Küçük Adamın Geçim Etiği, Oligarşik Diktatörlük ve “Hayalgücü İktidara”
Güvencesizleştirilme, uzun çalışma saatleri, örgütsüzleştirilme, iş cinayetleri, yüksek enflasyon, düşük ücret, işsizlik, sağlık ve eğitim kurumlarının bir bütün olarak kurumsal çöküşü karşısında nasıl oluyor da AKP’nin Türk-Sünni emekçi kesimler içindeki oy kaybı beklenenin çok altında kalabiliyor? Utku Balaban ve Ümit Akçay gibi sosyalist iktisatçıların yazdıklarında bu soruya bir cevap buluyoruz. Her ne kadar emekçiler düne göre daha yoksulsa, daha uzun saatler çalışıyor ve daha kötü nitelikte kamusal hizmet alıyorsa da, göreli kaybın ölçeği kaybı esas bir mesele haline getirmeye yetmiyor. Düşük ücretli de olsa AKP halen istihdam yaratmayı başarabiliyor ve tencere kaynadığı sürece de emekçiler göreli kayıplarını beklediğimiz kadar da mesele etmiyorlar.
AKP’nin Türk-Sünni emekçi nüfus içinde nasıl oluyor da gücünü halen devam ettiriyor olduğu sorusu her seçimden sonra olduğu gibi yeniden gündemimizde. Güvencesizleştirilme, uzun çalışma saatleri, örgütsüzleştirilme, iş cinayetleri, yüksek enflasyon, düşük ücret, işsizlik, sağlık ve eğitim kurumlarının bir bütün olarak kurumsal çöküşü karşısında nasıl oluyor da AKP’nin bu kesimler içindeki oy kaybı beklenenin çok altında kalabiliyor? Utku Balaban ve Ümit Akçay gibi sosyalist iktisatçıların yazdıklarında bu soruya bir cevap buluyoruz. Her ne kadar emekçiler düne göre daha yoksulsa, daha uzun saatler çalışıyor ve daha kötü nitelikte kamusal hizmet alıyorsa da, göreli kaybın ölçeği kaybı esas bir mesele haline getirmeye yetmiyor. Düşük ücretli de olsa AKP halen istihdam yaratmayı başarabiliyor ve tencere kaynadığı sürece de emekçiler göreli kayıplarını beklediğimiz kadar da mesele etmiyorlar. Utku Balaban’la (2023) yapılan mülakattan aktaralım:
Tencere bu iktidarı götürmüyor, aksine tahkim ediyor…
Grafikte de görüleceği üzere, iktidarlarının başından itibaren İslâmcıların oy oranlarıyla istihdam arasında bir örtüşme var. Öte taraftan son üç yılda istihdamda bir patlama var ve her türden soruna rağmen Erdoğan’ın oyu 2018’e göre sadece yüzde üç azaldı. Seçim sonucu, istihdamdaki genişlemenin İslâmcılara yarayacağına ilişkin bir yıl önceki öngörümü doğruladı.
Öte taraftan, kabaca bildiğim İstanbul’da da benzer bir eğilim görüyoruz. 2018’le kıyaslandığında Erdoğan’ın Bağcılar, Zeytinburnu, Sultangazi, Güngören, Sultanbeyli gibi işçi sınıfı ilçelerinde kayıpları kent genelinden düşük. Esenler, Bayrampaşa ve Tuzla’yı dışarıda bırakırsak, oy kayıplarının kent genelinden daha yüksek olduğu ilçeler küçük burjuvazinin “kaleleri” olan ve Erdoğan’ın oy oranlarının zaten düşük olduğu Kadıköy, Beşiktaş ve Çekmeköy gibi ilçeler. Daha hızlı sanayileşen (ve istihdamın muhtemelen daha büyük bir ivmeyle büyüdüğü) taşra kentlerinde İslâmcıların oy kaybının ülke genelinden daha düşük olduğunu da vurgulamalıyım.
İleride bunlara daha detaylı bakılır elbette fakat sorunuza geri dönersek, evet, düşük ücret-geniş istihdam politikası, ki ben buna “sürdürülebilir küçülme” diyorum, işçi sınıfı mahallelerinde AKP ve Erdoğan’ın tabanındaki daralmayı yavaşlatmış diyebiliriz.
Erdoğan’ın ücretleri düşürmek ve yoksullaşmayı tetikleme pahasına da olsa istihdamı genişletme stratejisi işe yaradı. Bu strateji küçük burjuvazinin sandıkta tuzla buz olacaklarına inandığı İslâmcılara meclis çoğunluğunu kazandırdı ve hatta önümüzdeki hafta cumhurbaşkanlığını da kazandırabilir.
Düşük ücret ve büyüyen istihdam stratejisini Erdoğan’a oy vermeye bağlayan siyasi öznellik dolayımı bahsinde Utku Balaban, işçi sınıfının siyasi akıl yürütme biçiminin asgari ihtiyaçların tatmin ölçüsünü baz alarak işlediği vurgusunu yapıyor:
Krizin işçi sınıfı nezdinde kabul edilebilir bir seçenek olarak görülmesini ve krizin sorumluluğunun egemen bloka mal edilmemesini neye bağlamak gerekir?
