Mehmet Türkmen: “Bölgedeki işçi sınıfının birikimini bağrımızda taşıyoruz”
BİRTEK-SEN genel başkanı Mehmet Türkmen ile son dönem işçi direnişleri, sendikalarına yönelik son dönemde yükselen baskılar bağlamında sınıf mücadelesi ve ötesine dair bir söyleşi gerçekleştirdik. Söz konusu söyleşinin bugün yayınladığımız ikinci kısımında Türkmen, Güneydoğu’da işçi hareketi, Kürt meselesinin işçi hareketine etkisi ve BİRTEK-SEN bağlamında sendikal deneyimlerine yer veriyor
MEHMET TÜRKMEN: Kürt ulusal mücadelesinin güçlü bir dinamiği var bölgede. Bu zaten devlet için bir tehdit. Onlar için bu ekonomik yatırımlar bir yandan bölgedeki tarımı, hayvancılığı yok eden ve bölge halkını hem büyük bir işsizliğe hem de bu fabrikalarda kölelik koşullarında çalışmaya mahkum eden bir politika.
YURTSEVERCE: Aslında 2009’daki açılım da biraz böyle bir şeydi. Bu terör meselesi bitsin, bölge yatırıma açık hale gelsin. Özal’ın da hedefi oydu.
MEHMET TÜRKMEN: Evet böyle bir motivasyon vardı. Aslında daha GAP projesine kadar götürebilirsiniz bunu. Özal’ın başlattığı bölgede kalkınma, Güneydoğu GAP projesi, “şu kadar istihdam yaratacağız, bölgede işsizliği bitireceğiz” söylemi bölgedeki köylü yada kentli yoksul Kürt emekçilerinin politik kimliklerini şekillendiren ulusal bilinci “bakın biz size iş kapısı sağlıyoruz”la yedeklemek ve böylelikle Kürt halkını ulusal mücadelenin bir bileşeni olma güdüsünü ekonomik vaatler ile bastırmak. Buradaki profil de buna uygun çünkü son yıllarda bölgede yapılan araştırma ve anketlere bakın, bundan 10 yıl öncesine kadar bölgede sizin için en önemli sorunu söyleyin dendiğinde genelde %30’ların üstündeki ezici çoğunluk ekonomik sorunlar ve işsizlikten ziyade “aslolan benim kimlik meselem” derken bugün bu tersine döndü. Şimdi ekonomik, sosyal meseleler daha çok öne çıkmaya başladı. Bu tabii ki oradaki halkın kendi ulusal kimliğinden ya da taleplerinden vazgeçtiği anlamına gelmiyor. Bu olsa olsa yoksullaşmanın ve sosyal çürümenin daha fazla derinleştiğini gösterir.
Şöyle bir şey de var, devlet Kürt ulusal mücadelesini bir tehdit olarak görüyor ama bu tehditle başa çıkması görece daha kolay. Yani 40 yıldır süren savaş ve yıkımı kastederek kolay demiyorum ama bununla savaşması, batıya anlatması, bunun için kendine meşru dayanaklar ve buradan bir rıza üretmesi daha kolay. “Bunlar bölücülük yapıyor, Kürt ayrılıkçısılar, ülkeyi bölmek istiyorlar” söylemlerine Türkiye’nin batısını, Kürt olmayan kesimlerini ikna etmek daha kolay. Fakat başka bir dinamik ortaya çıkıyor: bölgede Kürt ulusal özgürlük mücadelesinin yarattığı toplumsal dinamiğin yanında bir de sınıfsal bir dinamik ortaya çıkıyor. Bu bunun göstergesi ve bu devlet için daha zor başa çıkılabilen bir şey. Daha zor olmasının sebebi bunun Kürt özgürlük hareketinden daha üstün olmasından değil, şüphesiz daha cılız ve Kürt özgürlük hareketiyle kıyasalanamaz bile. Lakin bununla savaşırken Kürtlerle savaşırken olduğu gibi bir meşru zemin yaratması o kadar kolay değil. Özak direnişinde biz bunu da gördük. Devletin askeri müdahalesinin Türkiye’nin batısında yarattığı etki, o dayanışma… Devlet bunu da tehdit olarak görüyor. Yani orada Kürt ulusal özgürlük mücadelesinin yarattığı toplumsal dinamiğin yanına yer yer bununla da iç içe geçmiş ama sadece bundan ibaret olmayan bir sömürüye karşı ekonomik taleplerle ortaya çıkmış bir mücadele dinamiği devlet ve devletin temsil ettiği sermaye egemenliği bakımından başka bir tehlike.
