Büyük İhanet: Arap ve Müslüman Liderler Trump’ın Gazze Planına Neden Destek Oluyor?

Tahmini Okunma Süresi: 8 dakika

Tarihin tam da bu noktasında, dünya kamuoyu kesin olarak İsrail aleyhine dönmüş ve daha önce hiç olmadığı kadar çok ülke Filistin devletini tanımışken, Arap ve Müslüman liderler, İsrail’in intikamının yıkıntılarının içinden yaşayabilir bir devletin asla ortaya çıkmamasını garanti eden bir plana imza attılar. Bölgesel devletler, Gazze’deki etnik temizliği ve İsrail işgalini durdurduklarını, aynı zamanda da BM varlığını Gazze’ye geri getirdiklerini iddia edebilirler. Fakat tüm ipler Netanyahu’nun elinde.

Çeviren: Yersu Büyükdağ
Redakte eden: İlker Cörüt

Bu makale Middle East Eye’de 1 Ekim 2025 tarihinde yayımlanmıştır.*

Arap ve Müslüman liderler, 29 Eylül Pazartesi günü Trump tarafından açıklanan plana destek çıkmaları için kandırıldıklarını söyleyebilirler.

Washington’da açıklanan plan, New York’takinden epey farklı. Fakat bu, üzerine anlaştıkları şeyin pek anlayışlı bir okuması olabilir sadece.

İhanet ise bu durumu tanımlamak için akla gelen bir başka kelime.

Bir soykırım şeklini alan bir ihanet tüm hızıyla sürüyor — ve İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu, bunu sürdürmesi için Trump’tan yeşil ışık almış durumda.

Katarlı yetkililer, arabulucu rolünün ellerinden alınması ve Trump’ın Gazze planı duyurusunu erkene alması nedeniyle öfkeli. Keza Mısırlılar da Filistin Ulusal Yönetimi’nin rolünün azaltılması ve İsrail güçlerinin sürekli biçimde Refah’ta ve Sina sınırında kalacak olmasından ötürü bu öfkeyi paylaşıyor.

Buna rağmen, iki ülke de Gazze planı ilanının arkasında ve geri çekilmeye yönelik ne bir eylemleri var ne de söylemleri.

Her halükarda, bu anlaşmaya arka çıkan sekiz bölgesel devletin her biri, İsrail-Filistin arasındaki çatışmalar tarihindeki en yıkıcı askeri saldırılara iki yıl boyunca katlanmış olan Gazze halkına acı ve karanlık bir ödül sunuyor.

Filistinliler için ufukta sadece farklı şekillere bürünmüş işgal ve abluka var, gelecek onlara herhangi bir umut vaat etmiyor.

Tarihin tam da bu noktasında, dünya kamuoyu kesin olarak İsrail aleyhine dönmüş ve daha önce hiç olmadığı kadar çok ülke Filistin devletini tanımışken, Arap ve Müslüman liderler, İsrail’in intikamının yıkıntılarının içinden yaşayabilir bir devletin asla ortaya çıkmamasını garanti eden bir plana imza attılar.

Bölgesel devletler, Gazze’deki etnik temizliği ve İsrail işgalini durdurduklarını, aynı zamanda da BM varlığını Gazze’ye geri getirdiklerini iddia edebilirler. Fakat tüm ipler Netanyahu’nun elinde.

Hiçbir Söz Hakkı ve Rolleri Yok

Bu devletlerin etnik temizliği ve soykırımı durdurduklarını garanti eden bir şey yok. Yapılan anlaşmaya göre İsrail güçleri Gazze Şeridini terk etmeyecek. Gazze’nin ne zaman ve ne kadarının İsrail güçlerinden alınıp anlaşma dahilinde kurulması planlanan Uluslararası İstikrar Gücü’ne (International Stabilisation Force, ISF) verileceğine Netanyahu karar verecek.

Netanyahu bölgeye ne kadar yardımın ve yapı malzemesinin gönderileceği konusunda da oldukça özgür. Yani bir geri çekilmenin ne zaman gerçekleşeceğine dair ortada bir takvim falan yok.

Ama bu savaş sonrası planın, herhangi bir Filistin liderliği altında yeniden ortaya çıkacak bir Gazze’yi daha doğmadan boğacağı kesin gibi görünüyor.
Gazze’nin yeniden kurulması sürecinde herhangi bir Filistin liderliğinin rol sahibi olmadığı apaçık. Gazze, bu anlaşmayla beraber Batı Şeria’dan tamamen koparılmış ve ikisini birleştirmeyi hedefleyen her düşünce bir kenara atılmış durumda.

Filistin Ulusal Yönetimi, Hamas’a veya diğer gruplara kıyasla daha iyi durumda değil. Zaten silahsızlandırılmış olan Filistin Ulusal Yönetimi’nin sağlaması gereken başka koşullar var.

Netanyahu’nun ortak basın açıklamasındaki ifadelerine göre Filistin Ulusal Yönetimi Uluslararası Ceza Mahkemesi ve Uluslararası Adalet Divanında İsrail’e karşı açtığı davaları geri çekmeli, ölen askerlerin ailelerine para vermeyi kesmeli, okul müfredatını değiştirmeli ve medyayı kontrol altına almalı; ancak ve ancak bu koşullar sağlanırsa İsrail bazı şeyleri belki gözden geçirebilir.

Türkiye, Katar, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Ürdün, Mısır, Endonezya ve Pakistan’ın liderlerinden, başbakanlarından veya dışişleri bakanından hiçbiri bu planı kabul etmeden önce Filistinlilere danışmadı.
Filistinliler, Gazze’de kendilerine dayatılmak üzere olan yönetimde hiçbir rol alamayacakları gibi, savaş sonrası planının hazırlanmasında da söz sahibi olamadılar.
Bu ülkeler şimdi Hamas’ı, İsrail tanklarının, insansız hava araçlarının ve robotlarının savaş alanında başaramadığı teslim şartlarını kabul etmeye zorlamakla görevlendirildi. Bunu ancak büyük bir utanç duygusuyla yapabilirler.

Arap Karşı-Planı

Bu sırada Arap karşı-planı neredeydi? Öyle bir şey hiçbir zaman var olmadı. İsrail’in genişleyen sınırlarına karşı çıkma kararlılığı neredeydi? O kararlılık da görünürde vardı sadece.

Planın taslağıyla son açıklamadaki hali arasındaki farklar; rehinelerin İsrail’e geri verilmesi için tanımlanan süreyi, yardım dağıtımını, serbest bırakılacak olan Filistinli rehinelerin sayısını, uluslararası istikrar gücünü ve İsrail güçlerinin geri çekileceği hatları kapsıyor.

BM’de üzerinde uzlaşılan taslaktan Beyaz Saray’daki açıklamaya kadar geçen süreçte bu meselelerin her birinde İsrail’in kontrolü daha da sıkılaşırken, verdiği taahhütler ise azalmıştır.

İsrail’in günde 600 yardım kamyonunun bölgeye girişine izin vermesi hakkındaki taahhüdü yerini ne tür ekipmanların girişine izin verileceği belirtilmeden “tam yardım” ifadesine bırakırken, Gazze’den tamamen geri çekilme taahhüdü ise birdenbire “silahsızlanma ve güvenlik sınırlarının korunması şartlarına bağlı” bir geri çekilmeye dönüştü. Bunlar örneklerden en kritik olan birkaç tanesi.

Türkiye, Katar, Suudi Arabistan, BAE, Ürdün, Mısır ve Endonezya yetkililerinin de katıldığı ortak açıklama; Trump ve Witkoff’un New York’ta üzerine anlaştıkları ilk taslağı referans alıyordu.

Witkoff, Trump’ın damadı Jared Kushner ile birlikte bu planı Netanyahu’ya iletti. Otel odalarında geçen saatler sonrasında metni hep birlikte kökten değiştirdiler. The Times of Israel, bu değişikliklerden “düzenlemeler” diye bahsetti.

Katarlı yetkililer bu düzenlemelere öyle sinirlendiler ki Trump’ın basın açıklamasını erteletmeye çalıştılar, ama bütün çabaları boşa gitti. Buna rağmen, Trump ve Witkoff’un yaptıklarına pek de şaşırmış olamazlar.

Bu iki adam, sözlerini sürekli ve utanmazca çiğneyen kişilerdir. Kamuoyuna açıkça taahhüt ettikleri pozisyonları terk etme konusunda sabıkalılar.

