Küçük Adamın Geçim Etiği ile Nasıl Mücadele Etmeli? Türkiye Evimiz, Altı Talebimiz!

Tahmini Okunma Süresi: 5 dakika

Belediye seçimlerinin sonucu AKP’nin çarpıcı kayıplarına, CHP’nin büyük sıçrayışına, YRP’nin yeni bir aktör olarak belirmesine ve DEM’in direnişinin gücüne işaret etti. AKP yıllarının artık sonuna gelmiş olabileceğimize dair umutlar yeşerirken, halkımızın siyasal davranış ve tercihlerini anlamak için bir takım yeni analizlere girişme ihtiyacı vurgulandı. Bu yazı, “küçük adamın[i] geçim etiği” kavramı üzerinden kitlesel bir Türk siyasal habitus tipini tariflemeye çalışarak bu arayışlara katkıda bulunmayı amaçlamakta ve gerçek bir ilerici dönüşümün imkanlarını yoklamaktadır.

Küçük Adamın Geçim Etiği

Pierre Bourdieu, hiyerarşik bir sosyo-ekonomik-siyasal yapının öznelerin tercihi ve beğenileri üzerinden kendini nasıl doğallaştırdığı ve yeniden ürettiğine dair ufuk açıcı çok sayıda metin ve analiz üretti. Bu yazıda “şartlandırılmışlık” olarak ifade edeceğim “habitus” bu analizlere yön veren merkezi kavramlardan biriydi. Şartlandırılmışlık üzerinden işleyen yeniden üretim mekanizmasını basitçe şu şekilde tarif etmek mümkündür: İçinde büyüdüğümüz, sosyalleştiğimiz, öyle istediğimiz gibi terk edemeyeceğimiz yapısal konum bizi belirli şekillerde davranmaya, duygulanmaya, görmeye, tepki vermeye, düşünmeye şartlar. Ancak bu etkinin tepkiye dönüşmesi dolaysız olarak gerçekleşmez; zira insan bir nesne değildir: varoluşu, özgür iradesiyle tercih yaptığı yanılsamasıyla belirlenir. Dolayısıyla bu şartlanmayı beğeniler ve tercihler üzerinden içselleştirir. Bu demektir ki, aslında zorunda olduğunu “seçer”. Böylece yapı, öznenin beğenileri ve tercihleri üzerinden kendini doğallaştırır ve yeniden üretir. Kısaca habitus/şartlanmışlık, “yapının ürünü, pratiğin üreticisi ve yapının yeniden-üreticisidir”, “bütün seçimlerin seçilmemiş yön veren ilkesidir.”[ii]

Bourdieu’nün şartlanmışlıkla ilgili önermesi, içinde doğduğumuz, büyüdüğümüz yapısal koşulların alışkanlıklar üzerinden bilinçdışı süreçlerde içselleştirilmesiyle ve beğeni üzerinden kendini “seçtirmesiyle” sınırlı değildir. Aslında zorunda olduğumuzu özgür irademizle tercih ettiğimiz yanılsaması, tercih edilenin faziletli/doğru/adil olduğu için tercih edildiğine dair bir başka yanılsamayla derinleşir. Bourdieu, habitus/şartlanmışlık, “failleri zorunluluğu bir erdem haline getirmeye, yani zaten reddedileni reddetmeye ve kaçınılmaz olanı istemeye yöneltir”[iii] der. Tartışmayı ilerletmek üzere burada bir nüansın altını çizmek gerekir: Bir şeyin alışkanlığımız olması, normalleşmesi, kaçınılmaz görünmesi bu şeyin doğası gereği erdemli, iyi ve güzel olduğunu göstermez. Doğru; normal olan bir normallik dışı tanımlamadan var olamaz, ama normalliği tanımlayan alışkanlık ve tekrar dışında bir kritere dayanmadığı müddetçe normal kendisini bir etik olarak kuramaz. Dolayısıyla burada, zorunda olunanın alışkanlıklar üzerinden beğeni biçiminde içselleştirilmesi dışında bir etkenin altı çizilmeli. O da bireyin özsaygısını koruma ihtiyacı, bu ihtiyacın tatmininin de bireyin diyalojik yapısının bir gereği olarak başkaları tarafından tanınmasına (recognition/Anerkennung) bağlı olması.[iv]

Zorunda olunanı bir erdeme dönüştürme jestinin en belirgin olduğu kesim emekçi, yoksul kesimlerdir; zira onlar kelimenin tam anlamıyla zorunluluklar dünyasının içindedirler: “İhtiyaçtan fazlasına zaten ne gerek vardır”, “o tip şeyler bizim gibi insanlar için değildir”, “şikâyet edenler şımarıklıktan ediyordur,” “şükrü unutmuşlardır”. Kelimenin gerçek anlamıyla zorunda olunan hayatı erdemli bir tercih olarak deneyimlemeye yönelen bu jestte sadece yapısal bir şartlanmışlığı değil, ayrıca bireyin özsaygısını korumaya yönelik refleksinin belirleyiciliğini de görüyoruz: “Zorunda olduğum için değil, bunda bir kıymet gördüğüm için böyle yaşıyorum” denilmektedir.

Bu şartlanmışlığı “küçük adamın geçim etiği” olarak adlandırıyorum. “Küçük adam”, zira kendi yoksunluğu ve perişanlığı içinde bir kıymet ve tercih bulacak kadar zavallılaştırılmış. Öte tarafta, zavallılığını bir çaresizlik olarak değil de bir tercih ve fazilet olarak anlamaya ve sunmaya yeltendiği oranda da bir etik ve özsaygı çerçevesi kurmaya çalışıyor. Tam bu noktada küçük adamın küçük dünyasında özsaygı ve etik çerçevesini nasıl bir malzemeyle inşa etmeye çalıştığı sorusu gündeme geliyor. Burada kimlik meselesini tartışmaya dahil etme ihtiyacı doğuyor.

Köktenci Kimlikçilik

Küçük adam sadece bir yoksulluğun ve perişanlığın içine doğmuyor; aynı zamanda öngörülebilirlik, süreklilik, güven, aidiyet gibi insanî varoluşun en temel ihtiyaçlarını tatmin noktasında işlevsel bir tikel tarihsel-dinsel-etnik konumunun da içine doğuyor. Dolayısıyla küçük adamın şartlanmışlığı sadece sınıfsal değil, aidiyetsel bir boyut da taşıyor. Gelgelelim, orta ve üst sınıfların görece istikrarlı koşulları içinde kural olarak normatif bir anlam atfetmeden “gelenek” olarak normalleştirdiği ve yeniden ürettiği bu aidiyetsel şartlanmışlık, sürekli endişe, belirsizlik, öngörülemezlik üreten zorunluluklar dünyasının içindeki mülksüz, güvencesiz ve yoksul küçük adamın özsaygı ve tanınma ihtiyacı bağlamında normatif-ideolojik bir kıymet kazanarak kendini yeniden üretmeye meylediyor. İçine doğulan, zorunda olunan tikel aidiyet aslında dünyadaki sayısız aidiyetten biri değilmiş de, bir lütuf, bir hediye, övünç ve ayrıcalık kaynağıymışçasına davası güdülecek bir özdeşleşme alanı haline geliyor.[v] Köktenci kimlikçilik olarak adlandırılabilecek bu özdeşleşme alanı öngörülebilirlik, süreklilik, güven, aidiyet gibi ihtiyaçları karşılarken en temel maddi-ekonomik desteklerden yoksun olduğu için çareyi totaliter ve uhrevi tamlık/şeffaflık/hakikat fetişine doğru metafizik bir müracaatta buluyor: “Ver mehteri”! Maddeden kısılan, tinselde kendini telafi ediyor.

Dolayısıyla küçük adamın geçim etiği, a) zorunluluklar dünyasının sınıfsal koşullandırılmışlığı, b) özsaygı/tanınma ihtiyacı ve c) kimlik gibi üç temel boyut içerir. Küçük adamın geçim etiğine karşı radikal mücadelenin başarısı, bu üç alanda bir yeniden konfigürasyonu zorlayarak siyaseten belirleyici olan kimlik alanında yeni bir öznelliğin ortaya çıkarılmasına bağlıdır.

