Sağ Popülizm mi? Milliyetçilik mi? Cumhur İttifakı’nın Serencamı
Sağ popülizm ve milliyetçilik arasındaki ayrımın altını çizmek AKP’nin kültür savaşları stratejisinin sınırlarını tartışmak açısından son derece önemli. Şunu söylemek istiyorum: Emekçi halk kitlelerinin artık tahammül sınırlarını zorlayan yoksullaşma ve yüksek enflasyon nedeniyle büyüyen öfkesi karşısında Cumhur ittifakı bu öfkeyi soğurmak üzere milliyetçilikten sağ popülizme doğru bir hamle yapabilir mi? Yani toplumsal yarılmayı etno-kültürel terimlerle tanımak zorunda kalır mı? Kültürel olarak gayrimilli bir elit sınıf ve bu sınıfa karşı temsilciliğine soyunacağı gariban Müslüman-Türk ikiliğini siyasal söyleminin merkezine taşır mı? Tabi herşeyden önce cevap verilmesi gereken soru 20 yıllık AKP iktidarından sonra hem toplumsal hiyerarşinin tepesinde olup hem de Türk-İslamla tanımlı olmayan bir gayrimilli kesimin olup olmadığıdır.
Emekçi sınıfların yoksullaşma karşısında büyüyen öfkesini yatıştırmakta çaresiz kalan AKP’nin derinleşen kutuplaşmayı kültürel terimler üzerinden kültür savaşına çevirerek yönetebilir kalma stratejisi güttüğü iddia ediliyor. Bu iddia temelsiz değil. İmam hatipler, içki tüketimi, İstanbul sözleşmesi, LGBT hakları, Ayasofya’nın camiye çevrilmesi, Sezen Aksu’nun şarkı sözleri ve sayısız diğer mevzuda AKP’nin bilinçli bir kutuplaşma siyaseti ve söylemi kullandığı aşikar. Bu yazıyı, bu söylemsel stratejinin gücünün abartılmaması doğrultusunda bir uyarıda bulunmak üzere ve Rogers Brubaker’in popülizm-milliyetçilik karşılaştırmasından[1] istifade ederek kaleme alıyorum.
Milliyetçilik ve popülizmi söylemsel yapıları düzeyinde karşılaştırarak aralarındaki benzerliği ve farklılığı tartıştığı makalesinde Rogers Brubaker, popülist söylemin dayandığı temel olan “halk”ın bu söylem içinde karşılık geldiği 3 anlam olduğunu söyler:
- İlk anlamıyla halk, hakim sınıflara ve elitlere karşı emekçi halk kitlelerini ifade eder.
- İkinci anlamıyla halk, egemenlik iddiasının öznesi olan halka (demos) işaret eder.
- Üçüncü anlamıyla halk, sınırları belli olan somut, tekil bir siyasal ya da etno-kültürel topluluğa karşılık gelir.
Brubaker’a göre; söylemsel yapı düzeyinde popülizmi milliyetçilikten ayırt eden ve ona özgün karakterini veren, halkın ilk anlamına, yani elitler karşısında işinde gücünde olan, sessiz çoğunluğu oluşturan, emekçi halk kitlelerine yaptığı vurgudur. Milliyetçilik, bir siyasal-toplumsal birimin içindeki yarılmayı, bölünmeyi işaret etme kabiliyetinde değildir. Zira söylemsel yapısı, halkı/ulusu sadece yukarıda tanımlı ikinci ve üçüncü anlamlarıyla tanımaya müsaittir.
