Yaşasın Kimsesizlerin Kimsesi Olan Cumhuriyet
Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana tam 100 yıl geçti. Yurttaşların ve devletin bu yüzyılın muhasebesini yapmaları gerekmektedir. Hem kendinde hem de vatanında ve devletinde. Yoksa ne yaralarımız sağalır ne de giderek daha da artan bu paranoid durumdan kurtulabiliriz. Devran bu şekilde sürmeye devam ederse bırakın Cumhuriyetin “kimsesizlerin kimsesi” olması iddiasını, Cumhuriyet sadece oligarşik bir yapının hâkimiyeti olarak sürecektir.
Cumhuriyetin ilanından bu yana tam yüzyıl geçmiş, bugünlerde bu tarihi olayı kutlama çalışmaları bir yandan sürerken, bir yandan da Filistin’de yaşanan insanlık dramını bütün dünya ile birlikte izliyoruz.
Dünya bugün 20. Yüzyılın başlangıcındaki yıllar gibi son derece istikrarsız bir dönem yaşıyor. Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesi, Kafkaslarda Azerbaycan-Ermenistan arasındaki Karabağ üzerinden yürüyen savaş, Suriye iç savaşının devam etmesi, Çin ile ABD arasında süren ticaret gerginliği, yeni bir “kavimler göçünün” güneyden kuzeye, doğudan batıya doğru artarak sürmesi gibi olayları yaşıyoruz. Siyaset inanılmaz bir şekilde bütün bir kürede popülist, pragmatist liderlerin tekelinde yürüyor. Küresel ekonomi 2008 krizinden itibaren buna Covid’le birlikte gelen pandeminin etkisiyle de ekonomik küçülmeyi de sayarsak daha da istikrarsız ve her an yeni krizleri doğurma sinyalleri veriyor. Demokratik değerler çıkarlar için “kendi şampiyonları”da dâhil bütün devletler tarafından ayaklar altına alınıyor.
Ta Peygamberlerden itibaren gelip İnsan Hakları Beyannamesine dayanan bütün haklar, insani değerler göz ardı ediliyor. Bütün bunlara güçlülerin kendi çıkarları uğruna yer kürede meydana getirdiği küresel iklim krizi ve çevre kirlenmesini, üstüne bir de yok olmaya başlayan diğer canlıları da katarsak görünen o ki insanoğlu kendi kıyametine doğru hızla ilerliyor.
Böyle bir fotoğraf çekmeye çalıştıktan sonra gelelim kendi yüzyılımıza yani Cumhuriyetimizin yüzyılına. İsterseniz ona da marşlar, şarkılar, türküler eşlik etsin.
Başka bir aşk istemez, aşkınla çarpar kalbimiz,
Ey Vatan gözyaşların dinsin, yetiştik çünkü biz.
Gül ki sen, neş’enle gülsün ay, güneş, toprak, deniz.
Ey Vatan gözyaşların dinsin, yetiştik çünkü biz.
Vatan Marşı, nam-ı diğer Mülkiyeliler marşı 1919 yılında sözleri Cemal Edhem tarafından yazılan marş, ne kadar güzel sözleri var değil mi? Vatana sesleniyor, ulusa sesleniyor. Gözünün yaşını dindir, onları sil çünkü yetiştik biz diyor. Cumhuriyetin 100. Yılında yetiştirmiş olduğumuz bürokratlardan, hâkimlerden, savcılardan, valilerden, maliyecilerden, polis ve istihbarat müdürlerinden bahsediyor. Biz yetiştik diyor, sizi kurtarmaya geliyoruz. İşte sana bizi kurtaranlar. Her köşeden kötü kokular geliyor. Rüşvet, yolsuzluk, irtikap, istismar vb. say say bitmez..!
Gelelim başka bir marşa; bakın nasıl başlıyor.
Ankara, Ankara; güzel Ankara!
Seni görmek ister her bahtı kara.
Senden yardım umar her düşen dara.
Yetersin onlara, güzel Ankara.
