Diyar-ı Rûm Üzerine: Saltık’a İsmini Kim Verdi?
Alpliğini erenlikle mezcetmiş Şerif Hamza, küffar ile ettiği sayısız cenklerden birinde, Alyon-ı Rûmî adındaki bir yiğitle düelloya girişir. Şaşırtıcı olmayan biçimde Alyon’u alt etmeyi başarır ve şayet İslâm’a gelecek olursa canını bağışlayacağını söyler. Alyon, Şerif Hamza’nın teklifini kabul eder, kendisine şahadet telkin edilir, Müslüman olur. Yaygın bir pratik olarak kendisine bir isim de verilir: İlyas. Rum diyarlı Alyon, Rum diyarının yeni sakini Şerif Hamza karşısındaki mağlubiyeti sonucunda “dönüşür”, artık adı İlyas’tır, bu isimle çağrılacak, bu isimle tanınacaktır. Fakat galibin mağlubu kendine benzetmesinde öyle çok şaşılacak bir taraf yok. Asıl ilginç olan, mağlup Alyon/yenice İlyas’ın, Şerif Hamza’ya kendi dilinde “kuvvetli” anlamına geldiğini söylediği “Saltık” ismini önermesidir.
Diyar-ı Rûm üstüne çok yazılıp çizildi. Fâtih’in, Bizans’ın başşehrini ele geçirmekle aynı zamanda “Roma İmparatoru” unvanını, kelimenin Doğu medeniyet dairesi içindeki adıyla “Kayzer-i Rûm” mertebesini elde ettiği (Bizans’ın “kahpe”liğinde bir ıskata gidilmeksizin) gurur vesikası olarak konuyla ilgili hemen her metinde kendine yer buldu. Keza Diyar-ı Rûm’un Türkeli-leşmesi süreci, tarihte karanlık kalmış noktalara ya da milletlerinin kazandığı demografik zaferlere düşkün olanlar tarafından sıklıkla ele alındı. Bu arada Kafadar da imdada yetişti, “Kendine Ait Bir Roma”[1] sayesinde hep aynı şeyleri duymaktan biraz solgunlaşmış, sararmış Diyar-ı Rûm meselesinin çehresine bir kan geldi, yanakları al al oldu. Bugün, Diyar-ı Rûm enikonu gürbüz bir çocuktur. Kimse yanından başını okşamadan, şöyle bir gözü ilişip “Maşallah!” çekmeden, mecaza ne hacet, temas etmeden geçmiyor. Bu yazı da ilgili temas etme isteğinden müstağni kalamamanın bir ürünüdür. Fakat öyle uzun boylu bir temasa kalkışacak hâli yok, yapacağı altı üstü Diyar-ı Rûm’da geçen bir öykünün ne ifade edebileceği üzerine kafa yormaktan ibarettir.
*
Bilindiği üzere Türkler, Diyar-ı Rûm’a çok geliyorlar. Öyle Avrupa Birliği’nin bugünkü gibi endişe mesajlarıyla, oluşturduğu tampon bölgelere ödenekler ayırmasıyla değil, iyice çıldırıp bir set inşa etmeye girişeceği ölçüde geliyorlar. Bunu, gelişlerine tesadüf eden yerli halkın tanıklıklarından biliyoruz.[2] Kuşkusuz bu tanıklıklara sinmiş mübalağa kokusunu gidermek mümkün değil. Zira değişmez, yerleşik insanın gözü göçmen gördü mü şaşılaşır. Fakat nihayetinde bu tanıklıklardaki çokluktan kinayeler ne derece dengeli bir ifadeye çevrilmeye çalışılırsa çalışılsın, kinayelerin “çokluk”a ilişkin olduğu gerçeği değişmiyor. Bu geliş, kısır ve bayağı, kahvehane köşesine pek yakışacak türden bir polemik sayesinde bugün dahi güncel. Bir kısım insan, bu yoğun Türkmen