UKKTH ve Tam Bağımsız Ukrayna
Ukrayna’nın, bir ulus olarak varlığını ve siyasal bağımsızlığını tanımadığını deklare eden Rus sömürgeciliğine karşı siyasal bağımsızlık mücadelesi sonuna kadar meşrudur. Öte yanda, bir başka düzeyde, Ukrayna’nın Rus devlet oligarşisine karşı Nato adına bir vekalet savaşı verdiği, bu savaşta neo-nazi unsurların etkin olduğu da doğrudur. Bu iki hakikat birbirini iptal etmez. Burada ileri sürülebilecek slogan “uluslararası sermaye oligarşisinin askeri örgütü NATO tarafından yarı-sömürgeleştirilmeye ve Rus devlet oligarşisi tarafından sömürgeci işgale uğramaya karşı Tam Bağımsız bir Ukrayna” olmalıdır.
Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı başlıklı çalışmasında Lenin UKKTH karşısındaki konumunu netleştirmek için boşanma hakkı örneğini verir:
Boşanma serbestliğini savunan bir kimseyi aile bağlarını yıkmak istemekle suçlamak ne kadar ahmakça ve ne kadar ikiyüzlüce bir davranışsa, ulusların kendi kaderlerini tayin etme özgürlüğünü savunanlan da, yani ayrılma özgürlüğünü savunanları da, ayrılmaya isteklendirmeyle suçlamak, o ölçüde ahmakça ve ikiyüzlü bir davranıştır. Tıpkı burjuva toplumda, burjuva evlenme kurumunun üzerine kurulu bulunduğu ayrıcalıkların ve ahlaksızlıkların savunucuları boşanma özgürlüğüne karşı çıktıkları gibi, aynı şekilde, kapitalist devlette, ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkını, yani ulusların ayrılma hakkını reddetmek, egemen ulusun ayrıcalıklarını ve demokratik yöntemlere karşı polis yönetim yöntemlerini savunmaya eşittir.[1]
Boşanma hakkını savunmakla boşanmayı savunmak arasında kurulan özdeşliği eleştirir Lenin. Boşanma hakkı bir prensip olarak her durumda savunulmalıdır, oysa boşanma kararının doğru olup olmadığı her somut durumun koşulları bağlamında yapılacak bir değerlendirmenin konusudur. Yani Lenin’e göre, UKKTH’nın her zaman bağımsız bir ulus-devlet kurmak üzere kullanılmasını desteklemek zorunda değiliz. Belirleyici olan, bağımsızlık talebinin proletaryanın genel kurtuluş mücadelesine artı yazıp yazmadığıdır.
Gelgelelim, siyasetin somutluğu içinde ortaya çıkan karmaşık ulusal sorunlarda genellikle bu boşanma örneği pek yol gösterici değildir. Zira hakkın ileri sürülmesi ve hakkın kullanılması çoğu kez iç içe geçer. Özerk parlementoları olan ülkelerde yapılan ulusal bağımsızlık referandumları, örneğin Norveç’in İsveç’ten, Finlandiya’nın SSCB’den, İskoçya’nın Birleşik Krallıktan, Quebec’in Kanada’dan ayrılma girişimlerinde olduğu gibi, genellikle az çok demokratik bağlamlarda ve nadiren mümkündür. UKKTH çoğu zaman kökten anti-demokratik bir bağlamda (örn., işgal, iç sömürge) verilen bir ulusal mücadeleyi destekleyip desteklememe sorusunun içinde gelir.