Küçük adamın geçim etiği içinden gelişebilecek muhalif söylemi, geçim etiğine karşı radikal mücadele söylemi/stratejisinden ayırmak gerekir yalnız. Küçük adamın geçim etiğinin ekonomik altyapısı olan minimum geçim seviyesi sağlanamadığı koşullarda geçim etiği kendi maddi varlık koşullarının sağlanması talebiyle bir muhalefet ve protesto üretebilir. Geçim etiğinin siyasal ifadesi olan köktenci kimlikçi siyasetler siyasetleriyle mütenasip bir etik kuramayacak, tevil edilemeyecek bir tutarsızlık yaşarlarsa (İsrail`e destek gibi) keza bu da bir protesto ve muhalefet zemini olarak belirebilir. Son belediye seçimlerinde, küçük adamın geçim etiğinden türetilebilecek bu “geçim” ve “etik” merkezli iki protestonun iç içe geçerek sonucu belirleyici bir etki yarattığı görülüyor. Küçük adamın geçim etiğinden türeyen “etik” ağırlıklı protestonun, köktenci kimlikçiliğin bir partisinden diğerine geçiş (Yeniden Refah Partisi örneğinde görüldüğü üzere) ya da sandığa gitmeme biçimlerini aldığı görülüyor. “Geçim” merkezli daha pragmatist protesto biçiminin ise etkili sosyal politika uygulayan, uygulama vaat eden ve köktenci kimlikçilikle çatışma içinde olmayan burjuva muhalefete yönelim şeklini aldığı (CHP örneğinde görüldüğü üzere) anlaşılıyor. Ancak her iki durumda da, belediyelerin AKP’nin elinden çıkışını küçük adamın geçim etiğinin ve onun köktenci kimlikçiliğinin kırılması olarak okumak aceleci bir okuma olacaktır.[vi]

Küçük Adamın Geçim Etiğini Kırmak

Küçük adamın geçim etiğinin, bu etiğin ideolojik-politik biçimi olan Türkçü-İslamcı kimlikçiliğin gücünü kırmak, bu etikte/Türkçü-İslamcı kimlikçilikte biçimsel olarak telafi edilen özsaygıyı koruma/tanınma ihtiyacını gerçek bir zeminde karşılama vaadinde bulunmayı gerektirir. Bu, bireyin en temel ihtiyaçları arasında olmakla beraber karşılanması tahayyül bile edilemeyecek ihtiyaçlar ekseni üzerinde zorunluluklar dünyasının küçük adamını zorlamak/aktörleştirmek anlamına gelir. Yani hayatta kalmaya kapanmayan, insanca yaşamaya dair bir ufuk ve hayal gücü genişlemesini zorlayan bir mücadele gerekir. Örneğin bir işçinin ailesiyle tatil yapabilmeyi hayal edebilir/talep edebilir olmasını, herkesin insanca barınabileceği konutlarda ücretsiz ya da sembolik bedeller karşılığında yaşama hakkı olduğunu bilince çıkarmasını sağlamaya yönelik bir zorlama gerekir. Küçük adamın geçim etiğini kırmak noktasında en işlevli olabilecek soru “hayatta kalmak mı, yoksa insan gibi yaşamak mı” sorusudur.

Küçük adamın geçim etiğinin Türkçü-İslamcı öznelliğini kırmak, küçük adamı zorunluluklar dünyasından (hayatta kalmak) özgürleştirmek üzere ufkunun ve hayal gücünün sınırlarını genişletmeye yönelik bir siyasal zorlamayı gerektirir, ama bu yetmez. Bu siyasal zorlamanın öznellik düzeyinde esaslı bir dönüşüm sağlayabilmesi için, zorunluluklar dünyasının sürekli belirsizlik, endişe, tekinsizlik sarmalına sürüklediği küçük adamın güven, süreklilik, öngörülebilirlik ihtiyacının köktenci kimlikçiliğin totaliter ve uhrevi tamlık ve hakikat fetişinden koparılması gerekir. Bu ise, bir yandan köktenci kimlikçilikle mücadele etmek (örneğin Türk ve Kürtlerin tam mutabakatıyla kalıcı çözümü talep etmek), bu mücadeleyi verirken kimlik/aşinalık/tarihsellik alanının tahribine yol vermemek (Türkiye’nin Avrupa’nın göçmen kampına çevrilmesine ve açık kapı siyasetine son verilmesini talep etmek), diğer yandan da insanın en temel ihtiyaçları düzeyinde güven duyabilmesinin, öngörebilmesinin, endişeden azat olabilmesinin koşullarını seküler-rasyonel düzlemde temin edebilmeyi gerektirir (Sıfır işsizlik ve mutlak bir fikir ve vicdan özgürlüğü). Reddettiğimiz şey şudur: şairane lafların, hamasetin, bayrak-ezan-mehter edebiyatının, yani bizi havasına sokmaya çalıştıkları evimizdeymiş hayalinin, bizi ısıtmaya, korumaya, doyurmaya, barındırmaya, ait kılmaya yeter olduğu varsayımı. Oysa biz basbayağı ev istiyoruz; bildiğin ev, kapısı bacası olan, ısıtan, koruyan, barındıran, doyduğumuz, dinlendiren, mahremiyet sunan, adres temin eden, öyle sabahın köründe polisin paldır küldür giremediği. Yani biz varlığımızın en temel ihtiyaçları düzeyinde tam teşekküllü bir toplumsal-mekânsal tanınma talep ediyoruz. Vatan istiyoruz.

Türkiye Evimiz, 6 Talebimiz

O halde küçük adamın geçim etiğine, onun Türkçü-İslamcı köktenciliğine karşı “Türkiye Evimiz, 6 Talebimiz” diyoruz!

  1. Herkesin yaşadığı evin sahibi olması / Barınma ihtiyacının meta olmaktan çıkarılması!
  2. 0 işsizlik, 4 gün mesai, 6 saat iş günü, insanca yaşanır ücret!
  3. Herkesin devletin sosyal tesislerinde 1 ay ücretsiz tatil yapabilmesi!
  4. Farklı fikirlere, hayat tarzlarına tam özgürlük / “100 çiçek açsın, bin fikir yarışsın”!
  5. Türklerin ve Kürtlerin tam mutabakatıyla kalıcı çözüm!
  6. Türkiye’nin Avrupa’nın göçmen kampına çevrilmesine/ açık kapı politikasına son verilmesi!

[i] Kavram normatif bir olumsuz yargılama içerdiği için, cinsiyetçilikten kaçınmak üzere “küçük kadın” adlandırmasından kaçınıyorum.

[ii] Alıntılayan Loïc Wacquant: “Pierre Bourdieu”, Key Sociological Thinkers içinde, der. Rob Stones (New York: Palgrave Macmillan, 2007), s. 221.

[iii] Pierre Bourdieu, Outline of a Theory of Practice (Cambridge: Cambridge University Press, 1977), s. 77.

[iv] James Scott, Weapons of the Weak: Everyday Forms of Resistance (New Haven ve Londra: Yale University Press, 1985), s. 323.

[v] Wacquant (2007: 218) çokça varsayıldığının aksine Bourdieu`nün felsefi antropolojisinin çıkar kavramına değil, tanınma mücadelesine dayandığını ileri sürer.

[vi] Belediye meclis seçimlerinde partilerin aldığı oyu cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turunda yarışan blokların (Türk-İslam emperyal milliyetçiliği, Türk etnik milliyetçiliği, Burjuva muhalefet) oylarıyla kıyas edecek olursak, bloklar düzeyinde esaslı bir değişim olmadığı görülebilir. Türk-İslam emperyal milliyetçiliği: Başkanlık (Cumhur İttifakı) ilk tur oyu 49,5%, Belediye (AKP, MHP, BBP, YRP, Hüdapar) oyu: 47,6%; Türk etnik milliyetçiliği: Başkanlık (Ata İttifakı) ilk tur oyu: 5,1%, Belediye (Zafer ve İYİ Parti) oyu: 5,5%; Burjuva muhalefet: Başkanlık (Millet İttifakı, YSP, TİP) ilk tur oyu: 44,8%, Belediye (CHP ve DEM): 43,5%.

Türkiye Yüzyılı’na Hoşgeldiniz

Tahmini Okunma Süresi: 4 dakika

Özellikle pandemi döneminden itibaren sanırım artık bir çoğumuzun gündelik hayatında daha fazla şahit olmaya başladığı bir gerçeklik var : Kumar ve umut sektörü… Ben bu yazıyı kırsalda tanık olduklarım yada dinlediklerim üzerinden yeni yada güncellenmiş bir hegemonya inşasını okumaya ve aktarmaya çalışacağım. Evet bana göre iddia kumar vs artık hegemonyanın bir aracı olarak tartışılmalıdır.İnsanlar ablukaya alınmış durumda. Kimisi gönüllü, kimisi tehditle kimisi kişisel çıkarla kimisi de tıpkı kumar gibi düzenin nimetleri ile hem siyasal hem de ideolojik iktidara bağlanıyor.

