İktidarın Kalesi Kırsalda CHP Tabanı

Tahmini Okunma Süresi: 5 dakika

Seçim dönemi ve sonrası süreçte iktidarın kırsalda daha çok Türk-Sünni emekçi kesimlerden aldığı destek tartışmaya açıldı. Durumu açıklamaya yönelik apolitik tahliller aşağı yukarı halk kesimlerinin cehaleti ve sosyoloji vs üzerinden yapılarak faydasız bir tatmin aracına dönüştü, öte taraftan meseleyi sınıfsal bağlamda analiz eden çalışmalar devam ederken Yurtseverce’den değerli hocamız İlker Cörüt yeni bir kavramsallaştırma ile tartışmayı ilerletmeye çalışıyor. [1]

Seçim sonrası en hararetli tartışma ise muhalefet cephesinde yaşanıyor. Kamuoyuna daha çok CHP Genel Başkanlığı tartışması üzerinden yansıyan bu konu seçim yenilgisinin nedenleri üzerinden ilerliyor. Ben de iki ay öncesine kadar taşra örgütünde yer almış aileden hatta ‘atadan’ eski bir CHP’li olarak kırsaldaki gözlemlerime dayanarak öncesi, seçim dönemi ve sonrasıyla CHP seçmenini tartışmaya çalışacağım bu yazımda.

Üstte tırnak içinde özellikle belirttiğim atadan CHP’li olmak olgusu kırsalda CHP seçmeninde en kalabalık kategoriyi oluşturuyor. Orta yaş üzeri kesimde en büyük motivasyon bu diyebilirim.

Bu kesimlerin siyasal gelişmeler karşısındaki refleksleri CHP’nin tarihsel dönüşümüyle paralellik gösteriyor diyebilirim. 1960’ların ikinci yarısından itibaren yükselen halk hareketi ve sol mücadele içerisinde kendisini ortanın solunda tanımlayan CHP kuruluşundan itibaren en büyük dönüşümü yaşamış ve emekçi halk kesimlerinde muazzam destek sağlamıştı. Bu ideolojik dönüşüm kuşkusuz ülkedeki dönüşümle alakalıydı. 12 Eylül sonrası ve daha çok SHP sonrası ülkenin yeni ortalamasına göre CHP kendini yeniden dönüştürdü ve soldan sapma ve adına ulusalcılık denen yeni tip sağcılık hakim olmaya başladı. CHP tabanı kendini her zaman solda tanımlarken örgütteki engel olamayacakları dönüşüm onları da dönüştürmeye başladı.

Batıya doğru başlayan göç dalgası taşradaki en ileri unsurları buralardan koparırken geride partideki dönüşüme direnemeyen unsurlar kaldı. Taşra örgütleri de yeniden dönüşüme göre yapılandırılırken bölgede sol sosyalist yapıların yokluğu CHP tabanını sağa doğru savurmaya başladı. Siyasal İslam’ın ülkede iktidara gelmesi taşra içinde yeni bir dönemdi. Son seçimde de görüldüğü gibi iktidara ülkede en radikal ve yüksek destek taşradandı.

CHP’yi ülkenin ortalaması olarak tanımlıyorum ben. 1980 öncesi ülkede yükselen solla beraber CHP de kendini solda konumlandırdı. Bugün yeni Siyasal İslamcı iktidar ile ise sağa doğru yolculuk başladı. Zaten bu dönüşümle beraber CHP’de orta sınıf söylemleri ve bakış açısı hakim olmaya başlayınca taşrada daha çok alt sınıflardan olan CHP tabanı da buraya savruldu ve rıza üretmek daha kolay hale geldi.

AKP’li yıllar CHP seçmeni için en zor yıllardı. Giderayak parti devleti inşa edilirken CHP tabanı için yaşam daha zor hale geldi. İŞKUR’dan 9 aylığına işe girmek için dahi muhalif olmamak gerekiyordu mesela. Çocuğuna burs bulmak ya da bir kurumda işini çözdürmek günbegün daha zor hale geliyordu CHP tabanı için. Oğlu uzman çavuşluk başvurusu yapan baba utana sıkıla parti üyeliğini neden sildirdiğini açıklamaya çalışıyordu. İktidarın yerellerde yarattığı oligarşik yapı-devlet kurumlarındaki kadrolaşmalar, STK’lar, belediyeler, yerel basın vs ile- tüm halk kesimlerini olduğu gibi CHP tabanını da ablukaya almıştı. Esnaflık yapan bir partilinin iktidar yandaşları ve yereldeki ileri gelenleri tarafından müşterilerine dolaylı gözdağı verilirken, adeta ‘sakıncalı yurttaş’ olarak fişleniyor. Sosyal yardımlaşma vakfından yardım almak oldukça zor hale geliyor. Bu örnekler çoğaltılabilir tabi. Bunlar tüm ülkede yaşanan şeyler ama taşrada güçlü bir belediyesi ya da dayanağı yoktu bu insanların. Üstelik yaşadıkları yerde’ “azınlıklar”dı. Görece seküler olan bu kesim için yaşam tarzı da komşusu tarafından bir tehdit olarak algılanıyordu. En son seçim öncesi iktidar eliyle yaratılan gerginlik buralarda daha fazla hissediliyordu mesela.

Tüm bu koşullar yüzünden olsa gerek taşra CHP’lisini sağcılaşmaya ikna etmek daha kolay oldu. Zaten çevresi hep sağcıydı, iktidara koşulsuz destek veriyorlardı bu yüzden bu kesimlerin desteğini almak için onlara benzemeye çalışmak ‘işe yarayacaktı’.

CHP’deki bu ideolojik dönüşüm, sağın dili ile konuşmak, cumhuriyetin ileri kazanımlarını korumak konusundaki ürkek tavır, yani sağın hegemonyasını kabul edip, değerlerini olumlamak, oraya yaslanarak ilerleme politikası, ilerici değerlerin ve unsurların iktidar ve yandaşları tarafından şeytanlaştırılmasına yardımcı olurken, sıradan halk kitleleri tarafından marjinal eğilimler olarak görülmesine hizmet etti. Tüm bunlar taşranın yukarda bahsettiğim koşullar içerisindeki partilisini kendinden taviz vermesine yahut baskıyı daha fazla hissetmesine neden oldu.

Aslında bu politik dönüşüm tartışmaları AKP’li yıllarda bu hep devam etti. 2019 yerel seçimleri ile bu stratejinin başarılı olduğu ‘ispatlanınca’ taban en başlarda geçici bir taktik olduğunu düşündüğü bu stratejiye daha meyilli hale gelmeye başladı. Daha önceleri gelen eleştirilere bu pragmatizmin ileriye taşıyan geçici bir taktik olduğu cevabını verenler artık iyiden iyiye güçlenmiş, özgüven kazanmıştı ve bunun aslında bir ‘doktrin’ olduğu anlatılmaya çalışılmıştı.

Taban için bu yanılsama fazla sürmedi.

AKP’li yıllarda doğmuş büyümüş gençlik kesimi için ise bu fikir daha cazipti. Onlar sola daha yabancıydı neticede. Büyükler Süleyman Demirel övgüleri yapsa da 6 mayıslarda Denizleri de anıyordu ama yeni nesil gençler için ‘siyasetüstü bir Atatürkçülük’ hep daha cazipti. Kendileri gibi genç, seküler ama asla ‘din düşmanı’ olmayan biraz onlara biraz karşı tarafa benzeyen bir liderlikti onların istediği.

Bu yüzden zaten kazanacak aday tartışmaları ve sosyolojiyi yanına çekmeye yönelik her adım kabul gördü bu kesimlerden. Partinin kendi geçmişini silmeye çalıştığı bir dönemde ne faşistler tarafından katledilen Nevşehir il başkanları Zeki Tekiner’den haberleri olabilirdi ne de en azından mesela Partiye buradan eleştiri getiren ‘Gelecek için Biz’ kanadından. Artık sağ ve solun kalmadığı vaaz ediliyordu en tepeden ne de olsa. Böyle bir durumda sağcılığın yedeğine düşmek daha kolay oldu gençler için.

Sağın seküler olduğu iddiasını taşıyan kesimleri ile yapılan ittifak gençlerden daha fazla destek aldı bu yüzden. Ama partideki ideolojik savrulma yüzünden sağ seküler kesimlerin tekeline aldığı ‘siyasetler üstü Atatürk’ hikayesi (aslında bence sağ Kemalizm anlatısı) gençliği etkisine alınca gençlerin partiye daha sağdan eleştirileri baskın gelmeye başladı.

 

Belirtmek gerekir ki seçim stratejisine yönelik bir eleştiri var tabanda. Sağ ile kurulan masanın partiye zararı olduğu, oyu olmayan AKP eskilerine bedavadan vekil verildiği vs gibi. Ama bu eleştiriler soldan sapma tahlili üzerinden değil daha çok yanlış partner seçme hatası üzerinden yapılıyor. Partinin seçim öncesi ortaya koyduğu neoliberal ekonomi politikasına dair hiçbir eleştiri yok mesela.

Bugün liderlik üzerinden yapılan tartışmalarda görüyoruz ki CHP tabanı yine aynı yere savruluyor. Seçim yenilgisini ideolojik olarak temellendirmek yerine izlenen stratejinin yetersiz olduğu ya da yanlış aktörler ile ortaya konduğu düşüncesi var. Partiye soldan yapılan eleştiriler oldukça cılız.

Kılıçdaroğlu’nu destekleyenler Kılıçdaroğlu’nun başarılı ama yetersiz kaldığına inanıyor. İmamoğlu yanlıları ise yukarıda tarif ettiğim politik stratejiye en uygun liderin o olduğuna inanıyorlar.

Kişisel olarak TİP ya da öteki sol sosyalist yapıların bu gelişmelere müdahale etmemesinin hem CHP elitlerinin hem de seküler olduğunu iddia eden sağ akımların işine geldiğini düşünüyorum. Parti tabanında durum analizi yaparken bu kesimlerin dilinin daha ağır basmaya başladığını görüyoruz mesela.

Yazıda belirttiğim gibi parti tabanı her zaman kendini solda tanımlar ama partiye her ne kadar eleştirileri olsa da bulunduğu yerde en ileri unsur olarak CHP’yi görür yine. Ama anlattığım gibi CHP’deki sağ dönüşüm tabanı da dönüştürdü yıllar içinde. Bu yüzden CHP’den sola değil sağa kaymalar yaşandı yıllar içinde.