YURTSEVERCE: İşçilerin siyasal profili, kültürel kimliksel yapısı hakkında başka sorular soracağım ancak sendika yapısı ile ilgili sorulara biraz devam edeyim. Özak sizin de dediğiniz gibi büyük firmalara taşeronluk yapan bir üretim hattı. Levi’s’in alt üreticilerinden biri. Siz uluslararası sendikal hareketlerden, işçi hareketlerinden bu eyleme dair bir paylaşım duyuru yapıldığına şahit oldunuz mu? Ya da buna dair sizinle iletişime geçen oldu mu?
MEHMET TÜRKMEN: Oldu, direnişin başındaki sert müdahalelerden sonra Türkiye genelinde yeterli olmasa da iyi bir kampanya yürüttük. Türkiye’de bu tür işçi direnişlerine dayanışma refleksinin genel olarak zayıflığını düşünürsek ve işçi hareketinin örgütlülük düzeyini düşündüğümüzde iyi bir dayanışma olduğunu düşünüyoruz. Hatta Özak direnişinde Türkiye’de son yıllarda hiç bir işçi direnişinde olmadığı kadar bir dayanışma ve sahiplenme eğilimini ortaya çıkardığını söyleyebiliriz. Çünkü direnişler sürerken 35 farklı ilde 50 ayrı noktada Özak işçileriyle dayanışma eylemleri oldu ki bu herhalde Tekel Direnişinden sonra ilk defa olmuştur. Yine uluslararası düzeyde de biz küresel eylem çağrısı yapmıştık, 9’u Avrupa olmak üzere 11 ülkede eylemler oldu. Yine Avrupa’da VER.Dİ gibi, IG Metal gibi kimi sendikaların şubelerinin de katkıları oldu. Kısmen de Demokratik İşçi Dernekleri Federasyon (DIDF) , İngiltere’de Day-Mer ciddi kampanyalar örgütlediler. Hem Avrupa’daki pek çok sendikanın katıldığı eylemler onların girişimleriyle oldu hem de bu direnişin şöyle de bir boyutu vardı; bir ay boyunca işçi sayısı hiç 450 kişinin altına düşmedi. Ki bu fabrika merkezin 20-25 kilometre uzağında. Her gün bir öğün yemek ve ulaşım işini çözmemiz gerekiyordu. Sadece bir günlük yemek ve ulaşım maliyeti 25 – 30 milyon liraydı. Bunu bizim bağımsız bir sendika olarak karşılamamız mümkün değildi. Bütün bir direniş boyunca bu kalemlere 1.5 milyon lira para harcadık ve bunun büyük bir bölümü dayanışmayla karşılandı, bir bölümünü de borçlandık. İstanbul ayağı da dahil olmak üzere 80 gün süren direniş boyunca tamamı Türkiye ve uluslararası düzeydeki dayanışmalarla oldu. Türkiye içinde de sosyalist hareketler bu meseleyi ciddi olarak sahiplendi. Emek Partisi biraz daha işin içindeydi, bu meseleyi kendi meselesi olarak algılıyordu ama TİP de mesela Levi’s önünde eylemler örgütledi, sonra TKP, TÖP, EHP gibi neredeyse irili ufaklı bütün sol ve sosyalist örgütler; bağımsız sendikalar: Umut-Sen gibi; DİSK’e bağlı mücadeleci sendikalar: Enerji-Sen, DEV YAPI-İŞ, LİMTER-İŞ gibi. Direnişin son üç haftası İstanbul’da gerçekleşti, orada da çok fazla sahiplendiler.
YURTSEVERCE: Emek Partisinin ön plana çıkması Sevda Karaca’nın orada olması, EMEP’in Gaziantep’ten bir milletvekili çıkarabilmiş olmasından mı?
MEHMET TÜRKMEN: Sevda Karaca’nın orada olması dahi Emek Partisi’nin tutumu ile ilgili. Emek Partisi’nin bu tip işçi direnişlerine refleksi destekten öte işçi sınıfının herhangi bir yerdeki kazanımını önemseyen bir motivasyona dayanıyor. Sadece sağda solda yapılan dayanışma eylemlerinden öte özellikle bu direnişin ekonomik olarak desteklenmesi konusunda Emek Parti’sinin yurt dışı bağlantıları devreye girmeseydi biz bu direnişi bir hafta sürdüremezdik. Mesela o 1.5 milyona yakın masrafın sadece bir milyona yakını belki Emek Partisi ve onun bağıntıları sayesinde geldi.
YURTSEVERCE: Urfa’nın DEM milletvekillerinin tutumu nasıldı?