göçünden hareketle Anadolu’yu gerçekte olduğundan on asır önce etnik bir homojenliğe kavuşturuyor (pek acelecidirler); bu insanların mevhum-ı muhalifleri, karbon kopyaları, patates baskıları konumundakiler de on beş tane Türkmen süvarisi bütün bir Anadolu ahalisini Türkleştirmeyi başarmış gibi tuhaf bir geçmiş algısına saplanıyor (pek fantastiktirler). Her ikisi de aynı zayıflıkla malul. Tarihin bir yerinde aidiyetleri, dinleri, dilleri, duygusal yatırımları, kurumları, değerleri farklı iki insan grubu birbirleriyle karşılaştıklarında yalnızca iki ihtimal varsayıyorlar: Ya birbirlerine dönüşecekler ya da dönüşünceye değin çatışacaklar. Her iki taraf da sözlüklerimizde kendine “etkileşim” ismiyle yer bulan, gayet güzel ve öz Türkçe kelimeyi bir tür fantazya sayıyor olmalı. Oysa bu kelimenin bir gerçekliği vardır, onu liyakatle karıştırmamalı. Fakat bulanık zihinlerin hatalarından söz etmekte bir yarar yok. Çünkü aklıselim sahipleri bu nevi iddialardaki çürüklüğü, formasyonları ne olursa olsun, sezebilecek bir göz keskinliğine sahiptir ve sözün değerli olanı aklıselime hitap edenidir.
Dönelim: Diyar-ı Rûm’a yeni insanlar geliyor ve çok geliyorlar. Aralarında erkeği kadını, çoluğu çocuğu, hayvancısı ziraatçısı, göçebesi yerleşiği, hırlısı hırsızı var. Fakat bu kafilenin içinde de bir seçkinler birliği yok değil: Erenler. Dâhil oldukları toplumun hemen her hareketinde nazik meseleleri üstlenen, motivasyon üreten, kolonizatörlük yapan, diğerlerinin zihinlerini kıssalarıyla süsleyen, çarpıcı geçişleri yumuşatan, eğriyi düzelten, “safa-nazar” kılan Erenler. Üstelik gerektiğinde kılıç kuşanıp “alp”leştikleri de oluyor. Erenlerin tarihî biyografileri sıkıcıdır. Tarih sıkıcı olduğu için değil, tarihin diliyle erenlerin dili arasında giderilemeyecek bir uyumsuzluk olduğu için. Erenleri “tarihî” olarak da anlamanın en verimli yolu, bütün mi(s)tik unsurlara, uçup kaçmalara, su üstünde yürümelere, ateşten geçmelere, ölü kuşu diriltmelere, zamanda ve mekânda kırılmalar yaratmalarına, kısacası çizgi romanlardan henüz mahrum insanlara bilumum hayal gücü egzersizini sağlayacak türlü işlere rağmen, yine de menkıbeler. Fakat üzücüdür, menkıbeler akademik olarak tasavvuf çalışanların ve tasavvufu yaşamaya çalıştığı için bu menkıbeler yoluyla “muhabbet”lerini berkitmeye uğraşanların inhisarına terk edilmiştir. Yine üzücüdür, menkıbe ya büyüsünü bozmak ya büyüsüne kapılmak için okunmaktadır. Oysa menkıbe büyüsü bozulduğunda kuru bilgi, büyüsüne kapılındığında edebiyattan ibarettir. Her iki durumda da tarihin işine yaramaz. Sanıyorum buna esaslı olarak ilk defa Yaşar Ocak –Köprülü ilhamıyla- tevessül etti.[3] Takip eden oldu mu? Az. Ocak’ın ihmal edildiğini düşünmüyorum. Muhtemelen tez savunmalarını güçleştirdiği içindir.
