Sahra Wagenknecht – Almanya’nın Hali (4)

Tahmini Okunma Süresi: 5 dakika

Kısa bir süre önce Sol Parti’den (Die Linke) ayrılan bir topluluğun öncülüğünde kurulan ve liderliğini yapan Sahra Wagenknecht’in adını taşıyan BSW, Avrupa Parlamentosu seçimlerinde çarpıcı bir başarıya imza attı. Özellikle doğu Almanya’da öne çıkan BSW, milliyetçi sağ AFD ve muhafazakar sağ CDU’ya karşı bir sol ihtimali canlı tuttu. New Left Review’in Sahra Wagenknecht ile seçimler öncesinde yaptığı bu kapsamlı mülakat, kimilerinin sol milliyetçi, kimilerinin de sol popülist olarak adlandırdığı BSW’nin politik perspektifine ışık tutması açısından son derece önemli. Dört bölümde yayınlayacağımız mülakatın orijinal tam metnine (“Condition of Germany”) New Left Review’in web sitesinden ulaşılabilir

Thomas Meaney & Joshua Rahtz: Yaklaşan Avrupa Parlamentosu ve eyalet seçimleri için BSW’nin seçim planları nelerdir? Eyalet parlamentolarında hangi koalisyon seçenekleri gündeminizde olacak?

Sahra Wagenknecht: Koalisyonlar bahsinde, bizim bir deyimimizle söyleyecek olursak, “ayı ölmeden postunu paylaşmayalım.” Koalisyonlar ya da tolerans ve esnek çoğunluklar gibi hükümete katılımın diğer biçimleri hakkında gelebilecek herhangi bir öneriyi değerlendirmeye hazır olmaklığımızla diğer tüm partilerden hayli farklı bir yerde duruyoruz. Şimdilik sadece mümkün olduğunca çok sayıda yurttaşımızı çıkarlarının bizimle emin ellerde olduğuna ikna etmek istiyoruz. Yeni bir parti olarak, yeni siyaset yaklaşımımıza destek aramak için ilk fırsatımız olan Avrupa seçimlerinde güçlü bir performans sergilemek istiyoruz. Seçmenlere, Avrupa toplumlarının ve ekonomilerinin sorunlarının çözümünde Brüksel bürokrasisi ve jüristokrasisinin değil, AB’nin demokratik üye devletlerinin esas sorumlu olması gerektiğini anlatacağız.

Meaney & Rahtz: Kendinizi ‘muhafazakar-sol’ olarak tanımlamanızla ilgili olarak soracağım. Eski CDU geleneğinden, onun sosyal doktrininden ve uysallaştırılmış kapitalizmden sıcak bir şekilde bahsettiniz. Bu durumda BSW’yi eski CDU’dan, Willy Brandt’ın dış politikasıyla da ittifak halindeki CDU’dan, nasıl ayırt ederdiniz?

Wagenknecht: Savaş sonrası Hristiyan Demokrasisi neoliberal olmamak anlamında muhafazakârdı. Eski CDU-CSU hem muhafazakar hem de radikal liberal bir unsuru bir araya getiriyordu; her ne kadar buna benzer bir siyaset İtalya ve bir dereceye kadar Fransa’da mevcut olsa da bu sentezde belirleyici olan Konrad Adenauer gibi bir figürün siyasi hayal gücüydü. O dönemde muhafazakarlık, neoliberal (sahte) muhafazakarlıkta olduğu gibi toplumu kapitalizmin ihtiyaçlarına göre ayarlamanın aksine, toplumu kapitalist ilerlemenin girdabından korumak anlamına geliyordu. Toplumun bakış açısından neoliberalizm muhafazakar değil devrimcidir. Bugün Merz gibi biri tarafından yönetilen CDU, toplumun ekonomiye değil, ekonominin topluma hizmet etmesi gerektiği şeklindeki eski Hristiyan-Demokrat anlayışın kökünü başarıyla kazımıştır. Sosyal demokrasi ya da eskinin SPD’si de muhafazakar bir unsura sahipti ve merkezde bir bütün olarak toplum yerine işçi sınıfı vardı. Bu durum İngiltere’de Üçüncü Yol ve Almanya’da Schröder’in işgücü piyasasını ve ekonomiyi küreselci-teknokratik bir piyasa demokrasisine teslim etmesiyle sona erdi. Tıpkı dış politikada olduğu gibi, kendimizi hem savaş sonrası muhafazakarlığın ‘uysallaştırılmış kapitalizminin’ hem de Brandt, Kreisky ve Palme döneminin iç ve dış politikadaki sosyal-demokrat ilerlemeciliğinin günümüzün değişen siyasi koşullarına uyarlanmış meşru mirasçıları olarak görmeye hakkımız olduğuna inanıyoruz.

Meaney & Rahtz: Uluslararası alanda, AB ve ötesinde hangi güçleri BWS için potansiyel müttefik olarak görüyorsunuz?

Wagenknecht: Bu soruyu sormak için en uygun kişi ben değilim, zira benim odak noktam iç politika. İnsanların yurt dışından bizi genellikle çarpıtılmış bir şekilde gördüklerini biliyorum ve umarım ben de diğer ülkeleri çarpık bir şekilde görmüyorumdur. İlk başlarda La France insoumise (Boyun Eğmeyen Fransa) ile yakın ilişkilerimiz vardı, ama son yıllarda nasıl bir gelişme gösterdiklerini bilmiyorum. Sonra İtalya’da Beş Yıldız Hareketi vardı, o da biraz farklı ama orada da bazı örtüşmeler var. Genel olarak, sosyal adalete güçlü bir şekilde yönelen ancak kimlikçi söyleme kapılmayan herhangi bir sol parti ile aynı dalga boyunda olurduk.

Meaney & Rahtz: Die Linke‘nin sosyal meseleleri marjinalleştirerek ‘Yeşillerden daha yeşil’ hale geldiğini söylüyorsunuz. Ancak Yeşiller’in bir zamanlar güçlü bir sosyal programı vardı; bu program güçlü bir sosyal bileşene sahip yeşil bir endüstriyel stratejiye dayanıyordu ve elbette Avrupa’nın demilitarizasyonunu hedefliyordu. Sizce 1990’larda ne oldu da bu yönlerini kaybettiler?

Wagenknecht: Birçok eski sol parti de aynı şeyi yaşadı. Bunun bir nedeni destekçi çevrelerin değişmiş olması. Sol partiler, entelektüeller tarafından yönetilseler bile geleneksel olarak işçi sınıfına dayanıyorlardı. Ancak şimdi seçmenleri de değişti. Piketty, Capital and Ideology (Sermaye ve İdeoloji) kitabında bunun izini ayrıntılı bir şekilde sürüyor. Üniversite eğitimi almış yeni bir profesyonel sınıf, son otuz yılda devasa bir şekilde genişledi; bu sınıf neoliberalizmden görece az etkilendi, çünkü iyi bir gelire, artan bir servete sahip ve refah devletine dayanmak zorunda değil. Bu ortamda yetişen gençler hiçbir zaman sosyal korku ya da sıkıntı yaşamadı, çünkü bu gençler en baştan itibaren güvence altında olmuşlardır. Şu anda Yeşiller’in dayandığı çevre budur; nispeten iyi durumda olan, iklim konusunda endişeli—ki bu iyi bir şey—ancak sorunu bireysel tüketici kararlarıyla çözmeyi amaçlayan insanlar bunlar. Hiç yokluk çekmemiş insanlar, yokluk çekmenin günlük yaşamın bir parçası olduğu kişilere feragat vaaz ediyorlar.

Meaney & Rahtz: Ancak bu durum ana akım partiler için de geçerli değil mi? Yeşiller belki de 1980’lerdeki hallerine kıyasla en dramatik olanı. Ancak dediğiniz gibi CDU da sosyal vurgusunu terk etti. SPD neoliberal dönüşüme öncülük etti. Bu sağa ya da finansal veya küresel sermayeye doğru hareketin daha derin bir nedeni olabilir mi acaba?