“Hegemonya, en iyi, rızanın örgütlenmesi olarak anlaşılır. Bağımlı bilinç biçimlerinin şiddet ya da zora başvurulmadan inşa edildiği süreçtir.”
Michele Barrett

“2007-2023 döneminde devletin şans oyunlarından topladığı vergi yüzde 7 bin 949 artmış durumda. 2023’ün ilk 10 ayında şans oyunlarından elde edilen gelir 19,4 milyar, 2024’te toplanması beklenen şans oyunları vergisi 55 milyar. Nereden para kazanıyor devlet?”
-Veli Ağbaba (Tbmm plan bütçe komisyonu konuşmasından)

Milli Piyango’nun 1 Ağustos itibariyle özelleştirme kapsamında Demirören-Sisal ortaklığına geçmesiyle, Türkiye’de bugüne kadar yasak olan online şans oyunları da siteye yüklendi. Milli Piyango artık loto ve piyango çekilişlerinin yanı sıra kumarhanelerdeki gibi anlık olarak 12 ayrı oyun da oynatıyor. Zar oyunu dahi var…
-Gazete Duvar (4 Ağustos 2020)

Özellikle pandemi döneminden itibaren sanırım artık bir çoğumuzun gündelik hayatında daha fazla şahit olmaya başladığı bir gerçeklik var : Kumar ve umut sektörü… Ben bu yazıyı kırsalda tanık olduklarım yada dinlediklerim üzerinden yeni yada güncellenmiş bir hegemonya inşasını okumaya ve aktarmaya çalışacağım. Evet bana göre iddia kumar vs artık hegemonyanın bir aracı olarak tartışılmalıdır.

Artık bu işlerin bağımlısı olmuş birisiyle muhabbetim esnasında anlattığı şeyler kafamda bugüne dek boşluktaki soruları cevaplamaya başladı. İktidarın özellikle elindeki zor ve ideolojik aygıtları ile inşa ettiği rıza sürecinden ayrı olarak burda daha farklı bir şey vardı sanki. Kumar bugüne dek çok kez ‘teşhis’ edildi tabi. Ülkemizde tabipler bunu bir halk sağlığı sorunu olarak tanımladı. Çünkü kumarın yarattığı yıkımların çok fazla örneğini gördü bu ülke. Bu umut sektörü nedenleri ve sonuçları ile defalarca ele alındı. Ama kumar sadece kaybettirdiği vakit, sonuçları nedenleri vs tartışıldı. Alt ve orta sınıflar arasında neden bu denli yaygınlaştı ve normalleşti? Ekonomik olarak bir boşluğu dolduruyor mu?

Başarılı bir sistem eleştirisi yapan ve oldukça ilgi toplayan Kore yapımı Squid Game dizisinde önemli bir sahne vardı. Yarışın zorlukları karşısında yarışmacı olarak katılan borçlular topluluğu yarışın sona ermesini oylamış ve sona ermişti. Sonra ise kendileri rızaları ile yarışa geri döndü. Buradaki rızanın temelinde ‘kaybedecek bir şeyi kalmaması” var. Ki bunun için ölümü bile göze almışlardı. Marjinal bir kurgu ile bu rızayı sinemaya aktarmıştı yönetmen.

Günlük hayatta her zaman böyle sonuçlanmıyor tabi. Ve belki de neoliberalizm ve finansallaşma ile kumar hep kaybettiren olmuyor. Borç yiğidin kamçısı derler ama borçlu adam hep korku içinde olur. Talep edemez, itiraz edemez. Bir müddet sonra değişimden korkar çünkü neoliberalizmin görünmeyen eli parmak sallar ona sürekli. Kumardaki mantık bir boşluğu telafi etmesi aslında. Geçinemiyor, ev kirasını ödeyemiyor, istediği ürünü alamıyor vs. Bunun için kumar cazip geliyor. Çalışarak telafi edecek olsa zaten kumarla ne işi var.

Emek değersizleşiyor, hayat daha da pahalı hale geliyor. Hatta belki ailesi ile bir tatil yapmak istiyor. Yoksulluktan öyle bunalmış ki çare olarak görüyor belki. Bireysel kurtuluşun, kolay paranın da bu denli itibar kazandığı dönemde her şey onu alternatif olarak kumara yöneltiyor. Burada alternatif kelimesinin altını çizip daha sonra değinmek üzere devam ediyorum.

Bu iktidar döneminde bunca yoksullaşmaya rağmen neden güçlü bir itirazın doğmadığı yada nasıl hala desteğini koruduğu çok tartışıldı. Yurtsevercede de bunla ilgili çok değerli yazılar var.. Bunları yeniden tekrarlamak istemiyorum. Benim bu kumar konusunda fark ettiğim başka bir şey var : insanlar kaybettiklerini geri alamayacaklarını anladıkları zaman, artık talep etmeyi bırakıp bunu başka yollarla telafi etmeye çalışıyor. Ve kumar bunun için en ideal araç.

Görüştüğüm insanlar arasında bunu açıkça ifade edenler vardı : Bu ay işler düşüktü ama – herhangi bir kumar sitesinin adını zikrederek- orda biraz telafi ettim diyor. Yada maaş gününe kadar elimde bir şey yoktu ama şuradan kazandığım bana soluk aldırdı vs.

Eskiden varlıklıların imtiyazı gibi görünen casino oyunlarına hem de yasal sitelerde bir telefon ile ulaşabiliyordu insanlar artık. Gençler emekçiler orta sınıflar artık borsada, kripto para işinde, yasal kumarda. Alın size kültürel hegemonya. Bu konu için Onur hocamın şu yazısını buraya bırakıyorum: Seçim Sath-ı Mailine Girerken: Kültürel İktidar Üzerine Söylev

İktidarın bir türlü hegemonyayı ele geçiremediğini söyleyenler, bu iktidarın neoliberalizm en başarılı temsilcisi olduğunu es geçiyor. İktidar bu işin hakkını verdiği için, neoliberalizmin tüm nimetleri ve bu imkanı (yasal kumar) en başarılı şekilde garanti altına aldığı için iktidara desteğin bir ayağı da burda aranabilir mi?

Cumhurbaşkanı krizin ta en başlarında patronlara ‘krizi fırsata çevirmek’ten bahsetmişti. Neoliberal birey için de bu geçerli kural artık. Bunun için sermaye sınıfından olmasına gerek yok. Sistemin çarkları böyle işliyor artık ve bu neoliberal birey de bu düzenin tehdit altında olmasını istemiyor. İşte Akp bu düzenin kendini ispatlamış en başarılı muhafızı. Neoliberal birey iktidarın hakkını teslim ediyor : Yiğidi öldür hakkını yeme.

Yukarıda altını çizdiğimiz “alternatif” bir müddet sonra onun için artık ‘yok’ oluyor. Yani kurumsal muhalefet ona bir alternatif sunmadığı zaman, o da en azından düzene uyum sağlama gereği hissediyor ayakta durmak için. 80 sonrası ve bugünün gerçekliğini gözönünde bulundurursak, bugün ortada bir alternatif olsa, insanlar yine buraya yönelir miydi, çok tartışılır ama kumar oynamaktan ve kazanmaktan tek muradı ‘iyi – kötü hayatını sürdürmek’ olan alt sınıflar için en azından tüm bunların bu denli normalleştirilmesi engellenirdi.

Yazıda neoliberal bireyi sadece kumar örneği üzerinden ele aldım ama yerel seçime günler kala özellikle iktidarın desteğinin güçlü olduğu bizimki gibi yerlerde, insanların oy tercihlerindeki temel motivasyona da kısaca değinmek iyi olur. Birçok insan ‘kazanacak aday’a göre tercihini belirlemeye meyilli. Yani herhangi bir kriter yok, kentine yada kendine dair bir taleple konuyu ele almıyor, kazanacak ata oynamak istiyor. Adayların kişiliği partisi yada projeleri ile çok ilgilenmiyor.

Ticari ilişkiler ve kişisel çıkarlar oy davranışında etkili oluyor. Konuştuğunuz zaman haklı nedenler de sıralayabiliyor bu insanlar. Çünkü ortada başarılı bir yerel oligarşi inşası var. Oğlunun işe ihtiyacı var ve yerel iktidar sahipleri çözebilir bunu. Ötekinin ticari ilişkileri var. Ya işini büyütmek ya da ayakta kalmak istiyor. Taşra eşrafı her zaman sınıfsal çıkarlarına göre hareket ediyor tabi ama ortada 22 yılda (tabi öncesi de var) inşa edilmiş bir iktidar ve toplum var. Bu insanların oy tercihlerinin bir mantığı olmadığını iddia etmek yanlış çıkarımlara neden olabiliyor.

İnsanlar ablukaya alınmış durumda. Kimisi gönüllü, kimisi tehditle kimisi kişisel çıkarla kimisi de tıpkı kumar gibi düzenin nimetleri ile hem siyasal hem de ideolojik iktidara bağlanıyor.

Türkiye Yüzyılı’na Hoşgeldiniz.

Yurtseverlik bir İman Meselesidir!

Tahmini Okunma Süresi: 4 dakika

Yurtseverlik, ulusun cari gerçekliğine en sert ve keskin mesafeyi alabilirken, aynı anda ve bir başka düzeyde ulusla aşırı bir özdeşleşme gerektirir. Bunun pratik devrimci karşılığı şudur: ancak sermaye, devlet ve tahakküm yapıları tarafından yapılandırılmış aktüel gerçekliğimizi olumsuzlarken, yani kendi kendimizi olumsuzlarken kendimizle bir özdeşlik kurabilmeye yaklaşabiliriz.