MEHMET TÜRKMEN: Genel olarak iyiydi. Özellikle Ferit Şenyaşar Urfa milletvekili olarak her gün değilse de 2-3 günde bir muhakkak uğrardı. Onun dışında Dilan Kurt da orayı ziyaret etti, DEM il örgütü de bir kaç kez ziyaret etti ve bizim şehir merkezinde yaptığımız açıklama ve eylemlerinde de DEM Parti hem örgütü hem vekilleri düzeyinde bu işi sahiplendi. Aynı şekilde Urfa TİP örgütü de başından sonuna yanımızdaydı. Her meselede bizimle birlikte hareket ettiler hem Urfa düzeyinde hem genel düzeyinde. İstanbul’da mesela pek çok yerde eylemler örgütlediler ama Emek Partisi’nin dediğim gibi sadece destek değil bu işi sürdürmek bakımından kritik bir önemi var. Örneğin kampanya örgütleri, örneğin Avrupa’daki DIDF desteği… Bütün lojistiğimizin %80-90’ını karşıladı. Örneğin Emek Partisi bölge örgütü bize bir minibüs getirdi, bütün taşıma işlerimizi onla yaptık ya da mesela her gün 20-30 tane araca yakıt yüklüyorduk, onu Emek Partisi karşılıyordu. Yani sadece Sevda Karaca’nın oradaki görünürlüğünden ziyade arka planda böyle bir destek vardı.
YURTSEVERCE: Peki sendikanızın duruşu ile ilgili bazı şeyler sormak istiyorum. Siz bağımsız sendikasınız, konfederasyon yapısının dışındasınız. Konfederasyon yapılarında gördüğünüz sıkıntı nedir? Tamamen sarı sendika olmuş olmaları mı yoksa sendikal bürokrasi mi?
MEHMET TÜRKMEN: Bizim bağımsız sendika olmamız “ya biz hiç bir konfederasyona bağlı olmayalım, genel olarak konfederasyona karşıyız, biz mevcut sendikaların tamamen dışında bir örgütlenmeyi ilkesel olarak savunuyoruz” gibi bir tutumdan değil. Bu bir zorundalık. Özellikle tekstil iş kolu ve BİRTEK-SEN üzerinden söylersek. Çünkü bizim asıl sendikal anlayışımız şu, her iş kolunda tek bir sendika olması gerektiğini düşünüyoruz. İşçi sınıfının politik bir güç, bir odak olmasının yolunun kendi ekonomik, demokratik talepleri için örgütlü araçlara sahip olmasıyla mümkün olabileceğini düşünüyoruz. Bu araçların da başında sendika geliyor. Şüphesiz tek araç değil, bir sürü araç var ama sendika işçilerin ekonomik ve demokratik taleplerini aktarmanın en önemli aracı. Aslında işçi sınıfının ekonomik-demokratik taleplerinin ötesine geçip siyasal bir hareket haline gelmesi için de önemli bir ön koşul. O sebeple işçi sınıfının ayrı ayrı parçalanmış sendikalardaki hali; işçi sınıfının genel olarak sermayeye, burjuvaziye, devlete, iktidara karşı da bölünmüşlüğü anlamına geliyor. O yüzden biz işçi sınıfının sadece ideolojik veya politik değil fiziki olarak da ortak bir örgütlenmenin onu daha güçlü kılacağını düşünüyoruz. Ancak bu işçi sınıfının mücadelesini, ihtiyacını ve çıkarlarını gözeten bir birlik olması koşulunda. Yoksa bir birlik olsun da neresi olursa olsun değil. O birlik, asgari düzeyde de olsa gerçekten işçi sınıfının ekonomik, demokratik ve politik çıkarlarına denk düşen bir yapı olduğu sürece.
Tekstil iş kolunda bizim bağımsız bir sendika olarak ortaya çıkmamızın sebebi tekstil iş kolunda mevut örgütlü yetkili olan sendikaların ana gövdesi olanlarda ilkesel olarak örgütlenmeye karşı çıktığımızdan değil, bu sendikalarda örgütlenmenin artık fiili olarak imkansız hale gelmesi nedeniyle. Bu da tabii sadece bizim teorik olarak yaptığımız, okuduğumuz, tespit ettiğimiz bir şey değil. Pratik olarak da uzun yıllar denediğimiz, zorladığımız, deneyimlediğimiz ve en son bunun artık gerçekten mümkün olmadığını deneyerek gördüğümüz bir sonuç.