Şu eksikliğe: İşçi sınıfı, önünde pasif bir seçmen olma dışında bir rol ve seçenek görmüyor çünkü ülkemizde olgulardan hareket eden, yanlışlanabilir önermeler üreten ve tutarlı bir kuramdan yola çıkan bir sınıf siyaseti yok… Bu tür bir kuramdan beslenen bir sınıf hareketinin yokluğunda, işçi sınıfının siyasi tercihlerini karnını doyurma, barınma ve çocuğunu evlendirme olarak özetleyebileceğimiz üç temel motivasyon (veya endişe) şekillendiriyor. Sınıf siyasetine katkıda bulunmayanlar işçi sınıfını bu tercihlerinden dolayı eleştiremez veya suçlayamaz, yani yeni tabirle “sınıfçılık” yapamaz. Bu tür bir tutum hiçbir temel ahlâk ilkesiyle bağdaşmaz.
Balaban’ın burada ileri sürdüğü fikir bir Güneydoğu Asya antropoloğu olan John Scott’ın “köylülerin geçim etiği” olarak adlandırdığı bir kavramla ilişkilendirilerek kavramsal düzeyde takip edilebilir. Ne diyor John Scott ve ne demek “köylülerin geçim etiği”?
Halk Sınıflarının Ahlaki Ekonomisi
Scott (1976), 1930’ların Büyük Buhranı sırasında Güneydoğu Asya’yı adeta sarsan büyük köylü isyanlarını incelediği çalışmasında birbiriyle ilişkili iki kavram ileri sürer: “geçim etiği” ve “köylülerin ahlaki ekonomisi.“ Köylülerin ahlaki ekonomisi, “köylülerin ekonomik adalet anlayışı ve fiili sömürü tanımlarını, yani ürünlerinin ne kadarına el konulmasını tolere edip edemeceklerini” gösteren sınırı ifade eder. Hemen geçim sınırında yaşayan ve kontrol edemediği pek çok belirsizliğe tabi olan köylü hanesi için neoklasik iktisadın kar maksimizasyonu hesabının pek bir karşılığı yoktur. Köylünün karar alma ve tepki verme sürecine yön veren temel ilke riskten kaçınma, olası kayıplarını en asgari seviyeye indirme ilkesidir. Köylü hanenin, komşularıyla, seçkinlerle, devletle olan ilişkisinin en temel belirleyeni bu aktörlerin köylü hanenin sağlam bir geçimliğe sahip olması hususunda takındıkları zorlaştırıcı ya da kolaylaştırıcı tavırlarıdır. Dolayısıyla köylü hane “önce güvenlik”, yani geçimi temin etme koşullarının güvenliği üzerinden akıl yürütür, ilişkilenir, yargılar ve siyasallaşır.
Scott’ın Güneydoğu Asya köylü siyaseti üzerine bu çıkarımlarını bağımlı-çevre ülke emekçi halk sınıflarının siyasallığını anlamak üzere kullanmanın faydalı olabileceğini düşünüyorum. Zira bu ülkeler emekçi sınıfları da, ancak geçimlerini temin edebildikleri koşullarda yaşayan ve bu koşulların sürdürülebilirliğini tehdit eden bir belirsizlik ve kriz ortamıyla sürekli iç içe olan topluluklardır. Dolayısıyla “köylülerin ahlaki ekonomisi” kavramını çok zorlamadan “halk sınıflarının ahlaki ekonomisi” olarak bir kavramsal genişlemeye tabi tutmak mümkündür iddiasında bulunarak tartışmayı daha genel bir zemine taşımaya çalışacağım.
Scott’ın tezinden “halk sınıflarının ahlaki ekonomisi” için çıkarılabilecek bir sonuç, yoksullaşmanın ve daha fazla sömürülmenin halk sınıflarını otomatik bir biçimde patlamaya ve isyana götürmeyeceğidir. Aksine, fiziksel geçim sınırına daha fazla itildikçe geçim koşullarını güvence altına almak üzere bu halk sınıflarının daha az risk alma eğiliminde olması, daha muhafazakar ve itaatkar tepkiler vermesi beklenmelidir. Hatta halk sınıfları içinde, yoksullaşma karşısında devrimci aktörlerin liderlik edeceği siyasal hareketlenme ve hoşnutsuzluğu, varolan belirsizliği daha da derinleştirmekle itham eden “düzenci” bir işbirlikçi eğilimin ortaya çıkması da pek muhtemeldir.
Ancak bu meselenin sadece bir yanı. Zira geçim etiğine dayanan ahlaki ekonomi kavramsallaştırmasından çıkarılması gereken bir diğer sonuç daha var. Köylüler ellerinden ne kadar alındığına bakarak sömürü eleştirisi yapmazlar, köylüler ellerinde ne kaldığına bakarlar, diyor Scott. Köylülerin sömürü eleştirisi yapmaya başladıkları ve isyana kalkıştıkları an, egemen sınıfların ve devletin köylülerin asgari geçim sınırını ihlal edecek bir düzeyde sömürüye girişmesidir. Bu, köylülerin ahlaki ekonomisinin, geçim hakkının çiğnendiği andır. Bu hak ihlal edildiğinde hakim sınıfsal çerçevenin köylüler nazarında meşruluğu kalmaz. Vakit, isyan vaktidir.