Bugün CHP tabanı içindeki cumhuriyetçi yurtsever kesimlerden büyük bir destek sağlayan Türkiye İşçi Partisi CHP’ye soldan eleştiri getirmediği her an parti tabanı sağa itilmeye devam ediyor. Partiye yönelik tüm eleştiriler sağın dili ve retoriği ile ilerliyor. Taşrada ileri kesim ve değerlerin şeytanlaştırılması daha kolay satın alınıyor kitleler tarafından. Kitlelere karşı sorumluluğunu yerine getirmede daha cüretkâr olmasını umuyorum.

Sonuç olarak

Siyasetin işi sosyolojiyi yanına çekmek değil onu dönüştürmektir. AKP iktidarının kırsalı olduğu gibi bırakmadığı ve onları dönüştürdüğü ve hegemonyayı inşa ettiği ortada iken buraların desteğini almak isteyen kesimlerin öncelikle taşranın stabil kaldığı yanılgısından kurtulması gerekiyor. Onları olduğu gibi kabul ettikleri durumda dahi geride kalmaları kaçınılmaz.  Muhalefet tabanında da durum aynı şekilde ilerliyor.  Olan bitenin kültürler ya da kimlikler üzerinden okumasını yapan bir siyasetin kaçınılmaz olarak varacağı yer de buydu sanırım. Mavi yakalı- beyaz yakalı tartışmalarındaki dilin muhalif seçmende karşılık bulması da bu yüzden. Sağcılaşmanın en önemli başarılarından bu ve doğru yerden müdahale etmedikçe egemen hale gelecek bu dil. Taşranın alt sınıf muhalif seçmeni de elindekini koruma güdüsüyle  ve giderek taviz verdiği yaşamıyla  bir mevziiye itilmiş durumda. Küçük adamın geçim etiği muhalif seçmende bu biçimlerde ortaya çıkmaya devam edecek ve bir avuç toprağıyla geçimini sağlayan çiftçi tefeci bezirganla aynı dili konuşacak.

O yüzden bir kez daha HAYAL GÜCÜ İKTİDARA…

[1] https://yurtseverce.com/2023/07/28/kucuk-adamin-gecim-etigi-oligarsik-diktatorluk-ve-hayalgucu-iktidara/

Küçük Adamın Geçim Etiği, Oligarşik Diktatörlük ve “Hayalgücü İktidara”

Tahmini Okunma Süresi: 13 dakika

Güvencesizleştirilme, uzun çalışma saatleri, örgütsüzleştirilme, iş cinayetleri, yüksek enflasyon, düşük ücret, işsizlik, sağlık ve eğitim kurumlarının bir bütün olarak kurumsal çöküşü karşısında nasıl oluyor da AKP’nin Türk-Sünni emekçi kesimler içindeki oy kaybı beklenenin çok altında kalabiliyor? Utku Balaban ve Ümit Akçay gibi sosyalist iktisatçıların yazdıklarında bu soruya bir cevap buluyoruz. Her ne kadar emekçiler düne göre daha yoksulsa, daha uzun saatler çalışıyor ve daha kötü nitelikte kamusal hizmet alıyorsa da, göreli kaybın ölçeği kaybı esas bir mesele haline getirmeye yetmiyor. Düşük ücretli de olsa AKP halen istihdam yaratmayı başarabiliyor ve tencere kaynadığı sürece de emekçiler göreli kayıplarını beklediğimiz kadar da mesele etmiyorlar.

AKP’nin Türk-Sünni emekçi nüfus içinde nasıl oluyor da gücünü halen devam ettiriyor olduğu sorusu her seçimden sonra olduğu gibi yeniden gündemimizde. Güvencesizleştirilme, uzun çalışma saatleri, örgütsüzleştirilme, iş cinayetleri, yüksek enflasyon, düşük ücret, işsizlik, sağlık ve eğitim kurumlarının bir bütün olarak kurumsal çöküşü karşısında nasıl oluyor da AKP’nin bu kesimler içindeki oy kaybı beklenenin çok altında kalabiliyor? Utku Balaban ve Ümit Akçay gibi sosyalist iktisatçıların yazdıklarında bu soruya bir cevap buluyoruz. Her ne kadar emekçiler düne göre daha yoksulsa, daha uzun saatler çalışıyor ve daha kötü nitelikte kamusal hizmet alıyorsa da, göreli kaybın ölçeği kaybı esas bir mesele haline getirmeye yetmiyor. Düşük ücretli de olsa AKP halen istihdam yaratmayı başarabiliyor ve tencere kaynadığı sürece de emekçiler göreli kayıplarını beklediğimiz kadar da mesele etmiyorlar. Utku Balaban’la (2023) yapılan mülakattan aktaralım:

Tencere bu iktidarı götürmüyor, aksine tahkim ediyor…

Grafikte de görüleceği üzere, iktidarlarının başından itibaren İslâmcıların oy oranlarıyla istihdam arasında bir örtüşme var. Öte taraftan son üç yılda istihdamda bir patlama var ve her türden soruna rağmen Erdoğan’ın oyu 2018’e göre sadece yüzde üç azaldı. Seçim sonucu, istihdamdaki genişlemenin İslâmcılara yarayacağına ilişkin bir yıl önceki öngörümü doğruladı.

Öte taraftan, kabaca bildiğim İstanbul’da da benzer bir eğilim görüyoruz. 2018’le kıyaslandığında Erdoğan’ın Bağcılar, Zeytinburnu, Sultangazi, Güngören, Sultanbeyli gibi işçi sınıfı ilçelerinde kayıpları kent genelinden düşük. Esenler, Bayrampaşa ve Tuzla’yı dışarıda bırakırsak, oy kayıplarının kent genelinden daha yüksek olduğu ilçeler küçük burjuvazinin “kaleleri” olan ve Erdoğan’ın oy oranlarının zaten düşük olduğu Kadıköy, Beşiktaş ve Çekmeköy gibi ilçeler. Daha hızlı sanayileşen (ve istihdamın muhtemelen daha büyük bir ivmeyle büyüdüğü) taşra kentlerinde İslâmcıların oy kaybının ülke genelinden daha düşük olduğunu da vurgulamalıyım.

İleride bunlara daha detaylı bakılır elbette fakat sorunuza geri dönersek, evet, düşük ücret-geniş istihdam politikası, ki ben buna “sürdürülebilir küçülme” diyorum, işçi sınıfı mahallelerinde AKP ve Erdoğan’ın tabanındaki daralmayı yavaşlatmış diyebiliriz.

Erdoğan’ın ücretleri düşürmek ve yoksullaşmayı tetikleme pahasına da olsa istihdamı genişletme stratejisi işe yaradı. Bu strateji küçük burjuvazinin sandıkta tuzla buz olacaklarına inandığı İslâmcılara meclis çoğunluğunu kazandırdı ve hatta önümüzdeki hafta cumhurbaşkanlığını da kazandırabilir.

Düşük ücret ve büyüyen istihdam stratejisini Erdoğan’a oy vermeye bağlayan siyasi öznellik dolayımı bahsinde Utku Balaban, işçi sınıfının siyasi akıl yürütme biçiminin asgari ihtiyaçların tatmin ölçüsünü baz alarak işlediği vurgusunu yapıyor:

Krizin işçi sınıfı nezdinde kabul edilebilir bir seçenek olarak görülmesini ve krizin sorumluluğunun egemen bloka mal edilmemesini neye bağlamak gerekir?

Şu eksikliğe: İşçi sınıfı, önünde pasif bir seçmen olma dışında bir rol ve seçenek görmüyor çünkü ülkemizde olgulardan hareket eden, yanlışlanabilir önermeler üreten ve tutarlı bir kuramdan yola çıkan bir sınıf siyaseti yok… Bu tür bir kuramdan beslenen bir sınıf hareketinin yokluğunda, işçi sınıfının siyasi tercihlerini karnını doyurma, barınma ve çocuğunu evlendirme olarak özetleyebileceğimiz üç temel motivasyon (veya endişe) şekillendiriyor. Sınıf siyasetine katkıda bulunmayanlar işçi sınıfını bu tercihlerinden dolayı eleştiremez veya suçlayamaz, yani yeni tabirle “sınıfçılık” yapamaz. Bu tür bir tutum hiçbir temel ahlâk ilkesiyle bağdaşmaz.

Balaban’ın burada ileri sürdüğü fikir bir Güneydoğu Asya antropoloğu olan John Scott’ın “köylülerin geçim etiği” olarak adlandırdığı bir kavramla ilişkilendirilerek kavramsal düzeyde takip edilebilir. Ne diyor John Scott ve ne demek “köylülerin geçim etiği”?

Halk Sınıflarının Ahlaki Ekonomisi

Scott (1976), 1930’ların Büyük Buhranı sırasında Güneydoğu Asya’yı adeta sarsan büyük köylü isyanlarını incelediği çalışmasında birbiriyle ilişkili iki kavram ileri sürer: “geçim etiği” ve “köylülerin ahlaki ekonomisi.“ Köylülerin ahlaki ekonomisi, “köylülerin ekonomik adalet anlayışı ve fiili sömürü tanımlarını, yani ürünlerinin ne kadarına el konulmasını tolere edip edemeceklerini” gösteren sınırı ifade eder. Hemen geçim sınırında yaşayan ve kontrol edemediği pek çok belirsizliğe tabi olan köylü hanesi için neoklasik iktisadın kar maksimizasyonu hesabının pek bir karşılığı yoktur. Köylünün karar alma ve tepki verme sürecine yön veren temel ilke riskten kaçınma, olası kayıplarını en asgari seviyeye indirme ilkesidir. Köylü hanenin, komşularıyla, seçkinlerle, devletle olan ilişkisinin en temel belirleyeni bu aktörlerin köylü hanenin sağlam bir geçimliğe sahip olması hususunda takındıkları zorlaştırıcı ya da kolaylaştırıcı tavırlarıdır. Dolayısıyla köylü hane “önce güvenlik”, yani geçimi temin etme koşullarının güvenliği üzerinden akıl yürütür, ilişkilenir, yargılar ve siyasallaşır.

Scott’ın Güneydoğu Asya köylü siyaseti üzerine bu çıkarımlarını bağımlı-çevre ülke emekçi halk sınıflarının siyasallığını anlamak üzere kullanmanın faydalı olabileceğini düşünüyorum. Zira bu ülkeler emekçi sınıfları da, ancak geçimlerini temin edebildikleri koşullarda yaşayan ve bu koşulların sürdürülebilirliğini tehdit eden bir belirsizlik ve kriz ortamıyla sürekli iç içe olan topluluklardır. Dolayısıyla “köylülerin ahlaki ekonomisi” kavramını çok zorlamadan “halk sınıflarının ahlaki ekonomisi” olarak bir kavramsal genişlemeye tabi tutmak mümkündür iddiasında bulunarak tartışmayı daha genel bir zemine taşımaya çalışacağım.