Bu durumda işler karışır; birincisi, eğer seçim sandığı kurulamayacaksa ulusun kendi kaderini tayin hakkını hangi istikamette kullandığını, ulusun iradesinin hangi siyasal örgütte/harekette cisimleştiğini belirlemek için elimizde bir ölçü kalmaz. Bu karmaşa aslında UKKTH’nın ayrı bir devlet kurma hakkına indirgenmesinin, yani UKKTH’yı ulus-devlet ufkuyla sınırlayan milliyetçiliğin bir semptomudur. Nihayetinde milliyetçiliğin en temel işlemi, ulusu tekleştirme ve böylece devletle eşlenebilir kılmaktır. Lenin’in de bu milliyetçi problematikle sınırlandığını görüyoruz, ancak Lenin bir milliyetçi değildir. Onun savunuculuğunu yaptığı UKKTH prensibinin özü, ulusların her açıdan tam hak eşitliğini savunan bir demokratlıktır. Bu demokratlık mantıksal sonuçlarına götürülse, varacağı yer ulus ve devlet arasındaki bağlantıyı tümden kesmek olur. Ama bu bağlantıyı şimdi kesmek mümkün değilse; demokratlığın gereği, ayrı devlet kurmak isteyen bir ulus bağlamında bağımsızlık hakkını, işgale uğrayan bir ulus bağlamında sömürgecilik karşıtı mücadeleyi desteklemeyi, ayrı bir devlet talep etmeksizin tanınma talep eden bir ulus bağlamında egemen ulus-devlet mimarisinin yeniden yapılandırılmasını savunmayı gerektirir.
İkinci ve daha önemli sorun şudur: Ulusların biçimsel eşitliği ilkesinin (siyasal bağımsızlığa hak) bir ifadesi olan UKKTH’nı savunmanın devrimciliğiyle somut bir siyasal bağlamda ya da emperyalist paylaşım mücadeleleri döneminde bu biçimsel eşitlik ilkesini savunmanın olası karşı-devrimci sonuçları arasında bir gerilim ortaya çıkabilir. Ukrayna gibi uluslararası sermaye oligarşisi ve Rus devlet oligarşisi arasındaki kapışmaya sahne olan bir bağlamda UKKTH ilkesi doğrultusunda Ukrayna’nın Rus sömürgeci işgaline karşı direnişini savunmak NATO’nun yanında saf tutmak anlamına gelmez mi? Bir düzeyde geldiğine hiç şüphe yok. Ama devrimci hareketin verili güç ilişkilerini etkileyemeyeceği her bağlamda eylem ve söylemlerinin nesnel sonuçları itibarıyla şu ya da bu taraflaşmanın en iyi halde dolaylı yedeği olmaktan çıkması ihtimal dahilinde midir?
Bu durumda sorulacak soru UKKTH’nın hangi durumlarda askıya alınmasının meşru olacağı sorusudur. Burada Lenin’in bakış açısını net biçimde ortaya koyan şu sözlerini alıntılayalım:
Ulusların kaderlerini tayin hakkı dahil, demokrasinin çeşitli istemleri mutlak şeyler değildir, bunlar, dünya demokratik hareketinin (bugün sosyalist hareketinin) tümünün bir parçasıdır. Bazı somut durumlarda, parçanın, bütün ile çelişkiye düşmesi olasılığı vardır; o zaman parça atılır. Bir ülkedeki cumhuriyetçi hareket bir başka ülkenin entrikalarının aleti olabilir ve bu işe kilise, mali çevreler ya da kralcılar katılabilir; biz o zaman, bu somut hareketi desteklememekle görevliyiz, ama bu bahane ile uluslararası sosyal-demokrasinin programından cumhuriyet sloganını silmek gülünç olur.[2]
Parça-bütün analizi içinde büyük resmi görerek parçadaki ulusal hareketin karşı-devrimci bir rol oynadığı tespiti yapıldığında UKKTH prensibi bu somut parça bağlamında uygulanamaz olur. Leninist ders budur. Buna bir kaç örnek verecek olursak; emperyalist paylaşım savaşının tarafı olan bir ülkenin bu savaş sırasında uğradığı işgale karşı mücadele salt bu ülke bağlamında değerlendirilip anavatan savunması ya da ulusun kaderini tayin gerekçesiyle desteklenemez. Burada değerlendirme ölçeği işgale uğrayan ulus değil, bir bütün olarak emperyalist paylaşım savaşıdır. Şöyle diyor Lenin:
Eğer bir savaşın “özü”, örneğin yabancı zulmüne son vermekse (ki özellikle 1789-1871 Avrupa’sının tipik özelliğiydi) o zaman, ezilen devlet ya da ulus açısından böyle bir savaş ilericidir. Buna karşılık, eğer bir savaşın “özü” sömürgelerin yeniden bölüşülmesi, yağmanın paylaşılması, yabancı toprakların yağmalanmasıysa (1914-1916 savaşı böyledir), o zaman ata topraklarının savunulmasına ilişkin bütün sözler, “halkın aldatılmasından başka bir şey değildir”… Darkafalı için önemli olan şey orduların nerede olduğu, o sırada kimin kazandığıdır. Marksist içinse önemli olan, o savaşta sözkonusu şeylerin ne olduğudur; o savaş sırasında ilkin ordulardan biri, sonra öteki bastırıyor olabilir. Şimdiki savaş ne için yapılıyor? Bunun yanıtı (savaşan devletlerin savaştan onlarca yıl önce izledikleri siyaseti dayandırılan) kararımızda verilmiştir. İngiltere, Fransa ve Rusya, ele geçirmiş oldukları sömürgeleri bırakmamak, Türkiye’yi soyabilmek, vb. için savaşıyorlar. Almanya o sömürgeleri devralmak, Türkiye’yi kendisi soyabilmek, vb. için savaşıyor. Almanların Paris’i ya da St. Petersburg’u aldığını varsayalım. Böyle bir şey bugünkü savaşın yapısını değiştirir mi? Hiçbir şekilde değiştirmez.[3]
Bir diğer örnek, ilericilik-gericilik bahsi üzerinden Lenin’in kendisinin tanımladığı şu kriteri daha sonra nasıl revize ettiğine bakıldığında görülebilir:
…hiç bir marksist, feodalizmle karşılaştırıldığı zaman kapitalizmin ilerletici olduğunu, tekelcilik öncesi kapitalizmle karşılaştırıldığı zaman emperyalizmin ilerletici olduğunu unutmayacaktır. Bundan çıkacak sonuç, bizim, emperyalizme karşı her savaşımı desteklememizin gerekmediğidir. Gerici sınıfların emperyalizme karşı savaşımını desteklemeyeceğiz. Gerici sınıfların emperyalizme ve kapitalizme karşı başkaldırısını desteklemeyeceğiz.[4]
“Gerici sınıfların emperyalizme ve kapitalizme karşı başkaldırısını desteklemeyeceğiz” diyen Lenin daha sonra Britanya sömürgeciliğine karşı bağımsızlık mücadelesi veren Afganistan Emiri Emanullah Han monarşizmine destek vermekten çekinmeyecektir.
Bu parça-bütün okuması üzerinden gerekirse UKKTH prensibinin somut bir bağlamda askıya alınabileceği tezini reddetmiyorum. Sorun, büyük emperyalist resmi okuma heyecanı içinde ve UKKTH’nın esasta sosyalist değil de demokratik bir talep olduğu tespitine dayanarak şu veya bu parçadaki ulusal kurtuluş mücadelesi kolayca emperyalizmle işbirliğiyle itham edildiğinde başlıyor. Bu sorunda Lenin’in de payı var mıdır? Evet dolaylı olarak vardır, zira Lenin’i bu meseleler üzerine çokça tartıştığı Rosa ile buluşturan bir ortak payda var: Marksist olarak devrimci bir ulus teorisinden yoksun bu iki devrimci için de ulus işin esası değildir ve gerçek bir kendi kaderini tayin öznesi olamaz. Lenin UKKTH’yı tavizsizce savunurken savunduğu tayin hakkının ulusun siyasal egemenliği ile sınırlı olduğunu, daha genel kapsamda bir tayin hakkıyla karıştırılmaması hususunda çok açık not düşer. Örneğin sömürgecilik ve yarı-sömürgecilik siyasal bağımsızlık düzeyinde tanımlı olmaklıklarıyla Leninizmin kategorileri olabilirken, ulusun kendi kaderini tayin hakkını toplumsal kurtuluş davasına kadar genişleten komünal ulus temelli yeni-sömürgecilik