileri kapitalist ülkelerdeki teknolojik ilerlemeye koşut gelişen emek süreçlerinin küresel düzeyde yeniden kutuplaşması eğilimidir. Marx’ı takip ederek söyleyecek olursak, merkezdekiler kafa emeğini, çevredekiler kol emeğini icra etmektedir. Merkez ülkeler, know-how, teknik, tasarım,  ve benzeri bilimsel süreçleri ile ilgilenirken, üretimin fiili kısmını çevre ülkeler üstlenmektedir. Öte yandan, bu basitleştirmenin ardında elbette bir dizi komplikasyon yatar. Birincisi, merkezde şahit olduğumuz yapay-zekâ, robotlaşma vb. gelişmelerin, küresel iş bölümünü gelecekte nasıl şekillendireceğini bugünden kestirmek kolay değildir. İkincisi, çevre ülkelerin sanayi üretiminin fiilli kısmını üstelendiklerini söylesek de manzara tam olarak böyle değildir; son on yıllarda artan sanayi yatırımlarına rağmen çevre ülkelerde sanayide çalışanların oranı azalırken, hizmet sektörü genişlemektedir.

Finansal Bağımlılık

21. yüzyılda yeni bir küresel finansal oligarşinin oluştuğundan söz etmek mümkündür (Altınörs, 2019).[7] Pek çok Marksist, ülkeler arasında ve içerisinde finansal ilişkilerin (borç-kredi ilişkilerinin) tesis edilmesini ilkel birikim olarak yorumlamaktadır (Gonçalves & Costa, 2019). Fakat genel olarak, çevre ülkelerin küresel finans piyasalarına entegrasyonu “bağımlı finansallaşma” (“subordinate financialization”) kavramı ile açılanmaktadır (Bonizzi, Kaltenbrunner & Powel, 2019). Bu kavram, basitçe, finansallaşma süreçleri sonucunda çevrenin merkeze bağımlılığının arttığını, ülkeler/bölgeler arasında eşitsiz kalkınmanın derinleştiğini ve çevre ülkelerin küresel hiyerarşilerde daha kötü duruma sürüklediğini öne sürer. “Gelişen ve yükselen piyasalar”a sermaye giriş çıkışlarını inceleyen Bortz ve Kaltenbrunner (2017), finansallaşmanın bağımlılığı katmerlendirdiğini ortaya koymaktadır. Örneğin, IMF Ödemeler Dengesi İstatistiklerine göre, 2008-2015 yılları arasında çevre ülkelerin dış varlıkları yüzde 56,7 artarken, dış yükümlülükler ise yüzde 70,7 artmıştır. Bu oranlar, merkezdeki ileri kapitalist ülkeler için sırasıyla yüzde 23 ve yüzde 22’dir (Bortz & Kaltenbrunner, 2017, 379).

Merkezdeki aktörler çevre ülkelerde uzun vadeli yatırımlar yapmak yerine, kısa vadeli sermaye kazançlarından yararlanmayı tercih etmektedir. Çevre ülkelere, sermaye akışları oldukça dalgalıdır. Finansal sermaye çevredeki “yükselen piyasalara” faiz oranlarına ve risk getirisine bağlı olarak hızlıca girip çıkmaktadır; devalüasyon tehlikesini sezen sermayedar gerektiğinde finansal varlıklarını çevre ekonomilerden hızlıca çekmektedir. Finansal çevrimlerin ve spekülatif hamlelerin çevre ekonomilerini çok kırılgan hale getirdiğinin altını çizmek gerekir (Kvangraven, 2020). Nitekim, 1995 Meksika, 1997 Doğu Asya, 2002 Arjantin krizleri oldukça yıkıcı olmuştur (Radice, 2004).[8] Bunun yanında, çevre ülkelerin paralarının Amerikan dolarına karşı hiyerarşinin düşük basamaklarında yer aldığının ve dolayısıyla en ufak dalgalanmada bu ekonomilerin büyük yara aldığının altını çizmek gerekir. Çevre ülkeler sıcak para akışını sürdürmek için yüksek faiz oranları sunmak zorundadır; bu nedenle kısa vadeli spekülatif işlemlerden ve dış kırılganlıktan mustariptir. Buna karşılık, hiyerarşinin üstündeki para birimlerine sahip olan ülkeler, stres zamanlarında düşük faiz oranları sunmaya devam eder. Çevre ülkeler bilhassa ABD para politikasına göre pozisyon almaktadır.