TARTIŞMA
Bu kavramsal çerçeveyi de dikkate alacak olursak, düşük ücret-geniş istihdam politikası eksenli açıklama biçiminin emekçi sınıfların siyasal öznelliğine yaklaşımınun tam anlamda Scott’ın açıklama çerçevesini benimsediği söylenebilir. Burada tartışmayı derinleştirme ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. İşçi sınıfının halen en temel ihtiyaçlarını gittikçe zorlanarak da olsa karşılayabiliyor olması açıklasa açıklasa işçi sınıfının neden isyan etmediğini, yağmaya kalkışmadığını, kamusal düzeni bozacak eylemlere girişmediğini açıklayabilir. Yoksa işçi sınıfımızın Millet İttifakı gibi denenmemiş gerçek bir seçim alternatifi varken 20 senenin yıpranmışlığına, ekonominin bütünsel bir çöküşün eşiğinde olmasına, yüksek enflasyona, kurumsal çöküşe rağmen “bir de bunları denesek ne olur” dememesini açıklamaz.
Tam da bu noktada Scott’ın ezilenlerin siyasal öznelliği tartışmasının sınırlarının altını çizerek yol almanın gereği ortaya çıkıyor. Scott’ın bu bahiste almış olduğu en önemli eleştiri ezenlerin ezilenlerin siyasal öznelliğini şekillendirebilecek bir hegemonya kurma kapasitesini hafife almış olmasıdır. Scott, ne yanlış bilinç tezini, ne de yanlış bilinç tezinin seyreltilmiş ve daha ince bir versiyonu olarak gördüğü hegemonya kuramını kabul etmeye yanaşmaz. Ezilenlerin bilincini bölünmemiş kabul eder, bu bilincin ezenlerin belirleme alanı dışındaki özerkliğini mutlaklaştırır ve bu bilincin kendi gerçekliği ve çıkarları hakkında tam bir şeffaf kavrayışa sahip olduğunu düşünür. Dolayısıyla işçi sınıfı açıktan direnmiyorsa bu direnmiyor olmadığını değil, açıktan direnişin maliyetinin büyüklüğüne dair bir gerçekçi hesaptan ve aslında işçi sınıfının gizliden gizliye, ezenlerin fark etmediği şekillerde zaten direnmeye devam etmesinden kaynaklanmaktadır.
Maddeci bir perspektifle var olan maddi toplumsal gerçekliğin ve bu gerçeklik alanı içinde yapılan tercihlerin açıklanabilir olduğunu varsayan bir rasyonellikle, aslında işçi sınıfının her durumda mevcut gerçeklik alanının kısıtları içinde rasyonel davrandığını ileri süren yaklaşımları birbirinden ayırd etmek gerekir. Toplumsal maddeciler olarak ilk tipte bir rasyonelliği savunmak, ikinci tip rasyonellikle ise mesafelenmek zorundayız. Zira Erdoğan’a oy veren emekçi sınıfların desteğinin kerhen olup olmadığı hayli tartışmalı. Bu sınıfların saflarında coşkulu bir Reisçiliğin sürdüğünü, muhalefeti terörizme suçlayan iktidar söylemlerinin halen satın alındığını kabul etmemiz gerekiyor.
Dolayısıyla geçim etiği kavramını AKP’li emekçi kitlelerin siyasal öznelliğini anlamak üzere biraz eğip bükmemiz gerekiyor. Burada önereceğim kavram “küçük adamın geçimlik etiği” kavramıdır. Bu kavramı açımlamak için ise ulus tartışmasına kısa bir ziyarette bulunmak gerekir, zira siyasetin dolayımı her daim ulusaldır.
Haysiyetin Şerefi İkamesi ve Ulus
Modern ulus kavramının ortaya çıkışındaki kritik dönüm noktası; yönetici elitler ve yönetilen halk arasında eşitsiz bir şekilde dağılan şerefin yerini, ayrımsız olarak herkesin paylaştığı düşünülen haysiyetin (dignity) almasıdır. Bu dönüşümün ilk sonucu “halk” ve “ulus “un eşitlenmesi olmuştur. Modernitenin eşiğinde tüm Avrupa dillerinde “halk”, toplumun hiçbir otoritesi olmayan alt sınıflarına atıfta bulunuyordu: “ayaktakımı” veya “pleb” ile eşanlamlıydı (Greenfeld 2016: 11-12). Oysa Kıta Avrupası’nda en azından on sekizinci yüzyılın ortalarına kadar “ulus” karar verici elitleri tanımlamak için kullanılıyordu. Her ne kadar seyrek kullanılıyorduysa da kullanıldığı her yerde yalnızca soylulara işaret ediyordu (Greenfeld 2019: 16). Herkesin paylaştığı haysiyetin yönetici elitlere mahsus bir ayrıcalık olan şerefi ikame etmesiyle birlikte “halk” ile “ulus”un eşitlenmesi, daha önce ayak takımı olarak görülen sınıfları sembolik olarak seçkinlerin saygınlığına yükseltti ve onlara seçkinlerin otoritesini bahşetti (Greenfeld 2016: 12).