kavramına Leninizmde yer olamaz. Bir kere işin esasının sınıfsal olduğu tespiti yapıldıktan sonra ya da ulusa burjuva karakter atfedildiğinde UKKTH prensibini şu veya bu bağlamda parça-bütün okuması içinde oportünistçe-şovenistçe askıya alma hevesi içinde olanlar bir meşruiyet alanı kazandıkları hissine kapılırlar. Tam burada şu noktanın altını kalınca çizmek gerekiyor: UKKTH’nın özü uluslar arasında siyasal ve kültürel düzeyde tam hak eşitliğini ileri süren bir demokratizmdir. Bu eşitlik enternasyonalizmin, enternasyonalizm de evrensel kurtuluş davası olarak sosyalizmin esastan bir gereğidir. Dolayısıyla kimilerinin iddia ettiği üzere UKKTH sosyalizm davasına içkin olmayan, kolayca askıya alınabilecek bir taktik söylem değildir.[5]
Buradan kalkarak, yani UKKTH üzerinde titizlenerek, Ukrayna bağlamında soracağımız sorular şunlardır: Ukrayna’nın NATO’ya katılma planı nedeniyle emperyalist paylaşım savaşında taraf statüsü kazandığı için UKKTH prensibinden faydalandırılamayacağı, Ukrayna’nın yaşadığı işgalin bir paylaşım savaşı cephesinin akibetinden ibaret olduğu için anavatan savunması olarak kıymetlendirilemeyeceği söylenebilir mi? NATO açısından Rus devlet oligarşisini kuşatmaya yönelik bir hedefi olan Ukrayna’ya doğru genişleme hamlesinin, Ukrayna açısından ise tarihsel arkapanı olan Rus şovenizminin sömürgeci müdahalesinden sakınma ve kendi siyasal bağımsızlığını güvene alma boyutu içerdiğini kim inkar edebilir? Putin’in Ukrayna’nın siyasal bağımsızlığını ve ulusal kimliğini bir bütün olarak açıkça reddettiği konuşması ortadadır. Kırım işgali bir vakadır. Neden meselenin sadece NATO açısından bakıldığında görülen kısmını görüyoruz da, Ukrayna açısından görülen kısmıyla ilgilenmiyoruz? (Marksist teorimizin uluslararası sermaye oligarşisi ve NATO eleştirisi için biçilmiş kaftan olması ve Rus devlet oligarşisinin özerkliği karşısında toslaması cevaplardan biridir belki de…) Ukrayna’nın cüssesi nedir de bir grup “liberal olmayan” Marksistimiz Ukrayna’yı bir müstakbel NATO ortağı ve emperyalizm işbirlikçisi mertebesine hızlıca terfi ettirmektedir ve ne hali varsa görsün diyerek işin içinden sıyrılıvermektedir? Ortadaki durumun bir ortaklık, işbirliği değil de, bir aciz sığıntılık durumu olduğu aşikar değil midir? Birinci dünya savaşının dünya egemenliği için kapışırken “ana vatan savunması yapıyoruz” manipülasyonu içindeki merkez emperyalist ülkeleriyle, Kırım’ı dahi savunmaktan aciz, hiçbir bölgesel hegemonik iddiası ve kabiliyeti olmayan Ukrayna’nın “ana vatan savunması” söylemi nasıl kıyas edilip de aynı kefeye konulabilir? Sömürgecilikler arasında ayrım yapacak, Rusya’nın sermaye ihraç etmediğinden bahisle Rusya’yı emperyalistlerden ayıracak, iktidar güçleri arasında nüanslar tanımlayacak kadar itinalı gözlerin sıra alttakilere geldiğinde “işbirliği var, işbirliği var” diyememesini, Ukrayna’nın NATOculuğuyla Türkiye’nin, Almanya’nın NATOculuğunu ayıramayacak bir körlük içine girmesini nasıl analiz edeceğiz? Bu nasıl bir indirgemeciliktir? Bir de, aslında Ukrayna’nın işgal edilmesini tam olarak onaylamasanız da NATO’nun baş düşman olmasına referansla Ukrayna işgalini onaylar hale geliyorsanız şu sorunun cevabını vermek zorundasınız: Sizin büyük resmi görüp parçayı feda etmenin yaratacağı etik açığı kapatacak bir devrimci kudret ve iddianız var mı ki?