Hayati Değişiklikler

En kötü örnek, bu bölgesel aktörlerin Netanyahu’nun kolayca yırtıp atmasına izin verdikleri Ocak ayında Hamas ile yapılan ateşkes anlaşmasıydı, fakat birçok örnek daha var. Bir başka örnek, Witkoff’un Umman’da İran heyetiyle yapmaya hazırlandığı görüşmelerdi — tam da o sırada İsrail savaş uçakları ve ABD’nin B2 bombardıman uçakları İran’ın nükleer tesislerine saldırdı.

Bu, Trump’ın alenen zevk alarak sergilediği bir aldatmacaydı.

Peki sonuç ne oldu? Mısır, Refah’ta ve Gazze’yi Sina’dan ayıran Philadelphi Koridorunda İsrail’in kalıcı varlığını kabul etmiş oldu. İsrail her iki bölgenin de kontrolünü elinde tutmak konusundaki kararlılığını sürdürüyor.

Katar yeniden arabulucu rolüne dönmüş durumda; her ne kadar İsrail’in bu anlaşmadan Katar’ı dışlama yönündeki açık çabaları ülkenin gelecekteki diplomatik değerini ciddi biçimde sorgulanır hale getirse de.

Netanyahu’nun özrü, Doha’nın ağırladığı Hamas heyetine yapılan saldırı için Katar’dan özür dilememesi sebebiyle eksik kalmıştı. Öte yandan Netanyahu, rehinelerin serbest bırakılmasından çok sonra dahi askeri birliklerin Gazze’den çekilmesine dair ona tam kontrol veren bir anlaşmaya sahip oldu.

Hamas için hayati öneme sahip başlıca konular — rehineler serbest bırakılmadan önce İsrail’in tamamen çekilmesi, savaşın sona ermesi ve Hamas’ın silahlarını koruma kırmızı çizgisi — ilk taslak ile son taslak arasında önemli değişikliklere uğramıştır.
İlk taslakta “İsrail güçleri, ABD özel temsilcisi Steve Witkoff’un rehinelerin serbest bırakılması için hazırlık yapmak üzere önerisinin sunulmasından itibaren savaş hattına geri çekilecek” ifadesi yer alıyordu. Witkoff’un bir sürü önerisi olduğu için bu ifadede hangisinden bahsedildiği pek belli değil.

En son açıklamada ise sadece “İsrail güçleri, kararlaştırılmış hatta kadar çekilecek” ifadesi yer alıyor.

Bu ifade de askerlerin geri çekilmesinden sonra bile Gazze’nin büyük çoğunluğunun kontrolünü İsrail güçlerine bırakacak olan haritaya atıfta bulunuyor gibi görünüyor.

The Times Of Israel ’in de belirttiği gibi, orijinal anlaşmanın 16. Maddesi İsrail güçlerinin “işgal ettiği Gazze bölgesini kademeli olarak teslim edeceğini” söylüyordu.

Bu maddeye şimdi “İsrail Savunma Kuvvetleri (Israel Defense Forces, IDF); IDF, ISF, garantörler ve ABD arasında üzerinde anlaşmaya varılacak silahsızlanma standartları, aşamaları ve zaman çizelgelerine bağlı olarak çekilecektir” şerhi düşüldü.

Netanyahu’nun ağzı neden kulaklarına varıyordu tahmin etmek zor değil, İsrail televizyon kanallarında niçin şu sözleri sarf ettiğini de: “Bunu kim inanırdı ki? İnsanlar sürekli diyor ki, Hamas’ın şartlarını kabul etmelisiniz, herkesi çıkarmalısınız. IDF çekilmeli, Hamas toparlanmalı ve şeridi yeniden inşa edebilmeli. Asla! Bu olmayacak.”

Kendisine Filistin Devleti’nin varlığı hakkındaki fikri sorulduğunda, “Söz konusu bile olamaz. Anlaşmada öyle bir şey yazmıyor, fakat bu konu hakkında net olduğumuz bir şey var: Filistin Devleti’ne kesinlikle karşı çıkacağız. Trump da bu konuda benim gibi düşündüğünü ve durumu anladığını söyledi” cevabını verdi.

Burada doğruyu söylüyor.

20 maddeden sonuncusu sadece şunu söylemekle iktifa ediyor: “Birleşik Devletler, Filistinliler ve İsrail arasında huzurlu ve refah dolu bir ortak yaşam amacıyla siyasi bir hedef üzerinde anlaşmaları için diyalog kuracak”.

19. madde ise devletleşme için belli belirsiz bir onay veriyor. Özerkliği ve devletleşmeyi Filistin halkının “arzusu” olarak tanıyor, bir hak olarak değil. Fakat bu arzu bile “Gazze’deki yeniden gelişimin ilerleyişine ve Filistin Ulusal Yönetimi reformunun sadakatle yerine getirilmesine” bağlı.

Bu sürecin hakemi kim? Tabii ki İsrail.

Witkoff ve Kushner’ın kalem oynatmasına bile gerek bırakmayan bir durumdan bahsediyoruz. Uzun süredir Filistin ulusal davasını savunduklarını iddia eden Arap ve Müslüman liderlerin ihaneti çoktan tamamlanmıştı.

Zira bu planda özerkliğe ve Filistinlilerin vazgeçilemez olan kendi devletlerine sahip olma hakkına dair hiçbir şey yok. Nehirden denize uzanacak bir İsrail devleti dışında kalan her şeye Trump’ın kulakları tıkalı; Filistinliler onun nazarında sadece göçmen işçiler olarak var.

İhanet Tamamlandı

Trump, basın toplantısının bir bölümünü, ilk görev döneminde Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımak ve işgal altındaki Golan Tepeleri’ni ilhak gibi konularda aldığı kararlarla bölgesel görüşlere nasıl karşı çıktığını anlatmaya ayırdı.

“İşin aslını isterseniz, sonuç mükemmel oldu. Herkes dünyanın sonunu getireceğimi düşünüyordu değil mi? Dünyanın sonu diyorlar Ron! Hiçbir şey olmadı.”

İsrail’in Arap komşularını gerçekten de hor görüyor. Gazze tarihiyle ilgili açıklamaları öyle çarpıtılmış ki, nereden baksan elinde kalıyor.

Trump’a göre, dönemin İsrail Başbakanı Ariel Sharon, 2005 yılında barış arayışıyla deniz manzaralı muhteşem bir mülk olan Gazze Şeridinden çekildi.

“ ‘Şu anda istediğimiz tek şey barış’ dediler. Oysa Hamas, Filistinlilere daha iyi bir hayat kurmak yerine kaynaklarını 645 kilometreyi aşan tüneller, terör altyapıları ve füze üretim tesisleri inşa etmeye ayırdı; komuta merkezlerini ve fırlatma mevziilerini hastanelerle, okullarla ve camilerle gizledi. Peşlerine düşecek olsaydınız eğer, bir hastaneyi, okulu veya camiyi yerle bir ettiğinizin farkına varmazdınız bile.”

Hamas’ın Mahmud Abbas yönetimi altında yapılan tek seçimi kazandığı, El-Fetih’in İsrail yardımıyla önleyici nitelikte bir darbe girişiminde bulunup başarısız olduğu ve 17 yıllık acımasız ablukanın başladığı bir dönemle ilgili Trump’ın kafasında yer edenler salt bu tip şeylerdi.

Trump, son iki yılda Gazze’deki hastanelerin, okulların ve camilerin tamamının yok edilmesini, bunun savaş suçu olduğunu ve soykırıma eşdeğer olduğunu görmezden gelerek haklı göstermeye çalışıyor.
Ama durum bundan da kötü.

Blair’in Başarısızlığı

Tony Blair, ki kendisi Lübnan’daki Sabra ve Şatila kamplarında Filistinlileri katleden silahlı milislerin önünü açan tankların komutanı olan eski general Şaron’un cenazesinde yaptığı konuşmada onu “barış adamı” olarak tanımlamıştı, şimdi yeniden Gazze’ye musallat oldu.

Ramallah dışında hiç kimse, Hamas’ı ulusal birlik hükümetinden uzak tutmada Blair kadar büyük bir rol oynamadı. Oysa bu hükümet, çatışmasızlığın sağlanması için onlarca yıl boyunca tek yoldu.

Blair 2006 yılında, Orta Doğu temsilcisi olmadan bir yıl önce, özgürce kazanılmış seçimlerin sonucunu reddederek, Hamas’ı boykot ederek ve kalıcı abluka için uluslararası desteğin zeminini oluşturarak o dönemin ABD Başkanı George Bush’tan yana durdu. Orta Doğu Dörtlüsü’nün koşulları Hamas’ın dışlanmasını sağladı.
Blair, şimdi de Gazze planı doğrultusunda kurulacak olan “Barış Kurulu” üyesi olarak geri dönüyor.