Scott’ın tezinden “halk sınıflarının ahlaki ekonomisi” için çıkarılabilecek bir sonuç, yoksullaşmanın ve daha fazla sömürülmenin halk sınıflarını otomatik bir biçimde patlamaya ve isyana götürmeyeceğidir. Aksine, fiziksel geçim sınırına daha fazla itildikçe geçim koşullarını güvence altına almak üzere bu halk sınıflarının daha az risk alma eğiliminde olması, daha muhafazakar ve itaatkar tepkiler vermesi beklenmelidir. Hatta halk sınıfları içinde, yoksullaşma karşısında devrimci aktörlerin liderlik edeceği siyasal hareketlenme ve hoşnutsuzluğu, varolan belirsizliği daha da derinleştirmekle itham eden “düzenci” bir işbirlikçi eğilimin ortaya çıkması da pek muhtemeldir.

Ancak bu meselenin sadece bir yanı. Zira geçim etiğine dayanan ahlaki ekonomi kavramsallaştırmasından çıkarılması gereken bir diğer sonuç daha var. Köylüler ellerinden ne kadar alındığına bakarak sömürü eleştirisi yapmazlar, köylüler ellerinde ne kaldığına bakarlar, diyor Scott. Köylülerin sömürü eleştirisi yapmaya başladıkları ve isyana kalkıştıkları an, egemen sınıfların ve devletin köylülerin asgari geçim sınırını ihlal edecek bir düzeyde sömürüye girişmesidir. Bu, köylülerin ahlaki ekonomisinin, geçim hakkının çiğnendiği andır. Bu hak ihlal edildiğinde hakim sınıfsal çerçevenin köylüler nazarında meşruluğu kalmaz. Vakit, isyan vaktidir.

TARTIŞMA

Bu kavramsal çerçeveyi de dikkate alacak olursak, düşük ücret-geniş istihdam politikası eksenli açıklama biçiminin emekçi sınıfların siyasal öznelliğine yaklaşımınun tam anlamda Scott’ın açıklama çerçevesini benimsediği söylenebilir. Burada tartışmayı derinleştirme ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. İşçi sınıfının halen en temel ihtiyaçlarını gittikçe zorlanarak da olsa karşılayabiliyor olması açıklasa açıklasa işçi sınıfının neden isyan etmediğini, yağmaya kalkışmadığını, kamusal düzeni bozacak eylemlere girişmediğini açıklayabilir.  Yoksa işçi sınıfımızın Millet İttifakı gibi denenmemiş gerçek bir seçim alternatifi varken 20 senenin yıpranmışlığına, ekonominin bütünsel bir çöküşün eşiğinde olmasına, yüksek enflasyona, kurumsal çöküşe rağmen “bir de bunları denesek ne olur” dememesini açıklamaz.

Tam da bu noktada Scott’ın ezilenlerin siyasal öznelliği tartışmasının sınırlarının altını çizerek yol almanın gereği ortaya çıkıyor. Scott’ın bu bahiste almış olduğu en önemli eleştiri ezenlerin ezilenlerin siyasal öznelliğini şekillendirebilecek bir hegemonya kurma kapasitesini hafife almış olmasıdır. Scott, ne yanlış bilinç tezini, ne de yanlış bilinç tezinin seyreltilmiş ve daha ince bir versiyonu olarak gördüğü hegemonya kuramını kabul etmeye yanaşmaz. Ezilenlerin bilincini bölünmemiş kabul eder, bu bilincin ezenlerin belirleme alanı dışındaki özerkliğini mutlaklaştırır ve bu bilincin kendi gerçekliği ve çıkarları hakkında tam bir şeffaf kavrayışa sahip olduğunu düşünür. Dolayısıyla işçi sınıfı açıktan direnmiyorsa bu direnmiyor olmadığını değil, açıktan direnişin maliyetinin büyüklüğüne dair bir gerçekçi hesaptan ve aslında işçi sınıfının gizliden gizliye, ezenlerin fark etmediği şekillerde zaten direnmeye devam etmesinden kaynaklanmaktadır.

Maddeci bir perspektifle var olan maddi toplumsal gerçekliğin ve bu gerçeklik alanı içinde yapılan tercihlerin açıklanabilir olduğunu varsayan bir rasyonellikle, aslında işçi sınıfının her durumda mevcut gerçeklik alanının kısıtları içinde rasyonel davrandığını ileri süren yaklaşımları birbirinden ayırd etmek gerekir. Toplumsal maddeciler olarak ilk tipte bir rasyonelliği savunmak, ikinci tip rasyonellikle ise mesafelenmek zorundayız. Zira Erdoğan’a oy veren emekçi sınıfların desteğinin kerhen olup olmadığı hayli tartışmalı. Bu sınıfların saflarında coşkulu bir Reisçiliğin sürdüğünü, muhalefeti terörizme suçlayan iktidar söylemlerinin halen satın alındığını kabul etmemiz gerekiyor.

Dolayısıyla geçim etiği kavramını AKP’li emekçi kitlelerin siyasal öznelliğini anlamak üzere biraz eğip bükmemiz gerekiyor. Burada önereceğim kavram “küçük adamın geçimlik etiği” kavramıdır. Bu kavramı açımlamak için ise ulus tartışmasına kısa bir ziyarette bulunmak gerekir, zira siyasetin dolayımı her daim ulusaldır.

Haysiyetin Şerefi İkamesi ve Ulus

Modern ulus kavramının ortaya çıkışındaki kritik dönüm noktası; yönetici elitler ve yönetilen halk arasında eşitsiz bir şekilde dağılan şerefin yerini, ayrımsız olarak herkesin paylaştığı düşünülen haysiyetin (dignity) almasıdır. Bu dönüşümün ilk sonucu “halk” ve “ulus “un eşitlenmesi olmuştur. Modernitenin eşiğinde tüm Avrupa dillerinde “halk”, toplumun hiçbir otoritesi olmayan alt sınıflarına atıfta bulunuyordu: “ayaktakımı” veya “pleb” ile eşanlamlıydı (Greenfeld 2016: 11-12). Oysa Kıta Avrupası’nda en azından on sekizinci yüzyılın ortalarına kadar “ulus” karar verici elitleri tanımlamak için kullanılıyordu. Her ne kadar seyrek kullanılıyorduysa da kullanıldığı her yerde yalnızca soylulara işaret ediyordu (Greenfeld 2019: 16). Herkesin paylaştığı haysiyetin yönetici elitlere mahsus bir ayrıcalık olan şerefi ikame etmesiyle birlikte “halk” ile “ulus”un eşitlenmesi, daha önce ayak takımı olarak görülen sınıfları sembolik olarak seçkinlerin saygınlığına yükseltti ve onlara seçkinlerin otoritesini bahşetti (Greenfeld 2016: 12).

O halde kritik sorularımız, herkesin paylaştığı bu haysiyet nosyonunun temelinin ne olduğu, nasıl bir dönüşüm sonucunda şerefi ikame ettiği, bu ikamenin nasıl bir nedensellik içinde ulusu mümkün kıldığıdır? Burada kapitalist toplumsal düzenin, yani sermaye-devletin nasıl bir işleyişe sahip olduğuna, bu işleyişin üzerine kurulduğu norma bakmak gerekir.

“Yapısal mantığı içinde sermaye, genişletilmiş yeniden üretim ve ilkel sermaye birikimi üzerinden mülksüzleştirdiği, yaşam dünyalarından, geleneksel-yerel cemaat bağlarından mahrum bırakarak biyolojik/çıplak hayatlarına indirgediği kitlelelerin biyolojik/çıplak hayatlarını özgürlükleri ile mübadele ederek onları ücretli kölelerine dönüştürür” (Yurtseverce 2021). Yani ölüm ya da kölelik seçeneğini sunar. Keza “yapısal mantığı içinde devlet, bireyleri sahip oldukları zor araçlarından ve geleneksel-yerel cemaat zırhından soyutlayarak onları biyolojik/çıplak hayatlarını koruma ve güvence altına almak karşılığında kendine tabi kılarak birey-tebası haline dönüştürür” (Yurtseverce 2021). Yani ölüm ya da kulluk seçeneğini sunar.

Sermaye ve devlet bireyleri sadece çıplak hayatlarına indirgemekle kalmaz. Sermaye ve devlet çıplak hayat üzerinden işler. Çıplak hayatı kapitalist modernitenin nihai ve en yüksek değeri olarak kurarlar: “Bugün siyaset, hayattan başka değer tanımıyor” (Agamben 2013: 19). Sermaye ve devletin mülksüzleştirici şiddetinin nihai sınırı çıplak hayattır. Biyo-politika, sermaye ve devletin işleyişinin ayrılmaz bir parçasıdır. O halde, sermaye-devlet tarafından yapılandırılan kapitalist modernitede, herkes için eşit derecede ortak olan ve sosyal geçmişlerinden bağımsız olarak onlara değer/haysiyet kazandıran şey çıplak, biyolojik hayattır.

“Sadece elitlerin değil, tüm statü gruplarından ve sınıflardan insanların eşit saygınlığa sahip olduğu” şeklindeki yeni fikri ulusa götüren dolayımın kavramları nelerdir o halde? Burada iki düşüncenin altını çizmek gerekir. Birincisi, temel insani haklar düzeyinde bireylerin statü eşitliği ve bu hakların ötesindeki statü farklılaşmasının da ancak kişilerin şahsi emekleriyle kazanılabilir ve kaybedilebilir olmak koşuluyla kabul edilebilir olduğu düşüncesi. Modern dönemde statünün temelleri, katı tabakalaşma sistemlerinde belirleyici olan soy soptan farklı olarak bizzat bireysel başarıya ve yetkinliğe dayalıdır (Greenfeld 2016: 1). Bu durum, hak edilmemiş statülere dayalı her türlü üstünlük iddiasını gayrimeşrulaştırır. Liyakat kavramı bu zeminde mümkün olur.  İkinci önemli düşünce, bireyin kendi kaderini kendi tayin edebileceği düşüncesidir. Kişi içine doğduğu statüye hapsolmayacaksa, onun tarafından belirlenmeyecekse “kendi kendisinin yapıcısı olmuştur” (Greenfeld 2019: 17). Yani kendi kaderini kendi tayin etmek imkanı ve zorunluluğuyla başbaşadır.