O halde kritik sorularımız, herkesin paylaştığı bu haysiyet nosyonunun temelinin ne olduğu, nasıl bir dönüşüm sonucunda şerefi ikame ettiği, bu ikamenin nasıl bir nedensellik içinde ulusu mümkün kıldığıdır? Burada kapitalist toplumsal düzenin, yani sermaye-devletin nasıl bir işleyişe sahip olduğuna, bu işleyişin üzerine kurulduğu norma bakmak gerekir.
“Yapısal mantığı içinde sermaye, genişletilmiş yeniden üretim ve ilkel sermaye birikimi üzerinden mülksüzleştirdiği, yaşam dünyalarından, geleneksel-yerel cemaat bağlarından mahrum bırakarak biyolojik/çıplak hayatlarına indirgediği kitlelelerin biyolojik/çıplak hayatlarını özgürlükleri ile mübadele ederek onları ücretli kölelerine dönüştürür” (Yurtseverce 2021). Yani ölüm ya da kölelik seçeneğini sunar. Keza “yapısal mantığı içinde devlet, bireyleri sahip oldukları zor araçlarından ve geleneksel-yerel cemaat zırhından soyutlayarak onları biyolojik/çıplak hayatlarını koruma ve güvence altına almak karşılığında kendine tabi kılarak birey-tebası haline dönüştürür” (Yurtseverce 2021). Yani ölüm ya da kulluk seçeneğini sunar.
Sermaye ve devlet bireyleri sadece çıplak hayatlarına indirgemekle kalmaz. Sermaye ve devlet çıplak hayat üzerinden işler. Çıplak hayatı kapitalist modernitenin nihai ve en yüksek değeri olarak kurarlar: “Bugün siyaset, hayattan başka değer tanımıyor” (Agamben 2013: 19). Sermaye ve devletin mülksüzleştirici şiddetinin nihai sınırı çıplak hayattır. Biyo-politika, sermaye ve devletin işleyişinin ayrılmaz bir parçasıdır. O halde, sermaye-devlet tarafından yapılandırılan kapitalist modernitede, herkes için eşit derecede ortak olan ve sosyal geçmişlerinden bağımsız olarak onlara değer/haysiyet kazandıran şey çıplak, biyolojik hayattır.
“Sadece elitlerin değil, tüm statü gruplarından ve sınıflardan insanların eşit saygınlığa sahip olduğu” şeklindeki yeni fikri ulusa götüren dolayımın kavramları nelerdir o halde? Burada iki düşüncenin altını çizmek gerekir. Birincisi, temel insani haklar düzeyinde bireylerin statü eşitliği ve bu hakların ötesindeki statü farklılaşmasının da ancak kişilerin şahsi emekleriyle kazanılabilir ve kaybedilebilir olmak koşuluyla kabul edilebilir olduğu düşüncesi. Modern dönemde statünün temelleri, katı tabakalaşma sistemlerinde belirleyici olan soy soptan farklı olarak bizzat bireysel başarıya ve yetkinliğe dayalıdır (Greenfeld 2016: 1). Bu durum, hak edilmemiş statülere dayalı her türlü üstünlük iddiasını gayrimeşrulaştırır. Liyakat kavramı bu zeminde mümkün olur. İkinci önemli düşünce, bireyin kendi kaderini kendi tayin edebileceği düşüncesidir. Kişi içine doğduğu statüye hapsolmayacaksa, onun tarafından belirlenmeyecekse “kendi kendisinin yapıcısı olmuştur” (Greenfeld 2019: 17). Yani kendi kaderini kendi tayin etmek imkanı ve zorunluluğuyla başbaşadır.
Birey düzeyinden toprakla sınırlı bir varlık düzeyine genişletildiğinde, statüde eşitlik/esneklik ve kendi kaderini tayin hakkı ilkeleri bizi ulusun şu asgari tanımına götürür: “Temelde eşit bireylerin… egemen topluluğu” (Greenfeld 2017: 8). Tam bu noktada, ulus ve sermaye-devlet arasındaki bağın doğasını netleştirmek üzere bir dizi soruyu ileri sürmeliyiz: Eğer sermaye-devlet yaşamları çıplak hayata indirgeyerek çalışıyorsa, çıplak hayat herkes tarafından eşit olarak paylaşılan haysiyetin temeliyse, herkes tarafından eşit olarak paylaşılan haysiyet, temel statü hakları düzeyinde homojen olan egemen bir halk olarak ulus fikrine yol açıyorsa, o zaman bu, ulusun, sermaye-devletin mantıksal bir uzantısı ya da onun gereği olduğu anlamına mı gelir?