2010 yılında Blair’in temsilci olarak görevi sona erdiğinde İsrailli revizyonist tarihçi Avi Shlaim Birleşik Krallık eski Başbakanı hakkında şunları yazacaktı: “Filistin bağımsızlığını savunmaması, onu İsrail yönetiminin gözünde sevimli kılan şeyin ta kendisiydi”.

Geçen yılın Şubat ayında Gazze’de Filistinliler hala ölülerinin yasını tutarken, Blair Tel Aviv Üniversitesi’nden “liderlik alanında çağımızın seçkin ismi” sıfatıyla Dan David ödülü alıyordu.

Ödül gerekçesinde Blair “olağanüstü zekâsı ve öngörüsü, sergilediği ahlaki cesaret ve liderlik” nedeniyle övüldü. Aldığı ödül 1 milyon dolar değerinde. Alaycı görünüyor olabilirim ama, İsrail’in Filistin halkına karşı devam eden suçlarını ve Blair’in sessiz suç ortaklığını dikkate aldığımda bu ödülü saçma bulmaktan kendimi alıkoyamıyorum.

Bu övgü dolu sözler bugün de Blair’e cuk oturuyor.

Filistinliler Bir Başına

Hamas’ın seçenekleri pek de iç açıcı değil.

Önlerindeki anlaşma, Hizbullah’ın kabul ettiğinden çok daha kötü — üstelik o anlaşma bile İsrail tarafından her gün ihlal ediliyor.

Hamas rehineleri serbest bıraksa dahi savaşın biteceğine dair bir garanti olmadığı gibi Filistinli tutsakların serbest bırakılmasını güvenceye alacak herhangi bir koz da elinde kalmamış olacak. Teklifi reddettikleri takdirde savaş Trump’ın tam desteğiyle devam edecek.

Suudi Arabistan, BAE, Ürdün ve Mısır’ın tavırlarında şaşırılacak pek bir şey yok.

Ancak Türkiye ve Katar da bu işin içinde. Hep beraber bu kadar kötü ve tek taraflı bir plana adlarını yazdırarak Filistinlilere ihanet ettiler.

Defalarca ABD’nin vaatlerine ve Trump’la olan ticari ilişkilerine güvenirken dikkatli davranmaları gerektiği söylenmesine rağmen defalarca piyon olarak kullanıldılar.

Hamas saldırısından bir gün önceye, Suudi Arabistan’ın İsrail’le olan ilişkisini normalleştirmek üzere olduğu 6 Ekim’e geri dönmenin tehlikeleri konusunda uyarıda bulunanlar kendileriydi.

İki yıllık bir soykırımın ardından, 6 Ekim 2023’teki durumdan çok daha kötü bir çözüm önerisiyle karşı karşıya kaldık.
İsrail’e, doğrudan ya da Blair gibi vekiller yoluyla Gazze’de kalmak için yeşil ışık yandı.

Birliklerini tamamen geri çekse bile sınırları kapatmaya ve bölgeye girecek yardımın ve yapı malzemelerinin niteliklerini kontrol etmeye devam edecek.

Mescid-i Aksa’yı istila etmesi ve Batı Şeria’da yerleşim yerleri kurması için de İsrail’e yeşil ışık yandı.

Bu, Oslo Anlaşmaları’nda denenen formülün çok daha güçlendirilmiş halidir.

Filistinlilerin ancak İsrail’in dileklerine hizmet ettikleri, yerleşimcilerin ele geçirmediği arazilerde bir köşeye sindikleri ve bağımsız bir devlet için tüm hayallerinden vazgeçtikleri takdirde İsrail’le barış içinde yaşamaya izinleri var.

“Radikalleşmeden arındırma” dedikleri şey işte bu: Filistinlilerin kendi ulusal bayraklarını indirmesi, yerleşimcilerin ise onların eski evleri ve toprakları üzerinde Davud Yıldızı’nı dalgalandırması.

Nerede olurlarsa olsunlar, Filistinliler hiçbir zaman bu kadar yalnız olmamışlardı.

Arap ve Müslüman liderlerin, televizyon ekranlarından izledikleri Filistinlilerin cesaretine ve azmine yanıtı korku, ödleklik ve bencillikleri oldu.

(*) https://www.middleeasteye.net/opinion/trump-gaza-plan-great-betrayal-arab-muslim-leaders-rewarding-israel-genocide

Süper Sömürü Kavramının Önerileri ve Sınırları: Küçük Adam, Hayalgücü ve Siyasal Öznellik

Tahmini Okunma Süresi: 6 dakika

Kapitalist toplumsal dengeyi istikrarsızlaştırmak, emekçi sınıfın haddini aşmaya yönelmesi, haddini aşmaya yönelmesi ise kendisine hak görülen ile kendisinin hak gördüğü arasındaki mesafeyi bir kopuşa doğru büyütmek, söz konusu mesafeyi bir kopuşa doğru büyütme siyaseti ise emekçi sınıfın hayalgücünün ufuklarını radikal olarak genişletmek demektir. “Süper sömürü” koşullarında sınıf mücadelesinin tayin edici cephesi hayalgücünün sınırlarıdır.

Bu yazıda süper sömürü kavramı üzerinden, kavramın olanakları ve sınırlarına dair bir tartışma ile benim “küçük adam”, “küçük adamın geçim etiği”[1] olarak tanımladığım sağ siyasal öznelliğin kurulumuna dair bazı önermelerde bulunacağım.

Süper sömürü, Brezilyalı Marksist ve Bağımlılık ekolünün önemli ama Türkiye’de az bilinen isimlerinden Ruy Mauro Marini’nin Bağımlılığın Diyalektiği (Dialectics of Dependency)[2] kitabının merkezinde duran bir kavram. Marini, artı-değerin işçiden çıkarılmasının özgün bir biçimi olarak süper sömürüyü, bağımlılık ve alt-emperyalizm gibi yapısal süreçleri analiz etmek üzere kullanıyor. Bu analizin değerini tanımakla beraber, burada süper sömürü kavramı yapısal ilişkileri anlamak üzere değil, aşırı sağ siyasal öznelliğin nasıl aşılabileceğine dair bir tartışma yürütmek üzere işe koşulacak.

 

Emek-gücünün Değeri:

Emek-değer teorisine göre bir metanın değişim-değeri, bu metanın üretilmesi için toplumsal olarak gerekli emek zamanı tarafından belirlenir. “Emek gücünün değeri de, diğer herhangi bir meta gibi, bu özel nesnenin üretimi ve dolayısıyla aynı zamanda yeniden üretimi için gerekli emek-zamanla belirlenir.”[3] Peki emek gücünün yeniden üretimi ne demektir ve bu yeniden üretim için gerekli emek-zaman daha somut olarak neye tekabül eder? Marx’ın yanıtı çok karmaşık sayılmaz: emek-gücünün değeri, emek gücünün yeniden üretimi için tüketilmesi gereken mal ve hizmetlerin üretimi için toplumsal olarak gerekli emek-zamanına denk gelir.

Ama yanıtı karmaşıklaştıran bir husus var; bu da bizi emek-gücünü diğer metalardan ayıran özgünlüğüne ve dolayısıyla emek-gücünün değerini nesnelleştirme/sabitleme/kesinleştirme çabalarının sınırlarına doğru götürür. (Bu aynı zamanda sömürü merkezli bir siyasallaşmanın sınırlarını da tartışmak anlamına gelir.) Marx, emek gücünün yeniden üretimi için tüketilmesi gereken geçim araçlarının ifade ettiği yaşam standardının salt fizyolojik yeniden üretimin gerekliliklerince belirlenmediğini, bu standardın ülkesel/tarihsel/coğrafi bir bağlamının da olduğunu söyler:

“Emek gücünün sahibi bugün çalışmışsa, yarın aynı süreci aynı güçle ve sağlıklılıkla tekrarlayabilir olmalıdır. Demek ki, geçim araçlarının miktarı, çalışan bireyi çalışan birey olarak normal sağlık durumunda tutmaya yetecek kadar olmak zorundadır. Beslenme, giyinme, ısınma, barınma vb. gibi doğal ihtiyaçlar, bir ülkenin iklimine ve diğer doğal özelliklerine göre farklılaşır. Diğer yandan, zorunlu denilen ihtiyaçların giderilme tarzları gibi miktarları da tarihsel gelişmenin ürünüdür ve bundan dolayı, büyük ölçüde bir ülkenin uygarlık düzeyine, başka şeylerin yanında esas olarak özgür işçiler sınıfının hangi koşullar altında ve dolayısıyla hangi alışkanlıklarla ve hangi yaşam beklentileriyle oluşmuş olduğuna bağlıdır. Bu demektir ki, emek gücünün değeri belirlenirken, diğer metalar için söz konusu olmayan bir tarihsel ve manevi unsur da işe karışmaktadır. Bununla beraber, belli bir ülkede, belli bir dönemde, bir işçi için gerekli ortalama geçim aracı miktarı veridir.”[4]

Marx, emek-gücünün değerinin tayinindeki bu tarihsel/coğrafi/manevi öğeyi tespit etmekle beraber, bu öğenin siyasal öznellik bahsindeki içerimlerinin ya da değişim değeri biçimine koyduğu sınırların özel olarak peşine düşmez: “Diğer yandan, zorunlu denilen ihtiyaçların giderilme tarzları gibi miktarları da tarihsel gelişmenin ürünüdür ve bundan dolayı, büyük ölçüde bir ülkenin uygarlık düzeyine, başka şeylerin yanında esas olarak özgür işçiler sınıfının hangi koşullar altında ve dolayısıyla hangi alışkanlıklarla ve hangi yaşam beklentileriyle oluşmuş olduğuna bağlıdır. Bu demektir ki, emek gücünün değeri belirlenirken, diğer metalar için söz konusu olmayan bir tarihsel ve manevi unsur da işe karışmaktadır” dedikten hemen sonra, “bununla beraber, belli bir ülkede, belli bir dönemde, bir işçi için gerekli ortalama geçim aracı miktarı veridir” diyerek emek gücünü koşullayan öznel faktörlerin nicel olarak/değer biçimine indirgenebileceği varsayımıyla analizine devam etmektedir.

“Bununla beraber, belli bir ülkede, belli bir dönemde, bir işçi için gerekli ortalama geçim aracı miktarı veridir” dediğinde ya da “işçi sınıfının alışkanlıkları” ve “yaşam beklentileri” terimleriyle emek-gücünü değişim değeri biçimine doğru depolitize eden, teknikleştiren, adeta insan kaynakları departmanının nesnelleştirici diliyle konuşan Marx’ın kendisi midir, yoksa bu indirgeme sermayenin bir soyutlama işlemidir de bu sözler Lukács’ın dediği gibi “kapitalist toplumun öz-bilgisini (Selbsterkenntnis)”[5] mi “temsil eder” — burada bir miktar belirsizlik vardır.

Bu yazı, buradaki belirsizliğin üzerine giderek emek-değer teorisi, sömürü ve siyasal öznellik arasındaki ilişkiye dair kavramsal bir açılım yapmayı amaçlamaktadır.

 

Süper Sömürü:

Marx, artı-değer sömürüsünün başlıca iki biçimini tanımlar: Mutlak artı-değer ve göreli artı-değer. “İş gününün işçinin tam kendi emek gücünün değerine eşit bir değeri ürettiği noktanın ötesine uzatılması ve bu artık emeğe sermaye tarafından el konması: mutlak artık değer üretimi denilen şey budur… Mutlak artık değer üretimi sadece… iş gününün uzunluğuna bağlıdır.”[6]

Göreli artı-değer ise, geçim araçlarını üreten üretim kollarındaki emek üretkenliğinin artışına paralel olarak gerekli emek-zamanın kısalmasıyla ortaya çıkan artı-değerdir. Her iki artı-değer üretimi biçimini tanımlarken Marx, emek-gücünün tam değerinde mübadele edildiği serbest rekabetçi piyasa koşulları varsayımı içinde dahi sömürünün gerçekleştiğini gözler önüne sermektedir.

Peki ya emek-gücünün fiyatının sistematik olarak emek-gücünün değeri altında kaldığı durumlar ve bağlamlar? Marx bu ihtimali tanımakla beraber, emek-gücünün de tıpkı diğer metalar gibi uzun vadede tam değerinden mübadele edildiği serbest rekabetçi piyasa varsayımına dayandığı için bu ihtimalin üzerine düşmez. Süper sömürü kavramı, emek-gücünün fiyatının sistematik olarak emek-gücünün değeri altında kaldığı durumlar ve bağlamları tanımlamak üzere geliştirilmiştir.

Bu durum ve bağlamlarda emekçi sınıfın ücretleri yoksulluk sınırlarının altına doğru itilmekte, en temel sosyal-kamusal hakları elinden alınmakta, eğitim-sağlık hizmetleri piyasalaştırılmakta, mülksüzleştirerek birikim sermaye birikiminin temel biçimi olmakta, emek örgütsüzleştirilmekte, emek-gücü kendini yeniden-üretme kabiliyetini kaybetmekte, emekçi fiziksel ve psikolojik yıpranışını telafi edememekte, mutlak yoksullaşma koşulları hüküm sürmekte, varsa hazırdan yenilmekte ve birikimler tüketilmekte, yoksa aileler borç bataklığına sürüklenmektedir.

John Smith, Marini’nin Marksist bağımlılık tezini daha da geliştirerek süper sömürünün bugünkü emperyalizmdeki merkezi rolünü vurgular.[7] Emperyalizme/bağımlılığa yaklaşırken tıpkı Marini gibi  değer teorisini esas alan Smith, küresel emek arbitrajının yön verdiği üretimin küreselleşmesi üzerinden artı-değer çıkarmanın bugünkü kapitalist emperyalizmin temel işleyiş mekanizması olduğunu söyler. Amerika, Avrupa, Japon kökenli ulusötesi şirketlerin emek-gücünün yeniden üretimi için gerekli tüketim ürünlerinin üretimi basta olmak üzere üretimi düşük ücretli ülkelere kaydırarak küresel Güney’in emeğini süper sömürüye tabi tutmaları burada belirleyici rol oynar. Marini’nin Latin Amerika’da süper sömürü üzerinden ucuza temin edilen gıda ve diğer tüketim ürünlerinin Batı’da mutlak artı-değerden göreli artı-değere geçişteki rolüne vurgusundan ilhamla Smith, küresel Güney’in esasta tüketim malları ihracatına dayalı süper sömürü modelinin Batı işçi sınıflarının emek-gücünün değerini düşürerek onları idare edilebilir kıldığını söyler.

 

Süper Sömürünün Sınırları

Süper sömürü; küresel Güney’in bağımlı kapitalist bağlamlarındaki emekçi sınıfların maddi sefaletini anlamlandırmak üzere perspektif sunmakla beraber, emek-gücünün değeri tartışmasını ancak emek gücünün değişim değeri biçimine tabiliği kapsamında yapabilmektedir. Mesele “emek-gücünün fiyatının sistematik olarak emek-gücünün değeri altında kalması” olarak konulduğunda, emek-gücünün somut bir ülkesel bağlamdaki değerinin hesaplanabileceği (“belli bir ülkede, belli bir dönemde, bir işçi için gerekli ortalama geçim aracı miktarı veridir”) ve emek-gücünün ihtiyaçlarını koşullayan “işçi sınıfının alışkanlıkları”nın ve “yaşam beklentileri”nin de nicel olarak indirgenebileceği varsayılmaktadır.

Emek-gücünün değerinin hesaplanabilirliği varsayımını sürdürmenin büsbütün anlamsız olduğunu iddia etmek gibi bir niyetim yok. Açlık ve yoksulluk sınırı adı verilen hesaplamaların yapılması, sömürü oranlarının hesaplanması, sömürü karşıtı ya da yeniden bölüşümcü iddialara/siyasete zemin ve meşruluk sunar. Bu az şey değildir.

Burası aynı zamanda “süper sömürü” kavramının sınırlarına da geldiğimiz yerdir. Zira emek-gücünün ihtiyaçlarını koşullayan “işçi sınıfının alışkanlıkları” ve “yaşam beklentileri”, siyasal olana bağışık bir tarihsel süreç içinde kendiliğinden oluşmuş, verili alabileceğimiz ya da doğallaştırabileceğimiz, bir takım geçim araçlarıyla eşleştirerek tanımlayabileceğimiz bir yaşam tarzından ibaret değildir. Bu alışkanlıklar, beklentiler, yaşam tarzları, sermaye birikiminin gereklilikleri doğrultusunda emekçi öznelliğinin siyasal ve ekonomik zor ile şekillendirilmesi bağlamında bir tartışmayı hak etmektedir.