Birey düzeyinden toprakla sınırlı bir varlık düzeyine genişletildiğinde, statüde eşitlik/esneklik ve kendi kaderini tayin hakkı ilkeleri bizi ulusun şu asgari tanımına götürür:  “Temelde eşit bireylerin… egemen topluluğu” (Greenfeld 2017: 8). Tam bu noktada, ulus ve sermaye-devlet arasındaki bağın doğasını netleştirmek üzere bir dizi soruyu ileri sürmeliyiz: Eğer sermaye-devlet yaşamları çıplak hayata indirgeyerek çalışıyorsa, çıplak hayat herkes tarafından eşit olarak paylaşılan haysiyetin temeliyse, herkes tarafından eşit olarak paylaşılan haysiyet, temel statü hakları düzeyinde homojen olan egemen bir halk olarak ulus fikrine yol açıyorsa, o zaman bu, ulusun, sermaye-devletin mantıksal bir uzantısı ya da onun gereği olduğu anlamına mı gelir?

Irkçı-Oligarşik Kapitalist Toplumsal Düzen

Bu tarihsel-mantıksal akıl yürütmede sermaye-devlet ve ulus arasında zorunlu bir bağlantı var gibi görünmektedir. Ancak bu nedensellik zincirinde önemli bir süreksizlik anı vardır. Kapitalist toplumsal düzen bünyevi olarak oligarşiktir. Zira sermaye ve devletin kurucu dinamiği rekabettir. Rekabet süreci üretim araçlarını ve zor araçlarını sırasıyla sermaye ve devlet oligarşisinin elinde toplar. Yani kapitalist toplumsal düzen “temelde eşit bireylerden oluşan egemen halk”ı bir yandan tarih sahnesine çağırırken öte yandan da kendi eliyle çağırdığını yine kendisi kovalamaktadır. Bu kovalama işlemini de yine kendi yordamınca, yani çıplak hayat üzerinden hiyerarşiler kurarak yapar: Bazı hayatlar o kadar da kıymetli değildir, yani eşit statüyü ve kendi kaderini tayini hak edecek bir haysiyetten yoksundur. Tanınmaya değmezler. Irkçılık dediğimiz budur. Michel Foucault’nun tabiriyle “devlet ırkçılığıdır” bu (2002).

Toparlarsak: sermaye-devletin mantıksal uzantısı olan; temelde eşit statülü ve kendi kaderini tayin hakkına sahip “haysiyetli” bireylerden oluşan egemen ulus değil, şerefi toplumsal uzamda eşitsiz şekilde dağıtan ırkçı tikelciliktir. Bu ırkçı tikelcilik, yatay düzeyde iç ve dış sömürgeler, dikey düzeyde sınıfsal tahakkümler ve tüm toplumu kesen bir düzeyde toplumsal cinsiyet hiyerarşileri üreterek kurulur. Yani sermaye-devletin kurucu ayakları olduğu oligarşik kapitalist toplumsal düzenin organik ideolojisi ırkçı tikelciliktir.

Bu kavramsallaştırmalardan AKP’ye ve emekçi sınıfların siyasal öznelliği tartışmasına nasıl bir girdi sağlanabilir? Şöyle: Bugün tam anlamıyla bir oligarşik kapitalist toplumsal düzenin hakim olduğu Cumhur İttifakı’nın Türkiye’sinde tam teşekküllü bir ırkçı tikelcilik hüküm sürmektedir. Kürt ve Alevi meselesinde ırkçı tikelciliğin iç-dış sömürge siyaseti açık ideolojik-kurumsal referanslar sürdürülmekte ve temelde eşit statülü ve kendi kaderini tayin hakkına sahip bireylerden oluşan egemen ulus fikrinin gerektirdiği eşit vatandaşlık ilkesi çiğnenmektedir. Irkçı tikelciliğin toplumsal cinsiyet faslındaki icrası kadınların toplumsal-siyasi-ekonomik yaşama eşit haklarla katılımını sayısız yolla engellemekle sınırlı kalmayan bir şekilde, kadınların bizatihi yaşam hakkını savunmaktan aciz, hatta buna isteksiz ve en son İstanbul sözleşmesinin askıya alınmasında görüldüğü üzere açık ideolojik ve kurumsal güvencelerle yürütülmektedir. Irkçı tikelciliğin sonuçları açısından belki de en acımasız veçhesi sınıfsal tahakkümdür. Emekçi yaşamları değersizleştiren/tehdit eden sermayenin azami kar ve rekabet devinimi her yolla desteklenirken, tehdit altındaki bu yaşamları korumak üzere yapılması gereken denetlemeler yapılmamakta, alınması gereken önlemler alınmamakta, yatırımlardan kaçınılmakta, harcamalar azaltılmakta, işçi sınıfı ve halkın öz örgütleri üzerinde baskılar kurulmaktadır.

Irkçı-Oligarşik Kapitalist Toplumsal Düzen, Ulusal Egemenlik ve AKP

Tam bu noktada Kalyan Sanyal’ın (2016) postkolonyal kapitalizm tartışmasını hatırlamak ırkçı-oligarşik Türkiye kapitalist toplumsal düzeni içinde geniş emekçi kitlelerin nasıl olur da AKP’ye halen oy verdiğini anlamak açısından ilerletici olabilir. Sanyal kapitalist toplumunun tam ortasında var olan ihtiyaç ekonomisi olarak adlandırdığı girişimlerin ve ekonomik faaliyetlerin kapitalizmin güçsüzlüğüne değil gücüne işaret ettiğini söyler. Sanyal’a göre, ilkel birikimle mülksüzleşen emekçileri genişletilmiş yeniden üretimin istihdam kapasitesiyle içeremeyen kapitalizm, bu yedek sanayi ordusu oluşturmayan artık nüfusun neden olabileceği risklerin önünü almak üzere artı-değerin bir bölümünü kar maksimizasyonunu hedeflemeyen bir ihtiyaç ekonomisine transfer eder. Kapitalizm-dışı öğelerin varlığı kapitalizmin bekası için işlevseldir. Burada Rosa Luxemburg’a da bir selam göndermek gerekir.

Kapitalizm saf bir tahakküm ve sömürü sistemi olarak artık nüfusun akıbetiyle ilgilenecek bir merhametten de merkezi akıldan da yoksundur elbette, onu sınırlayan kendisi dışında bir kuvvet olan ulusal egemenlik/halk egemenliği fikridir. Sömürgecilik karşıtı milliyetçi hareket, ulusal egemenlik nosyonu üzerinden ulusun mensuplarını, sıradan insanları değerli kılar; kapitalizmin değerleme mekanizmaları içinde varlıkları değersizleştirilen topluluklar, ulusun değerleme mekanizması üzerinden kapitalizme telafi edici bir yeniden bölüşümcü basınç uygular. Karatani’nin (2014: xiv) de vurgusunu ekleyecek olursak, bu yeniden bölüşümcü basınç sermayeye içkin değilse de, kapitalizmin ulusal egemenlik hikayesi içinde ilerleme zorunluluğundan beri kapitalizmi yapılandıran sabitlerden biri haline gelmiştir. Chakrabarty’nin (2021:109-148) Tarih 2 kavramının terimlerinden ilhamla tanımlayacak olursak, ulusal egemenlik, sermaye ve devletin mümkün kıldığı ama gerektirmediği, sermaye ve devlete ilişik olmakla beraber ne sermaye ne de devletin yeniden üretimine katkıda bulunmayan ve dolayısıyla sermaye ve devlet dairesi içinde boyunduruk altına alınması gereken bir tekinsizliği cisimleştirir.

Ulusal egemenliğin geri dönülmez bir ilke olarak adeta bir siyasal sabit haline geldiği 2. Dünya Savaşı Sonrası dönemde oligarşik-ırkçı kapitalist toplumsal düzen saf haliyle icra edilemez olur. Ulusal egemenlik en aşağıdakilerin taleplerine alan açması itibarıyla oligarşik-ırkçı kapitalist toplumsal düzende bir yarığa neden olur, ama öte yandan oligarşik-ırkçı düzen bu yarığı kendi yordamınca yönetilir kılmanın arayışı içine girer. Bunun bir örneği AKP kumandasındaki oligarşik-ırkçı Türkiye kapitalist toplumsal düzeninde görülebilir. Bu düzen içinde İslam, Türklük, Patriyarka alanındaki emekçiler için aksi yönde işleyen iki mekanizmanın varlığını teşhis etmek gerekir. Oligarşik-ırkçı Türkiye kapitalist toplumsal düzeni bir yandan bu işçileri işçi olarak değersizleştirmekte ve dışlamakta, öte yandan onları Türklük, İslam, Patriyarka dairesinin şeref sahibi, değerli mukimleri, ev sahipleri olarak “kucaklar” ve “içerir” gibi yapmaktadır.

Bu kucaklama ve içerme devletin en temel işlemi olan yağma ve yeniden bölüşüm süreçlerinin her ikisi boyunca da takip edilebilir. Oligarşik-ırkçı Türkiye kapitalist toplumsal düzeni, ulusal egemenliği, Türklük-İslam-Patriyarka dairesinde mukim grupları “devletin küçük hisseli sahipleri” ya da “boyunduruk altındaki sözde ortakları” olarak işbirlikçileştirmek stratejisinin temel aracı haline getirir. Şöyle ki, bu gruplar devletin yağma süreçlerinden bütünüyle kaçamasalar da bu süreçlere daha az maruz kalmakta, hatta bizzat bazen bu yağma süreçlerine iştirak edebilme ayrıcalığına kavuşmakta, hem de kaynakların, işlerin, yardımların, bir bütün olarak kamu olanaklarının yeniden bölüşüm süreçlerine daha avantajlı konumlarda dahil olabilmekte ve “işlerini gördür”ebilmektedirler.