BİRTEK-SEN kurulmadan önce ben DİSK Tekstil’de bölge temsilcisiydim, 2019’dan 2021’in sonlarına doğru, yaklaşık iki buçuk yıl. Ondan önce de eski bir tekstil işçisiyim, 9 yaşında işe başlamış bir halı dokuma işçisiyim. 15 yıl halı dokuma işçiliği yaptım, 1988’den 2003’e kadar halı dokuma işçisiydim. İşçiliği bıraktıktan sonra da Emek Partisi’nde uzunca bir dönem merkez yöneticiliği yaptım ve hep bu bölgede, Antep’te ve görev anlamında sınıf içi bir çalışmaydı. Yani uzun yıllardır, 90’ların sonundan beri hep işçi mücadelesinin içinde oldum. Mesela 2019’da DİSK Tekstil’de bölge temsilciliği yapmadan önce de, sadece parti yöneticisiyken de onlarca sendikalı direnişte görev ve sorumluluk aldım. Bunların hepsi de aslında mevcut sendikalarda örgütlenme refleksiydi. Bu sendikalarda o zaman da bürokratik, kısmen sarı sendikacılık denen anlayışın hakim olduğunu biliyorduk ancak buradaki dönüşümün de bu sendikalarda alttan bir örgütlenmeyle, sınıf bilinci olan işçilerin bu sendikalarda yönetime gelmesini ve bu sendikaların büyümesiyle paralel bir mücadeleyle ilerleyeceğini düşünüyorudm. Bu anlayışla uzlaşmadan, ama sırf bu anlayış hakim diye sendikayı da bu anlayışa terk etmeden işçilerin örgütlendiği, işçilerin bu sendikaların yönetimine geldiği, işçilerimn karar alma yönetime dahil olduğu ve buraları da mücadeleci sendikalar haline getirme refleksiydi. Ben daha Emek Partisi’nde yöneticiyken de; hatta daha Başpınar’da halı fabrikasında çalışırken de –ki benim ilk sendikal mücadeleyle tanışmam burada oldu, ondan önce 1996’da Ünaldı direnişi olmuştu. Benim ilk tanışmam ise 1995’de 2-3 gün süren ve 5 bin işçinin iş bıraktığı bir eylem olmuştu, ben o zaman 16 yaşında genç bir işçi iken Ünaldı’da mücadelenin içinde buldum kendimi. O zamanlar halı dokuma atölyeleri, fabrikaları Ünaldı denilen bölgedeydi, yedi mahalleye yayılan bir bölgeydi ve daha çok atölye ağırlıklıydı. O zamanlar işçilerin neredeyse tamamına yakını sigortasız, kayıt dışı çalıştığı için bir sendikal örgütlenme de çok mümkün değildi. O işçiler bir dernek örgütlenmesinin etrafında örgütlendiler ve o derneğin öncülüğünde işçiler bir ay süren 20 bin işçinin katıldığı bir grev yaptılar. Hatta bu konuda bir kitap da basıldı, “Direnişi Nasıl Dokuduk” diye. Bu kitabın okunmasını da öneririm. Doğrudan o direnişe öncülük etmiş, yaşamış işçilerin anlatımından oluşan bir kitap. Ünaldı direnişi sadece Antep’in değil, bence Türkiye’de de işçi hareketinin mücadele tarihinin en önemli mücadelelerinden biri. Yani bir ay boyunca 540 iş yerinde 7 mahallede 20 bin işçinin hiç bölünmeden, çözülmeden ve bütün taleplerini elde ederek yapılmış çok önemli bir direniştir. Hatta belki bazı yönleriyle 15-16 Haziran, 89 ve Maden yürüyüşü gibi direnişlerden sonra yaşanmış en önemli direniştir.
YURTSEVERCE: Hatta belki o hattın temsilcilerinden biri…
MEHMET TÜRKMEN: Evet, evet. O direniş ben genç bir işçiyken sınıf mücadelesiyle tanışmam, fikri olarak dönüşmem, sınıf bilincine sahip olmamda çok önemli bir rol oynamıştır. Fakat doğrudan bir sendikayla örgütlenmem Nobel Halı diye bir işyerinde oldu. 100 kişinin çalıştığı bir fabrikaydı, orada bir örgütlenme girişimim oldu DİSK Tekstil’de. Orada da işçilerin çoğunluğunu üye yaptık, ciddi bir örgütlenme deneyimi oldu. O zaman işten atmalar başladı, işte o zaman sendikal bürokrasinin o bürokratik yüzüyle karşılaştık. Ben de işten atılanlardan biriydim. Ama 2001 krizine denk geldi, orası Çerkezköy merkezli Gümüşsu’ya fason çalışan bir yerdi. 2001 krizinde fabrika batınca orası da kapandı. Sonra yine DİSK Tekstil’in örgütlü olduğu 1500 kişinin çalıştığı bir tekstil fabrikasında çalıştım. Orada bir temsilci seçimi öncesi ben aday gösterildim ve bizzat sendika yönetimi tarafından işten atıldım. Çünkü orası sendikanın örgütlü olduğu en büyük yerdi, orada baş temsilci olmak demek delege çoğunluğu ile şubede de yönetimi almak demekti.
YURTSEVERCE: Bu Özak’ta yapılana benzer bir şey o halde?
MEHMET TÜRKMEN: Aynen. Muzaffer Subaşı, rahmetli oldu geçen yıl toprağı bol olmasın! En son DİSK Tekstil’in genel sekreteriydi, o dönem şube başkanıydı. Bizzat onun talimatıyla işten atıldım.