Başkentinden yardım uman her fukara mensubuna sahip çıkması gereken Ankara, ulusun başkentinde gündüz gözü vurulan Sinan Ateş’in katillerini ve azmettiricilerini aylardır bulup yargılayamadı. Sadece onun mu, Uğur Mumcu, Bedrettin Cömert ve Bahriye Üçok, bunların katilleri de on yıllardır bulunup yargılanamıyor. Say say bitmez, sıkıysa dara düşte yardım iste, göreceğin eziyet de yanına kâr kalacaktır. Uyuşturucu baronları, rüşvetçiler, dolandırıcılar, soyguncular kaçma riski olmadığı için tahliye edilirken, Gezi Parkı davasında bulunduğu Almanya’dan kendi isteğiyle gelip yargılananlar kaçma şüphesi ile tutuklanıp hüküm giyiyor. Gazeteciler hüküm giyiyor.
Hadi şimdide bir şarkıyı birlikte dinleyelim. 12 Eylül darbesinden sonra hani o kutsadığımız bayrağımızı kendisine elbise yapan Müşerref Akay hanımefendi söylerdi. Darbeci Paşalarımızda gençlerimizi darağacına yollamanın verdiği tatlı yorgunluğu gidermek için dinlerlerdi.
Kahraman ırkıma sızmış ihanet
Bütün yüreklerde acı ve nefret
Düşmanların mert değil, hepsi de namert
Türk’e Türk’ten başka yoktur dost nimet
İşte bu şarkıda söylediği gibi bütün ihanet eden namert düşmanları yakalamışlardı ve cezalandırmışlardı. Yaşını gizleyip 17 yapanları bile..!
Ve şarkı bütün azametiyle devam ediyordu.
Türkiyem
Türkiyem, cennetim
Benim eşsiz milletim
İşte bugünlerde gördüğümüz gibi cennet vatanı o hainlerin elinden alıp bu millete bıraktılar, gerçi keyfini parası olan sürse de, nereden kazandığı önemli değil tabii ki, o kadarcık kusur kadı kızında da olur..!
Son olarak sözlerini Fikret Şeneş’in yazdığı, Ayten Alpman’ın seslendirdiği, Mireille Mathieu’nün Fransızca L’aveugle şarkısından araklanan Memleketim ile bitirelim.
Havasına suyuna taşına toprağına
Bin can feda bir tek dostuma
Her köşesi cennetim ezilir yanar içim
Bir başkadır benim memleketim
Evet, gerçekten bir başkadır memleketim.
Dağına taşına, kurduna kuşuna bayrak asarız. Zeytin ağaçlarını, ormanlarını, deresini tepesini, madenini, toprağını ulusal ve uluslararası “iyi” şirketlere peşkeş çekeriz.
Devletimize dair yapılacak hiçbir eleştiriyi sevmeyiz, bunu hakaret kabul ederiz ama devleti birilerinin soymasına hiç sesimizi çıkarmayız. Soyuyorlar ama çalışıyorlarmış!
Aydınlarımızı, sanatçılarımızı hapishanelerde çürütürüz, sürgün ederiz. Öldüklerinde ise özür dilemeyiz ama ardından ne büyük insanlar olduğunu söyleyerek ağıtlar yakarız.
Ey Vatandaş Türkçe konuş, çok konuş deriz. Kendi ana dilinde türkü okuyanı konuşanı cezalandırırız. Mahkemelerde o dillerin bilinmeyen diller olduğunu söyleriz, savunmalarını kabul etmeyiz ama kendi resmi okullarımız dâhil okullarda İngilizce eğitimi teşvik ederiz. Bütün kalburüstü vatandaşlarımız çocuklarını o okullara gönderirler, sonra da yurt dışı.
Bazı belediyelerin Kürtçe tabelalarını kaldırırız ama İngilizce, Fransızca, Arapça tabelaların asılmasında hiçbir beis görmeyiz. Nede olsa yerli ve milliyiz.
Gerçekten de bir başkadır benim memleketim.