Pek çok Marksist, ülkeler arasında ve içerisinde borç-kredi ilişkilerinin tesis edilmesini ilkel birikim ekseninde yorumlamaktadır (Gonçalves & Costa, 2019). Gündelik ekonomik ilişkiler açısından, finansal mekanizmaların, kapitalist değer dolaşımının sürdürülmesinde katalizör rolünde olduğunu söylemek yanlış olmaz. Finansal sistemin asli unsuru olan borç-kredi üzerinden hem üretim hem tüketim oldukça kolaylaşmıştır. Örneğin, bankalar bir yandan müteahhitlere konut üretmeleri için kredi sağlar, öte yandan tüketicilere konut alabilmeleri için borç verir. Böylece kredi hem üretimde hem tüketimde köprü işlevi görür. Fakat borç-kredi aynı zamanda tehlikeli bir katalizördür; borçların geri ödenmesi mümkün olmadığında yeni teşvikler ve yeni yatırımlar yaratmak gerekir (Clarno, 2019). Bu durum sonsuz sermaye birikimi sarmalını hızlandırsa da hiçbir zaman geri ödenme şansı olmayan büyük borç birikimi de yaratabilir. Bu açıdan, borç-kredi mekanizmasının esasında kapitalist krizi sürekli ertelediğini söylemek de mümkündür; aksi halde meta üretilmeyecek ve satılmayacak ve üretim realize edilemeyecektir. Finansallaşmanın, neoliberal yönetimsellik[9] açısından bir başka önemli boyutu daha söz konusudur: kapitalizmin yeniden üretimini işçi sınıfının mülksüzleşmesi koşuluna bağlıdır ki bu da günümüzde emekçilerin sürekli borçlandırılması (“borçlandırılmış insanın imali”) ile mümkün olmaktadır (Lazzarato, 2014).

Sonuç Yerine

Bu ve önceki yazıda, bağımlılık ve dünya sistemi teorilerinin öne sürdüğü küresel değer hiyerarşilerinin ve merkez-çevre arasındaki bağımlılık ilişkilerinin farklı biçimlerle de olsa bugün devam ettiğini göstermeye çalıştım. Geçmişte bu teoriler fazla yapısalcı olduğu için çokça eleştirilmiştir.[10] Örneğin, Savran (2011) bu teorilerin dünya kapitalizmindeki merkezden çevreye tek yönlü ilişkiye fazla odaklanarak sınıf çelişkilerini ve mücadelelerini göz ardı ettiğini öne sürer. Bu ve benzer eleştiriler tamamen yersiz değildir, zira bu teoriler işçi sınıfının mücadelesini zaman zaman ihmal etmiştir. Fakat küreselleşmenin yeniden ivmelendiği 21.yüzyılda bu teorilerin sunduğu perspektifi topyekûn gözden çıkarmak büyük kayıptır, zira bu teoriler kapitalist-emperyalist ilişkilerin farklılaşan biçimlerini anlamak için araçlar sunmaya devam etmektedir. Bu teoriler üzerinden güncel okuma yaparken dikkat edilmesi gereken husus, hem merkezdeki sermayenin içsel organizasyonunun (örneğin, sanayiden finansa doğru) hem de çevredeki sınıf çelişkilerinin ve çatışmalarının nasıl değiştiğidir.  Bunun yanında, çevre ülkelerin dünya kapitalizmiyle bütünleşme ve ayrıklaşma derecesine göre değer hiyerarşisin değiştiğini de hesaba katmak gerekir. Bir siyasal proje olarak, dünya kapitalizminden hangi ulusal/yerel stratejiler üzerinden “kopulabileceği” ya da küreselleşmeye karşı halk egemenliğinin nasıl kurulacağı bu yazının kapsamını aşmaktadır (Amin, 1990). Öte yandan, neoliberal doktrinin hala hâkim olduğunu biliyoruz, bu bağlamda piyasacılığın taarruzlarına karşı kamuyu ve müşterekleri savunarak yola koyulabiliriz. Son olarak, sosyalist ve dayanışmacı bir dünya kurulana kadar emek sömürüsünü azaltmak için atılacak her somut adımın kıymetli olduğunu ve yabana atılmaması gerektiğini belirtmek gerekir.