Bu perspektiften bakarak, Türkiye oligarşik-ırkçı kapitalist toplumsal düzeni içinde Türk-İslam-Patriyarkal alanın genişliğini kapitalist modernleşmenin zayıflığının ve sınırlarının değil, gücünün göstergesi olarak görmeyi deneyebiliriz. Sermaye ve devletten özerk bir gerçeklik alanı oluşturan, Türk-İslam-Patriyarkal alana atfedilen geleneksel komünal ilişki ve değerlerin sermaye ve devlet tarafından çözüldüğü bir anda, Türk-İslam-Patriyarkal alanın mukimleri Türkçü-İslamcı-Osmanlıcı-Devletçi türlü fantezinin eşliğinde devletin yağma ve yeniden bölüşüm süreçleri içinde tuttukları görece ayrıcalıklı “ev sahibi” konumlarla tekrar şeref buldukları ve değer kazandıkları yanılsamasına kapılırlar (Şerefli olmanın her daim bir “şerefsizler” topluluğunu varsaydığını, bu şerefliler topluluğunun kendini bu “şerefsizler” topluluğuna karşı kurduğunu akılda tutmak burada kritik önemde). Değinildiği gibi, bu yanılsama maddi temelleri olan bir yanılsamadır; zira ırkçı-oligarşik Türkiye kapitalist toplumsal düzeni, şerefli “ortaklarına”, “şerefsizler”e karşı şerefli hissetmenin gururu ve normallik duygusundan fazlasını sunar (ki bu duygunun bağlayıcı gücünü hiç de küçümsememek gerekir). Bu şerefliler topluluğunun,  devletin yeniden bölüşüm süreçlerinin resmi ve yarı resmi kurumlarının [kamu kurumları, vakıflar, cemaatler, belediyeler, esasen devletin yağma ve yeniden bölüşüm süreçlerinde mevcuda gelen tefeci-bezirgan 5’li çete (Devletin esas sahipleri), sosyal yardım kurumları] yarattığı istihdam olanaklarına, sosyal yardımlara, kamu hizmetlerine ve diğer imkanlara erişimde “şerefsizler topluluğu” karşısındaki ayrıcalıkları tartışma dışıdır.

Bu tartışmanın kitlesel düzeyde AKP’ye oy vermeye devam ettiği görülen Türk-İslam-Patriyarkal daire içindeki emekçilerin geçim etiği bağlamındaki önermesi şudur: Bütünüyle depolitize edilen ekonomi alanının emekçileri olarak ırkçı tikelciliğin “haysiyetli” koşullarda çalışmak ve yaşamak imkanından mahrum kıldığı, varlıklarının en temel düzeyde yeniden üretimi devlet tarafından  “tanınma”larına ve değerli görülmelerine bağlı olan, “ekonomi dışı” toplumsal uzamı Türk-İslam-Patriyarkal kimlik eksenli bir şeref hiyerarşisi üzerinden yapılandıran ırkçı-oligarşik devletin yeniden bölüşümcü görüş alanına etkin biçimde girmeleri bu kimlik alanını üstlenmelerine bağlı olan bu emekçilerin gerçekliği, kendi kaderini tayin hakkına sahip, temelde eşit statülü haysiyetli insan olarak vatandaş kategorisinin inkarı üzerine kuruludur. Dolayısıyla bu perspektiften bakıldığında Türk-İslam-Patriyarkal alandaki emekçi sınıflarımızın geçim etiğinin kurucu jesti “vatandaş-insan”ın tikelci inkarıdır.

Haysiyetli vatandaş-insanın tikelci şerefli inkarına dayanan bu geçim etiğini normatif bir yargılama ve hoşnutsuzluğu da barındıran biçimde “küçük adamın geçim etiği” olarak adlandırıyorum. Buradan   şu siyasal sonuçları ve önermeleri çıkartmak mümkündür:

  • Tutarlı, başı sonu belli rasyonel bir argümanla, teşhirle üzerine gidilirse “küçük adamın” siyasi konumlanışını sarsarım fikri bir yanılgıdır. Zira geçim etiğinin “küçük” adamını “küçülten”; evrensellik, eşitlik, etik kurma kabiliyetinden yoksun bırakılmışlığını içselleştirmeye yönelmesidir. Ulusal egemenlik, hesap verebilirlik, şeffaflık, kamu çıkarı, haklar ve ödevler, katılım gibi kavramların küçük adamın dünyasında normatif bir karşılığı neredeyse yoktur. O, memleketin sahibi olma, ona bu sahiplik konumunu veren aidiyet alanı içinde bulunma jesti üzerinden argüman öncesi tikelci bir konum almaktadır. Konumunu rasyonel bir akıl yürütmenin neden sonuç zinciri içerisinde edinmediği gibi böyle bir neden sonuç süreci içinde bırakacak da değildir. Dolayısıyla rasyonel bir tartışmaya itildiği her durumda (sokak röportajlarında görüldüğü üzere) dillendirdiği hakikat ve akıl-dışı söylemler bir cahilliğin ürünü değil, bu tartışmaya girme kabiliyetsizliğiyle yüzleşmekten kaçınmanın bir yoludur. Keza “duygular”ın kullanımındaki yoğunluğu da (“bu bir aşk hikayesi”, “adamı seviyorum”, “Allah benim ömrümden alsan ona versen”), rasyonel eksiğin kapatılmasına yönelik işlevi ile düşünmekte fayda vardır.

 

  • Muhalefeti PKK ve dış güçler ile işbirliği yapmakla suçlayan iktidar söyleminin bütün temelsizliğine rağmen satın alınması da montajların başarısından ziyade bu söylemleri satın almaya hazır olma hali ile ilişkilendirilmelidir. Nihayetinde PKK ile masaya oturan Kılıçdaroğlu değil, Erdoğan’dı. Küçük adamın geçim etiği açısından PKK ve dış güçlerle işbirliği suçlamasının işlevi, bu suçlamanın, ırkçı-oligarşik kapitalist toplumsal düzenin egemen “şerefli” ortaklarını “şerefsizler” topluluğundan ayırmaktaki gücüdür. Bir diğer deyişle, uluslararası sermaye oligarşisi ve tefeci-bezirgan sermayenin oligarşik diktatörlüğü ve “boyunduruk altındaki sözde ortak” olarak kitlelerin işbirliğinin üzerine kurulu olduğu platform PKK ve dış güçler karşıtlığıydı. Geçim etiğinin küçük adamı, muhalefeti PKK ve dış güçler ile işbirliği yapmakla suçlayan söylemlere sarıldığında esasen evin sahibi konumunu teyit etmekte, devletin yağma ve yeniden bölüşüm süreçlerinde ayrıcalığa talip olmaktadır. Dolayısıyla PKK işbirliği suçlamasına güçlü yanıt verilemediği için seçim kaybedildi çıkarımı akılsızcadır, bu suçlamaya zaten salt söylemsel düzeyde güçlü yanıt verilemezdi.

 

  • Küçük adamın geçimlik etiği üzerinden bakıldığında Türkçü ve İslamcı bir yükseliş ve canlanma teşhisi konusunda da daha rezervli olmak gerektiği açığa çıkıyor. Küçük adamın geçimlik etiğinden doğru bakıldığında, Türklük-İslam, küçük adamın geçimlik etiğinin kurucu sütunları olmakla, evin sahibinin kim olduğunu işaretlemekle işlevli, fazlası değil. Türklük-İslam küçük adamın geçimlik etiğinin muhafazakarlığına tabi, yoksa muhafazakarlığın sebebi değil. Türklük ve İslam kitleler tarafından tahmin edildiği kadar ciddiye alınmıyor olabilir. Dolayısıyla Türklük ve İslam üzerinden bir hegemonik karşı söylem kurma çabasının (anti-kapitalist Türklük ve İslam) beklendiği sonuçları verme ihtimalinin yüksek olmadığı çıkarımı yapılabilir.

 

  • O halde esas mücadele edilmesi gereken ne Türk milliyetçiliği ne de İslamcılık, esasen emekçi sınıfların geçim etiğine karşı bir ideolojik-sosyal mücadele verilmek zorunda. Hayatta kalmaya kapanmayan, insanca yaşamaya dair bir ufuk ve hayalgücü genişlemesini zorlayan bir mücadele. Dolayısıyla mücadelenin salt temel ihtiyaçların karşılanması düzeyinde kurulması “küçük adamın geçimlik etiğini” kırmakta yeterli olmayabilir. Örneğin bir işçinin ailesiyle tatil yapabilmeyi hayal edebilir/talep edebilir olmasını, herkesin insanca barınabileceği konutlarda ücretsiz ya da sembolik bedeller karşılığında yaşama hakkı olduğunu bilince çıkarmasını sağlamaya yönelik bir zorlama gerekir. Küçük adamın geçim etiğini kırmak noktasında en işlevli olabilecek sorunun “hayatta kalmak mı, yoksa insan gibi yaşamak mı” sorusu olduğunu düşünüyorum. O halde küçük adamın geçimlik etiği karşısındaki sloganımız:

Hayalgücü İktidara!!!


KAYNAKÇA

Agamben, Giorgio. 2013.  Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat, çev. İsmail Türkmen. İstanbul: Ayrıntı.

Balaban, Utku. 2023. “İşçi Sınıfının Siyasette Söz Söyleyebilmesinin ve İlk Etapta Burjuva Demokrasisinin Yeniden Tesisinin Ön Koşulu Faburjuvaziye Dönük Bir Siyasi Hücumun Gelişmesidir.” https://birikimdergisi.com/guncel/11406/isci-sinifinin-siyasette-soz-soyleyebilmesinin-ve-ilk-etapta-burjuva-demokrasisinin-yeniden-tesisinin-on-kosulu-faburjuvaziye-donuk-dogrudan-bir-siyasi-hucumun-gelismesidir

Chakrabarty, Dipesh. 2021. Avrupa’yı Taşralaştırmak: Postkolonyal Düşünce ve Tarihsel Farklılık, çev. İlker Cörüt. İstanbul: Dergah.

Cörüt, İlker. 2021. “Hikmet Kıvılcımlı’s History Thesis and the Nation-Form.” Beyond Nationalism and the Nation-State: Radical Approaches to Nation içinde, der. İlker Cörüt ve Joost Jongerden. London: Routledge.

Foucault, Michel. 2002. Toplumu Savunmak Gerekir, çev. Şehsuvar Aktaş. İstanbul: Yapı Kredi.

Greenfeld, Liah. 2016. Advanced Introduction to Nationalism. Cheltenham: Edward Elgar Publishing.

Greenfeld, Liah. 2017. Milliyetçilik: Moderniteye Giden 5 Yol, çev. Abdullah Yılmaz. İstanbul: Alfa.

Greenfeld, Liah. 2019. Nationalism: A Short History. Washington, D.C.: Brookings Institution Press.

Karatani, Kojin. 2014. The Structure of World History: From Modes of Production to Modes of Exchange. Durham and London: Duke University Press.

Kıvılcımlı, Hikmet. [1965] 2012. Tarih Devrim Sosyalizm. İstanbul: Derleniş Yayınları.

Scott, James C. 1976. The Moral Economy of the Peasant: Rebellion and Subsistence in Southeast Asia. New Haven and London: Yale University Press.

Taylor, Charles. 1994. “The Politics of Recognition.” Multiculturalism içinde, der. Amy Gutmann. Princeton, NJ: Princeton University Press.