Brubaker bu ayrımı yaptıktan sonra önemli bir uyarıda bulunur: Popülizmin; elitler ve sıradan halk arasında dikey eksende iktidar, prestij, kaynak bölüşümü mücadelesiyle, milliyetçiliğin ise kimin bizden olup olmadığını tanımlayan yatay eksende bir aidiyet ve kimlik mücadelesiyle tanımlı olduğunu ileri sürmek ve milliyetçilikle popülizm arasına böylece kesin bir ayrım koyma çabasına girişmek doğru değildir. Zira popülizmin hem sol hem sağ türlerinde dikey ve yatay mücadele dinamikleri iç içedir. Tipik bir popülist söylemde elitler, sıradan halkla çatışma içinde olan ve toplumsal hiyerarşinin en yukarısındaki toplumsal grupları ifade etmekle kalmaz. Bu elitler sadece halkın “tepesinde” değildir, aynı zamanda halkın “dışındadır” da, “bizden” değildirler. Yani popülizmin de, tıpkı milliyetçilikte olduğu gibi, bir aidiyet ve kimlik boyutu vardır.
Brubaker sol popülizm ve sağ popülizmi, elitleri halkın dışına itmekte kullandıkları söylemlerin ayrıştırdığını söyler. Sol popülizm elitlerin dışarıdanlığını vurgulamak için elitlerin ulusüstü kurumlarla, emperyalist devletlerle, küresel kapitalizmle ilişkilerine vurgu yapar. “Emperyalizmin işbirlikçisi oligarşi” söylemi tipiktir. Sağ popülizm ise elitlerin dışarıdanlığını vurgulamak için elitlerin kozmopolitanlığını, köksüzlüğünü, etnisite, kültür, değerler, yaşam tarzı düzeyinde sıradan halktan farklılıklarının altını çizer. Ekonomik faktörlere değindikleri her yerde ise derhal bu faktörlerin arkasındaki Yahudi-Mason tipi (Soros-Siyonizm) ve türevleri keşfedilir, ifşa edilir.
O halde şunu söyleyebiliriz: Popülizm, tarihsel-kültürel-territoryal belirlenmişliği olan, esas itibarıyla emekçiler ve küçük-orta boy girişimcilerden oluşan sıradan halkın elitler tarafından gasp edilmiş egemenliğini geri alma mücadelesi senaryosu üzerine kuruludur.
Milliyetçilik toplumun içindeki sosyo-ekonomik yarılmayı görmeye ve siyasallaştırmaya bünyevi olarak kabiliyetsizdir. Özgün şeklini de bu kabiliyetsizliğinden alır. Tarihsel-kültürel-territoryal belirlenmişliği olan, kendi içinde sınıfsal yarılması olmayan bir halkın dışarıdan gelen tehditlere karşı egemenliğini korumak ya da kazanmak mücadelesiyle tanımlıdır. Burada ulusal egemenlik siyasetinin muhatapları elitler değil, uluslararası sahadan kaynaklanan siyasi, ekonomik, kültürel tehditler ya da bu tehditlerin içerideki ajanlarıdır. Milliyetçiliğin ulus içindeki yarılmayı sınıfsal terimlerle işaretleme kabiliyeti olmadığından dış güçlerin ajanları olarak tespit ettiği, beşinci kol faaliyeti yürütmekle itham ettiği kişi ve grupların sınıfsal bir ortak paydası yoktur. Onlar haindir ya da teröristtir.
Milliyetçilik sınıfsal öfkeyi ve içerilme arzusunu ancak çok dolaylı olarak, uluslararası egemenlik siyaseti üzerinden gerçekleştirebilir. Emperyalist hiyerarşiye itiraz (“Dünya 5’den büyüktür”), daha yukarılarda konumlanma çabası (“Almanya bizi kıskanıyor”) ya da işgal ve benzeri askeri operasyonlar üzerinden milliyetçiler ulusun yoksullarına ulusla özdeşleşme karşılığında karın doyurmayan bir ulusal gurur bahşeder.