Bunca sorudan sonra bir tespitle devam edelim: Rus sömürgeciliğini bu kadar küçümseyerek sadece NATO’ya odaklanmak Avro-Amerikan merkezci bir dünya anlayışının bütün çarpıklığını da gözler önüne sermektedir. Bir gücün sömürgeci olabilmesi için illaki Birleşik Krallık, Fransa örneklerindeki gibi deniz aşırı sömürgeleri mi olması gerekiyor? Devasa bir coğrafyada hükmeden modern Rus devletinin oluşumunun Türkistan’ı ve Kafkasya’yı sömürgeleştirme tarihi olduğunu tartışan koca bir külliyat olacak,[6] Rusya bu bölgelerin en büyük karşı-devrimci bölgesel-askeri gücünü elinde toplayacak, gerekirse Kazakistan’da olduğu gibi devasa halk ayaklanmalarına askeri müdahaleyi gündemleştirecek ve ondan sonra halen Rusya’nın sermaye ihraç edip etmediğine dair sermayenin uluslararasılığını tanımayan bir emperyalizm tanımına dayanarak Rusya emperyalizme karşı bir direniş mevzisi ilan edilecek.
Putincilik Erdoğancılıktır; aradaki fark, Rusya’da devlet oligarşisinin üzerine kurulduğu yağma ve yeniden bölüşüm dinamiğinin niceliğinin (olağanüstü doğal kaynaklar, olağanüstü büyüklükteki çoğrafya, SSCB’den tevarüs son derece gelişkin bir askeri sanayi) ve niteliğinin (SSCB’den tevarüs güçlü bürokrasi) Rus devlet oligarşisine sunduğu uluslararası sermaye oligarşisinden özerkleşme kapasitesine kıyas edilebilir bir kapasitenin henüz Erdoğancı Türk devlet oligarşisinde olmamasıdır. Rus devlet oligarşisi uluslararası sermaye oligarşisinden özerktir, NATO’nun boyunduruk altına almak istediği bu özerkliktir, ancak bu özerklikte halkların devrimci mücadelesi açısından kurtarılabilecek hiçbir potansiyel yoktur.
Şunu çok açıkça söylemeliyiz: Ukrayna’nın, bir ulus olarak varlığını ve siyasal bağımsızlığını tanımadığını deklare eden Rus sömürgeciliğine karşı siyasal bağımsızlık mücadelesi sonuna kadar meşrudur. Öte yanda, bir başka düzeyde, Ukrayna’nın Rus devlet oligarşisine karşı Nato adına bir vekalet savaşı verdiği, bu savaşta neo-nazi unsurların etkin olduğu da doğrudur. Bu iki hakikat birbirini iptal etmez. Burada ileri sürülebilecek slogan “uluslararası sermaye oligarşisinin askeri örgütü NATO tarafından yarı-sömürgeleştirilmeye ve Rus devlet oligarşisi tarafından sömürgeci işgale uğramaya karşı Tam Bağımsız bir Ukrayna” olmalıdır.
[1] V.I Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı (Ankara: Sol Yayınları, 1992), s. 75.
[2] Ibid, s. 159.
[3] V.I. Lenin, Emperyalist Ekonomizm: Marksizmin bir Karikatürü (Ankara: Sol Yayınları, 2008), s 31-32.
[4] Ibid, s. 66.
[5] https://gelenek.org/uluslarin-kendi-kaderini-tayin-hakki-bir-taktigi-guncelleme-zorunlulugu/
[6] Şu kitaplara bakılabilir: Michael Khodarkovsky, Russia’s Steppe Frontier: The Making of a Colonial Empire, 1500-1800 (Bloomington: Indiana University, 2005); Alexander Morrison, The Russian Conquest of Central Asia: A Study in Imperial Expansion, 1814–1914 (Cambridge: Cambridge University Press, 2020); Daniel R. Brower and Edward J. Lazzerini, ed. Russia’s Orient Imperial Borderlands and Peoples, 1700-1917 (Bloomington: Indiana University Press, 1997).