Irkçı-Oligarşik Kapitalist Toplumsal Düzen
Bu tarihsel-mantıksal akıl yürütmede sermaye-devlet ve ulus arasında zorunlu bir bağlantı var gibi görünmektedir. Ancak bu nedensellik zincirinde önemli bir süreksizlik anı vardır. Kapitalist toplumsal düzen bünyevi olarak oligarşiktir. Zira sermaye ve devletin kurucu dinamiği rekabettir. Rekabet süreci üretim araçlarını ve zor araçlarını sırasıyla sermaye ve devlet oligarşisinin elinde toplar. Yani kapitalist toplumsal düzen “temelde eşit bireylerden oluşan egemen halk”ı bir yandan tarih sahnesine çağırırken öte yandan da kendi eliyle çağırdığını yine kendisi kovalamaktadır. Bu kovalama işlemini de yine kendi yordamınca, yani çıplak hayat üzerinden hiyerarşiler kurarak yapar: Bazı hayatlar o kadar da kıymetli değildir, yani eşit statüyü ve kendi kaderini tayini hak edecek bir haysiyetten yoksundur. Tanınmaya değmezler. Irkçılık dediğimiz budur. Michel Foucault’nun tabiriyle “devlet ırkçılığıdır” bu (2002).
Toparlarsak: sermaye-devletin mantıksal uzantısı olan; temelde eşit statülü ve kendi kaderini tayin hakkına sahip “haysiyetli” bireylerden oluşan egemen ulus değil, şerefi toplumsal uzamda eşitsiz şekilde dağıtan ırkçı tikelciliktir. Bu ırkçı tikelcilik, yatay düzeyde iç ve dış sömürgeler, dikey düzeyde sınıfsal tahakkümler ve tüm toplumu kesen bir düzeyde toplumsal cinsiyet hiyerarşileri üreterek kurulur. Yani sermaye-devletin kurucu ayakları olduğu oligarşik kapitalist toplumsal düzenin organik ideolojisi ırkçı tikelciliktir.
Bu kavramsallaştırmalardan AKP’ye ve emekçi sınıfların siyasal öznelliği tartışmasına nasıl bir girdi sağlanabilir? Şöyle: Bugün tam anlamıyla bir oligarşik kapitalist toplumsal düzenin hakim olduğu Cumhur İttifakı’nın Türkiye’sinde tam teşekküllü bir ırkçı tikelcilik hüküm sürmektedir. Kürt ve Alevi meselesinde ırkçı tikelciliğin iç-dış sömürge siyaseti açık ideolojik-kurumsal referanslar sürdürülmekte ve temelde eşit statülü ve kendi kaderini tayin hakkına sahip bireylerden oluşan egemen ulus fikrinin gerektirdiği eşit vatandaşlık ilkesi çiğnenmektedir. Irkçı tikelciliğin toplumsal cinsiyet faslındaki icrası kadınların toplumsal-siyasi-ekonomik yaşama eşit haklarla katılımını sayısız yolla engellemekle sınırlı kalmayan bir şekilde, kadınların bizatihi yaşam hakkını savunmaktan aciz, hatta buna isteksiz ve en son İstanbul sözleşmesinin askıya alınmasında görüldüğü üzere açık ideolojik ve kurumsal güvencelerle yürütülmektedir. Irkçı tikelciliğin sonuçları açısından belki de en acımasız veçhesi sınıfsal tahakkümdür. Emekçi yaşamları değersizleştiren/tehdit eden sermayenin azami kar ve rekabet devinimi her yolla desteklenirken, tehdit altındaki bu yaşamları korumak üzere yapılması gereken denetlemeler yapılmamakta, alınması gereken önlemler alınmamakta, yatırımlardan kaçınılmakta, harcamalar azaltılmakta, işçi sınıfı ve halkın öz örgütleri üzerinde baskılar kurulmaktadır.
Irkçı-Oligarşik Kapitalist Toplumsal Düzen, Ulusal Egemenlik ve AKP
Tam bu noktada Kalyan Sanyal’ın (2016) postkolonyal kapitalizm tartışmasını hatırlamak ırkçı-oligarşik Türkiye kapitalist toplumsal düzeni içinde geniş emekçi kitlelerin nasıl olur da AKP’ye halen oy verdiğini anlamak açısından ilerletici olabilir. Sanyal kapitalist toplumunun tam ortasında var olan ihtiyaç ekonomisi olarak adlandırdığı girişimlerin ve ekonomik faaliyetlerin kapitalizmin güçsüzlüğüne değil gücüne işaret ettiğini söyler. Sanyal’a göre, ilkel birikimle mülksüzleşen emekçileri genişletilmiş yeniden üretimin istihdam kapasitesiyle içeremeyen kapitalizm, bu yedek sanayi ordusu oluşturmayan artık nüfusun neden olabileceği risklerin önünü almak üzere artı-değerin bir bölümünü kar maksimizasyonunu hedeflemeyen bir ihtiyaç ekonomisine transfer eder. Kapitalizm-dışı öğelerin varlığı kapitalizmin bekası için işlevseldir. Burada Rosa Luxemburg’a da bir selam göndermek gerekir.