Kaynakça

Altınörs, A. (2019). İmkânsız Sermaye: 21. Yüzyılda Kapitalizm, Sosyalizm ve Toplum. İstanbul: Yordam.

Amin, S. (1990). Delinking: Towards a Polycentric World. London: Zed Books.

Bonizzi, B., Kaltenbrunner, A., & Powell, J. (2020). “Subordinate Financialization in Emerging Capitalist Economies.” The Routledge International Handbook of Financialization, New York: Routledge, 177-187.

Bortz, P. G., & Kaltenbrunner, A. (2018). “The International Dimension of Financialization in Developing and Emerging Economies.” Development and Change49(2), 375-393.

Byres, T. J. (2004). “Neoliberalizm ve Az Kalkınmış Ülkelerde İlkel Sermaye Birikimi.” Saad-Filho, & Johnston (eds.) Neoliberalizm: Muhalif Bir Seçki. İstanbul: Yordam.

Clarno, A. (2019). “The Durability and Dynamism of David Harvey.” Contemporary Sociology48(4), 369-373.

Elson, A. (2010). “The current financial crisis and reform of the global financial architecture.” The International Spectator45(1), 17-36.

Gonçalves, G. L., & Costa, S. (2020). “From Primitive Accumulation to Entangled Accumulation: Decentring Marxist Theory of Capitalist Expansion.” European Journal of Social Theory23(2), 146-164.

Harvey, D. (2004). “Yeni Emperyalizm: Mülksüzleşme Yoluyla Birikim.” Panitch & Leys (eds). Socialist Register: Yeni Emperyal Tehdit. İstanbul: Alaz.

Köhler, G., 1998. “The Structure of Global Money and World Tables of Unequal Exchange.” Journal of World-Systems Research, 4 (2), 145–168.

Kvangraven, I. (2020), “Beyond the Stereotype: How Dependency Theory Remains Relevant.” PPE Sydney Blog, https://www.ppesydney.net/beyond-the-stereotype-how-dependency-theory-remains-relevant/

Lazzarato, M. (2014). Borçlandırılmış İnsanın İmali: Neoliberal Durum Üzerine Deneme. M. Erşen (Çev.). İstanbul: Açılım.

Marx, K. (1867) “The Secret of Primitive Accumulation,” Capital I, https://www.marxists.org/archive/marx/works/1867-c1/ch26.htm

Petras, J. (1981). “Dependency and World System Theory: a critique and new directions.” Latin American Perspectives8 (3-4), 148-155.

Radice, H. (2004). “Neoliberal Küreselleşme: İmparatorlukların Olmadığı Bir Emperyalizm mi?.” Saad-Filho, & Johnston (eds.) Neoliberalizm: Muhalif Bir Seçki. Ş. Başlı & T. Öncel (Çev.). İstanbul: Yordam.

Savran, S. (2011). Kod Adı Küreselleşme: 21. Yüzyılda Emperyalizm. İstanbul: Yordam.

Xu, Z. (2021), “The Ideology of Late Imperialism: The Return of the Geopolitics of the Second International,” Monthly Review, https://monthlyreview.org/2021/03/01/the-ideology-of-late-imperialism/

Wood, E. M. (2003). Kapitalizmin Kökeni: Geniş Bir Bakış. Ankara: Epos.


* Kıymetli eleştirileri ile yazıyı rayına oturtan Mehmet Yusufoğlu’na teşekkür ederim.

[1] Sürekli tekrarlandığı için Harvey ilkel birikim yerine “mülksüzleştirme yoluyla birikim” demeyi tercih eder.

[2] Bugün geldiğimiz noktada farklı kamplardaki iktisatçılar tarafından kalkınmanın eşitsizlikeri gün gibi görülse de neoklasik iktisatçılar küresel iş bölümünü onlarca yıl boyunca “herkesi zenginleştirecek,” yoksul ülkeleri kalkındıracak diye yutturmuşlardır, bunu hatırdan çıkarmamak gerekir.

[3] “Eşitsiz mübadeleler” tartışmasını bugünlere aktaran ve değerlendiren Petras (1981)’ın makalesidir, diyebiliriz.