YURTSEVERCE: Sendika içinde etkili olmamanız için veya etkili olanların yerinden edilmemesi için.
MEHMET TÜRKMEN: Evet, böyle deneyimler çok oldu. En son çalıştığım yer Merinos’tu. Merinos’ta 2003’e kadar çalıştım. Ünaldı’dan sonra da Emek Partisi’nde örgütlenmiştim çünkü Ünaldı direnişine öncülük eden işçiler genelde Emek Partili işçilerdi, o derneği kuranlar da Emek Parti’li işçilerdi. O dönem bir sempatim oluşmuştu, 2000’de üye oldum, 2003’te genel yönetim kuruluna önerildim ve profesyonel düzeyde çalışma yürütmem istendi. O zaman ayrıldım Merinos’tan ama hep işçiler içinde oldum. Hep sınıf içinde görev yaptım ve 2003’ten 2010’a kadar 8 ya da 9 fabrikayı doğrudan biz örgütledik. Bunların biri hariç hepsinde çoğunluğu alacak şekilde. Bazılarında günlerce süren direnişler, eylemler oldu ama bunların hepsi sendikanın tutumundan dolayı sözleşme yapılamadan bitti. O da nasıl oluyor? İşçiler üye oluyor, sen örgütlüyorsun, işten atmalar başlıyor ama sendika sahip çıkmıyor, göz yumuyor. Her şeyi yetkiye ve yasal prosedüre havale ediyor. Bundan dolayı hiç birinde başarılı olunamadı, yüzlerce kişi işten atıldı. Bunların zirvesi de Çemen Tekstil’di. Çemen Tekstil işçi sayısı olarak küçük bir yerdi ama Ünaldı’dan sonra Antep’in görüdüğü en militan, en mücadeleci, destansı direnişti. 75 gün sürdü ve bütün olumsuz şartlara rağmen. Greve çıkana kadar patron içeriyi grev kırıcılarla doldurdu. 200 tane grev kırıcı vardı içeride, böyle bir grevin başarı şansına kimse ihtimal vermiyordu. 75 gün boyunca grev kırıcıların çalışmasına müsaade etmemek de dahil her türlü yöntemi uyguladık, sadece demokratik yöntemleri değil. En son fabrika işgaliyle patronu dize getiren bir direnişti. Bütün bu destansı mücadeleyle patron sendikayı kabul etmek zorunda kaldı ama 1 gün sonra gizli bir satış sözleşmesiyle sattılar işçileri. Hatta biz bunun belgeselini yaptık ama hala oradaki işçiler fabrikalarda çalışmaya devam ettiği için sosyal medyada yayımlamadık. O zaman Hayat TV vardı, Hayat TV muhabiri gün gün çekiyordu, o görüntüleri sonra belgesel haline getirdik.
Çemen Tekstil Antep’te işçilerin sendika hikayesini tamamen kapattığı bir direniş oldu. Çok benzer hikaye var, Antep’te tekstil kolu bunların en iyisi. Öz-İplik-İş, TEKSİF bunları hiç söylemiyorum, bunlar direkt patronların yönetiminde örgütlenen sendilalar ama DİSK Tekstil anlayış olarak çok farklı olmasa da işte biraz DİSK’e bağlı olması, biraz solculuk belasına daha mücadeleci görünme çabası içinde olması… Biz de onu dönüştürmek daha kolay olur diye düşündük ve örgütlenmek bakımından DİSK Tekstil’i tercih ettik. O da öyle bitince… Yani çünkü daha önce de çok satış hikayesi var hem DİSK Tekstil hem diğer sendikalar açısından. Yani sendikaların tekstil iş kolu için, o sarı sendikacılık dediğimiz şeyin en fazla tahribat yarattığı yerdir Antep. Çemen Tekstil de çok fazla gündem oldu. Mesela Başpınar Organize Sanayi’deki ilk yürüyüşler Çemen Tekstil’de oldu. Küçük bir fabrikaydı ama bütün Başpınar’ın, memleketin gündemine girdi. Tekel direnişiyle aynı döneme denk geldi, o yüzden biraz onun gölgesinde kaldı ama mesela Tekel işçileri 6 ilden ayrı ayrı o direnişi ziyarete geldiler. Çok büyük bir etki yarattı. Yani 250 kişilik bir işyeriydi ama şehir merkezinde 1000 kişiyle yürüyüş yapıyorduk. En son fabrika işgaline 1500 kişi katıldı. MHP milletvekili bile battaniye getirmek zorunda kaldı, düşünün yani öyle bir etki yarattı. Onlar bile çıkıp açıklama yapıyordu. Fakat o bile öyle bir satışla bitince… O direnişten hemen sonra ben örgütlenme uzmanı olarak göreve alındım. Çünkü o direnişi ben örgütlemiştim, işin başında ben vardım ve işçiler içinde kurduğumuz komite fiili olarak inisiyatif aldı sendikanın tutumuna rağmen. Biraz oradaki etkimden dolayı mecburen beni örgütlenme uzmanı olarak göreve almak zorunda kaldılar. Üç hafta görev yaptım sadece çünkü o satış sözleşmesini biz o zaman öğrendik. Satış sözleşmesi de şöyle, 1 yıllık sözleşme yapıyorlar, daha kısası yasal olarak mümkün değil. Ya bir yıllık, ya da en fazla üç yıl, toplu sözleşmelerin süresi böyle. Ama bunun 9 ayını geriye dönük yapıyorlar, üç ay sonra bitecek ve yeniden yetki sözleşmesi başvurusu yapılmayacak sözüyle yapıyorlar. Ben bunu öğrendim, öğrenince de işçilere açıkladım. İşçiler sendikayı bastılar, Muzaffer Subaşı da dahil olmak üzere sendika yöneticilerini dövdüler. O zaman Show TV gibi ulusal kanallara bile çıktı “işçiler sendikayı bastı” diye. Beni ve o işçi öncülerin hepsini ihraç ettiler sendikadan.