Viroli, Maurizio. 1997. Vatan Aşkı, Yurtseverlik ve Milliyetçilik üzerine Bir Deneme, çev. Abdullah Yılmaz. İstanbul: Ayrıntı.

Yurtseverce. 2021. Yurtseverce Sözümüz. https://yurtseverce.com/yurtseverce-sozumuz/

Yurtseverce. 2023. Yurtseverce Sözümüz.  https://www.youtube.com/watch?v=22EhLA9bY9s

Türk Sağında Balkan Açmazı: Korkular, Endişeler, Travmalar

Tahmini Okunma Süresi: 7 dakika

Türk sağı, aralarında Osmanlıların çekilmesiyle beraber Balkanlardaki Türklük havasının yok olup gitmesinin melankolisini yaşayan Rumelili temsilcileri bulunmasına karşın Balkan kökenli Türk’ün bile etnik durumuna ilişkin paranoyalar üretme eğilimine hep açık oldu. Olağan şartlar altında milliyetçi söylemi “kavmiyetçilik” olarak tahkir etme alışkanlığındaki İslâmcı müellifler bile, hassaten hoşlanmadıkları kimseler söz konusu olduğunda, “suyun öte yakası”ndan gelenlerin Rumluğunu, Sırplığını, dönmeliğini, Yahudiliğini diline dolamayı âdet edindi. Balkan kökenli hemen herkes, en ufak bir anlaşmazlık hâlinde, ırksal kökenindeki muhtemel karışıklığa işaret edilecek kolay bir hedef hükmündeydi.

İttifaklar sisteminin Türkiye’ye tanıtılmasından itibaren cürmünün ötesinde yer yakma imkânına erişen partilerden birinin başkanı, adı ve sanıyla Mustafa Destici, bir televizyon programında Erkan Baş hakkında konuşurken sonradan özür dilenecek türden birtakım laflar etti. Kendisine göre, Boşnak bir aileye mensubiyeti ve Yugoslavya’nın dağılmasından önce doğmuş olması Erkan Baş’ın “Tito artığı” gibi bir kelimeyle tavsif edilmesine yeterliydi. Lafın kendisi “kılıç artığı” sözündeki o alışılageldik ve fakat ne kadar alışılırsa alışırsın çirkinliği geçmeyen büyüklenmeyi ve çiğ tekebbürü anımsatıyordu. Yugoslavya’da sosyalist bir idarenin teşekkülünden sonra Türkiye’ye göç eden yüz binlerce ailenin “en yerli – olağanüstü millî” paradigmadan bakıldığında nasıl görüldüğünü de ortaya koyan bir laftı bu. Yalnızca Erkan Baş değil, belli ki koca bir yurttaş topluluğu Tito’nun “çerik çürük” Türkiye’ye yolladığı, dolayısıyla yatıp kalkıp devlete duacı olmaları gereken, kalp saffetinden ötürü kucak açılmış bir zümre olarak algılanıyordu. Yine de Destici’ye teşekkür etmek gerekiyor. Türk sağının eski, artık pek gündemde olmayan fakat geçtiğimiz on yılların neşriyatı incelenecek olursa hemen her gazete sütunundan fışkırdığı görülen bir itiyadını yeniden hatırlatmış oldu.

Esasında, kolaylıkla “ikircikli” diye nitelenebilecek bir tavır, ton ve tandans farkı gözetmeksizin Türk sağının Balkanları hatırlayışının hemen her tarafında kendini gösterir. Dolmanın ya da baklavanın kime ait olduğu gibi harcıalem laf dalaşlarından çok daha ciddi konulardaki tartışmalara kadar, önce Osmanlı İmparatorluğu’nun ne denli hoşgörülü bir idare biçimini benimsediği Balkan uluslarına –bazen insanın aklına Ömer Seyfettin’in Diyet öyküsünü getirecek sıklıkta– hatırlatılır. Ancak tartışmanın harareti artmaya başlar başlamaz hoşgörü söylemi terk edilerek ilgili uluslar “dünkü kölelerimiz” diye tahkir edilir. Türk sağında Balkan uluslarının Osmanlı idaresinde geçirdikleri yüzyıllar boyunca kendilerine hoşgörüyle yaklaşılan Tanrı emanetleri mi, yoksa boyunduruk altında tutulan köleler mi oldukları konusunda bir ittifaka rast gelinmez. Muhtemelen öyle kati bir görüş birliğine ihtiyaç da duyulmaz. Onlar, kendilerini, bu ulusların “yeri geldiğinde seven, yeri geldiğinde döven” babaları konumunda algılamaktan memnun görünürler.

Ulusçuluk çağının şafağının sökmesiyle beraberse Balkanlar, Avrupa’nın hemen her tarafında, bir tür “ırklar cümbüşü”, “dinler karmaşası”, dolayısıyla tekinsiz bir yer olarak değerlendirilmeye başlanır. Her toprak parçası üzerinde olabildiğince homojenleşmenin ideallerin ideali hâlini almaya başladığı bir dünya söz konusudur. Böyle bir süreçte farklı etnisitelerden insanların dar bir coğrafyaya sıkıştıkları Balkanların endişe verici bir şekle bürünmesi de doğaldır. Bir bakıma bu süreçte Balkanlar, Türkiye’nin “kendi geleceğinin imgesi olmaması gereken şey” hâline gelir.

Bu etnik karmaşanın yarattığı endişe, kendisi de Rumeli kökenli olmasına rağmen, Balkan Savaşı sonrası muhacir duruma düşenlere –üstelik o bölgenin kaybına ağıt olarak tasarladığı bir şiirde– “Anama sövenin kızı, avradı / Domuz çobanından döl aldı gitti” gibi çirkin bir hitapta bulunabilen Rıza Tevfik’te dahi kendisini gösterir. Tarih alımlayışını neredeyse bütünüyle etnik ihanetler ve sadakatler üzerine kurgulayan İsmail Hâmi’nin, İmparatorluk’a her zaman zarar getiren karakterler olarak inşa ettiği devşirme sadrazamların öyküleriyle yetişen “dünyayı kazanmış ve kaybetmiş bir imparatorluğun çocukları”, hâliyle Balkanların “kan karmaşası”nda ürpertici bir taraf bulurlar.

Oysa İmparatorluk’un son devrini idrak edebilecek yaşta olanlar Anadolu’nun da bu “karmaşa”dan nasibini aldığını bilmez değillerdi. Nihayetinde tehcir kararı alınmadan önce Ermenilerin önemli bir azınlık yahut basbayağı çoğunluk olarak bulunduğu Anadolu kazaları mevcuttu. Aynı şey Ege ve Karadeniz’de Rumlar için de geçerliydi. O kuşağa mensup olanlar bu gerçekleri bile isteye görmezden gelen bir yaklaşımı benimsediler, bazıları zamanla tarihî bir vakıayı gönüllü biçimde görmezden geldiklerini unutacak ölçüde. Peşi sıra gelenler ve ancak Cumhuriyet devirlerini idrak edebilecek yaşta olanlar, Anadolu’nun ezel-ebet üzerinde Türk’ten başka kimsenin yaşamadığı bir coğrafya olarak görmekte, okumalarının seçicilikleri de göz önünde bulundurulursa, bir parça daha mazurdular. Her ne kadar Kemâlist dönemde Sümerlere değin uzanan ve kırk asrı kaplayan bir tarih inşa etmek çabasıyla Anadolu’nun geçmişindeki ve bugünündeki “etnik karmaşa”nın üzerinden atlanmaya çalışılsa da başarılı olunamadı. Nihayetinde etnik karmaşanın eski İmparatorluk coğrafyasının yalnızca Balkanların payına düşen kısımlarına özgün olmadığı gerçeği, şairin “Ey unutuş, kurtar bu gamlardan beni” mısraına sığınılarak büyük oranda hafızalardan da tehcir edildi.

Ancak “elde kalan topraklar” hakkında geliştirilen bu gönüllü unutuşun “kaybedilmiş” Balkanlar özelinde yinelenmesi için bir gerekçe yoktu. Osmanlı hoşgörüsü söyleminden bakıldığında Balkanlardakiler kendilerine bu kadar merhametli davranmış bir idareye karşı isyan ederek nankörlük etmişler; “dünkü kölelerimiz” hissiyle bakıldığında ise aynı zümreler efendilerine baş kaldırmak gibi bir densizliği irtikap etmişlerdi. Her ikisi de affedilmez bulunduğundan Balkanlar, Türk sağının söyleminde hep bir hırsın konusu oldu. Tarihsel konjonktür de uzun süre onların lehineydi, Balkanlar Avrupa için de düzensiz idarî yapısı, bitmez savaşları, gereksiz agresyonu ile olumsuz bir söylemin konusuydu. Türk sağının büyük oranda özgüvensizlikten kaynaklanan itirazları böylelikle pekâlâ “modern” bir veçhe kazandı. Batı dillerinde Balkanizasyon bir olumsuz sıfat olarak yükselirken Türkiye’nin sağ neşriyatı da buna paralel, yani “çağdaş” bir söylem düzeyinde ilerliyordu.

Türk sağı, aralarında Osmanlıların çekilmesiyle beraber Balkanlardaki Türklük havasının yok olup gitmesinin melankolisini yaşayan Rumelili temsilcileri bulunmasına karşın Balkan kökenli Türk’ün bile etnik durumuna ilişkin paranoyalar üretme eğilimine hep açık oldu. Olağan şartlar altında milliyetçi söylemi “kavmiyetçilik” olarak tahkir etme alışkanlığındaki İslâmcı müellifler bile, hassaten hoşlanmadıkları kimseler söz konusu olduğunda, “suyun öte yakası”ndan gelenlerin Rumluğunu, Sırplığını, dönmeliğini, Yahudiliğini diline dolamayı âdet edindi. Balkan kökenli hemen herkes, en ufak bir anlaşmazlık hâlinde, ırksal kökenindeki muhtemel karışıklığa işaret edilecek kolay bir hedef hükmündeydi.

Balkanların sağda endişeler uyandıran tek sıkıntısı, beşbenzemez milletleri bir arada bulunduruyor olması değildi kuşkusuz. Artık havasından mı suyundan mıdır bilinmez, Rumeli ahalisinin Müslüman nüfusunun pek o kadar “müteşerri” olmaması, sağda dini ve dinin en doğru yorumu olarak “ehl-i sünnet ve’l-cemaat akidesi”ni önemseyenlerin endişelerini harekete geçiren bir diğer unsurdu. Bektaşiliğin yaygın biçimde görülmesi, birtakım şehir merkezleri dışında harem-selâm uygulamasına pek itibar edilmemesi ve Cevdet’in Bosna’ya gittiğinde pek şaşırdığı “muaşaka”, yani flört usulünün ayıplanmaması Rumeli Müslümanlığını da bu kesimin gözünde iyice tekinsiz kılıyordu.