Sosyalistlerin, devrimcilerin belli aralıklarla geri döndüğü ve bir çözüm bulamamak üzere kıyasıya tartıştığı sorulardan birisi şudur: Yurtseverlik sosyalizme eklemlenebilir mi, yoksa aslında mahcup ve örtülü bir milliyetçilik biçimi midir?

Tartışmanın çözümsüz kalması bir rastlantı sayılmaz. Yurtseverlik, tarihsel materyalizmin kavram setiyle anlamlandırılabilecek bir duygu, ideoloji ya da aidiyet değildir. “İşçi sınıfının vatanı yoktur” sloganını gür atanların bu bahiste bize anlatabileceği pek bir şey yok, tamam. Ama sanki “işçi sınıfının vatanı yoksa da mücadelenin dolayımı ulusaldır” vurgusunu öne çıkaranlar daha açıklayıcı bir durumda mı? Hayır. Belki bir parça daha gerçekçiler, yerel dinamikleri önemseyelim diyorlar, o kadar. Daha ötesine gidemiyor, yurtsever tutkunun gücünü açıklayamıyorlar. En yaygın ve kabul gören söylemsel strateji anti-emperyalizm üzerinden yurtseverliği gerekçelendirmeye çalışmak. Böylece yurtseverlik ve Marksizm-Leninizm arasında bir bağlantı da kuruluyor. Fakat yurtseverliği anti-emperyalizme indirgemek de mümkün değil. Anti-emperyalizm bağımsızlıkçı coşkuyu açıklamıyor; birinci olarak, ikincisi de yurtseverlik salt bağımsızlıkçılık formunda ortaya çıkan bir tavır değil. Örneğin kadın voleybol milli takımının zaferi sürecindeki özdeşleşme dinamiklerinin çoğulluğunu, derinliğini ve yoğunluğunu açıklama gücünde değil.

Burada yurtseverlik bahsinin her yönüne dair bir şeyler söylemeye girişmeyeceğim, ama yazının girişinde sorduğum soruya net bir cevap vereceğim: Yurtseverliğin sosyalizme eklemlenip eklemlenemeyeceği sorusu geri bir sorudur. Yurtseverliğin örtük, inceltilmiş bir milliyetçilik olduğu iddiası ise, basbayağı yanlıştır. Yurtseverlik sosyalist ve devrimci pratiğin üzerine kurulu olduğu temel itikadi ilkedir. Önce yurtsever iman olmadan devrimci ve sosyalist ibadet olmaz.

Bu cevabı gerekçelendirmek üzere Dipesh Chakrabarty’nin milliyetçilik ve görme biçimi arasındaki ilişkiye dair sorduğu şu soruyla başlayalım:

Fotoğrafik bir gerçekçiliğin ya da tavizsiz doğalcılığın, modern milliyetçiliklerin yarattığı görme biçiminin bütün gerekliliklerini asla karşılamayacağını anlamak fazla bir çaba gerektirmez. Milliyetçi bir bakış açısından sorun şudur: Ulus, halk ya da ülke sadece gözlemlenen, betimlenen ve eleştirilen değil aynı zamanda sevilen varlıklarsa, bu varlıkların gerçekten de sevilmeye değer olduğunu, eğer bunları zaten sevilebilir olarak görmüyorsak, garanti edecek olan nedir? Peki ya ne tarihsel hakikat ne de gerçek ve doğal olan, sadakat ve hayranlık duyguları doğurmuyorsa?[1]

Chakrabarty’nin cevabı açıktır: “Nesnelci, gerçekçi bir bakış ancak kimliksizleşmeye (disidentification) götürebilir.”[2] Devrimci avukat Selçuk Kozağaçlı şu sözleriyle adeta Chakrabarty’nin cevabını günlük dile tercüme eder:

Ezilenlerden yana olmak çok zor bir iştir. Ezilenler şöyle bir millettir: Karılarını döverler, birbirlerinin malını çalarlar, duş almazlar, dişlerini fırçalamazlar, pis kokarlar, fotoğraf çekemezler, avukatlık yapamazlar, çok riskli bir millettir yani. Kumar oynarlar, içki içerler, erken ölürler, birbirlerinin karılarına kızlarına sarkıntılık yaparlar. Yoksul sever misiniz?[3]

Evet, ezilenlerden yana olmak çok zor bir iştir. Tam da bu noktada milliyetçiliğin iç gerilimi gün yüzüne çıkar. Chakrabarty bu gerilimi şöyle formüle eder:

Reform ve iyileştirme amacıyla ulusun içindeki hataları arayan eleştirel bakış ve ulusu zaten güzel ve yüce olarak gören sevgi dolu bakışta ifadesini bulan ulusu görmenin iki farklı ve çelişkili biçimi nasıl uzlaştırılabilir? [4]

Uzlaştırılamaz. Bu gerilim karşısındaki milliyetçi strateji; nesir ve şiir, kent ve kır, gerçekçilik ve romantizm, maddi ve manevi, biçim ve öz, kamusal ve özel, dışarısı ve ev gibi sayısız ikilikler geliştirerek bu çelişkiyi ötelemeye, yönetilebilir ya da sürdürülebilir kılmaya çalışır.

Milliyetçilik bu iç gerilimi barındırır; zira bir yandan Tom Nairn´in vurguladığı üzere kapitalist moderniteden dışlanmışların bu moderniteye eşit koşullarda katılımına dair bir eşitlikçi ve popülist uğrak içerir, ama öte yanda eşit koşullarda katılımı söz konusu olanlar aslında çevre ve yarı-çevre ülkelerin dışlanmış sermayedarları, elitleri, bürokratlarıdır.[5] Milliyetçiliğin eşitlikçi ve popülist uğrağı seçkinci ve sermayeci uğrağına tabidir. Ne diyordu Fanon? Milliyetçilerin sloganı “Yabancıyı ikame et” ile sınırlıdır.[6] Ulusun her durumda ve haliyle sevilmeye değer olduğu milliyetçi varsayımını gerekli kılan, siyasal alana davet edilen halk kesimlerinin ulusal egemenlik enerjisini “milli” devlet üzerinden temsil edilebilir bir tekliğe indirgemek için gerekli olan özcülüktür.

Yurtseverler milliyetçilerden daha az özcü değildir. Tam bu noktada, her özcü angajmanı tikelcilikle/milliyetçilikle özdeşleştiren evrenselciliklere karşı yurtseverliği milliyetçilikten ayıran önemli detayın ne olduğu belirginleştirilmeli: yurtsever özcülük, yurtseverleri yurdun halihazırda ve her haliyle sevilmeye layık olduğuna dair bir milliyetçi önkabule götürmez; yurtsever özcülük, yurtseverleri ülkenin ve halkın kurtuluşu gerçekleştirebilecek bir potansiyele sahip olduğuna iman etmeye götüren metafiziğin adıdır. Yurtseverler var olanı değil, var olabilecek olanı, bir harika ihtimali ve potansiyeli severler. Bu ihtimal ve potansiyelin inkârı mümkün olmayan bir kuvvetle kendini dayatıyor olduğu, verili kabul edilebileceği devrimci zamanlar istisna dönemlerdir. Hele şeyleşmenin, yabancılaşmanın, atomizasyonun bu ölçüde derinleştiği içinde bulunduğumuz devrimcilik-sonrası zamanlarda ne akıl yürüterek ne de verilere dayanarak bir “gerçek ihtimal” çıkarsaması yapmak olanaklı değildir. Bu iman ve kabul olmasa, ne bireyin kendini gerçekleştirme fikri, ne sömürüye karşı ekonomik kazanç motivasyonu, ne etik bir tercih devrimciliğe ödetilecek bedele hazır olmanın rasyonelliğini açıklayabilir.

O halde yurtseverlik, ulusun cari gerçekliğine en sert ve keskin mesafeyi alabilirken, aynı anda ve bir başka düzeyde ulusla aşırı bir özdeşleşme gerektirir. Bunun pratik devrimci karşılığı şudur: ancak sermaye, devlet ve tahakküm yapıları tarafından yapılandırılmış aktüel gerçekliğimizi olumsuzlarken, yani kendi kendimizi olumsuzlarken kendimizle bir özdeşlik kurabilmeye yaklaşabiliriz. Öyle ya; ulusun esasını sermaye ve devletin bütünüyle yok etmeye güç getiremedikleri bir kurtuluş ihtimalinin oluşturduğunu düşünüyoruz. Böylece barbarlığın ilkel sosyalist kolektivizminin alt edilemezliği ve komünal ulus arasındaki sürekliliğe dair Kıvılcımcı imaların eşiğine geliriz.[7]

Dolayısıyla yurtsever özdeşleşme halini özcüdür diye hemen milliyetçilikle işaretlemeye kalkmak kolaycı ve yanlış bir siyasi işlemdir. Milliyetçilikle mesafe koymak adına yurtsever pratik ve söylemleri toptancı bir şekilde inkar eden bir evrenselcilikten beriyiz.