Bu kategoriler ve ayrımlar üzerinden Türkiye siyasetine dönüp Cumhur ittifakı’nın ideolojik-politik karakterine ve olası hamlelerine yönelik şu tezleri ileri sürmek mümkün olabilir: Cumhur ittifakı sağ popülizmle değil milliyetçilikle tanımlıdır. Şüphesiz ki, MHP’nin de AKP’nin de sağ popülist siyaset yaptıkları zamanlar oldu. MHP için sağ popülizmin en belirgin olduğu dönemin sosyalist/devrimci hareketle rekabeti içinde sınıfsal yarılmayı etno-kültürel terimlerle tanımak zorunda kaldığı 1970’li yıllar olduğu söylenebilir (“Kahrolsun Düzen, Yaşasın Devlet”). Kökü dışarıda materyalist ideolojiler olarak komünizm, liberalizm, masonlukla tanımlı, halkına yabancılaşmış, Batılılaşmış siyasi ve ekonomik elitlere karşı işçi, köylü ve esnaf emekçi halkın yüzde yüz yerli Türk milliyetçiliği ileri sürüldüğünde icra edilen soğuk savaş tipi bir sağ popülizmdi. Şu an kapatılmış olan, ki kapatıldığında da çoktan işlevsizleşmiş, Ülkücü İşçiler Derneği bu popülizmin ürünüydü. Keza AKP’nin Kemalistlerle olan mücadelesinin söylemsel çerçevesine bakılacak olursa bu mücadeleyi Anadolu’nun ve taşranın Müslüman ve dışlanmış halk kitleleriyle (Siyahlar) büyük şehirlerin seküler, Batılı, halkına ve medeniyetine yabancılaşmış siyasi, bürokratik ve ekonomik elitler (Beyaz Türkler) arasında tanımladığı açıkça görülebilir. Ama devrimci tehditin ortadan kaldırıldığı 80’lerle birlikte MHP için ve devletin Kemalistlerin elinden tamamen alınmasıyla, iktidarın tamamen fethiyle beraber AKP için toplumsal yarılmayı ve sınıfsal öfkeyi etno-kültürel terimlerle tanıyan ve araçsallaştıran sağ popülizmin sınırlarına gelindiği söylenebilir.
Sağ popülizm ve milliyetçilik arasındaki ayrımın altını çizmek AKP’nin kültür savaşları stratejisinin sınırlarını tartışmak açısından son derece önemli. Şunu söylemek istiyorum: Emekçi halk kitlelerinin artık tahammül sınırlarını zorlayan yoksullaşma ve yüksek enflasyon nedeniyle büyüyen öfkesi karşısında Cumhur ittifakı bu öfkeyi soğurmak üzere milliyetçilikten sağ popülizme doğru bir hamle yapabilir mi? Yani toplumsal yarılmayı etno-kültürel terimlerle tanımak zorunda kalır mı? Kültürel olarak gayrimilli bir elit sınıf ve bu sınıfa karşı temsilciliğine soyunacağı gariban Müslüman-Türk ikiliğini siyasal söyleminin merkezine taşır mı? Tabi herşeyden önce cevap verilmesi gereken soru 20 yıllık AKP iktidarından sonra hem toplumsal hiyerarşinin tepesinde olup hem de Türk-İslamla tanımlı olmayan bir gayrimilli kesimin olup olmadığıdır. Burada akla gelen tek makul yanıt uluslarası finans kapitalin örgütlü şubesi olan TÜSİAD’dır. O halde soruyu şu şekilde yeniden soralım: Cumhur ittifakı servet vergisi ya da kamulaştırma türünden bir hamleyle TÜSİAD’ı hedef alan sert bir kampanyaya girişebilir mi? Geçen 20 yılda “Boğazdaki yalılardan ellerinde viskilerle….” şeklindeki sağ popülist söylemlerle zaman zaman TÜSiAD’a haddini bildirmese de hatırlattığı zamanlar oldu Erdoğan’ın. Peki şimdi bu tarz söylemleri sertleştirip ekonomik-hukuki-siyasal yaptırımlarla takviye etmesi mümkün mü?