Kurtlarımız kuzu postuna girer, kuzularımızı yerler. Hak ettiler der, ellerimiz patlayıncaya kadar “o” kurtları alkışlarız. Sonra da kuzularımıza ağlarız.
Serol Teber, “Tutunamayanların Politik Psikolojisi” adlı kitabının girişinde şöyle der.
“Yüzleşilmemiş bir geçmiş, ruhumuzda ve kimliğimizde bir apse gibidir. Yüzleşmek bir bisturi gibi acıtır, rahatımızı kaçırır ama iyileşmenin başka da bir yolu yoktur.”
Evet, Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana tam 100 yıl geçti. Yurttaşların ve devletin bu yüzyılın muhasebesini yapmaları gerekmektedir. Hem kendinde hem de vatanında ve devletinde. Yoksa ne yaralarımız sağalır ne de giderek daha da artan bu paranoid durumdan kurtulabiliriz. Devran bu şekilde sürmeye devam ederse bırakın Cumhuriyetin “kimsesizlerin kimsesi” olması iddiasını, Cumhuriyet sadece oligarşik bir yapının hâkimiyeti olarak sürecektir.
Yaşasın kimsesizlerin kimsesi olan Cumhuriyet…
Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. Yılı kutlu olsun…
2 Yorum
Kemalist rejim ve onun cumhursuz cumhuriyeti halk düşmanı, kadın düşmanı, emek düşmanı, sosyalizm düşmanı, Hristiyan düşmanı, hülasa Türk ve Müslüman olmayan her şeyin düşmanıydı. Zira yeni olduğu söylenen Türkiye Cumhuriyeti “Türklük ve Müslümanlık Sözleşmeleri” temeline dayanıyordu. Haliyle hata temel üzerine çıkılmış hata katlar yıkılmaya meftun kırılgan bir yapı arz edecekti. Kemalistler, Milli Mücadele’ye destek vermek için Anadolu’ya geçen TKP kadrolarını bile kriminalize edip, güruhlara linç ettirip aşağılıkça katletmiş, Suphi ve yoldaşlarını öldüren paramiliterleri vatana hizmetten taltif etmiş, TKP kadrolarının her soluk alıp verişini, gölgesinin düştüğü her yeri takibat altında tutmuş, TKP kadrolarına mütemadiyen tevkifatlar uygulamış, sahte bir TKP kurdurtmuş, emek örgütlerini dağıtmış, Marksist metinleri Türkçeye tercüme eden çevirmenleri, yayınlayan yayıncıları bile tutuklamış, 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Bayramı’nı yasaklamış, kendi kurdurduğu muhalefeti bile yasaklayıp kurucu kadrolarını İstiklal Mahkemelerinde yargılamış, Çerkez Kadınları Teavun Cemiyetini ve Türk Kadınlar Birliği’ni bile kapatmış, Adana-Nusaybin Demiryolu’nun deposunda çalışan işçileri genel greve çıktıkları için kurşuna dizdirtmiş, kendisi için hiçbir tehlike ve tehdit teşkil etmediği halde Nazım Hikmet, Kemal Tahir, Sabahattin Ali, Orhan Kemal gibi aydınları mahpushane damlarından çürütmüş, İttihat Terakki’nin Ermeni ve Rum Soykırımı’na iştirak etmiş kadrolarının dönmesini sağlayıp onlara yine o halkın mallarını, emlak-ı metruke’lerini dağıtmış, taltif etmiş bir çürüme ve cürüm rejimiydi. Takrir-i Sükun Yasası’yla birlikte muhalif basın şöyle dursun kendisine Milli Mücadele yıllarında azimkâr şekilde destek veren Aydınlık, Orak-Çekiç, Son Telgraf, Tevhid-i Efkâr, İstiklal, Sebillüreşad gibi gazete ve mecmuaları bile keyfi bir şekilde yasakladı. Yani Kemalist mutlakiyetçi, merkeziyetçi, monarşist, bonapartist, jakobenist, diktatöryal cumhuriyet, emek düşmanlığını sistematikleştirmiş bir totaliter aşırılığı savunagelmişti.