İsmâil Hâmi, Arnavutluk’un İmparatorluk’tan bağımsız olması münasebetiyle kaleme aldığı bir yazıda bu tekinsizlik hissini yansıtmaktaydı. Ona göre Arnavut’un dini “pek sudan” idi, zira Müslümanlar çocuklarına Hristiyan isimleri koyar, icap ettiğinde kiliseleri ziyaret etmekten çekinmezlerdi. Daha sonraki müellifler de “suyun öte yakasından gelenler”in dinî yaşantılarını pek bir “Kızılbaşça” bulmuş olmalılar. Anadolu’nun o “kavruk yüzlü”, o “mübarek” ve alabildiğine Sünnî yaşantısını Rumeli’den gelen muhacirlerde bulamayıp hayal kırıklığına uğramak standart bir faaliyet hâlini almıştı. Sağ söylem, özellikle İmparatorluk’un Balkanlardan çekilmesinden on yıllar sonra Türkiye’ye gelenlerin “Müslümanlığı unutmuş” veya “Müslümanlıkları unutturulmuş” olduklarına neredeyse emindi. Bu yüzden bir misyon üstlenerek onlara Müslümanlıklarını hatırlatmak, daha doğrusu “onları da kendileri gibi Müslümanlar kılmak” ulvî bir gaye hâlinde, üstelik bugün de (çeşitli devlet kurumlarının da katkılarıyla) uğruna emek sarf edilecek ölçüde, ciddiye alındı.

Sağın Balkanlar özelinde hissettiği tek dinsel endişe çeşitli “heterodoks” inanışlarla sınırlı da değildi. Hakkında üretilen “günah şehri” anlatısına bakılırsa Selânik, dönmeliğin-Sabetaycılığın, masonluğun, bir diğer deyişle Türk sağının “şeytani güçler panteonunun” her bir bileşenini içeriyordu. “Selânik dönmesi” lafının, büyük oranda da Atatürk alerjisi nedeniyle, dinci eğilimleri kuvvetli sağ mihraklarda bu kadar sevilmesi tesadüf eseri sayılmamalı.

Ortada Türkiye’nin siyasî geçmişinin yarattığı birtakım sorunlar da vardı. Bunlar da birer travma olarak sağ zihne eklemlenmişe benzer. En başta kendisini Tanzimat’tan beri devam edegelen bir Batılılaşmış seçkinler idaresinin mağdurları ve mağbunları olarak kodlayan ve ondan önceki devirlerde devlet kendilerine çalışıyormuş, bütün o heybetli padişahlar da Anadolu halkının refahından gayrı bir nesne düşünmediklerinden yedi kıtada at koşturuyorlarmış gibi tuhaf bir ısrarı sürdüren sağ zihin, şikâyet ettikleri durumun sorumluluklarını aradıkları her seferinde karşılarında birtakım Balkanlı simalar buluyorlardı. “Ulu Hakan”ın tahtından indirilmesi ile sonuçlanacak meşum süreci harekete geçiren hep o suyun öte yakasından gelenlerle dolu Hareket Ordusu melunları değil miydi? Ondan boşalan güç merkezini dolduran ve koca imparatorluğu tarumar edenler hemen hepsi Rumelili İttihatçılardan başkası mıydı? Serdengeçti’nin şahitliğine itibar edilirse “Ulan öküz Anadolulu!” nutkunu çeken Tandoğan sanki Çorumlu, Çankırılı mıydı? Sağın bir kısmı için “başlarına zorla şapka geçirip şeyh efendilerini arpasız bırakan” ve diğer bir kısmı için “Türklüğü Anadolu sınırlarına hapsedip bir dikta dönemi başlatan” adam ve arkadaşları hep o Selânik’ten sökün etmemişler miydi?

Sağın, milliyetçi yorumlarının da dâhil olmak üzere, İttihat ve Terakki ile barışmasının son otuz yılın bir ürünü olduğunu akılda tutmak lazım. Ondan önce “üç beyinsiz kafa” ve “muhteşem bir imparatorluğu 15 senede mahvedenler” olarak kodlamaya alıştıkları bu oluşum, ancak orada temsil imkânı bulan İslâmcılığın, devletçiliğin, güvenlikçiliğin fark edilmesiyle beraber ve öyle sanıyorum ki büyük oranda Atatürk karşısına bir rakip çıkarma projesinin Karabekir özelinde tutmamasıyla beraber bir iade-i itibar süreci yaşayabildi. Sağın en geniş yayın organları, handiyse İtilafçı üretimi lafları cepkenlerinde muhafaza ederek yıllar yılı “Makedonya çetecileri”, “Selânik dönmeleri” olarak gördüğü bu hareketi ondan sonradır ki romantik bir duyuşla yeniden saflarına katma ihtiyacı duydu.

Balkanların Türk sağındaki imajına en yakın tarihli darbeyi ise bu toprakların İkinci Dünya Savaşı sonrası komünist bloğun hissesine düşmesi vurdu. Ateşli bir anti-komünizm neşvesiyle ve Necip Fazıl’ın ifadesiyle ırk temelli milliyetçisinden düpedüz İslâmcısına uzanan bir “anti-tezlerde birliktelik” safhasında Türk sağı, şeytanet ve melanetliklerine şimdi bir de sosyalizmin çürük harcı karışmış Balkanları bir Rus peyki, içindekileri de en iyileri milliyetlerinden de dinlerinden de bihaber gafil insanlar ile en kötüleri enikonu Moskof ajanı olarak işlemeye başladı.

Destici’nin sözleri, birbirini ardına eklenen bütün bu katmanlı endişe ve özgüvensizliklerin, yani ait olduğu geleneğin beslendiği bütün kaynakların bir ürünü sayılmalı. Burada birtakım hafifletici sebeplere gitmenin, örneğin Balkanlara yönelik bu küçümseyici ve kötüleyici tavrın Rumeli Türk ve Müslümanlarının 93 Harbi’nden başlayarak maruz kaldıkları sistemli soykırım ve pogromun travmatik bir çıktısı olduğunu iddia etmenin iler tutar pek bir yanı bulunmuyor. Bir kere böylesi bir travmanın, yani Osmanlı kamuoyunu senelerce “İntikam!” serlevhalı Balkan hikâyelerine yönelten mağlubiyet krizinin muhatabının o coğrafyanın Müslüman ahalisine, bizim örneğimizde Boşnaklara, yönelmesinin hiçbir anlamı yoktur. İkincisi, yaşadığı felâketleri hatırlamaktan kolektif bir utanç duyma eğilimindeki Türk toplumunun bugününde Balkan felâketinin güncel bir hafıza nesnesi olduğunu öne sürmek son derece güçtür. O felâketleri yaşayanların soyundan gelenlerin dahi unuttuğu, anmalarının ve anıtlarının bulunmadığı bir tarihsel hadise Balkanlara yönelik bu tavrın izahı olamaz.

Öyleyse son yüzyıl içerisinde üretilen ve bütünüyle etnik, dinî, sosyal ve tarihî özgüvensizliklere ve endişelere dayanan ve sağcı neşriyatın hemen tümüyle hisse sahibi olduğu bir Balkan imajı mevcuttur. Memleketçe duçar olduğumuz mikro-milliyetçilik çatışmalarında hemen her zaman rastlanan söylemlerden biri tartışmanın sıkıştığı bir anda Balkanlı tarafa yöneltilen “Topuklarınız kıçınıza vura vura buraya kaçtınız!” lafıdır, örneğin. Bu hınç dolu ifadenin, mantık dışılığı ve minnete zorlama çirkinliği bir tarafa, şöyle bir vurgu taşıdığını fark etmek gerekir: Vatanına sahip çıkmak “kozmopolit olmayan bir erdem”dir. Oysa tam da kozmopolit bir coğrafyada doğmuş ve büyümüş olması, Rumelilinin böylesi bir erdemden mahrumiyetini verili olarak almalarını sağlayan bir önyargı alanı oluşturur. Nitekim Yunan askerleri Ege’den İç Anadolu’ya doğru ilerlemeye başladığında Anadolu köylülerinin dağlara kaçışmaları, ordu ilerledikçe Anadolu içlerine doğru hicret hareketlerine girişmeleri olsa olsa millî bir dramın konusu olurken aynı hareketi tekrarlayan Rumelilerin bir çırpıda “vatanlarını savunmamış insanlar” imajını çağrıştırması bir zihniyet örüntüsünü meydana çıkarmaktadır.

Türk sağının zaman zaman aynı millettenmiş gibi davranmayı adet edindikleri Boşnak ulusuna mensubiyeti bile Erkan Baş’ı, Destici’nin hücumundan kurtaramaz. Zira “makbul Boşnak” değildir. Boşnaklar, Müslümanlarını ısrarla vurgulayarak sağın Balkanlara yönelik “dinî endişe” bariyerini aşabilmişlerdir. Balkan coğrafyasında Müslüman ile Türk kelimelerinin eşanlamlı olarak kullanılması, bundan rahatsızlık duyulduğu belirtilmediği müddetçe yine Türk sağını büyüler. Bütün bunlara gayrimüslim Balkan ulusları tarafından gadre uğramış olma maddesi de eklenirse “ağabeylik yapma” özlemini tatmin edecek bir açıklık ortaya çıkar. Baş, bu kriterleri sağlıyor değildir. Komünist olması anlatıyı sıfırlar: Irkların karıştığı, dinlerin bulamaç olduğu, Rusların beyin yıkadığı, dönmelerin fink attığı Balkan coğrafyası imgesi geri döner.

Prekaryalaşan Türkiye’de Siyaset Yapmanın İmkanları Üzerine

Tahmini Okunma Süresi: 4 dakika

Ülkenin büyük bir umuda, bir türküye, bir yürüyüşe ihtiyacı vardır. Bu yürüyüşün yolu ulus olarak sıkıştırıldığımız bu kölelik halinden ve düzeninden kurtulmaktan geçiyor. Bu aynı zamanda bütün bir ulusun sınıfsal olarak da ayağa kalkması demektir. Bu ayağa kalkma hali bizim ortak vatanımız için, bu topraklarda komşularımızla ve üzerinde yaşayan bütün canlılarla birlikte olacaktır. Çünkü biz hepimiz bu toprakların sahibiyiz ve bu topraklarda ortak kültürümüzle birlikte yaşamak istiyoruz. Çocuklarımızı yarınından umutlu ve güvenli bir şekilde yetiştirmek istiyoruz. Yaşlılarımızı son demlerinde rahat ettirmek bizim hakkımız. Halkımızın kendilerini her yönden rahat hissedebileceği bir yurdun fertleri olmak istiyoruz. Bunun adı doğal yurtseverliktir.

