Sığınmacılar ve Göçmenler Meselesinde Sözümüz
Suriyeli ve Afgan sığınmacılar ve göçmenler etrafında son dönemde yoğunlaşan tartışmalarda Yurtseverce olarak nasıl bir bakış açısına sahip olduğumuzu ortaya koymak amacıyla bu metni kaleme alıyoruz. Yurtseverce; Yurtseverce Sözümüz başlıklı temel metnimizde ifade ettiğimiz üzere, anti-oligarşik ulusal-demokratik iddiayla, Türk ulusal asabiyyesi içinden, müteşekkir bir varoluş bilinciyle ve evrensel bir kurtuluş perspektifiyle bir söz ve tavır üretmeyi hedefliyor.
Şunu baştan, hiçbir tereddüte yer vermeyecek bir biçimde söyleyelim: Irkçı ve ayrımcı hiçbir politikayı, söylemi, uygulamayı kabul etmiyoruz. Suriyeliler ve Afganlar özelinde söyleyecek olursak, bu insanlara hakaret etmenin, kötü muamelede bulunmanın kabul edilebilir hiçbir gerekçesi olamaz. Son olarak Bolu Belediye Başkanı’nın yabancılara suyu 10 kat fiyatla satmak gibi ayrımcı uygulamaları ve Altındağ’da gelişen saldırganlık ancak Türk milletinin alnına kara çalan, bayağı ve adice işler olarak tanımlanabilir. Keza göçmen ve sığınmacı nüfusun azaltılmasına dair hiçbir planda zor kullanımı meşru bir yol olarak kabul edilemez. Sonu gelmez savaşlar, işgaller, katliamlar neticesinde ülkelerini terk etmek durumunda kalan insanların çaresizliği bu insanları kuralsızca sömürmek, uluslararası operasyonlarda lejyoner ya da jeo-politik kirli planların ve pazarlıkların aracı olarak kullanmak için bir fırsata çevrilemez. Bu ırkçı fırsatçılığın üzeri İslam kardeşliği söylemleriyle örtülemez.
Ancak ırkçılık; salt kişisel aydınlanma, eğitim, merhamet düzeyine dair bir bireysel kötülük/iyilik meselesi olarak görülmemelidir. Irkçılık; fiziksel ve sembolik sınırlar inşa ederek “içerisini” ve “dışarısını”, “dostları” ve “düşmanları”, “bizi” ve “onları” üreten, bu ayrımları doğallaştıran ve fetişleştiren modern kapitalist devletin işleyişine ve onun milliyetçi ideolojisine içkindir. Irkçılık karşıtı mücadelenin verileceği temel düzey burasıdır.
Yurtseverce “biz” ve “onlar” arasındaki ayrımları özsel olarak aşılamaz/aşılmaması gereken ayrımlar olarak görmez. Sınırların olmadığı bir dünyanın hayalini kurarken sözümüzün ve eylemimizin ufkunu nasıl olur da bizden olanlar ve olmayanlar arasındaki bir ayrım üzerine inşa edebiliriz ki? Öte yandan, “biz” ve “onlar”, bizden olanlar ve bizden olmayanlar gerçek etkiler üreten tarihsel kimliklerdir; salt söylemle, burjuva hümanizminin insanlık, Marksizmin işçi-sınıfı ya da İslamcılığın ümmet kategorilerinin evrenselciliğine müracaatla kestirmeden aşılabilecek dar perspektif ürünü kuruntular değildir. Devletin mekansal bağlamına, bu bağlamın tarihselliğine, bu tarihsellik içinde gelişen ortaklaşmalara, dışlamalara, yani ulusal kimliğe yok muamelesi yapılamaz. Evet; ulusal kimlik bir yandan kapitalist devletin bizim gündelik varoluş gerçekliğimizin koordinatlarını belirleme kapasitesini ifade eder, öte yandan bu tabiyet karşılıksız değildir. Ulusal kimlik, içeriğinden de bağımsız olarak, dünyayı okuyabileceğimiz kodlar sunar, konumlanabileceğimiz bir zemin sağlar, öngörülebilir bir düzen ve bağlam sayesinde ontolojik bir konfor içinde eylemimizi mümkün kılar. Devletin ve sermayenin katı olan herşeyi buharlaştırdığı zaman ve mekanlarda bir çıpa vazifesi görür ulusal kimlik. Çok kısa süreler içinde milyonlarca Suriyeli’nin ve yüzbinlerce Afgan’ın Türkiye’ye girişi ve yerleşmesi ve göç dalgasının süreceği endişesine yol açan politikalar bu sembolik-maddi toplumsal düzeni istikrarsızlaştırmaktadır. Ulusal bağlamın tarihselliğine bu kadar kayıtsız siyasetlerin, bu kadar ağır bir yükü bir kriz bağlamının üstüne yıkan çarpık stratejilerin üretebileceği pozitif bir tepki olabilir mi? Irkçı ve ayrımcı tepki herşeyden önce bu sembolik-maddi toplumsal düzeni tahkim etmeye yönelik bir reflekstir.