[1] Dipesh Chakrabarty, Avrupa’yı Taşralaştırmak: Postkolonyal Düşünce ve Tarihsel Farklılık (İstanbul: Dergah Yayınları, 2021), s. 261.

[2] Ibid.

[3] https://www.youtube.com/watch?v=BF18MhRe2t4

[4] Chakrabarty, Avrupa’yı Taşralaştırmak, s. 263.

[5] Tom Nairn, “The Modern Janus,” New Left Review 94, no. 1 (1975): 3-29.

[6] Frantz Fanon, The Wretched of the Earth (New York: Grove Press, 1963), s. 158.

[7] İlker Cörüt, “Hikmet Kıvılcımlı’s “History Thesis” and the nation-form: National revolutionaries as modern barbarians?” Beyond Nationalism and the Nation-State içinde, ed. İlker Cörüt ve Joost Jongerden (Abingdon, Oxon; New York, NY: Routledge, 2021):  23-46.

İkinci Yüzyıla Girerken Kemalizm’e Bakışlar

Tahmini Okunma Süresi: 11 dakika

Kemalizm’in buralara “düşmesi” aslında tarihsel bir sapma değil, mukadderat idi bana göre. Yola çıkışında onu bu hale mecbur eden bir küçük burjuva radikali damar vardı. Müdafaa-i hukuk’tan başlayan o sınıfsal dinamik, belli bir yerde uzun süren Erdoğan hükümetleri sırasında alternatif bir hegemonik girişimi zorlayamayınca Disney Plus boykotundan medet umacak yere düşmeye mahkumdu zaten. Kemalizm’in bütün bütün bir ceberrut devlet ideolojisi olduğuna dair Post-Kemalist hegemonya kurulurken, Kemalistler kendi küçük burjuva karakteristikleriyle yüzleşmediler. 1960-1971 arası Sol-Kemalist mirası sahiplenmeyi bile denemediler. Güçlü ordu, yerlilik-millilik, devlet fetişizmi gibi sağcı iddialarını kendisinden daha iyi savunan bir Adalet Kalkınma Partisi iktidarında Kemalizm, zaman zaman onunla ters düşen zaman zaman müttefik olmaya namzet bir huzursuzluklar kümesi gibi görünüyor.

*Yazının resmini Birgün’de Aydın Çubukçu’nun yazdığı İki simge savaşı ↗️ yazısından aldık. İlgili yazı, bu yazıda değinilen dönüşüme ve sol bir alternatifin imkanlarına odaklanıyor.

Kemalizm’in Türk siyası hayatında yeniden tartışılmaya başlanması ile yükselen “yeni” milliyetçilik tartışmaları arasında bir bağlantı bulunduğu şüphe götürmez bir gerçek. Bu durum ise esasen Kemalizm’in bir Türk milliyetçiliği fraksiyonu olmasıyla ilişkili. Türk milliyetçiliği bir biçimiyle yükselişe geçtiğinde kaçınılmaz olarak ona yakınsayan ya da onu eleştiren bir Kemalist fraksiyonunun yükselmesi gerekiyor. Bugün yaşadığımız da yükselen milliyetçilik dalgasının Kemalizm’e yansımasıdır. Ancak bugünkü Kemalizm’den yansıyan, onun özünde bulunan burjuva devrimciliğinin bile uzağında kalan bir pankart Atatürkçülüğü’dür. Atatürk’ü bir “simulakr”[1] olarak yeniden üreten, Atatürkçülüğü her tür radikalizmden azade bir Netflix ideolojisine çeviren yeni bir formdur karşımızda duran. Bu haliyle Kemalizm devrimci özelliklerinden alabildiğine budandığı savunularak milliyetçileşmiş, sağcılaşmış, piyasalaşmıştır. Ama bu yaşadığımız deneyime sol Kemalist bir nostalji ile vahlanmayı tercih etmeyeceğim. Kemalizm sağından solundan baktığınız zaman az buçuk böyle bir şeydi kanımca. Sadece Türk radikalleri tarihin bir devrinde onu kendilerine bir kalkış noktası edinmek istediler. Bugünkü piyasacı Kemalizm’den evvel bir Sosyalist devrimci Kemalizm üretmeyi denediler, bir kısım asker-sivil bürokratı tezlerine ikna da ettiler, lakin bir kamikaze saldırısında paramparça oldular. Bu yazıda Kemalizm’in kuruluş devresi ve altmışlardaki durumunu sınıf eksenli bir değerlendirmeye tabi tutarak bugünkü Post-Post-Kemalist aurayı mahkum edeceğim. Evet, değerlendirmeyeceğim. Zira önümüzde değerlendirmeye ve ikinci yüzyılda yeni bir Türkiye hevesini kabartacak bir damar bulunmuyor. Disney Plus’ın Atatürk filmini evinde, eline pop-corn’u ile alıp FOX TV’den izlemekle yetinen orta sınıf konforuna hapsedilmiş bir Atatürk imgesinin Türkiye’ye kazandıracağı bir ilerici kazanım yoktur. Kemalizm’in sol-liberal yorumlarının içkin-aşkın eleştirisi de bu hali dönüştürmeye yetmez. Bu nedenle Kemalizm’le onun tarihteki vazifesini ve hakkını teslim ederek vedalaşmak gereken bir yol ayrımındayız.

Kemalizm’in buralara “düşmesi” aslında tarihsel bir sapma değil, mukadderat idi bana göre. Yola çıkışında onu bu hale mecbur eden bir küçük burjuva radikali damar vardı. Müdafaa-i hukuk’tan başlayan o sınıfsal dinamik, belli bir yerde uzun süren Erdoğan hükümetleri sırasında alternatif bir hegemonik girişimi zorlayamayınca Disney Plus boykotundan medet umacak yere düşmeye mahkumdu zaten.

Müdafaa-i Hukuk’tan Korporatizm’e Küçük Burjuvazi’den Büyük Burjuvazi’ye

Birinci Dünya Savaşı’nın ardından büyük güçlerin işgaline uğrayan Anadolu’da bir direniş hareketini ilk örgütleyenler, Müslüman burjuvazinin milliyetçi unsurlarıydı. Müslüman burjuva ya da bilinen adıyla eşraf, daha evvel İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin boykotaj hareketiyle ilk örgütlenme denemelerinden başarıyla geçmiş, Balkanlar’ın kaybı ve Anadolu’da Ermeni tehciri sonrası rüştünü iyiden iyiye ispat etmişti. Bununla birlikte elde kalan liman şehirlerinde hakimiyeti büsbütün ele geçirememiş, daha ziyade Anadolu içleriyle liman kentleri arasında köprü olan[2], yarı-eğitimli, politik bilinci belirgin, etrafında ulema, din adamları ve esnafları toparlamayı beceren[3] bir küçük burjuvazi kitlesi üretmişlerdi.