Wagenknecht: Birincisi, Andreas Reckwitz gibi sosyologların çok iyi analiz ettiği gibi, burada kamuoyunun şekillenmesinde öncü rol oynayan güçlü ve büyüyen bir sosyal çevreyle karşı karşıyayız. Bu çevre medyada, siyasette ve kanaatlerin oluştuğu büyük şehirlerde baskındır. Bunlar büyük şirketlerin sahipleri değil. Bu farklı bir katman, güçlü bir etki üretiyor ve tüm siyasi partilerdeki oyuncuları şekillendiriyor. Burada, Berlin’de, tüm politikacılar—CDU, SPD—bu çevre içinde hareket ediyor ve bu da onlar üzerinde güçlü bir etki yaratıyor. Küçük insanlar, küçük kasaba ve köylerde yaşayanlar, üniversite mezunu olmayanlar, siyasete giderek daha az erişebiliyorlar. Eskiden partiler geniş tabanlı, gerçek halk partileriydi—kiliseler aracılığıyla CDU ve sendikalar aracılığıyla SPD. Şimdi bunların hepsi yok oldu. Partiler çok daha küçükler. Adayları daha dar bir tabandan, genellikle üniversite eğitimli orta sınıftan seçiliyor. Bu adayların deneyimleri genellikle konferans salonu, düşünce kuruluşu ve genel kurul odasıyla sınırlı. Profesyonel siyasi hayatın ötesindeki dünyayı hiç tecrübe etmeden milletvekili oluyorlar.

BSW ile birlikte elimizden geldiğince bu ortamı aşmaya çalışıyor ve başka alanlarda, toplumun diğer kesimlerinde çalışan yeni politikacılar kazanmaya çalışıyoruz. Ancak tabii eski halk partisi modeli de ortadan kalktı, zira bunun tabanı artık mevcut değil.

Meaney & Rahtz: Son olarak size kendi siyasi ve kişisel formasyonunuz hakkında sorular sorabilir miyiz? Dünya görüşünüz üzerinde en önemli etkilerin neler olduğunu düşünüyorsunuz? Deneyimsel ve düşünsel düzeylerde?

Wagenknecht: Hayatım boyunca çok okudum ve yeni bir yönde düşünmeye başladığım dönüm noktalarım oldu. Goethe’yi derinlemesine inceledim. Siyaset ve toplum hakkında, insanların bir arada varoluşu ve olası gelecekler hakkında düşünmeye başladığım zamanlar bu zamanlardı. Rosa Luxemburg benim için her zaman önemli bir figür oldu, özellikle de mektupları; onunla kendimi özdeşleştirebiliyordum. Thomas Mann, tabii ki beni derinden etkiledi. Gençliğimde yazar/ oyun yazarı Peter Hacks önemli bir entelektüel muhataptı. Marx’ın üzerimde büyük bir etkisi olmuştur ve kapitalist krizler ve mülkiyet ilişkileri üzerine yaptığı analizleri hala çok faydalı buluyorum. Tamamen kamulaştırma ya da merkezi planlamadan yana değilim, ancak özel mülkiyet ile devlet mülkiyeti arasındaki üçüncü seçenekleri-örneğin bir firmanın hissedarlar tarafından yağmalanmasını önleyen vakıflar ya da vekillikler-araştırmakla ilgileniyorum. Bunu Prosperity without Greed’de (Açgözlü Olmayan Zenginlik) tartışmıştım.

Bir başka biçimlendirici deneyim de düzenlediğimiz etkinliklerde insanlarla etkileşimde bulunmak oldu. Almanya’nın dört bir yanına gitmek, çok sayıda toplantı yapmak ve insanlarla konuşmak için her fırsatı değerlendirmek, onları neyin harekete geçirdiğini, nasıl düşündüklerini ve neden bu şekilde düşündüklerini anlamak için aldığımız bilinçli bir karardı. Zaten tanıdığınız insanları görebileceğiniz bir fanusun içinde kalmamak çok önemli. Bu benim siyasetimi şekillendirdi ve belki de beni biraz değiştirdi. Bir siyasetçi olarak her şeyi seçmenlerden daha iyi anladığınızı düşünmemeniz gerektiğine inanıyorum. İnsanların çıkarları ve bakış açıları arasında her zaman birebir olmasa da bir örtüşme vardır; ancak bunun üzerinde düşünürseniz insanların söyledikleri şeyleri neden söylediklerini anlayabilirsiniz.

Meaney & Rahtz: 1990’lardan bu yana siyasi yörüngenizi nasıl tanımlarsınız?

Wagenknecht: Otuz yıldır siyasetin içindeyim. PDS ve Die Linke’de önemli görevlerde bulundum. 2009’dan beri Federal Meclis üyesiyim ve 2015’ten 2019’a kadar Die Linke’nin parlamento grubunun eş başkanlığını yaptım. Siyasete ilk girdiğim zamanki hedeflerime sadık kaldığımı söyleyebilirim. Kârı değil insanı merkeze koyan farklı bir ekonomik sisteme ihtiyacımız var. Günümüzde yaşam koşulları aşağılayıcı olabiliyor; yaşlı insanların geçimlerini sağlamak için çöp kutularını karıştırıp depozitolu şişe araması alışılmadık bir durum değil. Bu tür şeylerle yüzleşmek ve altta yatan koşulları düzeltmek istiyorum. Çok sık seyahat ediyorum ve nereye gidersem gideyim, artık hiçbir parti tarafından temsil edilmediğini düşünen çok sayıda insan olduğunu hissediyorum. Devasa bir siyasi boşluk var. Bu da insanların öfkelenmesine yol açıyor ki, bu da demokrasi için hiç de iyi değil. Yeni bir şey inşa etmenin ve ciddi bir siyasi müdahalede bulunmanın zamanı geldi. Bir noktada kendime şunu söylemek zorunda kalmak istemiyorum: Bir şeyleri değiştirebileceğin bir fırsat penceresi vardı ve sen bunu yapmadın. Yeni partimizi, ülkemizi bölen ve geleceğini riske atan mevcut politikaları ve bu politikaların yanı sıra Berlin fanusunun beceriksizliği ve kibrini de aşmak için kuruyoruz.

Sahra Wagenknecht – Almanya’nın Hali (3)

Tahmini Okunma Süresi: 6 dakika

Kısa bir süre önce Sol Parti’den (Die Linke) ayrılan bir topluluğun öncülüğünde kurulan ve liderliğini yapan Sahra Wagenknecht’in adını taşıyan BSW, Avrupa Parlamentosu seçimlerinde çarpıcı bir başarıya imza attı. Özellikle doğu Almanya’da öne çıkan BSW, milliyetçi sağ AFD ve muhafazakar sağ CDU’ya karşı bir sol ihtimali canlı tuttu. New Left Review’in Sahra Wagenknecht ile seçimler öncesinde yaptığı bu kapsamlı mülakat, kimilerinin sol milliyetçi, kimilerinin de sol popülist olarak adlandırdığı BSW’nin politik perspektifine ışık tutması açısından son derece önemli. Dört bölümde yayınlayacağımız mülakatın orijinal tam metnine (“Condition of Germany”) New Left Review’in web sitesinden ulaşılabilir

Thomas Meaney & Joshua Rahtz: Bunca yıldan sonra neden Die Linke‘den ayrılmaya karar verdiğinizi açıklar mısınız?