Kapitalizm saf bir tahakküm ve sömürü sistemi olarak artık nüfusun akıbetiyle ilgilenecek bir merhametten de merkezi akıldan da yoksundur elbette, onu sınırlayan kendisi dışında bir kuvvet olan ulusal egemenlik/halk egemenliği fikridir. Sömürgecilik karşıtı milliyetçi hareket, ulusal egemenlik nosyonu üzerinden ulusun mensuplarını, sıradan insanları değerli kılar; kapitalizmin değerleme mekanizmaları içinde varlıkları değersizleştirilen topluluklar, ulusun değerleme mekanizması üzerinden kapitalizme telafi edici bir yeniden bölüşümcü basınç uygular. Karatani’nin (2014: xiv) de vurgusunu ekleyecek olursak, bu yeniden bölüşümcü basınç sermayeye içkin değilse de, kapitalizmin ulusal egemenlik hikayesi içinde ilerleme zorunluluğundan beri kapitalizmi yapılandıran sabitlerden biri haline gelmiştir. Chakrabarty’nin (2021:109-148) Tarih 2 kavramının terimlerinden ilhamla tanımlayacak olursak, ulusal egemenlik, sermaye ve devletin mümkün kıldığı ama gerektirmediği, sermaye ve devlete ilişik olmakla beraber ne sermaye ne de devletin yeniden üretimine katkıda bulunmayan ve dolayısıyla sermaye ve devlet dairesi içinde boyunduruk altına alınması gereken bir tekinsizliği cisimleştirir.
Ulusal egemenliğin geri dönülmez bir ilke olarak adeta bir siyasal sabit haline geldiği 2. Dünya Savaşı Sonrası dönemde oligarşik-ırkçı kapitalist toplumsal düzen saf haliyle icra edilemez olur. Ulusal egemenlik en aşağıdakilerin taleplerine alan açması itibarıyla oligarşik-ırkçı kapitalist toplumsal düzende bir yarığa neden olur, ama öte yandan oligarşik-ırkçı düzen bu yarığı kendi yordamınca yönetilir kılmanın arayışı içine girer. Bunun bir örneği AKP kumandasındaki oligarşik-ırkçı Türkiye kapitalist toplumsal düzeninde görülebilir. Bu düzen içinde İslam, Türklük, Patriyarka alanındaki emekçiler için aksi yönde işleyen iki mekanizmanın varlığını teşhis etmek gerekir. Oligarşik-ırkçı Türkiye kapitalist toplumsal düzeni bir yandan bu işçileri işçi olarak değersizleştirmekte ve dışlamakta, öte yandan onları Türklük, İslam, Patriyarka dairesinin şeref sahibi, değerli mukimleri, ev sahipleri olarak “kucaklar” ve “içerir” gibi yapmaktadır.
Bu kucaklama ve içerme devletin en temel işlemi olan yağma ve yeniden bölüşüm süreçlerinin her ikisi boyunca da takip edilebilir. Oligarşik-ırkçı Türkiye kapitalist toplumsal düzeni, ulusal egemenliği, Türklük-İslam-Patriyarka dairesinde mukim grupları “devletin küçük hisseli sahipleri” ya da “boyunduruk altındaki sözde ortakları” olarak işbirlikçileştirmek stratejisinin temel aracı haline getirir. Şöyle ki, bu gruplar devletin yağma süreçlerinden bütünüyle kaçamasalar da bu süreçlere daha az maruz kalmakta, hatta bizzat bazen bu yağma süreçlerine iştirak edebilme ayrıcalığına kavuşmakta, hem de kaynakların, işlerin, yardımların, bir bütün olarak kamu olanaklarının yeniden bölüşüm süreçlerine daha avantajlı konumlarda dahil olabilmekte ve “işlerini gördür”ebilmektedirler.
Bu perspektiften bakarak, Türkiye oligarşik-ırkçı kapitalist toplumsal düzeni içinde Türk-İslam-Patriyarkal alanın genişliğini kapitalist modernleşmenin zayıflığının ve sınırlarının değil, gücünün göstergesi olarak görmeyi deneyebiliriz. Sermaye ve devletten özerk bir gerçeklik alanı oluşturan, Türk-İslam-Patriyarkal alana atfedilen geleneksel komünal ilişki ve değerlerin sermaye ve devlet tarafından çözüldüğü bir anda, Türk-İslam-Patriyarkal alanın mukimleri Türkçü-İslamcı-Osmanlıcı-Devletçi türlü fantezinin eşliğinde devletin yağma ve yeniden bölüşüm süreçleri içinde tuttukları görece ayrıcalıklı “ev sahibi” konumlarla tekrar şeref buldukları ve değer kazandıkları yanılsamasına kapılırlar (Şerefli olmanın her daim bir “şerefsizler” topluluğunu varsaydığını, bu şerefliler topluluğunun kendini bu “şerefsizler” topluluğuna karşı kurduğunu akılda tutmak burada kritik önemde). Değinildiği gibi, bu yanılsama maddi temelleri olan bir yanılsamadır; zira ırkçı-oligarşik Türkiye kapitalist toplumsal düzeni, şerefli “ortaklarına”, “şerefsizler”e karşı şerefli hissetmenin gururu ve normallik duygusundan fazlasını sunar (ki bu duygunun bağlayıcı gücünü hiç de küçümsememek gerekir). Bu şerefliler topluluğunun, devletin yeniden bölüşüm süreçlerinin resmi ve yarı resmi kurumlarının [kamu kurumları, vakıflar, cemaatler, belediyeler, esasen devletin yağma ve yeniden bölüşüm süreçlerinde mevcuda gelen tefeci-bezirgan 5’li çete (Devletin esas sahipleri), sosyal yardım kurumları] yarattığı istihdam olanaklarına, sosyal yardımlara, kamu hizmetlerine ve diğer imkanlara erişimde “şerefsizler topluluğu” karşısındaki ayrıcalıkları tartışma dışıdır.