Burada küçük bir parantez açarak küçük burjuvazi kavramsallaştırmasının Osmanlı-Türk tarihsel bağlamına ilişkin bir öneride bulunmak ve yazıdaki kullanımına ilişkin bir hatırlatma yapmak istiyorum. Küçük burjuvazi esasen feodalizmden kapitalizme geçişte ilerici unsurları teşkil eden, el emeğiyle yaptığı üretimle feodal bağları koparan bir sınıf olarak tarif edilir. Bu yönüyle küçük burjuvaların sınıfsal varoluş mücadelesi politik olarak feodalizmin çözülmesine ve demokratik siyasete geçişe de öncülük etmiştir[4]. Osmanlı-Türk tarihselliğinde küçük burjuvazi zaman zaman kimi ilerici temaları temsil etmekle birlikte esasen Anadolu ve Rumeli kentlerindeki tüccar sınıfından oluşmaktaydı. Bu grup aynı zamanda on yedinci yüzyıldan itibaren zayıflayan merkezi otorite ve bozulan taşra yönetimi sorununun çözümünde payitahta destek vererek taşrada politik bir güç de kazanmıştı. Saray, bilhassa merkezden atanan valilerin ekonomik güçlerini muhafaza etmek için taşrada örgütlediği isyanlara[5] çözüm olarak taşra ileri gelenlerinin (ayanlar) elindeki politik ve ekonomik gücü artırma yoluna gitti[6]. Böylelikle valilerle (daha sonraki Bab-ı Ali bürokrasisi) saray arasında yeni bir mekanizma olarak türeyen ayanlar, giderek valileri ikame etmeye başladılar. Bu durum Sened-i İttifak hadisesi ve ardından bir grup Ayan’ın tasfiye edilmesine değin sürdü. Ardından gelen Tanzimat ve merkezileşme siyaseti denemesinin başarısızlığa uğraması, taşra ileri gelenlerinin mütegallibe namıyla geri dönmesini ve durumu yeniden bu gruplar lehine çevirdi. Ayanlar, üzerinde tasarruf etme yetkileri bulunan ancak mülkiyeti ellerinde olmayan toprakları, miras olarak kendi evlatlarına bırakabilme hakkını 1858 Arazi Kanunnamesi ile elde ettiler. On yedinci yüzyıldan bu yana Osmanlı paşalarına karşı bir güç olarak yükseltilen Ayanlar, taşrada siyasi temsil yetkisini de tekellerine almaya başlamışlardı. On yedinci yüzyıl başından bu yana farklı adlarla (muhassıl, mütesellim, mültezim vd.) taşra vergi gelirini toplamak ve saraya göndermek konusunda valilerle rekabete giren ve bu görevi tamamen üstlenmeyi başaran Ayanlar, vergi oranlarının belirlendiği yerel meclislere de egemen hale gelmişlerdi. Daha sonra kurulacak idari meclislere de kaynaklık edecek bu yapılar Osmanlı-Türk küçük burjuvazisinin politik oluşum sahalarıydı adeta. Söz konusu küçük burjuvazi bizatihi Osmanlı merkezi tarafından iki yüz yıllık bir süreçte merkezi sistemin bozulmasına bir çare olarak güçlendirilmişti. Bu yeni yapı aşağıdan yukarı bir yönetim modelini andırsa da özü itibariyle taşradaki küçük burjuvazinin çıkarlarını temsil eden proto-kapitalist bir yapı idi ve maddi temeli Osmanlı vergi gelirlerine (yani küçük köylünün sömürüsüne) dayanmaktaydı. Esasen Osmanlı valileri, tımar ve dirlik sahiplerinin yozlaşması[7] bu “bezirgan” sınıfını alternatif olarak yükseltmiş, bu fırsatı iyi değerlendirme arayışı onları sarayla iyi ilişkiler kurmaya da mecbur etmiştir. Bu bağlamda Osmanlı-Türk küçük burjuvazisi olarak Ayanlar, devletlu bir sınıf idiler. Varoluşları bir ölçüde sarayın inayetinde gizliydi ancak varlıklarının devamı onunla girdikleri pazarlık ve mücadelelere bağlı idi. Sened-i İttifak, Tanzimat Fermanı, Arazi Kanunnamesi ve Osmanlı Yerel Yönetim Reformu, İttihat ve Terakki hükümetleri, boykotaj ve milliyetçiliğin yükselişi gibi hadiseler bu pazarlığın gerilimlerini içinde taşır. Bir yandan da bu sınıfı hem kendi çıkarına hem de sarayın çıkarına yatkın bir sınıf olarak örgütler. Bu nedenle Birinci Dünya Savaşı bitip de otoritesine güvenilecek bir sarayın kalmadığı anlaşıldığında bu sınıf Müdafaa-i Hukuk bağlamında yerel çıkarlarını kollama gayesine düşmüştü.

İşte bu tarihselliğin içinde gelişen söz konusu gruplar bilhassa savaştan önce ve savaş sırasında yerinden edilen gayrimüslim burjuvaların mülklerini İTC’nin -milli burjuvazi idealinden de güç alarak- müsaadesiyle ele geçirmişlerdi. Ancak büyük güçlerle birlikte geri dönen azınlıkların söz konusu mülkleri geri alması ihtimalinden duyulan endişe ve işgal hareketlerinin acımasız tavrı bir direniş hareketini tetikledi. Müdafaa-i Hukuk adı verilen bu yerel teşkilatlar pek çok yerde benzer küçük burjuva çıkarlarının bir ifadesi olarak ortaya çıktı[8]. Bu nedenle söz konusu hakların tanınması karşılığında tam bağımsız bir devlet projesini ortaya koymak yerine bölgesel özerkliklere dayalı himaye yönetimlerini de destekleyebilecek bir esnekliğe sahiptiler. Mustafa Kemal, Samsun’dan Anadolu içlerine doğru katıldığı direniş toplantılarında manda ve himaye taleplerinin güçlü olması karşısında şoke olmuştu[9]. Bu nedenle direniş hareketinin gündemi yerel hakların savunulmasından genel bir vatan savunmasına tercüme edilebilmesi için saltanat ve hilafeti İngiliz esaretinden kurtarmak stratejik olarak öne çıkarıldı. Bugün kimi muhafazakar tarihçilerce “saray tarafından Anadolu’ya gönderilen Kemal Paşa” ya da “saltanat ve hilafete -başlarda- sadık Kemal Paşa” imgeleri bu stratejik tercihlerin anakronik yorumlarından doğmaktadır.

Bana göre Mustafa Kemal’in kafasında ilk günden son güne tablo netti. Mustafa Kemal, Avrupa normlarında bir burjuva demokrasisinin kurulması gerektiğine inanan bir burjuva devrimcisiydi. Lakin onun ve etrafındakilerin sınıfsal konumu -burjuva değil bürokrat oluşları ve devletçi zihniyetleri-, devrimin burjuva karakteristiğini bir “tepeden devrim” biçimine dönüştürüyordu. Saltanat ve hilafet gibi ancient regime kurumlarıyla kendisinin de ulusun da gidebileceği bir yol olmadığını gayet iyi biliyordu. Ama karşısındaki kitlenin durumu karşısında son derece gerçekçiydi ve belli simgeleri harekete geçirmeden bu kitleyi bir topyekun savaşa ikna edemeyeceğini de biliyordu. Hayalindeki burjuva devrimi için zaman, insan ve kaynak kazanması gerekiyordu. Bu nedenle milli mücadele boyunca bir hilafet yanlısı, bir Sovyet muhibbi, bir milliyetçi lider, bir başöğretmen oluveriyordu. Hangi kıyafeti giyerse giysin, taviz vermediği tek şey radikal karakteri ve hedefleriydi. Ulusal tam bağımsızlık fikrinde ve işgale karşı son askerine kadar direnişte inadı bunun somut göstergesidir. Hepimizin önünde selam durduğu “Sarı Paşa” işte oradaki inadı ve dirayeti gösteren başkomutan idi.

İşgalcilerin sertleşen tavırları ve bilhassa güneyde Ermeniler, Batıda Yunanlılar eliyle artan şiddet, söz konusu küçük burjuvaziyi ve halk kitlelerini genel bir direniş fikrine ikna edecek bir radikalizm üretmişti. Bir taraftan da Anadolu içinde bir Mustafa Kemal fırtınası esmekteydi. Ankara’da toplanan meclis, savaşla ilgili bütün yetkilerini Mustafa Kemal’e devrederken, O, başarısız olması halinde canını ortaya koymaktan çekinmeyecek bir samimiyeti de göstermeyi ihmal etmiyordu. Köylüler ve köylülük hiçbir zaman savaşı bizatihi talep etmemişti. Milli Mücadele öncesinde ordudan ciddi bir firar sorunu vardı. Köy, savaştan bıkmıştı[10]. Ancak işgale gelen Yunan ordusunun talan ve saldırılarına, yerleşik Ermenilerin Fransız ordusuyla yaptığı işbirliğine duydukları öfke ve Mustafa Kemal eliyle hazırlanan Tekalif-i Milliye gibi zorlayıcı tedbirlerin cebriyle Milli Mücadele tarafından massedildiler.

Milli Mücadele 1922 sonunda zaferle sonuçlanıp ordu İzmir’e girdiğinde bu zafer, küçük burjuvaziyle köylüyü, ulema ile askeri, şeriatçılarla komünistleri bir araya getiren hegemonik bir lider olarak Mustafa Kemal’in zaferi olarak tarihe geçti. Yalnız Mustafa Kemal, kat-i surette komünist olmadığını ve yeni Türkiye’nin bir Sovyet uydusu olmayacağını en sert şekilde ispat etmek için, daha savaşın başında Türk komünistlerini Karadeniz’de infaz ettirmişti. Mustafa Suphilerin tard edilmesi, sınıfsız kaynaşmış bir kitle olarak Türk milletinin ve onun burjuva uygarlığının inşasına giden yolda bir pürüzün ortadan kaldırılmasıydı. Genel bir mesele olarak Sovyetlerin üstünden atlanması ise Mustafa Kemal’in halefi, İsmet İnönü’ye miras kalacaktı.