Buradan bakıldığında, süper sömürü olarak adlandırılan süreci yeniden tanımlama ihtiyacı ortaya çıkıyor. Yani mesele “emek-gücünün fiyatının sistematik olarak emek-gücünün değeri altında kalması” olarak değil de, bizatihi emek-gücünün değerini düşürmek üzere emek-gücünün ihtiyaçlarını koşullayan “işçi sınıfının alışkanlıkları” ve “yaşam beklentileri”nin zor yoluyla sınırlandırılması, şekillendirilmesi ve kontrol altına alınması olarak yeniden beliriyor.

İlksel Birikim

Meselenin bu yeni belirişinin bizi götürdüğü kavram, ilksel birikimdir. Burada ilksel birikimi yeniden anlamlandırma yönündeki tartışmaların vardığı mutabakatın içinden konuşuyorum. Nedir bu mutabakat?

“İlksel Birikimin kapitalizmin şafağına özgü, tarihsel olarak sınırlı bir olgu olmak bir yana, kapitalist egemenliğin kurucu ve neredeyse fizyolojik bir unsuru, özellikle kriz zamanlarında sınıf ilişkilerini yeniden tanımlamak, öznellikleri yeniden şekillendirmek ve işgücünü saf emek gücüne dönüştürmek için kullanılan bir strateji olduğu konusunda geniş bir görüş birliği vardır.”[8]

Silvia Federici, bir yandan bu mutabakatın altını çizerken öte yandan bu mutabakatın da ilerisine geçme gerekliliğini vurgular. Buradaki özgün katkısı, ilksel birikim kavramını, emekçi öznelliğin şekillendirilmesinin ve emekçi sınıf içindeki göreli konumların ve hiyerarşilerin inşasının sermaye birikimindeki merkezi rolünü anlamak üzere geliştirmesidir. 16. ve 17. yüzyıl Avrupa’sındaki yaygın cadı avlarını ilkel birikim analizinin merkezine yerleştirir Federici ve “kadınların, kendi cinsellikleri ve yeniden üretim kapasiteleri üzerindeki kontrolünü suç haline getirmek yoluyla, bedenlerinin çitlenmesini[n] ve yeniden üretici emekleri ile toplumsal konumlarının değersizleştirilmesini”n[9] kapitalizmin gelişimindeki işlevini sergiler.

Bu yeni kavrayış aynı zamanda Marx’a yönelik bir eleştiriyi de barındırmaktadır: “Marx’ın analizinin (ara sıra istisnaları görülebilse de) kabul etmediği şey, emek hiyerarşileri ve ayrımlaştırılmış insan tabakalarının yaratılmasının, kapitalizmin kuruluşu ve sürekliliğinde insanların üretim ve geçim araçlarının yok edilmesi kadar önemli olduğu”dur.[10]

Nejat Ağırnaslı, Federici’nin bu argümanını kavramsal olarak keskinleştirir ve asli birikim adını verdiği ilksel birikimi, kapitalist toplumun hiyerarşik bir fark sistemi olarak kurulmasının bağlamı olarak ele alır. Dolayısıyla ilksel birikim, sermaye birikiminin kesintisizliği amacına koşulmak üzere toplumsal aktörlerin haddini tayin etmek, haddini aşanların haddini bildirmek zanaatıdır: “Asli birikim, bu anlamıyla sadece bir zamanlar birilerinin mülksüzleştiği bir tarihsel an değil, bizzat kapitalizmin zamansallığı, üretimin içerisinde gaspın gasp olmasını sağlayan farklar düzlemidir. Somut olarak bu, işçinin disipline edilip haddini bilmesidir.”[11]

Küresel güneyin bağımlı kapitalist ülkelerinin emekçi sınıfının süper sömürüsü o halde salt emekçi sınıfın en temel sosyal-kamusal haklarını elinden alarak, eğitim-sağlık hizmetlerini piyasalaştırarak, iş güvenliği önlemlerinden kısarak değil, emekçi sınıfın hayalgücünü öldürerek, umudunu çalarak, özgüveni ve öz saygısını zayıflatarak, cesaretini kırarak, yani haddini bildirerek mümkün olabilmektedir. Süper sömürü olarak adlandırılan süreç o halde aslında ufku, talepleri, hayalgücü, özsaygısı kısıtlanmış, haddini hududunu bilen “küçük adam ve kadınlar”ın üretilmesi sürecidir.

Bu göreli hadler üzerine kurulu kapitalist toplumsal dengeyi istikrarsızlaştırmak, emekçi sınıfın haddini aşmaya yönelmesi, haddini aşmaya yönelmesi ise kendisine hak görülen ile kendisinin hak gördüğü arasındaki mesafeyi bir kopuşa doğru büyütmek, söz konusu mesafeyi bir kopuşa doğru büyütme siyaseti ise emekçi sınıfın hayalgücünün ufuklarını radikal olarak genişletmek demektir. “Süper sömürü” koşullarında sınıf mücadelesinin tayin edici cephesi hayalgücünün sınırlarıdır.

O halde tekrar ve gür sesle: Hayalgücü İktidara!


[1] https://yurtseverce.com/2024/04/04/kucuk-adamin-gecim-etigi-ile-nasil-mucadele-etmeli-turkiye-evimiz-alti-talebimiz/

[2] Ruy Mauro Marini, Bağımlılığın Diyalektiği, çev. Ertan Erol (Ankara: Dipnot Yayınları, 2021)

[3] Karl Marx, Kapital: Ekonomi Politiğin Eleştirisi. 1.Cilt, çev. Mehmet Selik ve Nail Satlıgan (İstanbul: Yordam Kitap, 2012), s. 170.

[4] Ibid., s. 171.

[5] Georg Lukács, History and Class Consciousness: Studies in Marxist Dialectics (Cambridge : MIT Press , 1972) .

[6] Karl Marx, Kapital: Ekonomi Politiğin Eleştirisi, 1. Cilt, s. 486-487.

[7] John Smith, Imperialism in the Twenty-first century: Globalization, Super-exploitation, and Capitalism’s Final Crisis (New York: Monthly Review Press, 2016).

[8] Silvia Federici, Caliban ve Cadı: Kadınlar, Beden ve İlksel Birikim, çev. Öznur Karakaş (İstanbul: Otonom Yayıncılık, 2012), s. 11.

[9] Ibid., s. 8.

[10] Ibid., s. 11

[11] Rıza Ekinci ve Fikri Erkindik, Suphi Nejat Ağırnaslı’nın Komünist Israrı: Menkıbe’yi Yeniden Düşünmek                                                                   s. 298-299

Süper Sömürü Kavramının Önerileri ve Sınırları: Küçük Adam, Hayalgücü ve Siyasal Öznellik

Tahmini Okunma Süresi: 6 dakika

 

Bu yazıda süper sömürü kavramı üzerinden, kavramın olanakları ve sınırlarına dair bir tartışma ile benim “küçük adam”, “küçük adamın geçim etiği”[i] olarak tanımladığım sağ siyasal öznelliğin kurulumuna dair bazı önermelerde bulunacağım.

Süper sömürü, Brezilyalı Marksist ve Bağımlılık ekolünün önemli ama Türkiye’de az bilinen isimlerinden Ruy Mauro Marini’nin Bağımlılığın Diyalektiği (Dialectics of Dependency)[ii] kitabının merkezinde duran bir kavram. Marini, artı-değerin işçiden çıkarılmasının özgün bir biçimi olarak süper sömürüyü, bağımlılık ve alt-emperyalizm gibi yapısal süreçleri analiz etmek üzere kullanıyor. Bu analizin değerini tanımakla beraber, burada süper sömürü kavramı yapısal ilişkileri anlamak üzere değil, aşırı sağ siyasal öznelliğin nasıl aşılabileceğine dair bir tartışma yürütmek üzere işe koşulacak.

Emek-gücünün Değeri:

Emek-değer teorisine göre bir metanın değişim-değeri, bu metanın üretilmesi için toplumsal olarak gerekli emek zamanı tarafından belirlenir. “Emek gücünün değeri de, diğer herhangi bir meta gibi, bu özel nesnenin üretimi ve dolayısıyla aynı zamanda yeniden üretimi için gerekli emek-zamanla belirlenir.”[iii] Peki emek gücünün yeniden üretimi ne demektir ve bu yeniden üretim için gerekli emek-zaman daha somut olarak neye tekabül eder? Marx’ın yanıtı çok karmaşık sayılmaz: emek-gücünün değeri, emek gücünün yeniden üretimi için tüketilmesi gereken mal ve hizmetlerin üretimi için toplumsal olarak gerekli emek-zamanına denk gelir.