Daha önce yazdığımız Prekaryalaşan Türkiye yazılarımızda, 1980 yılından itibaren uygulanan ekonomik politikalar yani neoliberal politikalar sonucunda bütün bir emek dünyasının prekaryalaştığından bahsetmiştik. Yani hemen herkesin güvencesiz ve sözleşmeli personel statüsünde ve çok düşük ücretlerle çalışmaya başladığını ve üstelik bunu da gönüllü olarak gerçekleştirdiğini ve politikacılar bunu gerçekleştirirken halk tarafından büyük bir direnişle karşılaşmadıklarını ve siyaset dünyasının buna çok da muhalefet etmediğini görmüştük. Geldiğimiz noktada bütün bir ulus aslında ekonomik ve siyasi açıdan büyük bir darboğazdan geçmektedir. %65 Enflasyon, 19TL Dolar, 20 TL Euro kuruna rağmen vatandaş mevcut duruma rıza göstermeye devam etmektedir. Ülkedeki gelir adaletsizliği belki de son elli yılın en kötü durumunda iken hala sağ siyaset ülkede ağırlığını devam ettirmektedir. Oylar bir sağ partiden ayrıldığında bu sefer başka bir sağ siyasi partiye doğru geçmektedir.

Gelir adaletsizliğini en iyi Gini katsayısına bakarak da anlayabiliyoruz.  Gini katsayısı TÜİK’in şüpheli rakamlarıyla birlikte bile 0.4’ün üzerinde rakamlarda gezinmektedir. GSYH kişi başı 9500 dolar civarında ve ülke ekonomisi, ülkeler sıralamasında 2015 yılında 16. sırada olan Türkiye 2022 yılı itibarı ile 21. sıraya gerilemiş bulunmaktadır. Üstelik buraya çalışanlar tarafından bakacak olursak çalışan nüfusun yarısının asgari ücret aldığı bir ülke olarak ( Son asgari ücret artışlarından sonra bana göre bu rakam %60’ların üzerine çıkmıştır diye düşünüyorum. Yani asgari ücret normal ücret haline gelmiştir.) gelir dağılımındaki dengesizlik çok daha fazladır. Kısacası;

Tarımda girdi maliyetlerinin artması, çiftçinin ürünü sattığında eline geçenle kendini idame ettiremeyecek hale gelmesi nedeniyle ve özellikle büyükşehir yasasının çıkmasından sonra değerli arazilerin giderek elinden çıkmasıyla birlikte köylü tarımdan elini eteğini çekmeye başlamıştır. Bu maliyetler toprakları ekinsiz bırakmıştır. Hayvanları kesime göndermek zorunda bırakmıştır.

İşçi ve memur hiçbir güvence sahibi olmadan çalışmak zorundadır. Bütün istikballeri yönetici kadronun iki dudağı arasındadır ve son yıllarda iş ve idare mahkemelerinin genellikle idare veya işveren lehine karar vermesiyle birlikte emek dünyasındaki güvencesizlik kamuyu da kapsar hale gelmiştir ve ücretlerdir giderek daha da baskılanmaktadır.

Çocuklarımız kurye olarak, kargo çalışanları olarak, AVM’lerde ya da uluslararası şirketlerde satış elemanı olarak çalıştırılmaktadırlar. Çağrı merkezleri üniversite mezunları tarafından asgari ücretle doldurulmaktadır. Güvenlik görevlisi olarak çalıştırılanlar ya da temizlik elemanı olarak çalıştırılanlar hiç de azımsanmayacak rakamlardadır. Yani evlatlarımız bu ülkede hizmetçilik yaparken, yabancılar çok ucuz fiyatlarla tatilini yapabiliyor, bu ülkede birinci sınıf yaşayabiliyorlar. (Burada kast ettiğim mülteciler değil tabii ki)

Emekliler aldıkları açlık sınırı altındaki maaşlar nedeniyle geçim zorluğu çekmektedirler ve birçoğu emeklilikte başka işler yapmak zorunda kalmaktadırlar. (Tabi iş bulabilirlerse) Çalışmaya gücü yetmeyenlerin yaşam standardı giderek daha da bozulmaktadır.

Gençlerimizin ülkede iş imkânlarının sınırlı olması, özel sektörün istihdam yaratmadaki sınırlılığı, kamuda ise KPSS sınavlarına rağmen yapılan mülakatlarla atamaların torpille yapılması, iş bulma konusunda gençler arasında ümitleri tüketmektedir. Üstelik çok büyük paralar verilerek bitirilen özel üniversiteler sonrasında alınan maaşlar hiçbir derde deva olmamakta ve gençlerin özellikle nitelikli gençlerin yurtdışına gitmesiyle sonuçlanmaktadır. Sağlık, teknik ve bilişim mezunları artık ülkede çalışmayı hemen hiç düşünmemektedirler.

Kadınlarımız bir yandan çalışıp bir yandan evlerinin işlerine koştururken, çocukların bakımının ağırlığı üstlerinde daha da fazlalaşmaktadır. Bir de yaşam sürelerinin uzaması sonucunda ebeveynlerine de yaşlılıklarında bakım ve destek olma konusunda yük yine onların sırtındadır. Kısacası kadınların yükü evde ve işte giderek daha da artmaktadır.

Küçük esnaf 2008 krizinden sonra işlerini tasfiye etmeye başlamış, 2016 darbe girişimi ve sonrasında da pandemi ile birlikte çok büyük bir esnaf sınıfı işini kapatmak zorunda kalmıştır.

2011 yılından bu yana sayıları giderek artan mülteci ve göçmenler yurtiçinde iki türlü negatif etkilenme yaratmıştır. Birincisi Türklerden çok daha ucuz ücretlerle ve kaçak çalışmaları işverenlerin yabancıları istihdam etmesine yol açmıştır. İkincisi ise 400.000 dolar gibi bir rakamla mülk alana, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı verilmesi, ülkede gayrimenkul fiyatlarındaki artışı daha da tetiklemiştir. Artık normal ücretle çalışan ve daha öncesinde herhangi bir birikimi olmayan birisinin ev sahibi olmasını neredeyse imkânsız hale getirmiştir. Bir yandan da bu uygulamanın ülkeye kara para girişini de arttırdığına dair de bilgiler bulunmaktadır. Bu da şehirlerde gettolaşmaları, çeteleşmeleri ve çatışmaları arttırmıştır.

Yukarıda saydığım durumlara baktığımızda görüyoruz ki, bütün bir ulus ( Siyasetin açtığı alandan nemalananlar, şirketlerde ve devlet kurumlarında üst düzey yöneticiler hariç) prekaryalaşmıştır, hizmetçi olmuşlardır yani ücretli köleler haline dönüştürülmüştür.

Yarınından umudu yoktur. Çoluk çocuğunun geleceğinden endişelenmektedir. Dünyanın kabul ettiği çalışma ve yaşama standartlarının dışında kalmıştır ve bunun düzeltileceğine dair de herhangi bir emare görülmemektedir. Standartlar o kadar aşağı düşürülmüştür ki karnını doyurmayı yaşamak zanneden ve asgari şartlarda yaşamayı normal gören bir halk ortaya çıkmıştır. İşte bu halka tekrar umut verecek, bu ülkenin kendisinin vatanı olduğunu hatırlatacak ve kendi öz yurdunda kendisinden farklı olanlarla birlikte huzur içinde yaşayabileceğinin umudunu vaad edecek bir siyasetin önü açılmalıdır. Yurttaşların, kendilerinin bu vatanın asıl sahibi olduklarını hatırlatacak bir söyleme ve eyleme ihtiyaç bulunmaktadır.

Hemen bütün bir ulusun hizmetçi haline dönüştürüldüğü, ekmeğiyle imtihan edilip korkutulduğu, evlatlarının yarınından ümidini kestiği, yaşlılarının yaşayabilmek için çalışmak zorunda kaldığı, köylüsünün arazilerinin gasp edildiği, evlerinin, arazilerinin, mahallelerinin hiç tanımadıkları ve hiçbir ortak yanları olmayan yabancılara üç otuz paralara peşkeş çekildiği bu ülkenin kendi küllerini silkeleyip üzerinden atması şarttır.

Ülkenin büyük bir umuda, bir türküye, bir yürüyüşe ihtiyacı vardır. Bu yürüyüşün yolu ulus olarak sıkıştırıldığımız bu kölelik halinden ve düzeninden kurtulmaktan geçiyor. Bu aynı zamanda bütün bir ulusun sınıfsal olarak da ayağa kalkması demektir. Bu ayağa kalkma hali bizim ortak vatanımız için, bu topraklarda komşularımızla ve üzerinde yaşayan bütün canlılarla birlikte olacaktır. Çünkü biz hepimiz bu toprakların sahibiyiz ve bu topraklarda ortak kültürümüzle birlikte yaşamak istiyoruz. Çocuklarımızı yarınından umutlu ve güvenli bir şekilde yetiştirmek istiyoruz. Yaşlılarımızı son demlerinde rahat ettirmek bizim hakkımız. Halkımızın kendilerini her yönden rahat hissedebileceği bir yurdun fertleri olmak istiyoruz. Bunun adı doğal yurtseverliktir.

“Doğal yurtseverlik, anıların bir mekânı olarak yerli toprağına bağlılıktır. Başka hiçbir yerin bir anlamı yoktur. Kendimizi dünya vatandaşları olarak görebiliriz ama dünyanın bu belli köşesi yüreklerimizde başka hiçbir yerde duymadığımız bir heyecan uyandırır.”1

Çünkü biliriz ki bu topraklar bizim evimizdir. Biz evimizden vazgeçmeyeceğiz. Onu kimseye vermeyeceğiz. Kimsenin orayı kirletmesine izin vermeyeceğiz. Bu bizim boynumuzun borcudur. O yüzden sınıfsal ve ulusal bir siyasetin yolu yurtseverlikten, vatanseverlikten geçmektedir.

Nasıl mı olacak, onu da bir daha ki yazıda tartışalım.


  • Maurizio Viroli, Vatan Aşkı ( Yurtseverlik ve Milliyetçilik Üzerine Bir Deneme), s.58