Pek çok araştırmacı, Kemalist devrimlerin kültürel radikalizmine karşın toplumsal iktidar alanlarına müdahale etmemesini eleştirir[11]. Bu görüşe göre Kemalizm -burjuva devrimi olmasına karşın- Osmanlı toplumunda geniş bir sınıf devrimi yap(a)mamıştır. Bu eleştiriye verilebilecek iki cevap var. Birincisi, aslında Kemalistler açısından Türk toplumu sınıflardan oluşan bir kitle değildi. Eğer sınıfların varlığını ve gücünü kabul etseler, ya da bir sınıf inşası sürecine girişseler, Batı’nın büyük öteki Sovyetlerin ise yakın müttefik adayı olduğu günün koşullarında Marksist bir sapma yaşayabilirlerdi. Bunu bilhassa arzu etmediler. İkincisi, Kemalizm’in milli mücadele boyunca yaslandığı küçük burjuva kesimler böylesi bir radikal sınıfsal alt-üst oluşu kabul etmezlerdi. İTC’nin milli iktisat popülizmiyle başlayan milli burjuvazi ikamesi Kemalist cumhuriyet ile tamamlanabilecekken toplumsal sınıfları alaşağı edecek bir devrim makbul görülemezdi. Kemalizm’in taşrada bu sınıflar dışında kendini temsil ettirebileceği başka bir grup da yoktu. İslamcı gruplarla saltanat ve hilafet meselelerinden dolayı uzlaşamıyorlardı. Ayrıca bunların feodal yapısı Mustafa Kemal’in batılı modern rejimine adeta bir küfür niteliği taşıyordu. Komünistler daha 1922 başında tasfiye edilmişlerdi. Köylüler pasif ve isteksizdi. Elde kalan eşraf, ulema ve esnaflardan oluşan Müdafaa-i Hukuk grubunun küçük burjuvalarıydı. Zaten bunlar Tekalif-i Milliye zoruyla milli mücadeleyi de finanse eden “fedakar” sınıfları oluşturmuyorlar mıydı? Zaman fedakarlığın karşılığını alma zamanıydı. Nitekim bu takım 1930’lar ve 1940’lar boyunca CHP’nin taşra teşkilatlarını ve belediyeleri ele geçirerek kendi patronaj ağlarını kurdu[12].

Aynı yıllarda Kemalizm kendisini ve genç cumhuriyeti sınıfları kesin şekilde inkar eden bir dayanışmacı korporatizmle tanımlıyordu. Sınıfları inkar eden bu savın özünde burjuva hegemonik olduğu, “Fırkamızın Devletçilik Vasfı”nın[13] satır aralarından anlaşılıyordu. Devlet, müteşebbis sınıfı belli bir olgunluğa erişene dek, önemli yatırımları bizatihi eline almıştı.  Söz konusu müdahale bir yandan da 1929 Buhranı sonrası daralan küresel ekonominin kaçınılmaz olarak dayattığı bir olguydu. Bununla birlikte bu geçici bir işti, yoksa haşa huzurdan biz Sosyalist değildik, olamazdık, olmayacaktık.

İkinci Dünya Savaşı’nın başında Sovyetlerin Hitler tarafından alt edilebileceği ümidi, bu nedenle İnönü Türkiye’sini faşist kutup ile yakınlaştırmıştı. Türkiye içinde ırkçı hareketlere de belli bir alan açılan bu dönem Hitler’in Stalingrad’da batağa saplanması ve sevgilisiyle Bunker’da intiharıyla sona ermişti. Arada olan içerideki faşistlere oldu. Bir süre hapsedilen ırkçı aydınlar, Türk muhafazakar milliyetçiliğinde Antikemalizm’in İnönü nefreti biçiminde görünmesini sağlayacak bir kırılmayı da başlattılar. Faşizmin ve Nasyonal Sosyalizmin yenilgisinden sonra Türkiye Sovyetler’e -dolayısıyla Sosyalizm’e- mesafelenmenin yolunu Hür Dünya’cılık söylemiyle buldu. Fethi Tevetoğlu, Nejdet Sançar gibi milliyetçiler hızla Amerikancı oldular. Komünizmle mücadele söylemi etrafında yeni bir liberalizm hegemonikleşti. Bu arada CHP taşrasındaki gruplar merkezdeki bürokratik elitle sınıfsal konumların korunumu bakımından anlaşmazlığa düştüler. Bir toprak ağası olan Adnan Menderes’in önderliğinde ve İş Bankası’nın kurucusu liberal Kemalist Celal Bayar’ın vesayetinde Demokrat Parti kuruldu. Taşradaki bütün memnuniyetsizliği arkasında toplayarak iktidara geldi.

DP iktidarlarında Kemalizm’in rota tashihi de tamamlanmış oluyordu. Artık Batı ile kalıcı ilişkiler kurulabilecekti. Türkiye muhafazakar modernleşmeci Demokrat Parti iktidarı döneminde NATO’ya girdi, AET’yi zorladı. CHP tarafından içerilemeyen küçük burjuvazi fraksiyonları Kemalistlerin Batı ile kuramadığı ilişkileri antikomünizm üzerinden kuruyorlardı. Bu devre 27 Mayıs ile sona erdiğinde Kemalistler arasından bir grup bir iç muhasebeye girişti ve yakın dönemin en ilerici ama iç çelişkileri de en yoğun akımlarından biri doğmuş oldu: Sol-Kemalizm.

Taşra Burjuvazisine Çelme, Sanayileşmenin İkamesi ve Sol-Kemalizm

Sol-Kemalizm, taşra burjuvazisinin ticari çıkarlarıyla Türkiye’nin sanayileşme ihtiyaçları (ya da Ankara’nın merkez burjuvazi tarafından bu yönde tazyik edilmesi) arasındaki uzlaşmaz çelişkinin çözümü olarak ortaya çıkan 27 Mayıs’ı bir toplumsal devrim olarak selamlayarak işe başladı. CHP içindeki sol kanadı ve sosyalist aydınları içeren bu grup cumhuriyetin kendi imkanlarıyla yetiştirdiği ilk nesil olması bakımından da önem taşıyordu. Oturup uzun uzun devrimin nerede “arıza yaptığını” tartıştılar. Onlara göre Atatürk öldükten sonra CHP içten çürümüş, her tarafı ağalar, eşraflar, komprador burjuvazi sarmış ve devrim yolundan sapmıştı. Halbuki CHP’nin hepi topu bu ağalar, eşraflar takımından ibaret olduğunu, aynı takımın CHP’den önce Halk Fırkası’nda ve Müdafaa-i Hukuk gruplarında da egemen olduğunu görmezden geldiler. Cumhuriyeti çok seviyorlar, kendilerini cumhuriyetçi ve devrimci anti-emperyal dinamizmine atıfla Kemalist olarak görüyorlardı. Aslında düpedüz soldular, ama sol olmak yeteri kadar makbul olmayınca önce Kemalist sonraları da doğrudan doğruya milliyetçi olmayı efdal gördüler. “Gerçek milliyetçilik sosyalizmdir, Sosyalizm de zaten Kemalizm’in varacağı son duraktır”[14] gibi bir totolojiyi merkeze aldılar. Değerlerinde samimiydiler, ama Kemalist olmaları mümkün değildi. Kemalizm bir burjuva devrimiyken, milli iktisat projesini tamamlamayı hedef olarak belirlemişken onların Sosyalizm’i Kemalizm’e nihai hedef olarak koyması, hem naif bir Atatürk bağlılığı, hem dönemin egemenlerinden ve antikomünizminden bir kaçış manevrası olarak anlaşılabilirdi. Ama günün sonunda bir çelişkiydi, hem de kökten bir çelişki.

Hayallerindeki Kemalist-Sosyalizmi gerçekleştirmek için en Kemalist grup olan ordu içinde örgütlendiler. 9 Mart’ta şanslarını denediler, bir kamikaze saldırısı yaptılar ve kaybettiler. Paramparça olduklarında geriye inanılan bir önder olarak Atatürk imgesi kalmıştı. 9 Mart’tan 12 Eylül’e kadar geçen derin uykuda, Atatürk gerçek bir Türk milliyetçisi olarak tarih raflarında yeniden konumlandırılırken milliyetçilik sosyalizm falan olmaktan da çıkarılacaktı. Sağ Kemalizm hem sol Kemalistlerin güvendiği ordu, hem de Anti-Kemalist gruplar eliyle stratejik olarak yeşertildi. Türk milliyetçiliğini merkeze taşıyacak ideolojik tertibat 12 Eylül’e kadar hazır edilmişti. Kenan Evren’e kalan, bu gardırop Atatürkçülüğünü biraz daha dine hürmetkar bir forma sokup okullarda genç nesillere boca ettirmek olacaktı.

Sağ-Kemalizm, Post-Kemalizm, Neo-Kemalizm

Seksenlerin ikinci yarısında kökleşen ve ruhunu 1982 Anayasası’nın Atatürk milliyetçiliği söyleminden alan Sağ-Kemalizm, Kürt hareketi ve İslamcılığın yükselişine bir reaksiyon olarak devletin ve ordunun yüceltilmesinin aracısı oldu. İktidarda sağ partiler varken muhalefet Sağ-Kemalizm’e yaslanarak Özal’a, Çiller’e, Yılmaz’a ve Demirel’e saldırıp onu devirebileceğini zannediyordu. Bir taraftan da Kemalist entelektüeller birer ikişer vahşice katledilirken, olay mahallini tazyikli suyla yıkayan devlet kurumlarından medet umdular. Çiller “tak” deyince “şak” diye yapan paşalarla hizalanmanın kendilerine bir imkan vereceğine inandılar.