Ama yanıtı karmaşıklaştıran bir husus var; bu da bizi emek-gücünü diğer metalardan ayıran özgünlüğüne ve dolayısıyla emek-gücünün değerini nesnelleştirme/ sabitleme/ kesinleştirme çabalarının sınırlarına doğru götürür. (Bu aynı zamanda sömürü merkezli bir siyasallaşmanın sınırlarını da tartışmak anlamına gelir.) Marx, emek gücünün yeniden üretimi için tüketilmesi gereken geçim araçlarının ifade ettiği yaşam standardının salt fizyolojik yeniden üretimin gerekliliklerince belirlenmediğini, bu standardın ülkesel/tarihsel/coğrafi bir bağlamının da olduğunu söyler:

“Emek gücünün sahibi bugün çalışmışsa, yarın aynı süreci aynı güçle ve sağlıklılıkla tekrarlayabilir olmalıdır. Demek ki, geçim araçlarının miktarı, çalışan bireyi çalışan birey olarak normal sağlık durumunda tutmaya yetecek kadar olmak zorundadır. Beslenme, giyinme, ısınma, barınma vb. gibi doğal ihtiyaçlar, bir ülkenin iklimine ve diğer doğal özelliklerine göre farklılaşır. Diğer yandan, zorunlu denilen ihtiyaçların giderilme tarzları gibi miktarları da tarihsel gelişmenin ürünüdür ve bundan dolayı, büyük ölçüde bir ülkenin uygarlık düzeyine, başka şeylerin yanında esas olarak özgür işçiler sınıfının hangi koşullar altında ve dolayısıyla hangi alışkanlıklarla ve hangi yaşam beklentileriyle oluşmuş olduğuna bağlıdır. Bu demektir ki, emek gücünün değeri belirlenirken, diğer metalar için söz konusu olmayan bir tarihsel ve manevi unsur da işe karışmaktadır. Bununla beraber, belli bir ülkede, belli bir dönemde, bir işçi için gerekli ortalama geçim aracı miktarı veridir.”[iv]

Marx, emek-gücünün değerinin tayinindeki bu tarihsel/coğrafi/manevi öğeyi tespit etmekle beraber, bu öğenin siyasal öznellik bahsindeki içerimlerinin ya da değişim değeri biçimine koyduğu sınırların özel olarak peşine düşmez: “Diğer yandan, zorunlu denilen ihtiyaçların giderilme tarzları gibi miktarları da tarihsel gelişmenin ürünüdür ve bundan dolayı, büyük ölçüde bir ülkenin uygarlık düzeyine, başka şeylerin yanında esas olarak özgür işçiler sınıfının hangi koşullar altında ve dolayısıyla hangi alışkanlıklarla ve hangi yaşam beklentileriyle oluşmuş olduğuna bağlıdır. Bu demektir ki, emek gücünün değeri belirlenirken, diğer metalar için söz konusu olmayan bir tarihsel ve manevi unsur da işe karışmaktadır” dedikten hemen sonra, “bununla beraber, belli bir ülkede, belli bir dönemde, bir işçi için gerekli ortalama geçim aracı miktarı veridir” diyerek emek gücünü koşullayan öznel faktörlerin nicel olarak/değer biçimine indirgenebileceği varsayımıyla analizine devam etmektedir.

“Bununla beraber, belli bir ülkede, belli bir dönemde, bir işçi için gerekli ortalama geçim aracı miktarı veridir” dediğinde ya da “işçi sınıfının alışkanlıkları” ve “yaşam beklentileri” terimleriyle emek-gücünü değişim değeri biçimine doğru depolitize eden, teknikleştiren, adeta insan kaynakları departmanının nesnelleştirici diliyle konuşan Marx’ın kendisi midir, yoksa bu indirgeme sermayenin bir soyutlama işlemidir de bu sözler Lukács’ın dediği gibi “kapitalist toplumun öz-bilgisini (Selbsterkenntnis)”[v] mi “temsil eder” — burada bir miktar belirsizlik vardır.

Bu yazı, buradaki belirsizliğin üzerine giderek emek-değer teorisi, sömürü ve siyasal öznellik arasındaki ilişkiye dair kavramsal bir açılım yapmayı amaçlamaktadır.

Süper Sömürü:

Marx, artı-değer sömürüsünün başlıca iki biçimini tanımlar: Mutlak artı-değer ve göreli artı-değer. “İş gününün işçinin tam kendi emek gücünün değerine eşit bir değeri ürettiği noktanın ötesine uzatılması ve bu artık emeğe sermaye tarafından el konması: mutlak artık değer üretimi denilen şey budur… Mutlak artık değer üretimi sadece… iş gününün uzunluğuna bağlıdır.”[vi]

Göreli artı-değer ise, geçim araçlarını üreten üretim kollarındaki emek üretkenliğinin artışına paralel olarak gerekli emek-zamanın kısalmasıyla ortaya çıkan artı-değerdir. Her iki artı-değer üretimi biçimini tanımlarken Marx, emek-gücünün tam değerinde mübadele edildiği serbest rekabetçi piyasa koşulları varsayımı içinde dahi sömürünün gerçekleştiğini gözler önüne sermektedir.

Peki ya emek-gücünün fiyatının sistematik olarak emek-gücünün değeri altında kaldığı durumlar ve bağlamlar? Marx bu ihtimali tanımakla beraber, emek-gücünün de tıpkı diğer metalar gibi uzun vadede tam değerinden mübadele edildiği serbest rekabetçi piyasa varsayımına dayandığı için bu ihtimalin üzerine düşmez. Süper sömürü kavramı, emek-gücünün fiyatının sistematik olarak emek-gücünün değeri altında kaldığı durumlar ve bağlamları tanımlamak üzere geliştirilmiştir.

Bu durum ve bağlamlarda emekçi sınıfın ücretleri yoksulluk sınırlarının altına doğru itilmekte, en temel sosyal-kamusal hakları elinden alınmakta, eğitim-sağlık hizmetleri piyasalaştırılmakta, mülksüzleştirerek birikim sermaye birikiminin temel biçimi olmakta, emek örgütsüzleştirilmekte, emek-gücü kendini yeniden-üretme kabiliyetini kaybetmekte, emekçi fiziksel ve psikolojik yıpranışını telafi edememekte, mutlak yoksullaşma koşulları hüküm sürmekte, varsa hazırdan yenilmekte ve birikimler tüketilmekte, yoksa aileler borç bataklığına sürüklenmektedir.

John Smith, Marini’nin Marksist bağımlılık tezini daha da geliştirerek süper sömürünün bugünkü emperyalizmdeki merkezi rolünü vurgular.[vii] Emperyalizme/bağımlılığa yaklaşırken tıpkı Marini gibi değer teorisini esas alan Smith, küresel emek arbitrajının yön verdiği üretimin küreselleşmesi üzerinden artı-değer çıkarmanın bugünkü kapitalist emperyalizmin temel işleyiş mekanizması olduğunu söyler. Amerika, Avrupa, Japon kökenli ulusötesi şirketlerin emek-gücünün yeniden üretimi için gerekli tüketim ürünlerinin üretimi basta olmak üzere üretimi düşük ücretli ülkelere kaydırarak küresel Güney’in emeğini süper sömürüye tabi tutmaları burada belirleyici rol oynar. Marini’nin Latin Amerika’da süper sömürü üzerinden ucuza temin edilen gıda ve diğer tüketim ürünlerinin Batı’da mutlak artı-değerden göreli artı-değere geçişteki rolüne vurgusundan ilhamla Smith, küresel Güney’in esasta tüketim malları ihracatına dayalı süper sömürü modelinin Batı işçi sınıflarının emek-gücünün değerini düşürerek onları idare edilebilir kıldığını söyler.

Süper Sömürünün Sınırları

Süper sömürü; küresel Güney’in bağımlı kapitalist bağlamlarındaki emekçi sınıfların maddi sefaletini anlamlandırmak üzere perspektif sunmakla beraber, emek-gücünün değeri tartışmasını ancak emek gücünün değişim değeri biçimine tabiliği kapsamında yapabilmektedir. Mesele “emek-gücünün fiyatının sistematik olarak emek-gücünün değeri altında kalması” olarak konulduğunda, emek-gücünün somut bir ülkesel bağlamdaki değerinin hesaplanabileceği (“belli bir ülkede, belli bir dönemde, bir işçi için gerekli ortalama geçim aracı miktarı veridir”) ve emek-gücünün ihtiyaçlarını koşullayan “işçi sınıfının alışkanlıkları”nın ve “yaşam beklentileri”nin de nicel olarak indirgenebileceği varsayılmaktadır.