Sahra Wagenknecht: Mesele Die Linke’nin kendisinin değişmiş olmasıydı. Artık Yeşiller’den daha yeşil olmak istiyor ve kendisine onları örnek alıyor. Kimlik siyaseti ağır basıyor ve sosyal meseleler bir kenara itilmiş durumda. Die Linke önceden oldukça başarılıydı. 2009’da yüzde 12 ile 5 milyonun üzerinde oy almıştı, ancak 2021’e gelindiğinde oyları yüzde 5 barajının altına düştü ve sadece 2,2 milyon oy alabildi. Tabiri caizse bu ‘elit söylemler’, metropol akademik çevrelerde popülerdir, ancak sola oy vere gelen sıradan insanlar bu söylemleri pek de tutmaz. Dolayısıyla onları uzaklaştırıyorsunuz. Die Linke eskiden Doğu Almanya’da güçlü bir tabana sahipti, ancak bu insanlar farklılıklar etrafındaki tartışmalarla, en azından bu tartışmaların yapıldığı şekliyle, baş edemiyorlar. Bu tartışmalar doğru düzgün emeklilik maaşları, ücretler ve elbette eşit haklar isteyen seçmenleri yabancılaştırıyor. Biz herkesin dilediği hayatı ve aşkı yaşayabilmesinden yanayız. Ancak, göçmen kökeniniz yoksa veya heteroseksüelseniz bir konu hakkında konuştuğunuzda özür dilemek zorunda olduğunuz abartılı bir kimlik siyaseti türü var. Die Linke bu tür bir söyleme kendini kaptırdı ve bunun sonucunda oy kaybetti. Seçmenlerinin bir kısmı oy vermeyenler kampına, bazıları da sağa kaydı.

Artık partide çoğunluğa sahip değildik, çünkü Die Linke’yi destekleyen kitle değişmişti. Partinin kurtarılamayacağı açıktı. Kendi kendimize şunu söyledik: ya partinin batışını izlemeye devam edeceğiz ya da bir şeyler yapmamız gerekecek. Memnun olmayanların gidebilecekleri bir yer olması önemli. Pek çok insan “artık kime oy vereceğimizi bilmiyoruz, AFD’ye oy vermek istemiyoruz ama oy verebileceğimiz başka bir parti de yok” diyordu. Haydi bir şeyler yapalım ve yeni bir parti kuralım dememizin motivasyonu buydu. Hepimiz soldan gelmiyoruz; tabiri caizse sol bir uyanıştan biraz daha fazlasıyız. Diğer gelenekleri de bir ölçüde bünyemize kattık. Bunu kitabım Die Selbstgerechten’de (Kendini Beğenmişler) ‘muhafazakar-sol’ olarak tanımladım.[1] Başka bir deyişle: sosyal ve politik olarak solda yer alıyoruz, ancak sosyo-kültürel açıdan insanlar neredeyse onlarla orada buluşmak istiyoruz. Onlara reddettikleri şeyler hakkında ahkam kesmek derdinde değiliz.

Meaney & Rahtz: 2018’de başlattığınız Aufstehen (Ayağa Kalk) hareketinin deneyimlerinden olumlu ve olumsuz ne gibi dersler çıkardınız?

Wagenknecht:Aufstehen kurulduğunda 170.000’den fazla kişinin ilgisiyle çok büyük bir karşılık buldu. Beklentiler çok büyüktü. O zamanki en büyük hatam, buna gerektiği gibi hazırlanmamış olmamdı. Bir kere başladığımızda yapılanmaların oluşacağı yanılsaması içindeydim; çok sayıda insan olduğumuzda her şey işlemeye başlayacaktı. Ancak çok geçmeden, bir hareketin eyaletlerde, şehirlerde, belediyelerde işlemesi için gereken yapılanmaların bir gecede kurulamayacağı anlaşıldı. Bu zaman ve çaba gerektiriyor. Bu, BSW’nin gelişimi için önemli bir ders oldu: tek bir kişi bir parti kuramaz, iyi örgütçülere, tecrübeli insanlara ve güvenilir bir ekibe ihtiyaç var.

Wagenknecht’in röportajda bahsi geçen “Kendini Beğenmişler” adlı kitabı

Meaney & Rahtz: BSW göz dolduran bir parlamenter grubu tarafından kuruldu. Arkadaşlarınızın uzmanlıkları ve özel uğraş alanları nelerdir?

Wagenknecht: Federal Meclis’teki BSW grubu güçlü bir kadroya sahip. Başkan yardımcısı Klaus Ernst, IG-Metall’den deneyimli bir sendikacı, WASG’nin (Wahlalternative Arbeit und soziale Gerechtigkeit) ve daha sonra Die Linke’nin kurucularından ve başkanlarından biri. Alexander Ulrich de bir başka sendikacı ve aynı zamanda deneyimli bir parti politikacısı. Die Linke’nin parlamento grubuna başkanlık eden Amira Mohamed Ali, aktif siyasete atılmadan önce büyük bir firmada avukat olarak çalışıyordu. Sevim Dağdelen, Almanya ve dünya çapında geniş bir ilişki ağına sahip deneyimli bir dış politika uzmanı. Christian Leye, Jessica Tatti, Żaklin Nastić, Ali Al Dailami ve Andrej Hunko diğer BSW parlamenterleri. Federal Meclis dışında da önemli isimler var.

Meaney & Rahtz: BSW’nin programı nedir?

Wagenknecht: Kurucu metnimizin dört temel ilkesi var. Bunlardan ilki ekonomik sağduyu politikasıdır. Bu biraz muğlak bir ifade gibi görünse de, Almanya’daki güncel durumu, yani endüstriyel ekonomimizin hükümet politikalarıyla yok edilmesi durumunu ele alıyor. Ve eğer endüstri yok olursa, bu çalışanlar ve refah devleti için de kötü olur. Dolayısıyla akılcı bir enerji politikası, akılcı bir endüstri politikası diyoruz; önceliğimiz budur.

Meaney & Rahtz: Bu, 1970’lerde Tony Benn etrafındaki İngiliz solunun geliştirdiği gibi emek temelli alternatif bir ekonomik strateji anlamına mı geliyor, yoksa geleneksel bir ulusal-endüstriyel politika olarak mı düşünülüyor?

Wagenknecht: Almanya’da, 1970’li ve 80’li yılların, özellikle madenciler grevi dönemi Britanya’sının işçi sınıfı kimliği bilincine denk bir bilinç hiçbir zaman olmadı; hoş, şimdi bu bilinç artık Britanya’da da kayboldu. Federal Cumhuriyet daha ziyade bir orta sınıf toplumu oldu hep ve işçiler kendilerini orta sınıfın bir parçası olarak görme eğilimindeydi. Almanya’da belirleyici olan Mittelstand, yani kendilerini büyük şirketlere karşı konumlandırabilen küçük firmaların oluşturduğu güçlü bloktur. Bu karşıtlık, sermaye ve emek arasındaki karşıtlık kadar önemlidir. Almanya’da bunu ciddiye almak zorundasınız. İnsanlara sadece sınıf temelinde hitap ederseniz, bir yanıt alamazsınız. Ancak, onlara, sahipleri tarafından yönetilen şirketler de dahil olmak üzere, ki bunlar kârları hissedarlara ve üst düzey yöneticilere aktarılan, işçilere neredeyse hiçbir şey verilmeyen dev şirketlerden farklıdır, toplumun zenginlik yaratan kesiminin bir parçası olarak hitap ederseniz bu durumda hitap muhatabını yakalar. Bu durumda insanlar ne söylediğinizi anlayabiliyor, kendilerini bununla özdeşleştirebiliyor ve kendilerini savunmak için bu temelde harekete geçebiliyorlar. Benzer bir karşıtlığı küçük firmalar içinde göremezsiniz, zira genellikle kendileri de sıkıntı içinde. Büyük oyuncular tarafından kendilerine düşük fiyatlar dikte edildiği için ücretleri yükseltecek hareket alanlarına sahip değiller. Ancak Almanya’nın bu açıdan Fransa, İngiltere veya diğer ülkelere kıyasla biraz farklı olduğunu biliyorum. Bu nedenle, sağduyulu bir enerji politikası ve sanayi politikası Mittelstand’ın ihtiyaçlarını dikkate alarak başlamalıdır; bu, şirket sahiplerinin ve ailelerin şirketlerini bir finansal yatırımcıya satmak yerine ellerinde tutmalarını teşvik edecek bir şekilde olmalıdır.