Bir kere, Erenlerin ve menkıbelerinin tarihle aralarında bir dirsek teması var. Sırf geçmişe ait oldukları için değildir bu. Devletin teşekkül ettiği her yerde Erenlerin de belirivermesi, yöneticilerin yanlarında yörelerinde nasihatlerini sıralamaları, ikide birde bir “manevî saltanat”tan söz etmeleri, bazı çok kritik kurumların –örneğin Yeniçerilik- müesses nizamlarına sinmiş olmaları, işi dirsek temasından çıkarıp bir “eli beline dolamak” yakınlığına değin götürmemize imkân tanır. Örneğin, şu meşhur Horasan Erenleri-Anadolu Erenleri-Rumeli Erenleri üçlemesi sathî bir bakışta bir coğrafya değişiminden ibarettir: Bir Erenlik geleneği vardır ve zaman içinde mekânı değişir, yöreye göre birtakım özellikler arz etmeye başlar. Fakat insan bu üçlüyü, Neşrî’nin manevî-olmayan saltanatın sürekliliği konusunda zikrettiği bir diğer üçlüyü aklında tutarak düşünürse görünüm biraz daha berraklaşabilir: a) Ensâb-ı evlâd-ı Oğuz Han, b) Selâtîn-i Selçukiyye-i Rûmiyye, c) Selâtin-i Âl-i Osman Gazi.[4] İlki Horasan’a, diğeri Anadolu’ya, sonuncusu ise Rumeli’ne mekânlanabilecek üç saltanat dairesi.
Saltık, Sarı olan. . Saltık doğduğunda adı “Şerif Hamza” idi, bunu onunla alakalı tüm eserlerde görüyoruz. İsmini değiştirmek üzere bir mahkemeye müracaat edip gerekçesini bildirmediğine göre, bu konuda tarihî bir vesika arama gayreti de boşuna. Öte yandan bu, cevabı meçhul bir soru da değil. Şerif Hamza’nın adının Saltık’a dönüşmesinin öyküsünü bize bir menkıbesi aktarmıştır. Zikredildiğine göre,[5] alpliğini erenlikle mezcetmiş Şerif Hamza, küffar ile ettiği sayısız cenklerden birinde, Alyon-ı Rûmî adındaki bir yiğitle düelloya girişir. Şaşırtıcı olmayan biçimde Alyon’u alt etmeyi başarır ve şayet İslâm’a gelecek olursa canını bağışlayacağını söyler. Alyon, Şerif Hamza’nın teklifini kabul eder, kendisine şahadet telkin edilir, Müslüman olur. Yaygın bir pratik olarak kendisine bir isim de verilir: İlyas. Rum diyarlı Alyon, Rum diyarının yeni sakini Şerif Hamza karşısındaki mağlubiyeti sonucunda “dönüşür”, artık adı İlyas’tır, bu isimle çağrılacak, bu isimle tanınacaktır. Fakat galibin mağlubu kendine benzetmesinde öyle çok şaşılacak bir taraf yok. Asıl ilginç olan, mağlup Alyon/yenice İlyas’ın, Şerif Hamza’ya kendi dilinde “kuvvetli” anlamına geldiğini söylediği “Saltık” ismini önermesidir. Hamza bu öneriyi kabul eder. Karşılaşmanın ne ölçüde dramatik olduğuna dikkat çekmek isterim: Diyar-ı Rum’un bir sakini, Diyar-ı Rum’un yeni bir sakiniyle karşılaşır, iletişime geçerler ve bu iletişimin sonunda artık ikisi de aynı kişi değildir. Diyar-ı Rum’a Şerif Hamza olarak gelmiş kişi Alyon-ı Rûmî’yle ; Diyar-ı Rum’da Alyon-ı Rûmî olarak yaşayan kişi, Şerif Hamza’yla karşılaşıp İlyas olmuştur. Etkileşim budur, bu kelimenin işteşliğiyle ifade edilmek istenen de budur ve bu işteşlik kelime alışverişi, âdet değiş-tokuşu, kız alıp-verişinden ibaret değildir. Yaşanan, “ad” gibi çok aslî bir kimlik öğesine varıncaya değin köklü bir değişimdir, uydurmak gerekirse: Birbiri-leşme. Dolayısıyla, “Rûmî”nin ne ifade ettiğine dair, bu hikâyeden hareketle bir açıklığa erişmek mümkün: Fakat Alyon’dan İlyas çıkaran artık Saltık ismini taşıyan Hamza’dır ve Hamza’dan Saltık çıkaran da artık İlyas ismini taşıyan Alyon.