Emek-gücünün değerinin hesaplanabilirliği varsayımını sürdürmenin büsbütün anlamsız olduğunu iddia etmek gibi bir niyetim yok. Açlık ve yoksulluk sınırı adı verilen hesaplamaların yapılması, sömürü oranlarının hesaplanması, sömürü karşıtı ya da yeniden bölüşümcü iddialara/siyasete zemin ve meşruluk sunar. Bu az şey değildir.

Burası aynı zamanda “süper sömürü” kavramının sınırlarına da geldiğimiz yerdir. Zira emek-gücünün ihtiyaçlarını koşullayan “işçi sınıfının alışkanlıkları” ve “yaşam beklentileri”, siyasal olana bağışık bir tarihsel süreç içinde kendiliğinden oluşmuş, verili alabileceğimiz ya da doğallaştırabileceğimiz, bir takım geçim araçlarıyla eşleştirerek tanımlayabileceğimiz bir yaşam tarzından ibaret değildir. Bu alışkanlıklar, beklentiler, yaşam tarzları, sermaye birikiminin gereklilikleri doğrultusunda emekçi öznelliğinin siyasal ve ekonomik zor ile şekillendirilmesi bağlamında bir tartışmayı hak etmektedir.

Buradan bakıldığında, süper sömürü olarak adlandırılan süreci yeniden tanımlama ihtiyacı ortaya çıkıyor. Yani mesele “emek-gücünün fiyatının sistematik olarak emek-gücünün değeri altında kalması” olarak değil de, bizatihi emek-gücünün değerini düşürmek üzere emek-gücünün ihtiyaçlarını koşullayan “işçi sınıfının alışkanlıkları” ve “yaşam beklentileri”nin zor yoluyla sınırlandırılması, şekillendirilmesi ve kontrol altına alınması olarak yeniden beliriyor.

İlksel Birikim

Meselenin bu yeni belirişinin bizi götürdüğü kavram, ilksel birikimdir. Burada ilksel birikimi yeniden anlamlandırma yönündeki tartışmaların vardığı mutabakatın içinden konuşuyorum. Nedir bu mutabakat?
“İlksel Birikimin kapitalizmin şafağına özgü, tarihsel olarak sınırlı bir olgu olmak bir yana, kapitalist egemenliğin kurucu ve neredeyse fizyolojik bir unsuru, özellikle kriz zamanlarında sınıf ilişkilerini yeniden tanımlamak, öznellikleri yeniden şekillendirmek ve işgücünü saf emek gücüne dönüştürmek için kullanılan bir strateji olduğu konusunda geniş bir görüş birliği vardır.”[viii]

Silvia Federici, bir yandan bu mutabakatın altını çizerken öte yandan bu mutabakatın da ilerisine geçme gerekliliğini vurgular. Buradaki özgün katkısı, ilksel birikim kavramını, emekçi öznelliğin şekillendirilmesinin ve emekçi sınıf içindeki göreli konumların ve hiyerarşilerin inşasının sermaye birikimindeki merkezi rolünü anlamak üzere geliştirmesidir. 16. ve 17. yüzyıl Avrupa’sındaki yaygın cadı avlarını ilkel birikim analizinin merkezine yerleştirir Federici ve “kadınların, kendi cinsellikleri ve yeniden üretim kapasiteleri üzerindeki kontrolünü suç haline getirmek yoluyla, bedenlerinin çitlenmesini[n] ve yeniden üretici emekleri ile toplumsal konumlarının değersizleştirilmesini”n[ix] kapitalizmin gelişimindeki işlevini sergiler.

Bu yeni kavrayış aynı zamanda Marx’a yönelik bir eleştiriyi de barındırmaktadır: “Marx’ın analizinin (ara sıra istisnaları görülebilse de) kabul etmediği şey, emek hiyerarşileri ve ayrımlaştırılmış insan tabakalarının yaratılmasının, kapitalizmin kuruluşu ve sürekliliğinde insanların üretim ve geçim araçlarının yok edilmesi kadar önemli olduğu”dur.[x]

Nejat Ağırnaslı, Federici’nin bu argümanını kavramsal olarak keskinleştirir ve asli birikim adını verdiği ilksel birikimi, kapitalist toplumun hiyerarşik bir fark sistemi olarak kurulmasının bağlamı olarak ele alır. Dolayısıyla ilksel birikim, sermaye birikiminin kesintisizliği amacına koşulmak üzere toplumsal aktörlerin haddini tayin etmek, haddini aşanların haddini bildirmek zanaatıdır: “Asli birikim, bu anlamıyla sadece bir zamanlar birilerinin mülksüzleştiği bir tarihsel an değil, bizzat kapitalizmin zamansallığı, üretimin içerisinde gaspın gasp olmasını sağlayan farklar düzlemidir. Somut olarak bu, işçinin disipline edilip haddini bilmesidir.”[xi]

Küresel güneyin bağımlı kapitalist ülkelerinin emekçi sınıfının süper sömürüsü o halde salt emekçi sınıfın en temel sosyal-kamusal haklarını elinden alarak, eğitim-sağlık hizmetlerini piyasalaştırarak, iş güvenliği önlemlerinden kısarak değil, emekçi sınıfın hayalgücünü öldürerek, umudunu çalarak, özgüveni ve öz saygısını zayıflatarak, cesaretini kırarak, yani haddini bildirerek mümkün olabilmektedir. Süper sömürü olarak adlandırılan süreç o halde aslında ufku, talepleri, hayalgücü, özsaygısı kısıtlanmış, haddini hududunu bilen “küçük adam ve kadınlar”ın üretilmesi sürecidir.

Bu göreli hadler üzerine kurulu kapitalist toplumsal dengeyi istikrarsızlaştırmak, emekçi sınıfın haddini aşmaya yönelmesi, haddini aşmaya yönelmesi ise kendisine hak görülen ile kendisinin hak gördüğü arasındaki mesafeyi bir kopuşa doğru büyütmek, söz konusu mesafeyi bir kopuşa doğru büyütme siyaseti ise emekçi sınıfın hayalgücünün ufuklarını radikal olarak genişletmek demektir. “Süper sömürü” koşullarında sınıf mücadelesinin tayin edici cephesi hayalgücünün sınırlarıdır.

O halde tekrar ve gür sesle: Hayalgücü İktidara!

 

Dipnotlar

[i] Ilker Cörüt, “Küçük Adamın Geçim Etiği ile Nasıl Mücadele Etmeli?”,  Yurtseverce, 4 Nisan 2024, https://yurtseverce.com/2024/04/04/kucuk-adamin-gecim-etigi-ile-nasil-mucadele-etmeli-turkiye-evimiz-alti-talebimiz/.

[ii] Ruy Mauro Marini, Bağımlılığın Diyalektiği, çev. Ertan Erol (Ankara: Dipnot Yayınları, 2021)

[iii] Karl Marx, Kapital: Ekonomi Politiğin Eleştirisi. 1.Cilt, çev. Mehmet Selik ve Nail Satlıgan (İstanbul: Yordam Kitap, 2012), s. 170.

[iv] Ibid., s. 171.

[v] Georg Lukács, History and Class Consciousness: Studies in Marxist Dialectics (Cambridge : MIT Press , 1972)

[vi] Karl Marx, Kapital, s. 356.

[vii] John Smith, Imperialism in the Twenty-First Century (New York: Monthly Review Press, 2016)

[viii] Silvia Federici, Caliban ve Cadı: Kadınlar, Beden ve İlksel Birikim, çev. Öznur Karakaş (İstanbul: Otonom Yayıncılık, 2012), s. 11.

[ix] Ibid., s 8.

[x] Ibid., s. 11.

[xi] Rıza Ekinci ve Fikri Erkindik, Suphi Nejat Ağırnaslı’nın Komünist Israrı: Menkıbe’yi Yeniden Düşünmek s. 298-299.