Meaney & Rahtz: Bu, son yirmi yıldaki hükümet politikasının örtük temelinden bir farklılığa işaret ediyor; Mittelstand hakkındaki tüm parlak konuşmalara rağmen Merkel’inki açıkça büyük şirketlere ve bir parça çevrecilikle birlikte yine de büyük şehirlere dönük bir stratejiydi. Aynı şey elbette FDP ve pratikte Yeşiller için de geçerli. Bu durumda sizin için en önemli sınır finansal sermaye ile bölgesel ya da orta ölçekli sermaye arasındaki fark ile mi tanımlı?

Wagenknecht: Evet, ama dediğim gibi bunu idealize etmek de istemiyorum. Kesinlikle her seviyede sömürü var. Ancak yine de, örneğin Amazon ya da bazı DAX* şirketleriyle karşılaştırıldığında arada bir fark var. Örneğin bugün, ekonomi küçülürken dahi DAX şirketleri her zamankinden daha fazla temettü dağıtıyor. Bazı durumlarda şirketler yıllık kârlarının tamamını, hatta daha fazlasını dağıtıyor. Almanya’nın yatırım oranı yıllardır çok düşük, çünkü küresel finans gruplarının baskısı nedeniyle çok fazla kâr payı ödeniyor. Mittelstand şirketleri ise oransal olarak çok daha fazla yatırım yapıyor.

Meaney & Rahtz: BSW’nin programındaki diğer ilkeler nelerdir?

Wagenknecht: İkinci ilke sosyal adalettir. Bu bizim için kesinlikle merkezi bir öneme sahip. Ekonominin iyi gittiği zamanlarda dahi, artan yoksulluk ve sosyal eşitsizlikle iç içe geçmiş ve gittikçe büyüyen bir düşük ücretliler kesimimiz vardı. Güçlü bir refah devleti hayati önem taşıyor. Alman sağlık hizmetleri muazzam bir baskı altında. Bir uzman doktora görünmek için bile aylarca bekleyebiliyorsunuz. Hemşire ve bakım personeli korkunç derecede fazla çalıştırılıyor ve düşük ücret alıyor—2021’deki grevlerini güçlü bir şekilde destekledik. Okul sistemi de başarısız. Daha önce de söylediğim gibi, Realschule veya Hauptschule’den* ayrılan gençlerin önemli bir kısmı çırak veya stajyer olarak işe alınabilecek temel bilgilere sahip değil. Almanya’nın altyapısı da giderek bakımsızlıktan harap hale geliyor. Onarılmayan ve bir noktada yıkılmak zorunda kalacak olan yaklaşık üç bin harap köprü var. Demiryolu hizmeti veren Deutsche Bahn asla dakik çalışmıyor. Kamu idaresinin ekipmanları eski. Anaakım politikacılar tüm bunların farkında ama hiçbir şey yapmıyorlar.

Üçüncü ilke ise barıştır. Alman dış politikasının askerileşmesine ve çatışmaların savaşa doğru tırmanmasına karşıyız. Hedefimiz, uzun vadede Rusya’yı da içermesi gereken yeni bir Avrupa güvenlik düzenidir. Nükleer bir güç olan Rusya ile çatışma masadan kalkmadıkça Avrupa’da barış ve güvenlik istikrarlı ve kalıcı bir şekilde garanti altına alınamaz. Ayrıca Avrupa’nın, ABD ve Çin arasındaki herhangi bir çatışmaya çekilmekten kaçınması, çeşitli ticaret ve enerji ortaklıkları aracılığıyla kendi çıkarlarını takip etmesi gerektiğini savunuyoruz. Ukrayna konusunda ise ateşkes ve barış müzakereleri çağrısında bulunuyoruz. Savaş, ABD ve Rusya arasında kanlı bir vekalet çatışmasıdır. Bugüne kadar Batı tarafından müzakere yoluyla sona erdirilmesi için ciddi bir çaba sarf edilmemiştir. Var olan fırsatlar da heba edilmiştir. Sonuç olarak Ukrayna’nın müzakere pozisyonu önemli ölçüde zayıfladı. Bu savaş nasıl sona ererse ersin, geride Avrupa’nın ortasında yaralı, yoksullaşmış ve nüfusu azalmış bir ülke bırakacak. Ama en azından mevcut insani acılar sona ermiş olacak.

Meaney & Rahtz: Peki ya dördüncü ilke?

Wagenknecht: Dördüncü ilke ifade özgürlüğüdür. Müsaade edilen görüşlerin gittikçe daralan sınırları içinde kalmamız doğrultusunda sürekli artan bir baskı var burada. Gazze hakkında konuştuk ama mesele bunun çok ötesinde. İçişleri Bakanı Nancy Faeser, daha geçenlerde hükümetle alay etmeyi suç haline getirecek bir ‘Demokrasiyi Teşvik’ yasa tasarısı sundu. Tabii ki, biz bu tasarıya demokratik gerekçelerle karşı çıkıyoruz. Federal Cumhuriyet’in sürekli kendini yenileyen çirkin bir geleneği var. ‘Aşırı solcuların’ kamu sektöründeki işlerden men edilmeye çalışıldığı 1970’li yıllardaki baskılara kadar geri gitmeye gerek yok. Pandemi sırasında hemen ideolojik baskıya başvurulmuştu ve şimdi Ukrayna ve Gazze’de bu baskıya daha da fazla başvuruluyor. Evet, işte bunlar dört ana ilke. Genel hedefimiz yeni bir siyasi başlangıca ön ayak olmak ve hoşnutsuzluğun son yıllarda olduğu gibi sağa kaymaya devam etmesini engellemektir.


[1] Sahra Wagenknecht, Die Selbstgerechten. Mein Gegenprogrammfür Gemeinsinn und Zusammenhalt [The Self-Righteous: My Counter-Programme—for Community Spirit and Cohesion], Frankfurt 2021.

* Çevirmen Notu: DAX (Deutscher Aktienindex), Almanya’nın en önemli hisse senedi endeksidir. En büyük otuz şirketi içerir.

* Çevirmen Notu: Realschule, Almanya’nın ortaöğretim sisteminde yer alan bir okul türüdür. Almanya’da eğitim sistemi genellikle üç farklı ortaöğretim okul türüne ayrılır: Hauptschule, Realschule ve Gymnasium. Realschule, bu sistemin ortasında yer alır ve genellikle daha fazla akademik eğilimli olan Gymnasium ve daha pratik becerilere odaklanan Hauptschule arasında bir yerde konumlanmıştır. Hauptschule, Almanya’nın ortaöğretim sisteminde yer alan bir başka okul türüdür. Almanya’da, ilköğretimin ardından öğrenciler genellikle Hauptschule, Realschule veya Gymnasium gibi farklı ortaöğretim okullarına yönlendirilirler. Hauptschule, bu okullar arasında en temel eğitim veren ve genellikle pratik ve mesleki eğitime daha fazla odaklanan okul türüdür.

1980 Öncesi Sol Siyasallaşma ve Aşık Şiiri

Tahmini Okunma Süresi: 7 dakika

Federico Garcia Lorca’nın ölümü üzerine yazılan ve ona en çok yakıştırılan öykülerden birinde Lorca’nın cesedinin 6 çingene kadının omuzlarında mağribilerin ve çingenelerin yaşadığı Alhacaba tepesine götürülerek bilinmeyen bir yere yalnızlığı anlatan ‘solea’ denilen şarkılar eşliğinde gömüldüğü anlatılır. Gerçekten Lorca’ya en yakışan tören budur belki de.

İspanya iç savaşının başlarında faşistler tarafından 38 yaşında katledilen halkın ozanına İspanya halkının saygı duruşudur bu öykü.

Belli ki o eşsiz dizeleriyle halkına dokunabilmiştir. Ekmeği özgürlük ve onurla birleştirmiştir. İnsanların sadece maddi çıkarlarına hitap etmekle kalmamış aynı zamanda insanlık duygularına da hitap eden bir sözü inşa etmiştir. Zaten etkili bir sol siyaset de böyle olmak zorunda değil midir?