Bu tartışmanın kitlesel düzeyde AKP’ye oy vermeye devam ettiği görülen Türk-İslam-Patriyarkal daire içindeki emekçilerin geçim etiği bağlamındaki önermesi şudur: Bütünüyle depolitize edilen ekonomi alanının emekçileri olarak ırkçı tikelciliğin “haysiyetli” koşullarda çalışmak ve yaşamak imkanından mahrum kıldığı, varlıklarının en temel düzeyde yeniden üretimi devlet tarafından “tanınma”larına ve değerli görülmelerine bağlı olan, “ekonomi dışı” toplumsal uzamı Türk-İslam-Patriyarkal kimlik eksenli bir şeref hiyerarşisi üzerinden yapılandıran ırkçı-oligarşik devletin yeniden bölüşümcü görüş alanına etkin biçimde girmeleri bu kimlik alanını üstlenmelerine bağlı olan bu emekçilerin gerçekliği, kendi kaderini tayin hakkına sahip, temelde eşit statülü haysiyetli insan olarak vatandaş kategorisinin inkarı üzerine kuruludur. Dolayısıyla bu perspektiften bakıldığında Türk-İslam-Patriyarkal alandaki emekçi sınıflarımızın geçim etiğinin kurucu jesti “vatandaş-insan”ın tikelci inkarıdır.
Haysiyetli vatandaş-insanın tikelci şerefli inkarına dayanan bu geçim etiğini normatif bir yargılama ve hoşnutsuzluğu da barındıran biçimde “küçük adamın geçim etiği” olarak adlandırıyorum. Buradan şu siyasal sonuçları ve önermeleri çıkartmak mümkündür:
- Tutarlı, başı sonu belli rasyonel bir argümanla, teşhirle üzerine gidilirse “küçük adamın” siyasi konumlanışını sarsarım fikri bir yanılgıdır. Zira geçim etiğinin “küçük” adamını “küçülten”; evrensellik, eşitlik, etik kurma kabiliyetinden yoksun bırakılmışlığını içselleştirmeye yönelmesidir. Ulusal egemenlik, hesap verebilirlik, şeffaflık, kamu çıkarı, haklar ve ödevler, katılım gibi kavramların küçük adamın dünyasında normatif bir karşılığı neredeyse yoktur. O, memleketin sahibi olma, ona bu sahiplik konumunu veren aidiyet alanı içinde bulunma jesti üzerinden argüman öncesi tikelci bir konum almaktadır. Konumunu rasyonel bir akıl yürütmenin neden sonuç zinciri içerisinde edinmediği gibi böyle bir neden sonuç süreci içinde bırakacak da değildir. Dolayısıyla rasyonel bir tartışmaya itildiği her durumda (sokak röportajlarında görüldüğü üzere) dillendirdiği hakikat ve akıl-dışı söylemler bir cahilliğin ürünü değil, bu tartışmaya girme kabiliyetsizliğiyle yüzleşmekten kaçınmanın bir yoludur. Keza “duygular”ın kullanımındaki yoğunluğu da (“bu bir aşk hikayesi”, “adamı seviyorum”, “Allah benim ömrümden alsan ona versen”), rasyonel eksiğin kapatılmasına yönelik işlevi ile düşünmekte fayda vardır.
- Muhalefeti PKK ve dış güçler ile işbirliği yapmakla suçlayan iktidar söyleminin bütün temelsizliğine rağmen satın alınması da montajların başarısından ziyade bu söylemleri satın almaya hazır olma hali ile ilişkilendirilmelidir. Nihayetinde PKK ile masaya oturan Kılıçdaroğlu değil, Erdoğan’dı. Küçük adamın geçim etiği açısından PKK ve dış güçlerle işbirliği suçlamasının işlevi, bu suçlamanın, ırkçı-oligarşik kapitalist toplumsal düzenin egemen “şerefli” ortaklarını “şerefsizler” topluluğundan ayırmaktaki gücüdür. Bir diğer deyişle, uluslararası sermaye oligarşisi ve tefeci-bezirgan sermayenin oligarşik diktatörlüğü ve “boyunduruk altındaki sözde ortak” olarak kitlelerin işbirliğinin üzerine kurulu olduğu platform PKK ve dış güçler karşıtlığıydı. Geçim etiğinin küçük adamı, muhalefeti PKK ve dış güçler ile işbirliği yapmakla suçlayan söylemlere sarıldığında esasen evin sahibi konumunu teyit etmekte, devletin yağma ve yeniden bölüşüm süreçlerinde ayrıcalığa talip olmaktadır. Dolayısıyla PKK işbirliği suçlamasına güçlü yanıt verilemediği için seçim kaybedildi çıkarımı akılsızcadır, bu suçlamaya zaten salt söylemsel düzeyde güçlü yanıt verilemezdi.