DİSK hikayesi de böyle kapanınca 2019’a kadar Antep’te tek bir fabrikada sendikalaşma olmadı ama bunun sebebi mücadele olmaması değil. Örneğin 2002’de 5 bin işçi 10 gün grev yaptı 6 ayrı fabrikada ama sendikaları yanlarına bile yaklaştırmadılar. Defalarca iş bırakmalar oldu, işçiler artık fiili grev geleneğini başlattılar. “Sendikalara güven olmaz, kendi göbeğimizi kendimiz keseriz” diyerek. Kendi içlerindeki birliğe dayanarak, genellikle de zam dönemleri. Sendika defterini kapatarak fiili grevler dönemi başladı. 2019’da Rıdvan Budak, Muzeffer Subaşı ekibi kaybetmişti genel kongreyi, şimdiki genel başkan Kazım Doğan da onun yönetimi altındaydı. Tabii Çemen’den sonra Antep’te DİSK Tekstil silindi, hiç bir yerde örgütlülüğü kalmadı. Mesela 2000’lerin başına kadar DİSK Tekstil’in 5 bine yakın üyesi vardı. Böyle olunca yetkilerini kaybetme ihtimali doğdu, mecbur kaldılar ve bana görev vermek istediler. Sendikanın genel başkanı benle görüşmek istedi, gittik İstanbul’da görüştük. Ben tabii Kazım Doğan’ın da eski anlayıştan farklı olmadığını biliyorum, tanıyorum yani ama bir taraftan da bize mecburlar. Biz de bu mecburiyeti bir koşulla değerlendirelim dedik. Açık açık ben görüşmede dedim ki “Bak kardeşim, daha önce de ben sizinle görüştüm, görev yaptım ama sattınız, işçilere ihanet ettiniz. Bizim sendikal anlayışımızı, çizgimizi biliyorsunuz. Biz işçi iradesini esas alırız, örgütlenmeden toplu sözleşme anlayışına kadar bütün sürecin işçilerin onayı ve iradesiyle gidilmesini sağlayan bir sendika anlayışını savunuyoruz. Eğer gene buna gölge edecekseniz hiç birbirimizi yormayalım. Daha önce böyle oldu, sendikanızın genel sekreterini dövmek zorunda kaldık, bu sefer de genel başkanını dövmemiz gerekmesin.” Aynen böyle söyledim. “Ya Mehmetçim olur mu, ben bütün yetkiyi sana vereceğim, bölgede hiç sana karışmayacağım, senin sendikal anlayışına hiç müdahale etmeyeceğiz”. Yani para konuşmadım, koşulları konuşmadım, asgari ücret verdiler zaten bana. Tek bir şartımız vardı, biz her şeyi işçinin iradesiyle, kendi sendikal anlayışımızla yapacağız, müdahale etmeyeceksiniz. Yani sözleşmesinden örgütlenmesine kadar, eylem kararına kadar her şeyi işçilerle yapacağız. Bunu kabul ediyorsanız görev alırım. Onlar da tamam dedi, mecburlar çünkü. Öyle başladık. Yıllar sonra Antep’te, Başpınar’da yeniden bir sendikaya güven duyulmaya başlandı. Çünkü beni tanıyorlar kısmen, en azından mücadeleci işçiler. Üstelik de pandemi dönemine denk geldi o dönem, pandemide çok önemli işler yaptık. Yani Türkiye’de pandeminin işçi sınıfına, fabrikalara yansımasını aslında biz gündem yaptık. Hatta pandemi döneminde toplu işten atmalara karşı aylarca süren direnişler yaptık. Yasin Kaplan Tekstil, İrem Doya, Engin Halı’da. Bütün bunlar DİSK Tekstil’e yeniden bir alan açtı. Görev yaptığımız süre içinde 2500’e yakın üye yaptık ve o üyelerle sendika barajı aştı. Fakat en son Urfa’da 2021’in sonlarında biz bir işyeri örgütledik: Uğur Tekstil. Öncesinde Özal Tekstil’de olmuştu ama pandemiyi fırsata çevirdiler ve dağıttılar. Uğur Tekstil’de kısa sürede yetkiyi aldık, çoğunluğu aldık. Patron yetkiye itiraz etti. Sonra baktı olacak gibi değil, fabrikayı kapattı direkt. 