Bu yazımda ben de Türkiye üzerinden birşeyler anlatmaya çalışacağım. Belki de uzun zamandır gördüğüm bir boşluğu. Beni de değiştirip dönüştüren şeyi anlatmaya çalışacağım; Türkiyede halk şiirinin siyasallaşması ve 80 öncesi taşrada sol siyasallaşmada aşık şiirinin rolünü.

Halk Şiirinin Siyasallaşması

Şu milleti güruh güruh gezelim

Mazlumları bir katara dizelim

Zalimlerin sarayını bozalım

Yıkalım bakalım nice olursa olsun

Pir Sultan Abdal

Geleneksel aşık şiirinde karşımıza çıkan taşlamalar aslında kurulu düzene eleştiriden başka birşey değil. Çürümüş düzenden, yoksulluktan, ‘elinde kamçısı yoksulu ezen’ devlet adamından bahsedilir. Göçebe aşiretlerin yada yoksul köylünün Osmanlıyla çatışmalarının başlamasıyla taşlamalar da politikleşmeye başlar. Kurulu düzenin karşısına ise çözüm olarak alternatifler konur. Pir Sultan ‘şaha gidelim’de bulur çözümü, Dadaloğlu ise varolan göçebe düzenin devamını ister. Serdari ve Ruhsati örneğinde halkın günlük yaşamı daha fazla görünür olmaya başlar :

Efendim nazar kıl arzuhalime

Açlıktan madde ile bir diyeceğim yok

İane buyurmuş devletli beyim

Akşamdan sabaha yiyeceğim yok

Ruhsati

Yıl 1880ler. Büyük bir kıtlık var. Rençber Çolak Hacı Serdari kimliğiyle durumu anlatmaya çalışır :

Zenginin sözüne beli diyorlar

Fukara söylese deli diyorlar

Zamane şeyhine veli diyorlar

Gittikçe çoğalır delimiz bizim.

Kıtlık destanında da dönemin sınıfsal çelişkilerine değinir Serdari.

Selçuklu’dan itibaren bu topraklar sınıf savaşını birçok defa görmüş. Engels’in de Alman Köylüler Savaşında söylediği gibi bizde de bu savaşım kimi zaman dinsel ve mezhepsel çatışmalar görünümlü olmuş.

Bu çok önemli ve farklı bir tartışmanın konusu tabi. Ayrıca uzun uzadıya yazmak lazım.

Aşık şiiri bu sınıfsal çatışmaları ele alıp günümüze kadar ulaşmasına aracı olmuş :

Şalvarı şaltak Osmanlı

Eğeri kaltak Osmanlı

Ekende yok biçende yok

Yemede ortak Osmanlı

Cumhuriyet Döneminde Aşık Şiiri

Cumhuriyetle beraber ise artık yeni bir devlet kurulmuştur. Devlet ağa ve eşrafla beraber halka da ulaşmak istemiş kültürel hegemonya inşasında âşıklara önem vermiştir. Bu dönem bir nevi ateşkes dönemidir aslında. Eleştiri yerini yeni Cumhuriyeti anlatmaya ve onu övmeye bırakır. Halkevlerinde ve Köy Enstitülerinde aşıklara görev verilir. Bu dönem ilk akla gelen Aşık Veyseldir tabiki. Aşık şiiri uzlaşmacıdır bu dönem. Cumhuriyeti kuranlar vatanı kurtarmıştır, artık taşlama yada yergiye pek yer yoktur. Halk Şairleri Bayramları düzenlenir Halk Şairlerini Koruma Dernekleri açılır. Yeni devletin ve rejimin halka benimsetilmesinde önemli bir yeri vardır artık halk şiirinin.

1960’lara doğru geldiğimizde ise muhalif ve protest tavır giderek belirginleşmeye başlar halk şairlerinde.

Türkiye İşçi Partisi ve Âşıklar Derneği

“Bu dönem TİP’in kuruluş yıllarına rastlıyordu. TİP yöneticileriyle ilişki kurduk. Bize yalnız onlar sahip çıkıyordu. Başka kimseyi tanımıyorduk, bizimle ilgilenen yoktu. Bir  şıklar Derneği kurmamız gerekti. Nedeni şu idi. Türkiye’de halk ozanları sürekli ezilmişlik, yoksulluk içinde yaşamışlardı. Bu durumdan tamamen olmasa da kurtulmaları gerekti. Örgütlenmeleri gerekiyordu. Biz bu gerekeni yaptık.  şıklar Derneğini kurduk. Sesimizi duyurmaya, çeşitli yerlerde konserler vermeye çalıştık. Bu çabalarımızda başarılı da olduk. Dost Fikret Oytam’ın ve Gazeteciler Sendikası’nın desteği ile konserler verdik. Zamanın Turizm Bakanı Nurettin Ardıçoğlu’na çıktık, yardım istedik. O zaman TRT doğrudan Turizm Bakanlığına bağlı idi. Radyo’dan Nurettin Ardıçoğlu’nun direktifi üzerine  şık İhsanî’ye Kul Ahmed’e ve bana söyleme izni verildi.”

Aşık Mahsuni Şerif o dönemi böyle anlatıyor. 60’lar ülkede halk hareketleri ve devrimci mücadelenin yükseldiği dönemler. Bir taraftan da köyden kente göçün hızlandığı zamanlar. Mahsuni Şerif ve Aşık İhsani bu süreçte politikleşen aşık geleneğinin iki büyük temsilcisi. Aşıklar Derneğiyle beraber geleneksel icra mekanlarından çıkıp (köy kahvesi köy odası vs) miting meydanlarında konferanslarda daha kalabalık kitlelerin karşısına çıkıyorlar. Büyüyen mücadele onları da etkiliyor. Toplum politikleştikçe onlar da politikleşiyor, onlar politikleştikçe dinleyicileri de politikleşiyor. Türküleri propaganda aracına dönüşüyor. İletişim araçlarının oldukça kısıtlı olduğu bu dönemlerde Anadoluda birçok yerde konserler veriyor, taşranın halini türkülerinde işliyorlar :

Mahzuni bu dertler derin

Aferin bey’ler aferin

Vay haline vay köylerin

Öldürecek zam fakiri

..

Bizim köyün kel ağası bir sabah,

Çökmeye başladı, çöktü ha çöktü,

Boğazından aldığını, burnundan

Dökmeye başladı, döktü ha döktü

..

Vermezken fakire izbeyi, ini

Ta yerin dibinde buldu kendini,

Topraksız yaşayan sular bendini

Yıkmaya başladı, yıktı ha, yıktı.

İhsani

Aslında halk şiirinde politikleşmenin kıvılcımı 40’larda başlar. Bu dönem Chp’yi eleştirenler vardır. Aşık Ali İzzet Özkan Halk Partisini eleştirirken Demokrat Parti’nin kurulmasıyla bu partinin yanında yer alır. O dönem sosyalist siyasetçilerin de kuruluşunda Demokrat Parti’ye destek verdiğini biliyoruz. Fakat daha sonra Demokrat Partide de umduğunu bulamaz bu aşıklar ve onu eleştirmeye başlar :

Kral öldü put kırıldı

Halas olduk cehaletten

Zulmun sarayı yıkıldı

Kurtulduk biz esaretten

diyerek DP’nin zaferini kutlayan Aşık Ali İzzet daha sonra :

Bunların mevki kazanmak fikri

Düşünen kim bizim gibi fakiri

Has kumaşık dedi bize her biri

Kendir çıktı keten çıktı çul çıktı

diyerek DP’ye sitem eder.

Aşık Ali İzzet daha sonra Tip’e katılır ve  Âşıklar Derneği bünyesinde birçok yerde konserler verir.

Bu aşıklar geleneği yaşatıp halkın sıradan yaşantısını şiirlerinde anlatırken tıpkı Pir Sultan ve Dadaloğlunda olduğu gibi alternatifi de sunarlar :

İşimiz bu heheytbe

Sosyalizmi örüyoruz

Kırmızı bir bayrak gibi

Maviliğe yürüyoruz.