[4] 1960-1970 döneminde, emperyalizm argümanını ve bağımlılık ekolünü “yeni sol”dan eleştirenlerin bazıları, kapitalist genişlemenin, en azından sanayileşme bağlamında “üçüncü dünya”ya ilerleme getirdiğini öne sürer (Xu, 2021). Buna cevap veren Marksistler ise, çevrenin sanayileşmesinin kalkınması sağladığını ama öte yandan sömürü ve artık değer aktarımı da hızlandırdığını öne sürer. Takip eden süreçte gerçekleşen Asya mucizesi (Kore ve Tavyan’ın hızla kalkınması) ve esas olarak Çin’in sosyalist-piyasacı kalkınma atağı bazı Marksistleri fazlaca heyecanlandırmıştır. Bu durumda, emperyalizm teorileri bir süreliğine rafa kaldırılmıştır.

[5] Araştırmacılar, “eşitsiz mübadeleler üzerinden aktarılan değeri” Köhler (1998) metodunu kullanarak hesaplamaya çalışır. Köhler (1998), Küresel Güney’deki ihracatı Küresel Kuzey’deki fiyat düzeyinde değerlendirmek için Dünya Banka’sının satın alma gücü paritesini kullanmayı önerir. Köhler metodunu, basitleştirerek şu şekilde ifade edebiliriz:

T: Artık değer transferi

X: Çevreden merkeze ihracat miktarı

d: Çevre ülkenin DKSE’nin merkez ülkedeki DKSE’ne oranı

[6] Altınörs’e (2019) göre, sermayenin üretkenlikten kopması sonucunda, ABD, Britanya, Almanya, Fransa gibi ülkeler üretimden çekilmiş ve küresel finansal merkez haline gelmiştir; bu süreçte sanayi üretimi ise çevreye doğru kaymıştır. Bugün, sanayi üretimini büyük ölçüde Hindistan, Brezilya, Meksika, Endonezya, Arjantin ve Güney Kore gibi yarı-çevre ülkelerin üstlendiğini söylemek mümkündür. Çin ise başlı başına koca bir fabrikadır, ayrı bir ilişkisel analizi hak etmektedir.

[7] 2001 ve 2008 krizleri sonrası kapitalistler tarafından sıkça müracaat edilen “yeni küresel finansal mimari” (“global financial architecture”) çağrısı bu finansal oligarşiye işaret etmektedir.  Elson’a (2010) göre bu mimari, “küresel parasal ve finansal sistemlerin etkin işleyişini korumak için uluslararası düzeyde toplu yönetişim düzenlemeleri”ne işaret eder.

[8] Bunlara, 2001 dot-com, 2007-08 küresel finansal krizi, 2018 Türkiye krizini de eklemek gerekir. Bilhassa Türkiye gibi ülkelerde finansal krizlerin faturası büyük oranda emekçi kesimlere ödetilmiştir. IMF, kriz geçiren ülkelere kredi verirken mali disiplin, kamu kesiminin küçülmesi ve sosyal güvencenin azaltılması vb. birtakım şartlar öne sürer.

[9] Neoliberal yönetimsellik, ekonomik rasyonalite ekseninde bir zor-rıza süreci olsa da nihayetinde ilkel birikimin bir cüzüdür.

[10] Genel olarak, sosyalistler, dünya kapitalizminin yapısını çok durağan ele aldığı ve dinamik ilişkileri gözden kaçırdığı için bu teorileri eleştirmiştir denilebilir.

Esad Rejiminin Çöküşü: Devrim mi, Emperyalist Proje mi?

Suriye’de Esad rejimi 12 gün gibi son derece kısa süre içerisinde başını HTŞ’nin çektiği bir muhalif blok tarafından yıkıldı. Rejimin bu kadar kısa süre içerisinde ve hiçbir ciddi direniş göstermeden yıkılması, Ukrayna’ya odaklanan Rusya’nın ve…

BSW, Sol-Muhafazakarlık ve Ulusal Aidiyet

BSW çizgisinin muhafazakârlık vurgusu; tarihsel süreçteki kutuplaşmalar dolayısıyla muhafazakâr-milliyetçi karşı-devrimci siyasetle özdeşleşen istikrar, güvenlik, dayanışma, düzen, öngörülebilirlik, aidiyet, aşinalık talebini bu siyasal hattan koparmaya yönelik bir hamledir. Bu hamlenin varsayımı şudur: Bu talebin kendisi doğası…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.