315 çalışanı vardı, bizim 160-165 üyemiz var yetkiyi almışız ama patron yetkiye itiraz etmiş. Bir Pazar günü bütün işçilere işten çıkış mesajı gitti. “Biz buradaki faaliyetimize son veriyoruz, fabrikamızı kapatıyoruz.” Bir gün sonra da bütün işçilerin kıdem ve ifa tazminatlarını da yatırmak şartıyla. Sendika başkanı da dedi ki “Mehmet burayla uğraşmayalım, adam tazminatlarını ödemiş kapatıyoruz demiş ne yapalım?” Herkes öyle dedi yani, yapacak bir şey yok adam kapatmış. Ben dedim ki yok adam sendikadan ve bu örgütlülükten kurtulmak için kapattı. Çünkü biliyoruz, oraya bir sürü yatırım yapmış, teşvik almış. Sonra öğrendik, 2 avukat arkadaşımız araştırdı. Mersin merkezli bir şirketti, ticari sicil kayıtlarını ve saire inceledik. İflas falan yok. Adam hesapçı, “Biz bir ay fabrikayı kapalı tutalım, bir ay sonra biz bunların hepsinden kurtulalım.” Bir Pazar günü o mesaj geldi, Pazartesi günü bütün işçileri fabrikanın önüne çağırdık. Bu fabrika açılıp bütün işçiler göreve alınmadan ayrılmayacağız dedik, aynen Özak’ta olduğu gibi bir direniş başlattık. Zara’ya çalışıyordu orası da, Zara’ya da ciddi bir baskı yaptık. Ulusal medyada acayip yer buldu. O zamanlar toplu gözaltı olmadı ama fabrikanın önüne sokmuyorlardı. Sonra direniş çok ses getirince Zara da harekete geçmek zorunda kaldı. Patron baktı olmuyor geri adım attı ve Türkiye tarihinde ilk defa kapatılmış ve işçilerin tamamı tazminatları ödenerek işten atılmış bir fabrikayı geri açtırdık ve 315 işçinin tamamını işe geri aldırdık. Bu Türkiye tarihinde ilkti. Patron hem bunu yaptı hem de sendikayla masaya oturmayı kabul etti. Biz bunu yaptık, bu kazanımı sağladık; aynı günlerde de duyduk ki -bunu da küresel sendikanın temsilcisinden öğrendik. Fabrika Zara’ya üretim yaptığı için, Inditex küresel çerçeve sözleşmesine taraflar. Onlar da dahil oluyor görüşmeye. Oradaki temsilcinin benimle tanışıklığını bilmiyorlar tabii, onun yanında konuşuyorlar. Patron diyor ki tamam, sendikayla sözleşme yapacağım ama tek bir şartım var Mehmet Türkmen’i görevden alacaksınız. Sendika başkanı da tamam diyor, beni öyle görevden aldılar. Bak biz kapatılmış fabrikayı açtırdık, beni görevden aldılar, 15 kasım günü 100 işçiyi benim etkimde olduğunu düşünerek görevden attılar, sonra aylarca o işçilerin direnişi oldu. Orası da öyle sonuçlanınca, biz Antep’te, Urfa’da da Özak ve Uğur Tekstil direnişine öncülük eden işçilerle toplantılar yaptık ama burada sadece DİSK Tekstil döneminde örgütlediğimiz fabrikalardan işçiler yoktu, Ünaldı direnişinden Başpınar grevine Çemen Tekstile kadar, bu direnişlerin hepsine öncülük etmiş ve hala işçilik yapan işçilerle bir araya geldik. Dedik ki ne yapacağız? Önce bir inisiyatif kurduk, tartışalım dedik. DİSK Tekstil’e de böyle oldu ama bizim bir örgütlenmeye ve araca ihtiyacımız var. Nasıl yapacağız yani? Herkes işi gücü bırakıp hayatına dönmeyecek. Toplamda 150 işçiyle irili ufaklı toplantılar yaptık. Bunlar hep ileri işçilerdi, Antep’te son 25 yılda yaşanmış bütün tekstil ve dokuma iş kolunda bütün bu direniş ve örgütlenmelere öncülük eden işçiler. Bunları da tartıştık, ya mevcut sendikalarda örgütleneceğiz, o zamanlar DERİ-İŞ bize bir teklifte bulundu, bana çok ısrar ettiler seni bölge temsilcisi yapalım, birlikte çalışalım diye. Görece daha mücadeleci bir sendika, o da baraj altında. Ya da bağımsız bir sendika kuracağız. Bunu tartıştık ve işçilerin neredeyse tamamı bağımsız bir sendikadan taraf oldu. Çünkü hepsi bu sendikaların darbesini yemiş kişiler, hep beraber mücadele içinde tanıştığımız kişiler.