İhsani

Sınıf mücadelesinin keskinleşmesi aşıkların kalemini de kesinleştirir. Cumhuriyetle beraber aşık şiirinde önemli bir yer tutan Aşık Veysel yükselen muhalif dalganın içinde yer almaz. O dönemlerde Veyselin tavrı eleştirilir :

Çok dokundu mızrap ile tellere

Bozuk perdeleri görmedi Veysel

Ağıt yaktı bülbül ile güllere

Dikene elini sürmedi Veysel

 

Der Zamanî Veysel büyük ozandı

Halkın değil kendi kendin yazardı

Sözü hançer iken kaçıp saklandı

Zalimin başına vurmadı Veysel

Aşık Zamani

Hasan İzzettin Dinamo da Aşık Veyseli yoksul Anadolu halkının sözcüsü olmaktan çıkıp Ankara bürokrasisinin eğlencesi olmakla suçlar hatta.

Âşıklar o dönemin mücadelesi içinde hemen her konuya eğiliyorlar. Halkın günlük yaşamı zamlar, ağalık düzeni, emperyalizm ve direnen 68 kuşağının yiğitliğini anlatırlar halka

Doğudan batiya bir ses yükselir

Yiğitler, yiğitler bizim yigitler

Gavur daglarindan Dadallar gelir

Yigitler, yigitler bizim yigitler

Mahsuni Şerif

Belirtmek gerekir ki bu aşıkların sıradan halkta bu denli karşılık bulması tıpkı kendileri gibi yaşamalarından geliyor. Köy kahvesinden çıkıp meydanlara çıkıyor ve köylünün ahvalini tüm ülkeye anlatıyor ve hesap soruyordu bu insanlar. Üstelik bunlar uğruna hapse atılıyor işkence görüyorlardı. Halkın kolektif belleğindeki kahramanlık şiirleri ve hikayeleri onların dizelerinde 20.yyda hayat buluyordu.

Benim çevremde ve genel olarak taşrada 80 öncesi dönemin atmosferi içinde gelişen siyasallaşmada bu aşıklarımızın belirleyici bir tarafı vardı. Öteki faktörler bir yana, diyebiliriz ki kitap okuyup teori öğrenerek politikleşmedi bu insanlar.

Onlar bu aşıklar sayesinde öğrendi solun ne olduğunu, ülkede olup biteni. Düzeni onların dizeleri sayesinde çözdüler. Bu düzene karşı kimlerin nasıl mücadele ettiğini öğrendiler. Sol hareketin kitleselleşmesi ve onca kara propagandaya rağmen taşrada halkta karşılık bulmasında önemli bir etken oldu aşık şiiri. Üstelik bir ayağı halkın tarihinin içindeydi. Âşıklar hem öğretmen hem de ulaktı adeta.

Devrimci müziği tartışırken tabi ki bunun öncülü sayılabilecek Ruhi Su’yu unutmamak gerek. Klasik batı müziğini halk türküleri ile birleştirir Ruhi Su. Uçsuz bucaksız bozkırın ufkunu genişletir.

O dönemler popüler olan rock müzik ile halk müziğini birleştiren isimler de kendine karşılık bulur taşrada. Cem Karaca Edip Akbayram Selda Bağcan vd. Bu isimler sosyalist şairlerin şiirlerini besteleyerek halka ulaştırır. Nazım Hikmet Novodeviçi mezarlığından taşraya misafir olur birden. Ahmed Arif ve daha niceleri.

Âşıklar şairler devrimciler işçiler köylüler aynı yer sofrasına oturur ve ‘biz’ olurlar. Acıda mutlukta sözde ve eylemde bir olurlar. Artık bu koca tarihi belleklerden silmek kolay değildir.

Şahsenem’in ahlarında

İşkence tezgâhlarında

Mayıs’ın sabahlarında

İdamlara gel eyledik.

Şahsenem Bacı

Gün geldiğinde zalimin zulmü çıkar gelir tarihteki gibi. Yiğitler geri adım atmaz, direnir, ölüme gülerek gider. Bu cüretkarlık bu gözü karalık halkın hafızasına mıh gibi çakılır. Burda yine aşıklar halkın yüreği sesi olur :

Mutluluk okuyan ozan da sensin

kader çizgisini bozan da sensin

koç yiğide idam yazan da sensin

kalem seni parça parça kırarım.

Aşık Gülabi

Gezip dolaştığım yerlerde muhabbet ettiğim insanların bu  aşıkları kimliğinin bir göstergesi olarak kullandığını söyleyebilirim. Sıradan bir köylü bile “Biz evvelden beri solcuyuz” diye söze başlarken devamında sevdiği aşıklardan şiirler okur kendini ispat etmek istercesine. Türkülerde dinlediği öğrendiği toplumsal durumlar politik bakışında etkilidir. Düzenin ve kurumların karakterine dair burdan çıkarım yapar :

aç kolumdan kelepçeyi, zinciri,

kanunsuz tüzüğe uyanlara vur.

devlet kasasından alır hıncını,

halkın haznesini soyanlara vur.

halkın haznesini polis, soyanlara vur.

Şahsenem Bacı

diye başlayarak bir şiir okumaya başlar mesela. O dönem köyden kente göç hızlansa da yine de bir hayli köylü nüfus vardır. Zaten şehre gidip gecekonduda yaşayan da kendini hala köylüden sayar.  Aşıkların türkülerinde köylüler ve onların sorunları bir hayli yer tutar zaten :

Tarlanın taşı çokmuş bu senede böyle oldu

Kara saban çatlatmış bu senede böyle oldu

Tarla sürülemedi ekin derilemedi.

Mahsuni Şerif

Köylülerin zihinlerinde yine de en çok yer kaplayan şey anti emperyalist ve antifaşist mücadelede canını verenlerdir.  Aşıkların ağıtları, kara saban, öküz, ekmek ve yeni bir ülke için canını yere serenleri Mehmet emminin yüreğine kazır. Sonra birgün evladı olur Mehmet emminin ve adını gururla Deniz kor.

Bugünün müziğine dair yazacak çok şey var. Bugün sol harekete dair de yazabilecek çok şey var. Yıllardır tartışılır bunlar zaten. Ama bu tartışmalarda görebildiğim kadar eksik olan yada yeterince anlatılmayan bişey var. Bugün yükselen aşırı sağ halkın duygularına, onları manipüle edip geri yanlarını ortaya çıkarmak için olsa bile hitap edebiliyor. Sokak röportajında vatandaş Erdoğanı neden desteklediğini anlatamıyor çünkü sadece manipüle edilmiş duygularıyla bakıyor herşeye mesela.

“Artık eskisi gibi ozanlarımız da kalmadı ki be Murat, derdimizi herkese anlatsın, perişanlığımızı, garipliğimizi..” demişti bir ağbi çoban ateşinde çay demlerken. “Siyasetçiler var, derdimizi anlatıp şov yapıyor, koltuğunu sağlama alıyor, sol varsa biz niye görmüyoruz, olsa türküleri olur” diyerek sitem etmişti kendine has güzel diliyle. Zaten bu muhabbet yazıma vesile oldu. Sol kendi tarihsel haklılığına fazla anlamlar yüklüyor ama bunun kitlelerde yeterince karşılığı olmuyor. Bugün onlara inecek, onlardan öğrenip onlara öğretecek araçları yok. Devasa kitle iletişim araçları egemenlerin elinde ve hiçbir zaman solun eline geçmeyecek. Halk aşıklarını bu yüzden anlatmak istedim. Bugün ülke nufusunun büyük çoğunluğu şehirlerde tabiki, durum 80 öncesi gibi değil. Ama kentlilerin geçmişten kalma hafızaları var. Bu ülkenin hafızasının da diriltilmesi gerekiyor aksi halde kendi halinde çoluk çocuğu kendi gibi yaşayanlara düşman edenler deyim yerindeyse köpeksiz köyde değneksiz geziyorlar. Umuyorum kendimizi avutacağımız bir nostalji olarak kalmaz o güzel mücadeleler.

