Prekaryalaşan Türkiye’de Siyaset Yapmanın İmkanları Üzerine
Ülkenin büyük bir umuda, bir türküye, bir yürüyüşe ihtiyacı vardır. Bu yürüyüşün yolu ulus olarak sıkıştırıldığımız bu kölelik halinden ve düzeninden kurtulmaktan geçiyor. Bu aynı zamanda bütün bir ulusun sınıfsal olarak da ayağa kalkması demektir. Bu ayağa kalkma hali bizim ortak vatanımız için, bu topraklarda komşularımızla ve üzerinde yaşayan bütün canlılarla birlikte olacaktır. Çünkü biz hepimiz bu toprakların sahibiyiz ve bu topraklarda ortak kültürümüzle birlikte yaşamak istiyoruz. Çocuklarımızı yarınından umutlu ve güvenli bir şekilde yetiştirmek istiyoruz. Yaşlılarımızı son demlerinde rahat ettirmek bizim hakkımız. Halkımızın kendilerini her yönden rahat hissedebileceği bir yurdun fertleri olmak istiyoruz. Bunun adı doğal yurtseverliktir.
Daha önce yazdığımız Prekaryalaşan Türkiye yazılarımızda, 1980 yılından itibaren uygulanan ekonomik politikalar yani neoliberal politikalar sonucunda bütün bir emek dünyasının prekaryalaştığından bahsetmiştik. Yani hemen herkesin güvencesiz ve sözleşmeli personel statüsünde ve çok düşük ücretlerle çalışmaya başladığını ve üstelik bunu da gönüllü olarak gerçekleştirdiğini ve politikacılar bunu gerçekleştirirken halk tarafından büyük bir direnişle karşılaşmadıklarını ve siyaset dünyasının buna çok da muhalefet etmediğini görmüştük. Geldiğimiz noktada bütün bir ulus aslında ekonomik ve siyasi açıdan büyük bir darboğazdan geçmektedir. %65 Enflasyon, 19TL Dolar, 20 TL Euro kuruna rağmen vatandaş mevcut duruma rıza göstermeye devam etmektedir. Ülkedeki gelir adaletsizliği belki de son elli yılın en kötü durumunda iken hala sağ siyaset ülkede ağırlığını devam ettirmektedir. Oylar bir sağ partiden ayrıldığında bu sefer başka bir sağ siyasi partiye doğru geçmektedir.
Gelir adaletsizliğini en iyi Gini katsayısına bakarak da anlayabiliyoruz. Gini katsayısı TÜİK’in şüpheli rakamlarıyla birlikte bile 0.4’ün üzerinde rakamlarda gezinmektedir. GSYH kişi başı 9500 dolar civarında ve ülke ekonomisi, ülkeler sıralamasında 2015 yılında 16. sırada olan Türkiye 2022 yılı itibarı ile 21. sıraya gerilemiş bulunmaktadır. Üstelik buraya çalışanlar tarafından bakacak olursak çalışan nüfusun yarısının asgari ücret aldığı bir ülke olarak ( Son asgari ücret artışlarından sonra bana göre bu rakam %60’ların üzerine çıkmıştır diye düşünüyorum. Yani asgari ücret normal ücret haline gelmiştir.) gelir dağılımındaki dengesizlik çok daha fazladır. Kısacası;
Tarımda girdi maliyetlerinin artması, çiftçinin ürünü sattığında eline geçenle kendini idame ettiremeyecek hale gelmesi nedeniyle ve özellikle büyükşehir yasasının çıkmasından sonra değerli arazilerin giderek elinden çıkmasıyla birlikte köylü tarımdan elini eteğini çekmeye başlamıştır. Bu maliyetler toprakları ekinsiz bırakmıştır. Hayvanları kesime göndermek zorunda bırakmıştır.
İşçi ve memur hiçbir güvence sahibi olmadan çalışmak zorundadır. Bütün istikballeri yönetici kadronun iki dudağı arasındadır ve son yıllarda iş ve idare mahkemelerinin genellikle idare veya işveren lehine karar vermesiyle birlikte emek dünyasındaki güvencesizlik kamuyu da kapsar hale gelmiştir ve ücretlerdir giderek daha da baskılanmaktadır.
Çocuklarımız kurye olarak, kargo çalışanları olarak, AVM’lerde ya da uluslararası şirketlerde satış elemanı olarak çalıştırılmaktadırlar. Çağrı merkezleri üniversite mezunları tarafından asgari ücretle doldurulmaktadır. Güvenlik görevlisi olarak çalıştırılanlar ya da temizlik elemanı olarak çalıştırılanlar hiç de azımsanmayacak rakamlardadır. Yani evlatlarımız bu ülkede hizmetçilik yaparken, yabancılar çok ucuz fiyatlarla tatilini yapabiliyor, bu ülkede birinci sınıf yaşayabiliyorlar. (Burada kast ettiğim mülteciler değil tabii ki)
Emekliler aldıkları açlık sınırı altındaki maaşlar nedeniyle geçim zorluğu çekmektedirler ve birçoğu emeklilikte başka işler yapmak zorunda kalmaktadırlar. (Tabi iş bulabilirlerse) Çalışmaya gücü yetmeyenlerin yaşam standardı giderek daha da bozulmaktadır.
Gençlerimizin ülkede iş imkânlarının sınırlı olması, özel sektörün istihdam yaratmadaki sınırlılığı, kamuda ise KPSS sınavlarına rağmen yapılan mülakatlarla atamaların torpille yapılması, iş bulma konusunda gençler arasında ümitleri tüketmektedir. Üstelik çok büyük paralar verilerek bitirilen özel üniversiteler sonrasında alınan maaşlar hiçbir derde deva olmamakta ve gençlerin özellikle nitelikli gençlerin yurtdışına gitmesiyle sonuçlanmaktadır. Sağlık, teknik ve bilişim mezunları artık ülkede çalışmayı hemen hiç düşünmemektedirler.