YURTSEVERCE: DİSK’li olan da, Hak-İş’ten olan da vardı o grupta değil mi?
MEHMET TÜRKMEN: Evet hepsi var ama ağırlıklı olarak hiç sendikaya bulaşmamış genelde fiili direnişlerde tanıştığımız insanlar ya da örgütlü sendika işi varsa çoğunlukla DİSK Tekstil’de örgütlü. Çemen’e öncülük edenden de var, Yasin Kaplan’dan da var, Güven Boya’dan da var ve saire. Ama işte Ünaldı’dan beri etrafımızda olan işçiler de var. Öyle çıkınca biz de tamam dedik. Yetki, baraj bir sürü engel var ama bütün motivasyonumuz şuydu: yetki, baraj bunlar önemli ama bunlar sendikalarda var ve bir işe yaramıyorlar. Aslolan işçinin örgütlü gücü ve biz buna dayanacağız. Bizim motivasyonumuz da Ünaldı’ydı biraz. Çünkü dernek etrafında bir örgütlenme olmuştu, herhalde çok az direnişte kitlesel işçi inisiyatifinin hakimiyeti söz konusu olur. O kitabı o yüzden okumanızı öneririm. Bütün kararları işçilerle alıyorduk. Yani 20 bin işçi, 40 ayrı işyeri var. Koca koca sendikalar bir fabrikada bin kişiyi bile bir grevde bir arada tutamaz, mutlaka çözülmeler olur. 20 bin işçi bir ay boyunca çözülmeden direndi. Her gün valilik derneği basıyor, dernek yöneticileri göz altına alınıyor. Muammer Güler o zaman valiydi her gün bülten çıkarıyordu “bunlar PKKlı” falan diye. Ona rağmen işçiler çözülmedi ve sanayi odasında bütün Ünaldı patronlarının derneği, dernek yönetimiyle aynı sendika gibi protokol yaptı toplu iş sözleşmesi için. %100’e yakın bir zam alındı ve işçilerin %80 ila %90’ı ilk defa o direnişten sonra sigortalandı. Ve bu bizim motivasyonumuzdu. Bize bir sendika lazım. Evet Başpınar gibi bir model, fabrikalarda dernekte yapamazsın. Sendika lazım ama bu sendika işçilerin iradesinin hakim olduğu bir sendika olmalı. İşçilerin karar aldığı, işçilerin yönettiği bir mücadele birliği lazım bize. Ancak böyle olur, Ünaldı’da böyle oldu, Ünaldı’nın başarısının sebebi buydu. Mesela ben biliyorum, Ünaldı’da yöneticiler hiç bir kararı tek başlarına almazlardı: mahalle mahalle sokak sokak işyeri temsicilerini toplayarak. Mesela bazı kararlar meydanlarda 1500 kişiyle alınıyordu ama şöyle bir şey vardı, işçi kararı kendisi alınca onun arkasında da daha sağlam duruyor. O yüzden bizim böyle bir örgütlenmeye ihtiyacımız var dedik. Baraj da olsa, şu da olsa, bu da olsa biz işçilerin örgütlü gücüne dayanacağız dedik ve bağımsız sendika kurma ihtiyacı böyle ortaya çıktı. Ben 17 kasımda görevden alındım, hemen aralık başında tekstil ve dokuma işçileri birliği diye bir inisiyatif kurduk, o inisiyatifle bu toplantıları örgütledik, aralık sonunda tüzüğümüzü hazırladık, başvurumuzu yaptık, 20-25 tane kurucu işçi belirledik ki mesela genel sekreterimiz Ünaldı’ya öncülük eden Mikail Kılıçalp, 46-47 yıldır hala dokuma işçisi. Çemen’in önder işçisi Mehmet Çelik sendikanın yöneticisi, Başpınar grevinin öncüleri bu sendikanın kurucularından. İşte DİSK Tekstil dönemindeki Uğur Tekstil, Özak’ta rol alanlar.. Yani, yeni bir sendikayız ama 25-30 yıdır bu bölgedeki bütün işçi sınıfının birikimini fiziki olarak bağrında taşıyan bir sendikayız.