Kul Hasanım halka danışmadıkça

Gerçekleri tek tek konuşmadıkça

Örgütsel eyleme dönüşmedikçe

Sömürünün çarkı kırılmaz ki

Aşık Kul Hasan


Not : Yazıda verilen bilgilerin önemli kısmında değerli İlhan Başgözün eserlerinden yararlandım. Folklor Yazıları ve Aşık Ali İzzet Özkan kitapları bu tarihi merak edenler için çok değerli kaynaklar.

Sembollerle Okunan Tarih

Tahmini Okunma Süresi: 5 dakika

Kimin tarihi yazılmalıdır? Kimin sembolleriyle okunmalıdır tarih? Kimdir onlar? Onlar Ahi Evran’dır, Moğollara karşı direnenlerdir. Onlar Şeyh Bedreddin’dir, Torlak Kemal’dir, Börklüce’dir. Onlar Celalilerdir, Köroğullarıdır. Onlar adaletsizlik yapan devleti kabul etmezler. Onlar Anadolu’nun her yerinde diğerleriyle bin yıl birlikte yaşamayı başarmış insanlardır. İşte bir tarih yazılacaksa Anadolu’yu yurdumuz yapan, kirlenir diye akarsuyuna girip yıkanmaktan çekinenlerin tarihi yazılmalıdır. Oduna gittiğinde ağaçlar baltayı görüp üzülmesinler diye baltanın üstünü bezle saranların tarihi yazılmalıdır. Onlar Horasanda mayalanmış, Anadolu’da kök salmış olanlardır. Onlar Çanakkale’de, Galiçya’da, Yemen’de can verenlerdir.

2 Temmuz 2024 tarihinde Almanya’da Avrupa Futbol Şampiyonası grup aşamasından sonra, Avusturya ile karşılaşan Türkiye, maçı 2-1 kazanıp çeyrek finale çıktı. Maçın bitişinden itibaren acayip bir tartışma başladı. Bu tartışmanın fitilini ateşleyen ise iki golü de atan Merih Demiral’ın yapmış olduğu “Bozkurt işareti” oluyordu. Gerçekten çok tuhaf bir tartışma yürütüldü. Maçın hemen ardından Almanya İçişleri Bakanı Nancy Faeser, sosyal medya platformu X üzerinden yaptığı açıklamada, “Aşırı sağcı Türklerin sembollerinin stadyumlarımızda yeri yoktur. Avrupa Futbol Şampiyonası’nın ırkçılık platformu olarak kullanılması kesinlikle kabul edilemez. UEFA’nın konuyu araştırıp yaptırımları değerlendirmesini bekliyoruz.” diyordu. (Dünyaya “aşırı sağ” denilen illetin ağababasını bulaştıran Almanların, hele ki şu anda süren Gazze soykırımına destek verirken böyle bir açıklama yapmasının trajikomik bir durum olması ayrı bir tartışma konusu!)

Bunun üzerine tartışmanın fitili ateşleniyordu. Merih Demiral, spor sahalarında kullanılması yasak olan siyasi bir simgeyi kullanmıştı fakat ceza almaması için bu işarete bütün bir siyaset ve devlet ricali sahip çıkıyordu. Televizyon programlarında “Hulki Cevizoğlu ve Nedim Şener” gibi isimler bu işareti yapıyorlardı. İşaretin Türklüğün simgesi olduğu iddia edilmeye başlanmıştı

1991 yılına kadar Türkiye efkârı umumiyesinde bilinmeyen bu işaret, ilk defa o yıl Azerbaycan’ı ziyaret eden Alparslan Türkeş tarafından kullanılınca bizim kamuoyuna dâhil oluyordu. Bu konuda da birkaç söylenti var. Bu rivayetlerden biri Azeri akademisyen ve politikacı Hanım Halilova’nın bu işareti, Türkeş’e öğrettiğini ve onun Bakü ziyareti sırasında meydanda kullandığıydı. Bir diğer iddia ise bu işareti o günlerde Azerbaycan Devlet Başkanı Ebulfeyz Elçibey’in yaptığını ve işareti ondan öğrenen Türkeş’in meydandaki kalabalığa aynı işareti yaptığı şeklindeydi. Sonuç itibariyle 1991 yılına kadar ülkemizde bilinmeyen ve kullanılmayan bu işaret MHP’nin Genel Başkanı tarafından hayatımıza sokuluyordu. Evet, Cumhuriyet’in kuruluşundan ve hatta daha öncesinden itibaren etkili olan Türkçülük fikir akımında Türklüğün kaynağı olarak görülen Ergenekon destanı ve Türkleri Ergenekon’dan çıkaran Bozkurt Efsanesi bir mit olarak kabul ediliyordu ama böyle bir hareket ondan önce memlekette bilinmiyordu. Yani bu işaret bir siyasi partinin sembolü olarak hayatımıza girmişti.

Tabi iş bu işaretin yapılması ile bir ceza konusu olarak hayatımıza girince sosyal ve görsel medyamızın “üstün” gayretleriyle, işaretin Türklüğün işareti olduğu ve hatta Atatürk’ün dahi bu sembolü kullandığına kadar “manyakça” bir tartışmanın içine yuvarlandık.

Koca koca insanlar, Almanların ve Avusturya’nın formalarında kartal, Fransa’da horoz ve Hollanda’da aslan işareti olduğunu ve bozkurdun da bizim milli bir işaretimiz olduğunu ispat etmeye çalışıyorlardı. Hiç kimse dönüp demedi ki kardeşim bizim formamızın sembolü Ayyıldız’dır, bu işaret de nereden çıktı?

Tabi hal böyle olunca bütün bir ülkenin sevinmesi gereken bir spor müsabakası galibiyetinde dahi herkes içine sinerek sevinemedi,  hatta iş o hale geldi ki, Hollanda maçında Türkiye yenilip elenince buna sevinerek sosyal medyada tepkisini ortaya koyanlar oldu. İş tabi bir spor müsabakası olmaktan çıkıp, bir vatan hainliği, vatanseverlik tartışmasına dönüştü.

ULUS OLABİLMEK

Aslında bu tartışma bile bizim neden bir ulus haline dönüşemediğimiz konusunda çok önemli ipuçları veriyor. Cumhuriyetin kurulduğu dönemde dünyadaki siyasi fikirler iki ana akım etrafında şekilleniyordu. Birisi Fransız devriminden etkilenerek ulus devlet fikrini bir ırk miti etrafında birleştirmek, ki bu süreç içerisinde İtalya ve Almanya gibi ülkeler faşizme doğru yelken açarken Avrupa’da hatırı sayılır bir ülkede antisemitizm yükseliyordu. Diğeri ise Ekim Devrimi’nin etkisiyle sınıfsal bir siyaset yürüterek, proletarya diktatörlüğü olarak tabir edilen sosyalist fikirlerdi. Kurtuluş savaşı sırasında Sovyetler Birliği’nin Ankara Hükümetine verdiği destek onlar için iki açıdan çok önemliydi.  Birincisi, Türkiye’nin batıya teslim olmaması, o sırada “Beyaz Ordu”ya karşı büyük mücadele veren Sovyet hükümetine yönelecek yeni bir cephe açılmasının önünü kapatıyordu. Bir diğeri ise Ankara’nın emperyalist ülkelerle savaşması kendi ideolojileri açısından son derece önemliydi ve en azından Ankara’nın dostluğunu kazanmak istiyorlardı. Ankara ise stratejik olarak Sovyetlerle işbirliği yaparken özellikle Bakü Kongresi sonrası onlardan gelen para ve silah katkısı ile Batı Cephesinde Yunanlılara karşı elini güçlendiriyor ve aynı zamanda doğuda bir cephe açılmasının önünü kapatıyordu. Yani iki taraf içinde stratejik menfaatler söz konusuydu. Fakat Ankara ideolojik olarak Sovyetlere hep uzak olmuştu. Bunun en önemli nedenlerinden biri Cumhuriyetin kurucu unsuru olan Kuvay-ı Milliye’nin ana kadrolarının çoğunluğunun İttihat ve Terakki Fırkasından geliyor olmaları, doğdukları ve ömürlerinin ve mücadelelerinin büyük kısmını geçirdikleri coğrafyanın Balkanlar, Kırım ve Kazan olmasıydı. Bu tabii ki Rus fobisini de beraberinde getiriyordu. Osmanlı yıkılırken, onun yıkılmasında Rusya’nın nasıl bir rol oynadığını çok iyi biliyorlardı.