Kadınlarımız bir yandan çalışıp bir yandan evlerinin işlerine koştururken, çocukların bakımının ağırlığı üstlerinde daha da fazlalaşmaktadır. Bir de yaşam sürelerinin uzaması sonucunda ebeveynlerine de yaşlılıklarında bakım ve destek olma konusunda yük yine onların sırtındadır. Kısacası kadınların yükü evde ve işte giderek daha da artmaktadır.
Küçük esnaf 2008 krizinden sonra işlerini tasfiye etmeye başlamış, 2016 darbe girişimi ve sonrasında da pandemi ile birlikte çok büyük bir esnaf sınıfı işini kapatmak zorunda kalmıştır.
2011 yılından bu yana sayıları giderek artan mülteci ve göçmenler yurtiçinde iki türlü negatif etkilenme yaratmıştır. Birincisi Türklerden çok daha ucuz ücretlerle ve kaçak çalışmaları işverenlerin yabancıları istihdam etmesine yol açmıştır. İkincisi ise 400.000 dolar gibi bir rakamla mülk alana, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı verilmesi, ülkede gayrimenkul fiyatlarındaki artışı daha da tetiklemiştir. Artık normal ücretle çalışan ve daha öncesinde herhangi bir birikimi olmayan birisinin ev sahibi olmasını neredeyse imkânsız hale getirmiştir. Bir yandan da bu uygulamanın ülkeye kara para girişini de arttırdığına dair de bilgiler bulunmaktadır. Bu da şehirlerde gettolaşmaları, çeteleşmeleri ve çatışmaları arttırmıştır.
Yukarıda saydığım durumlara baktığımızda görüyoruz ki, bütün bir ulus ( Siyasetin açtığı alandan nemalananlar, şirketlerde ve devlet kurumlarında üst düzey yöneticiler hariç) prekaryalaşmıştır, hizmetçi olmuşlardır yani ücretli köleler haline dönüştürülmüştür.
Yarınından umudu yoktur. Çoluk çocuğunun geleceğinden endişelenmektedir. Dünyanın kabul ettiği çalışma ve yaşama standartlarının dışında kalmıştır ve bunun düzeltileceğine dair de herhangi bir emare görülmemektedir. Standartlar o kadar aşağı düşürülmüştür ki karnını doyurmayı yaşamak zanneden ve asgari şartlarda yaşamayı normal gören bir halk ortaya çıkmıştır. İşte bu halka tekrar umut verecek, bu ülkenin kendisinin vatanı olduğunu hatırlatacak ve kendi öz yurdunda kendisinden farklı olanlarla birlikte huzur içinde yaşayabileceğinin umudunu vaad edecek bir siyasetin önü açılmalıdır. Yurttaşların, kendilerinin bu vatanın asıl sahibi olduklarını hatırlatacak bir söyleme ve eyleme ihtiyaç bulunmaktadır.
Hemen bütün bir ulusun hizmetçi haline dönüştürüldüğü, ekmeğiyle imtihan edilip korkutulduğu, evlatlarının yarınından ümidini kestiği, yaşlılarının yaşayabilmek için çalışmak zorunda kaldığı, köylüsünün arazilerinin gasp edildiği, evlerinin, arazilerinin, mahallelerinin hiç tanımadıkları ve hiçbir ortak yanları olmayan yabancılara üç otuz paralara peşkeş çekildiği bu ülkenin kendi küllerini silkeleyip üzerinden atması şarttır.
Ülkenin büyük bir umuda, bir türküye, bir yürüyüşe ihtiyacı vardır. Bu yürüyüşün yolu ulus olarak sıkıştırıldığımız bu kölelik halinden ve düzeninden kurtulmaktan geçiyor. Bu aynı zamanda bütün bir ulusun sınıfsal olarak da ayağa kalkması demektir. Bu ayağa kalkma hali bizim ortak vatanımız için, bu topraklarda komşularımızla ve üzerinde yaşayan bütün canlılarla birlikte olacaktır. Çünkü biz hepimiz bu toprakların sahibiyiz ve bu topraklarda ortak kültürümüzle birlikte yaşamak istiyoruz. Çocuklarımızı yarınından umutlu ve güvenli bir şekilde yetiştirmek istiyoruz. Yaşlılarımızı son demlerinde rahat ettirmek bizim hakkımız. Halkımızın kendilerini her yönden rahat hissedebileceği bir yurdun fertleri olmak istiyoruz. Bunun adı doğal yurtseverliktir.
“Doğal yurtseverlik, anıların bir mekânı olarak yerli toprağına bağlılıktır. Başka hiçbir yerin bir anlamı yoktur. Kendimizi dünya vatandaşları olarak görebiliriz ama dünyanın bu belli köşesi yüreklerimizde başka hiçbir yerde duymadığımız bir heyecan uyandırır.”1
Çünkü biliriz ki bu topraklar bizim evimizdir. Biz evimizden vazgeçmeyeceğiz. Onu kimseye vermeyeceğiz. Kimsenin orayı kirletmesine izin vermeyeceğiz. Bu bizim boynumuzun borcudur. O yüzden sınıfsal ve ulusal bir siyasetin yolu yurtseverlikten, vatanseverlikten geçmektedir.
Nasıl mı olacak, onu da bir daha ki yazıda tartışalım.
- Maurizio Viroli, Vatan Aşkı ( Yurtseverlik ve Milliyetçilik Üzerine Bir Deneme), s.58