Her sorunun çözümünü Atatürk ilke ve inkılaplarıyla -aslında Atatürk milliyetçiliği ile- çözebileceğine inanan sağ hegemonik ortamda İslamcılar, dövüşe dövüşe, vurula yenile iktidar oldular. 28 Şubat’ta tökezledikleri yerden Avrupa Birliği’nin liberal gündemiyle kalktılar. Karşı taraf hala Sağ-Kemalist bir muhalefeti derlemenin yeterli olacağını zannediyordu. Ulusalcılık adıyla Atatürk milliyetçiliğini güncellediler. Güvendikleri askerler emekli olunca onları siyaset sahnesine çektiler. Neticede Kemalizm giderek arkaikleşti. İlerici vasıflarını kaybetti, yeni ortaya çıkan toplum kesimlerini, kent yoksullarını, işçi sınıfını, Kürtleri ve muhafazakar dindarları massedemedi. Onlara Mustafa Kemal’in 1920 başlarında sunduğu işgal karşıtı topyekun mücadele türevi bir ortak vizyon sunamadı, ortak bir liderlik etrafında toparlayamadı. Yeniden Kuvayı Milliyecilik gibi ulusalcı çıkışlardaki mücadeleci ton daha ziyade Türk milliyetçiliğinin sokaklarda kurduğu hakimiyete alternatif ya da kimi zaman onunla birlikte bir maşizm biçiminde kendini gösterdi. Doksanlar boyunca Sağ-Kemalizm Susurluk kazasında patlayan, mafya babalarının medyatik imajında yükselen, Asala ve PKK savaşlarında çıkmaz yollara giren yeni milliyetçi militarizmle hiç yüzleşmedi. Onları Çiller-vari bir biçimde “atan da yiyen de şereflidir” diye açıktan sahiplenmedi belki ama hiç açıktan eleştirmedi. Refah Partisi gitse bu kavga bitecek sandılar, bitmedi.

Kemalizm’den Geriye Ne Kaldı? İleriye Ne Söyleyebilir?

Esasen kavganın bitmemesi, Kemalizm’in çelişkisiyle ilgilidir. Kemalizm’in bütün bütün bir ceberrut devlet tipi olduğuna dair Post-Kemalist hegemonya kurulurken, Kemalistler kendi küçük burjuva karakteristikleriyle yüzleşmediler. “Evet ulan öyleyiz” diyecek bir sahiplenme güdüsüyle Kemalizm’i bütün çelişkileriyle içselleştirip savunmayı sürdürdüler. 1960-1971 arası Sol-Kemalist mirası sahiplenmeyi bile denemediler. Bu devrin aydınları öldüğü, katledildiği, nesil olarak da yetişemediği için olsa gerek o miras kendini yeniden üretemedi. Üretse de o dönemde bu aykırı seslerin konuşturulacakları meçhul. Bu bakımdan Kemalistlerin Atatürk’ün sahip olduğu gerçekçiliğe ve soğukkanlılığa sahip olmadığını ifade etmek gerekiyor. Bugün Kemalizm, 1920’nin aksine net bir hedefi olmayan bir muhalefet pozisyonu olmaktan ibaret. Güçlü ordu, yerlilik-millilik, devlet fetişizmi gibi sağ iddialarını kendisinden daha iyi savunan bir Adalet Kalkınma Partisi iktidarında Kemalizm, zaman zaman onunla ters düşen zaman zaman müttefik olmaya namzet bir huzursuzluklar kümesi gibi görünüyor.

İç çelişkileriyle yüzleşip bir içkin eleştiri vermeyen Kemalist hareket bugün Pop-Kemalizm olarak kendini gösterdi[15]. Atatürk’ün hayatı kitabının 1881 adet özel baskısının koleksiyonerler tarafından kapışıldığı[16], Disney’de yapılan (ve bence sinematografik ve tarihsel yönü çok zayıf) bir dizi üzerinden bir boykot fırtınasının[17] koparıldığı bir orta sınıf huzursuzluğuna indirgendi. O huzursuzluğu tatmin etmek için Kemalizm’in bir imge üzerinden defalarca performe edilmesi gerekiyor. 2023 kişinin bir kampüste zeybek oynaması[18] ya da Atatürk’e benzeyen adamın TikTok’ta 500 bin lira bağışa boğulması[19] gerekiyor ya da Disney Plus web sitesinde “aboneliği sonlandır” butonuna basılması gerekiyor. Elinizde kalan radikalizm bu kadar. Kumandayı al ve Antikemalistleri zapla, boykot et. Atatürk bir tüketim metaı olarak yeniden üretildiği için Kemalizm de o tüketim pratiklerinin yönetiminden ibaret bir orta sınıf ideolojisi halini almıştır.

Bu durum, tarihsel sınıf karakteristiğiyle uyumlu olmakla beraber Kemalizm’in on senelik kısa Sol-Kemalist ütopya denemesinden dersler alması, belki 1960’larda onların başlattığı cılız içkin eleştiriyi derinleştirecek bir radikal reformu denemesi ona bir çıkış sunabilir. Yoksa elimizde kalan Kemalizm’in ve CHP’nin Türkiye’nin ikinci yüzyılında esamisi okunmayacak bir nostaljik performanslar bütünü olarak tarihe karışması riski bulunuyor. Kemalistlerin bu riskle yüzleşmesi tarihsel bir görev olarak karşılarında duruyor. Umarım bu görevden yüzlerini çevirip Netflix seyretmiyorlardır…


[1] Kopyanın kopyası, özgünü olmayan ya da özgün haliyle irtibatı kalmayan, yapay. Bkz. Jean Baudrillard, Simulakrlar ve Simulasyon

[2] Y. Doğan Çetinkaya (2015). Osmanlı’yı Müslümanlaştırmak, Kitle Siyaseti, Toplumsal Sınıflar, Boykotlar ve Milli İktisat (1909-1914), İstanbul: İletişim Yayınları.

[3] Bülent Tanör (1992). Türkiye’de Yerel Kongre İktidarları (1918 – 1920), İstanbul: Afa Yayınları.

[4] Karl Marx, Friedrich Engels (2018), Komünist Manifesto, İstanbul: İletişim Yayınları.

[5] Suraiya Farouqhi (2012), Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.

[6] Halil İnalcık (2015), Devlet-i Aliyye IV, İstanbul: İş Bankası Yayınları.

[7] Hikmet Kıvılcımlı (2020), Osmanlı Tarihinin Maddesi, İstanbul: Yordam Kitap.

[8] Sungur Savran (2023). Bir İhtilal Olarak Milli Mücadele, İstanbul: Yordam Yayınları. & Çağlar Keyder (2006). Türk Demokrasisinin Ekonomi Politiği, Irvin Cemil Schick, E. Ahmet Tonak (Der.), Geçiş Sürecinde Türkiye (s. 38-76), İstanbul: Belge Yayınları.

[9] Feroz Ahmad (1966). İttihatçılıktan Kemalizme, İstanbul: Kaynak Yayınları.

[10] Ahmad, a.g.e.

[11] Carter Findley, Erik Jan Zürcher, Feroz Ahmad gibi cumhuriyet tarihçilerinin eserlerinde sıklıkla bu eleştiriyi görürüz.

[12] CHP taşra teşkilatlarındaki küçük burjuva karakteristiğinin yetkin bir çözümlemesi için bkz. Murat Metinsoy (2010). Kemalizmin taşrası: Erken Cumhuriyet taşrasında parti, devlet ve toplum. Toplum ve Bilim, (118), 124 – 164.

[13] İsmet İnönü (1933). Fırkamızın Devletçilik Vasfı, Kadro (22).

[14] Haluk Yurtsever (2021). Yükseliş ve Düşüş Türkiye Solu 1960-1980, İstanbul: Yordam Yayınları.

[15] https://dergipark.org.tr/tr/pub/pesausad/issue/53466/662676

[16] https://www.sozcu.com.tr/2019/gundem/mustafa-kemal-izdihami-telefonlar-ve-site-kilitlendi-3232457/

[17] https://www.cumhuriyet.com.tr/turkiye/ataturk-belgeselini-yayinlamayacagini-duyuran-disney-plusa-boykot-cagrilari-buyuyor-geldikleri-gibi-giderler-2105057

[18] https://www.cnnturk.com/yerel-haberler/canakkale/canakkalede-cumhuriyetin-100uncu-yilinda-2023-kisi-zeybek-oynadi

[19] https://onedio.com/haber/ataturk-e-benzeyen-adam-canli-yayinda-500-bin-lira-topladi-iddiasi-1182882