Sonuç itibarı ile Cumhuriyet kadroları fikri olarak Fransız Devrimine daha yakın duruyorlardı ve ulus devlet kurarak, kapitalist bir ekonomik düzene geçmeye çalışıyorlardı. Zaten ilk olarak yaptıkları İzmir İktisat Kongresinde bu niyetlerini apaçık ortaya koymuşlardı. Yeşil Ordu ve TKP kadrolarına karşı girişilen tasfiye hareketi, Mustafa Suphi ve arkadaşlarının katledilmesine göz yumulması da niyeti çok açık bir şekilde ortaya çıkarıyordu. Devleti kurarken hedeflerini “Batı Medeniyeti”ne doğru çeviren Türkiye, ulus devleti oluştururken de ulusu Türklük üzerinden inşa etmek istiyordu. Bu nedenle Türklüğe bir tarih yazımı gerekiyordu. Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu bu iş için kurulmuşlardı. Latin alfabeleri üzerinden yapılan dil devriminin en önemli işlevi “dilde sadeleştirme” çalışmaları olurken, Türk Tarih Kurumu üzerinden de Türk Tarih Tezi ortaya çıkarılıyordu. Türklerin kökenini bir yandan Orta Asya’ya bağlayan ve orada oluşan bir göç üzerinden dünyaya yayılan bir kavim olarak işaret eden bu tez, diğer yandan da Sümerler, Hititliler vb. medeniyetlere bağlayarak bütün medeniyetlerin çıkışını Türkler olarak gösteriyordu. Bu arada Anadolu’da yaşayan diğer kavimler olan Rumlar, Ermeniler, Kürtler, Araplar, Çerkezler vb. yok kabul ediliyordu. Bu politikalar ve devamında, Türk İslam Sentezi politikaları ülkeyi bir ulus olmak yolundan daha fazla engelliyordu. Günümüze döndüğümüzde hala bu politikalara devam etmek bizi giderek ayrıştırıyor, gün geçtikçe daha açık, seçik bir şekilde ortada görünüyor.

Jean Poul Roux, “Türklerin Tarihi” kitabını girişinde, Türkler için şu özel cümleyi kullanıyor. “Türkler tarih boyunca iki türlü hareket etmişlerdir. Ya gidip bir başka medeniyetin içine karışmışlardır ya da başka medeniyetleri kendi içlerinde absorbe etmişlerdir. Bu ise beraber yaşayabilme kabiliyetlerinden kaynaklanmıştır. “

Türkler, gerçekten tarihi açıdan bakıldığında, çok eski kadim bir ırktır, çok büyük bir coğrafyaya dağılmış durumdadırlar. Bulundukları coğrafyalarda karşılaştıkları medeniyetlerden etkilenerek başta üç büyük tek Tanrılı dinler olmak üzere birçok inanç dairesi içine girmişlerdir. Yazı dilleri Slavca’dan, Farsça’ya, Latince’ye, Çince’ye  kadar bir çok  dil dairesi içindedir. Bu nedenle bu kadar çok tarihi kolu olan, bu kadar büyük bir coğrafyaya yayılan ve aslına bakıldığında birbirlerine çok az benzeyen hatta hiç benzemeyen Türk Dünyasına ortak bir tarih yazımının mümkün olmadığı çok açık bir şekilde ortadadır. Kanaatimce Türk’leri yayılmış oldukları coğrafyalar ve yan yana yaşadıkları uluslar üzerinden tasnif etmek ve bir tarih yazımına başlamak daha uygun olacaktır. Böylece bugün yaşadığımız birçok sorunu aşarak ulus olabilmenin imkânını bulabiliriz diye düşünüyorum. Bu şekilde düşündüğümüzde, Türklüğü şu üç bölümde değerlendirebiliriz. Birincisi, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Türkmenistan’ın oluşturduğu Orta Asya Türklüğü; İkincisi bir yanda Uygur köklerinden gelen Doğu Türkistan, diğer yandan Kıpçaklardan gelen Kuzey Türklüğü; Üçüncüsü ise tarihi olarak Oğuzların oluşturduğu Anadolu ve Batı Türklüğü ile Azerilerin oluşturduğu Azerbaycan Türklüğü.

Bu tasnifi yaptıktan sonra gelelim bize yani Batı Türklüğü ya da Anadolu Türklüğüne, 9.-10. Yüzyıldan itibaren Oğuz Türkleri bir yandan Büyük Selçuklu ile giriştikleri kavgadan dolayı, diğer yandan da  Moğol akınlarının önünden kaçarak, Anadolu’ya gelip sığınmışlardır ve işte aslında Anadolu, Balkanlar, Kafkasya ve Orta Doğu’da o tarihlerden itibaren yerleşmeye ve yaşamaya başlamışlardır. Bunlar devletlu Türkler değillerdir. Koyunlarıyla, aşiretleriyle birlikte yolları aşıp Anadolu’ya gelen Oğuz boylarıdır ve onlara öncülük eden Babalar, Dedeler ve Hocalardır.

Kimler midir bunlar?

Bir yandan Hace Ahmet Yesevi’den, Lokman-ı Perende’ye; ondan Hacı Bektaş-i Veli’ye kadar uzanırken; diğer yandan Ebu’l Vefa El Bağdadi’den, Baba İlyas ve Baba İshak’a, Şeyh Hasan’a kadar ulaşır. Bunların içinde Yunus Emre’de, Tapduk Emre’de vardır, Tahta kılıçlı akıncı Sarı Saltuk’da, Şeyh Edebali’de!

Bunların ağyarı ötekisi yoktur, yetmiş iki milleti aynı gözle görürler. Gittikleri her yeri imar ederler, “şenlendirirler”. Bunların yurduna yolu düşenler misafir edilirler, karınları doyurulur, istirahat ettirilirler. Giderken azıkları temin edilir.

Bunlar Ankara Savaşı’nda kibrinden yanına varılmayan Yıldırım’ın değil, kendilerine değer veren Aksak Timur’un yanında savaşırlar. Baba İshak’la birlikte zalim Gıyasettin Keyhüsrev’e karşı birlikte çoluk çocuk, yaşlı kadın bir halk ayağa kalkarlar. Malya ovasında onları Selçuklu ordusunca kiralanmış olan Haçlı askerleri katlederler.

Onlar Ahi Evran’dır, Moğollara karşı direnenlerdir. Onlar Şeyh Bedreddin’dir, Torlak Kemal’dir, Börklüce’dir. Onlar Celalilerdir, Köroğullarıdır. Onlar adaletsizlik yapan devleti kabul etmezler. Onlar Anadolu’nun her yerinde diğerleriyle bin yıl birlikte yaşamayı başarmış insanlardır. İşte bir tarih yazılacaksa Anadolu’yu yurdumuz yapan, kirlenir diye akarsuyuna girip yıkanmaktan çekinenlerin tarihi yazılmalıdır. Oduna gittiğinde ağaçlar baltayı görüp üzülmesinler diye baltanın üstünü bezle saranların tarihi yazılmalıdır. Onlar Horasanda mayalanmış, Anadolu’da kök salmış olanlardır. Onlar Çanakkale’de, Galiçya’da, Yemen’de can verenlerdir.

Onların da sembolü Ayyıldızdır, sonradan uydurulmuş bir takım işaretler değildir!