Rûmî kimliğinde artık bütünüyle Hamza’yı ve bütünüyle Alyon’u aramak fuzulîdir. Rûmî, her ikisinin eski ve yeni isimlerinin bir karışımıdır. Onu, “kâfirle savaşan Müslüman” derekesine indirmenin âlemi yoktur. Rûmî, kâfirle salt cenk eden değil, onunla konuşan, uzlaşan, -Saltık gibi- dillerini tekellüm edebilendir.[6] Dolayısıyla, “Anadolu’nun kimliğini Türklerle kazandığı”[7] yönündeki inanışta kendini açığa çıkaran “kendi olma isteğindeki ümitsizlik”e[8] mesafeli durmak gerekiyor. Çünkü kişisel değer yargılarıyla örülmüşbir İslâm’dan ve onunla özdeşleştirilmiş bir Türk’ten hareket ederek İslâm’la tanışmış olan Türk toplumunun Anadolu adı verilen topraklar üzerindeki yaşayışını yorumlamak verimsiz bir spekülasyon çabasından öteye varamıyor. Öte yandan, kendini sürekli tekrar etmesiyle can sıkıcı bir hâl almış olan medenîleşme tartışmalarından çıkmak için hayli kolaycı bir yol saptayan, coğrafî talihi tarihî talih hâline de getirerek Yunan tecrübesine kestirmeden bağlanmak isteyen Mavi Anadoluculuk da insanı benzer türden bir yanıltmacaya sürüklüyor. Saltık ve Alyon arasındaki doğrudan ve dönüştürücü etkiyi, artık arkeolojinin çalışma sahası olmuş kentlerdeki tanrıların Anadoluluğu üzerine kurmak hoş bir temenni olmakla birlikte görüş açımızı bulanıklaştırmanın ötesinde bir açıklama ve açımlama gücünden yoksun. Öyleyse, salt “seriyye”lerine indirgemeksizin Hamza’yı ve yalnızca “ihtida”sına odaklanmaksızın Alyon’u anlamak lazım ki böylelikle tamamen Diyar-ı Rûm’un ürünü olan Saltık ile İlyas’ı anlayabilelim. Menkıbe, buna açılan bir kapıdır
[1] Cemal Kafadar, Kendine Ait Bir Roma: Diyar-ı Rum’da Kültürel Coğrafya ve Kimlik Üzerine, İstanbul, Metis Yayınları, 2017.
[2] “Bundan dolayı binlerce ve on binlerce insan, oralardan kaçarak buraya geliyordu. Yeryüzü insanlarla kaplandı. Bunlar, Musa’nın denizden geçirmiş olduğu halktan ve Sina sahrasında beliren bıldırcın sürülerinden pek daha çoktular.” Hrant D. Andreasyan, Urfalı Mateos Vekayi-nâmesi (952-1136) ve Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1162), Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2000, s. 156.
[3] Ahmet Yaşar Ocak, Kültür Tarihi Kaynağı Olarak Menâkıbnâmeler (Metodolojik Bir Yaklaşım), Ankara, TTK, 1992.
[4] Neşrî, Kitâb-ı Cihan-Nümâ: Neşrî Tarihi I. Cilt, haz. F. R. Unat & M. A. Köymen, Ankara, TTK, 1995, s. 7.
[5] Necati Demir & M. Dursun Erdem, Saltık-nâme, Ankara, Destan Yayınları, 2007, s. 48-49.
[6] Ahmet Yaşar Ocak, Sarı Saltık: Popüler İslâm’ın Balkanlardaki Destanî Öncüsü, Ankara, TTK, 2002, s. 45.
[7] İsmet Özel, Kalın Türk, İstanbul, TİYO Yayınları, 2016, s. 14.
[8] Fethi Benslama, İslâm’ın Psikanalizi, çev. Işık Ergüden, İstanbul, İletişim Yayınları, 2004, s. 23.