- Küçük adamın geçimlik etiği üzerinden bakıldığında Türkçü ve İslamcı bir yükseliş ve canlanma teşhisi konusunda da daha rezervli olmak gerektiği açığa çıkıyor. Küçük adamın geçimlik etiğinden doğru bakıldığında, Türklük-İslam, küçük adamın geçimlik etiğinin kurucu sütunları olmakla, evin sahibinin kim olduğunu işaretlemekle işlevli, fazlası değil. Türklük-İslam küçük adamın geçimlik etiğinin muhafazakarlığına tabi, yoksa muhafazakarlığın sebebi değil. Türklük ve İslam kitleler tarafından tahmin edildiği kadar ciddiye alınmıyor olabilir. Dolayısıyla Türklük ve İslam üzerinden bir hegemonik karşı söylem kurma çabasının (anti-kapitalist Türklük ve İslam) beklendiği sonuçları verme ihtimalinin yüksek olmadığı çıkarımı yapılabilir.
- O halde esas mücadele edilmesi gereken ne Türk milliyetçiliği ne de İslamcılık, esasen emekçi sınıfların geçim etiğine karşı bir ideolojik-sosyal mücadele verilmek zorunda. Hayatta kalmaya kapanmayan, insanca yaşamaya dair bir ufuk ve hayalgücü genişlemesini zorlayan bir mücadele. Dolayısıyla mücadelenin salt temel ihtiyaçların karşılanması düzeyinde kurulması “küçük adamın geçimlik etiğini” kırmakta yeterli olmayabilir. Örneğin bir işçinin ailesiyle tatil yapabilmeyi hayal edebilir/talep edebilir olmasını, herkesin insanca barınabileceği konutlarda ücretsiz ya da sembolik bedeller karşılığında yaşama hakkı olduğunu bilince çıkarmasını sağlamaya yönelik bir zorlama gerekir. Küçük adamın geçim etiğini kırmak noktasında en işlevli olabilecek sorunun “hayatta kalmak mı, yoksa insan gibi yaşamak mı” sorusu olduğunu düşünüyorum. O halde küçük adamın geçimlik etiği karşısındaki sloganımız:
Hayalgücü İktidara!!!
KAYNAKÇA
Agamben, Giorgio. 2013. Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat, çev. İsmail Türkmen. İstanbul: Ayrıntı.
Balaban, Utku. 2023. “İşçi Sınıfının Siyasette Söz Söyleyebilmesinin ve İlk Etapta Burjuva Demokrasisinin Yeniden Tesisinin Ön Koşulu Faburjuvaziye Dönük Bir Siyasi Hücumun Gelişmesidir.” https://birikimdergisi.com/guncel/11406/isci-sinifinin-siyasette-soz-soyleyebilmesinin-ve-ilk-etapta-burjuva-demokrasisinin-yeniden-tesisinin-on-kosulu-faburjuvaziye-donuk-dogrudan-bir-siyasi-hucumun-gelismesidir
Chakrabarty, Dipesh. 2021. Avrupa’yı Taşralaştırmak: Postkolonyal Düşünce ve Tarihsel Farklılık, çev. İlker Cörüt. İstanbul: Dergah.
Cörüt, İlker. 2021. “Hikmet Kıvılcımlı’s History Thesis and the Nation-Form.” Beyond Nationalism and the Nation-State: Radical Approaches to Nation içinde, der. İlker Cörüt ve Joost Jongerden. London: Routledge.
Foucault, Michel. 2002. Toplumu Savunmak Gerekir, çev. Şehsuvar Aktaş. İstanbul: Yapı Kredi.
Greenfeld, Liah. 2016. Advanced Introduction to Nationalism. Cheltenham: Edward Elgar Publishing.
Greenfeld, Liah. 2017. Milliyetçilik: Moderniteye Giden 5 Yol, çev. Abdullah Yılmaz. İstanbul: Alfa.
Greenfeld, Liah. 2019. Nationalism: A Short History. Washington, D.C.: Brookings Institution Press.
Karatani, Kojin. 2014. The Structure of World History: From Modes of Production to Modes of Exchange. Durham and London: Duke University Press.
Kıvılcımlı, Hikmet. [1965] 2012. Tarih Devrim Sosyalizm. İstanbul: Derleniş Yayınları.
Scott, James C. 1976. The Moral Economy of the Peasant: Rebellion and Subsistence in Southeast Asia. New Haven and London: Yale University Press.
Taylor, Charles. 1994. “The Politics of Recognition.” Multiculturalism içinde, der. Amy Gutmann. Princeton, NJ: Princeton University Press.
Viroli, Maurizio. 1997. Vatan Aşkı, Yurtseverlik ve Milliyetçilik üzerine Bir Deneme, çev. Abdullah Yılmaz. İstanbul: Ayrıntı.
Yurtseverce. 2021. Yurtseverce Sözümüz. https://yurtseverce.com/yurtseverce-sozumuz/
Yurtseverce. 2023. Yurtseverce Sözümüz. https://www.youtube.com/watch?v=22EhLA9bY9s
1 Yorum