Tabi ki mümkün değil. Mümkün olduğunu düşünenler, AKP’nin uluslararası finans-kapitalin ve yerli tefeci-bezirgan ittifakının siyasal platformu olduğunu unutuyorlar. Üstelik TÜSİAD’a yönelik en küçük bir popülist müdahale durumunda şimdilik güç bela dizginlenebilen döviz fiyatlarının çığrından çıkması kaçınılmaz olur. 1942’deki Varlık Vergisi ya da 6-7 Eylül 1955 tarzında bir sağ popülist sınıf öfkesi tahliyesi imkansız. Tuncay Özilhan’ın sahibi olduğu Migros’ta depo işçilerinin oldukça sınırlı taleplerle başlatmış olduğu direnişe yapılan polis müdahalesine bakılacak olursa AKP’nin emekçi halk kitlelerine verilecek en küçük bir tavizi bile sonu nereye varacağı belirsiz bir tehdit olarak gördüğü anlaşılıyor.
Sıkışmışlık karşısında sağ popülist bir manevra imkan dahilinde değilken, AKP’nin milliyetçi siyaseti de eskisi gibi sürdürmesi mümkün değil. Oyun kurucu bir bölgesel emperyal güç olarak belirme fantazisi, emperyalist hiyerarşinin, bölgenin ve Türkiye ekonomisinin nesnel gerçekliği karşısında sürdürülebilir olmaktan çıktı. Akdeniz ve Ege’de Yunanistan ile gerginlik siyaseti askıya alınmışken, İsrail, Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır ile beyaz bir sayfa açmanın hazırlıkları yapılıyor.
Bu durumda cevabı verilmesi gereken asıl soru şöyle beliriyor: ulusal egemenlik dikey eksende elitlere, yatay eksende uluslararası aktörlere/rakiplere karşı ileri sürülemeyecekse o halde kime karşı ileri sürülecek? Elde kala kala sınıfsal bir kategorileştirmeye müsait olmayan içerideki “hainler ve teröristler” kalıyor. Ya da şöyle söylenebilir: Sınıfsal yarılmanın gittikçe derinleştiği ve öfkenin arttığı bir dönemde bu öfkeyi sağ popülist bir biçimde, etno-kültürel temelde, temsil etme ve soğurma imkanı olmayan bir milliyetçi cephe hükümetinin bütün bu öfkeye “içerideki hainler ve teröristlere karşı düzen ve birliği tesis etme” söylemi dışında cevap verme kabiliyeti bulunmuyor. Düzeni tesis söyleminin sınıfsal yarılmanın yarattığı öfkeyi bastırıp emekçi kesimlerde bir karşılık bulabilmesi ise ancak ardı arkası gelmez bir düzensizlik ve kaos ortamında mümkün olabilir. Ancak yönetilebilir bir düzensizlik ve kaos siyasetine girişmek verili ekonomik koşullarda döviz fiyatları ve enflasyonda ciddi artışları ve daha fazla yoksullaşmayı tetikleyebilir. Dolayısıyla bu tarz bir siyasetin de ciddi nesnel sınırları olduğunu söylemek gerekir.
Ciddi sınırları olan bir milliyetçi siyasete mahkum olan Cumhur İttifakı’nın manevra kabiliyetini tüm bu sınırlara karşı yukarıda tutan önemli bir avantajı var: devlet aygıtı üzerindeki mutlak kontrolü. Ancak bu kontrole dayanarak yapılabilecekler bile o kadar sınırsız görülmemeli. Tüm demokratik alanı kapatacak, seçimleri açıkça çalacak ya da iptal edecek tam teşekküllü bir diktatörlük kurmak üzere zor aygıtına yaslanmak iç savaşa kadar uzanması mümkün bir çatışma ortamını göze almak anlamına gelir. Türkiye’de kitlelerin siyasete katılımının neredeyse tek anlamlı biçimi olduğu için seçim demokrasisine dokunmak kolay bir iş değildir.
[1] Brubaker, Rogers. “Populism and nationalism.” Nations and Nationalism 26, no. 1 (2020): 44-66.
1 Yorum