Dolayısıyla ulusal kimlik gerçekliğini tanımadan göçle birlikte ortaya çıkan ırkçı-ayrımcı söylem ve uygulamalara karşı tutarlı ve etkili bir siyaset geliştirmek mümkün olamaz. Burada eşzamanlı olarak takip edilmesi gereken iki mücadele hattı olduğunu ileri sürüyoruz. Bu hatlardan birisini ulusal kimliğin milliyetçi biçimine karşı mücadele oluşturuyor. Türk sermaye-ulus-devletinin zor ve ideolojik aygıtlarıyla inşa ettiği milliyetçi Türk öznenin siyasal kapasitesi kendisini kuran Türk sermaye-ulus-devletini ve dolayısıyla kendi nesneliğini/tabiliğini yeniden üretmekle sınırlı olacaktır. Bir başka deyişle, Türk kendinde bir amaç olarak değil, devleti ve onun kapitalist toplumsal düzenini mümkün kılan fiziksel ve sembolik sınırları kendi varlığı ve failliğinde yeniden ve yeniden kurarak doğallaştırması için kurulur. Dolayısıyla milliyetçiliğin ideal Türk’ünün siyasal eylemi Türk olmayanı/bizden olmayanı bir tehdit olarak teşhis eden bir teyakkuza ve ulusal alanın saflığını bu tehdite (“pisliğe”, “hırsızlığa”, “istismara”, “ter kokusuna”, “tecavüze”) karşı koruma çabasına özdeştir. Irkçılık ırkçılığın kurbanı olanın hatasından, yanlışından kaynaklanmaz; öyle olsa ufak da olsa bir meşruluk payı olabilirdi. Suriyeliler ve Afganlar özelinde yükselişe geçen ırkçılık Suriyeliler ve Afganlar hakkında doğru ve yanlış bilinenlere değil, kitlelerin devlet karşısındaki özerk, kolektif kapasitesinin güçsüzlüğüne ve toplumsallığımızın bir bütün olarak kapitalist toplumsal düzen tarafından örgütlenmesine delalet eder. Irkçılık acizliktendir; ırkçılığın saldırgan karakteri temel bir kudretsizliğin üstünü örter.
O halde sığınmacılara ve göçmenlere yönelik ırkçılığa karşı mücadelenin esası modern kapitalist devletin mekansal mantığını, bu mantığın cisimleştiği fiziksel ve sembolik dışlamaları, bu dışlamaların ürettiği gerçek etkileri ciddiye alan bir devlet karşıtlığıdır. Devleti ciddiye alan devlet karşıtlığı, devletin sayesinde işlediği fiziksel ve sembolik sınırlara hiçbir normatif değer atfetmemek, bu sınırları içinde ulusal kimliğimizin oluştuğu mekan olarak verili almak ve normatif vurguyu devletin ve onun kapitalist toplumsal düzeninin oligarşik, kitleleri cendere altına alan yapısı karşısında ulusun özerk, anti-oligarşik, kolektif eylem kapasitesine koymak demektir. Buradan bakıldığında Türklüğümüz ne utanacağımız ne övüneceğimiz ama devlete ve onun kapitalist toplumsal düzenine karşı kolektif aksiyonu mümkün kılan bir ortaklaşma zemini olarak belirir.
Suriyeli ve Afgan sığınmacı ve mültecilere yönelik ırkçılığa karşı mücadelenin ikinci hattı bizi ulusal kimliğin sembolik-toplumsal maddi düzeninin istikrarı/istikrarsızlığı meselesine götürüyor. Ulusal kimliğin sembolik-toplumsal maddi düzenini istikrarsızlaştıracak bir hız ve ölçüde sığınmacı ve göçmen akışına yol verildiği koşullarda düzen talebine sarılacak kitleleri ulusal kimliğin sıfır noktası olan milliyetçilikten çekip almak imkansızlaşır. Bu imkansızlık karşısında ne yapılmalıdır? Bu sığınmacı ve göçmenlerin zor yoluyla tahliyesi ırkçılıktır; kabul edilemez. Öte yandan, entegrasyon-dışlama ikiliğine kapatılan bir tartışma da işin esasını kaçırır ve emperyalist dünya sistemiyle yüzleşmekten alıkoyar. Emperyalist dünya sistemi işgallerle, silah ticaretiyle, yoksulluğa ve küresel ısınmaya neden olan politikalarla bizzat sorumlusu olduğu göç hareketlerini Türkiye’yi devasa bir mülteci kampına dönüştürerek idare etmeye çalışmakta, kelimenin tam anlamıyla ırkçılık ihraç etmektedir. O halde ulusal kimliğin sembolik-toplumsal maddi düzenini istikrarsızlaştıran basıncı milliyetçi-ırkçı bir “arınmacı” tahliye ile değil, tam da olması gerektiği gibi, yani emperyalist dünya sistemiyle mücadele ve müzakere üzerinden göğüsleyen ve azaltan bir yol tutulmalıdır. Emperyalist dünya sistemi sorumlu olduğu yıkımın sonuçlarıyla yüzleştirilmelidir. Göç idaresinde Türkiye’yi taşeron olarak konumlandıran antlaşmalar iptal edilmelidir.
Göç meselesi etrafında gelişen tartışmanın önümüze koyduğu en önemli ders Türk ulusal kurtuluş davasının hiç olmadığı kadar evrensel bir kurtuluş perspektiyle yürütülmesi gereğidir.