Hafızamız, İrademiz, Emeğimiz ve Yozgat Mitingi

Tahmini Okunma Süresi: 8 dakika

Her şeyden önce belirtmek gerekir ki, Bahar Direnişi’nin rüzgârı olmasa o miting olmazdı. 80 sonrası ilk protestoydu bu Yozgat’ta. Daha önce o meydanda sadece seçim mitingi kalabalıkları olurdu. Bu defa talepleri olan ve iktidarı uyaran insanlar vardı. CHP’nin de bu mitingde hakkını şu açıdan vermek gerek: Kendi başına harekete geçemeyecek kitlelerin yolunu açtı CHP. Genel başkanın katılımıyla merkezî bir miting kararı insanlara cesaret verdi. Geçen seneler içinde defalarca çiftçi eylemini tartıştık ama bir türlü o cesareti gösterecek insanlar bulamamıştık. Taşrada ekonomik, siyasi, sosyal her alandan ablukaya alınan halk için bir protesto hep riskli geldi. Ama bu defa Bahar Direnişi ve CHP’nin isabetli kararı yolu açtı.

 

Sonuncu Roma da eskidi
Taşa kesti Mernuş, Tebernuş, Kıtmir
Oysa çıldırmanın çağıdır
Aç sımsıkı çektiğin perdeleri
Ölümlerle zulümlerle
Sarsma bedenimi öyle
Daldığım kan uykudan
Usul usul uyandır…
Gülten Akın

CHP’nin verdiği isimle “19 Mart Darbesi”nin birinci ayı. Halk hareketi içindeki kitlelerin verdiği isimle ise “Bahar Direnişi”nin birinci ayı. Bu bir ayın ardından, 19 Nisan’da Yozgat’ta kitlesel bir miting gerçekleşti. CHP’nin örgütlediği bu miting, traktörleriyle çiftçilerin öne çıktığı bir mitingdi. Yazılı ve görsel basında, özellikle de sosyal medyada hâlâ tartışılan tarihî bir protestoydu. Bu yüzden, ben de miting çalışması içinde yer alan biri olarak, alana dair gözlemlerimi ve örgütlenme sürecine ilişkin görüşlerimi elimden geldiğince yazıya dökmek istedim.

YOZGAT’TA BUGÜNE NASIL GELİNDİ?

Bunun bir çiftçi mitingi olduğunu belirtmiştim. Ben de ailesiyle küçük çiftçilik yapan biri olarak, miting çalışması içinde ve 19 Nisan’da alanda yer aldım. Öncelikle mitingin sembolik bir anlamı vardı, çünkü Yozgat iktidar ve ortağı MHP’nin güçlü olduğu bir il. Daha çok milliyetçi-muhafazakâr olarak anılan bu şehirde, bu denli kalabalık bir miting birçok ezberi de bozdu.

Burayı kısaca açmak gerekirse: Milliyetçi-muhafazakâr sağın buradaki gücü, tüm ülkede olduğu gibi, 12 Eylül ile başlayan süreçten bağımsız değil. Ancak 12 Eylül öncesinde de Yozgat’a özellikle ağırlık verdiklerini söyleyebiliriz. Alparslan Türkeş’in buradan milletvekili olması, Eğitim Enstitüsü’ne yapılan atamalarla faşist hareketin güçlenmesi, sınavla girilen okullarda soruların önceden verilmesi gibi etkenler var. Daha sonra, solun Yozgat’taki tabanını oluşturan Abdallara ve Alevilere yönelik sistemli saldırılar ve sürgünler başladı. 80 darbesiyle birlikte ildeki ileri kesimlerin önemli bir kısmı şehri terk etmek zorunda kaldı. Meydan iyiden iyiye sağa kaldı. Sonraki yıllarda merkez sağ çizgisi giderek güçlenirken, Refah Partisi iktidarıyla tarikatlar da iyice görünür oldu. AKP’nin ilk seçim zaferi bu kesimlere dayanıyordu. Yıllar içinde kurulan ağlar, özellikle devlet imkânları sayesinde işsizliğin yüksek olduğu ilde ayarlanan işler, vs. iktidar ve küçük ortağının gücünü artırdı. Özellikle 90’larda uzman çavuşluk, polislik gibi işlerde MHP’nin etkinliği yüksekti. Muhalefetin kronik sorunlarının tüm bunlara yol verdiğini belirtmek gerek. Son genel ve yerel seçimlerde AKP’den kopuş hızlandı, ama bu oylar yine Cumhur İttifakı içinde kaldı. AKP, MHP ve YRP arasında gidip geldi oylar. Şimdi bu denklemi bozacak yeni olanaklar doğdu. O yüzden gelişmeleri iyi okumak gerek.

Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması ve İstanbul’da öğrencilerin barikatı yıkmasıyla başlayan halk hareketi, birçok okulda ve şehirde miting ve eylemlerle devam etti. Yozgat’ta da geçen ay bir akşam mitingi ve yürüyüş düzenlendi. Yine Boğazlıyan ilçesinde yürüyüş oldu. Hemen sonra, Aydıncık ilçemize bağlı Kazankaya köyünde çiftçiler traktör konvoyu oluşturdu ve bu çiftçilere hemen cezalar kesilmeye başladı. Bu süreçte çiftçiler tehdit edildi. Özgür Özel’in cezaları kendisinin karşılayacağını ve durumu ülke kamuoyuna duyuracağını açıklamasının ardından, birkaç gün sonra, CHP Yozgat’ta bir çiftçi mitingi kararı aldı. Ben de o süreçte yaşadığım ilçede miting çalışmaları içinde yer aldım. Yaşadığım ufak ilçeden Yozgat merkeze yüzlerce insan miting için gitti. Traktörler yola çıktı.

Bizim ilçe de diğer Yozgat ilçeleri gibi, ağırlıklı olarak tarım ve hayvancılıkla geçinen insanlardan oluşuyor. Bunun dışında esnaflık ve ticaret haricinde yapılacak çok bir iş yok. Şehre göç edemeyen işsizler için en büyük hayal, belediyede işe girmek. Hem çiftçilik hem ticaret yapan, hem belediyede çalışıp hem yine çiftçilik yapan insanlar da var. Yani çoğu insanın bir ayağı tarlada. Bunun dışında, belli bir toprağı olmayan ve sosyal yardım alan, günlük işlerde çalışanların sayısı da az değil. Burada kısaca yıllar içinde değişen üretim ve mülkiyet ilişkilerine değinmem gerekiyor.

Yozgat’ta, benim çocukluk dönemim de dâhil olmak üzere, köylerde geniş ailelerin yaşadığı dönemlerde üç kuşak aynı avluda ve aynı tarladan geçimini sağlardı. Baba, oğul ve torunlar aynı tarlayı eker biçer ve geçimini sağlardı. Zamanla, ülkede benimsenen yeni ekonomi politikaları bu kuşakları birbirinden kopardı. 12 Eylül öncesi ithal ikameci model ve devletin tarımsal üretime verdiği destek, çiftçilerin kendi topraklarında geçimlerini görece kendi ayakları üzerinde sağlamasını mümkün kılıyordu. İthal ikameci model, ülke içinde üretilenin yine içeride tüketilmesini gerektiriyordu ve talebi canlı tutmak için çiftçi daha çok destekleniyordu. 12 Eylül faşist darbesi ve 24 Ocak kararlarının işçi sınıfı ve kentlerdeki emeğin haklarına yönelik saldırıları hep konuşulur, ama taşradaki izleri pek sürülmez. Oysa neoliberal politikaların mimarı uluslararası sermayenin birinci hedefi işçi haklarıysa, ikincisi tarımdı. Tarımda piyasalaşmanın hedefi ise küçük ve orta çiftçiliği tasfiye ederek, verimlilik ve ölçek fetişizmiyle büyük (kapitalist) çiftlikler yaratmak, yani tarımı tamamen şirketlerin eline bırakmaktı. Dünya Ticaret Örgütü Tarım Anlaşması, IMF ve Dünya Bankası ile yapılan anlaşmalar bunu gerektiriyordu; ve bu hedefe ulaşmak için hükümetler çiftçilere olan desteği kademeli olarak azalttı, tarıma yönelik üretim yapan KİT’leri özelleştirdi, kapattı ya da işlevsizleştirdi, tarımsal üretimde planlamayı devre dışı bıraktı ve çiftçiyi piyasanın insafına terk etti. AKP hükümetleri dönemi, bu politikanın en etkin yürütüldüğü dönem oldu. Sonuç ise, ucuz işçi ordusuna katılmak üzere köyden kentin varoşlarına göç, kalanların ise geçinmek için kendi emeğini sömürmek zorunda kaldığı bir tablo. Tarım arazilerinin de küçülmesiyle köylü toprağından kopmaya başladı. Bizim gibi küçük üretim yapanlar aslında teorik olarak çiftçi sayılmaz, çünkü toprak geçimimize yetmiyor. 100 dönüme kadar arazisi olan birçok insan üretimi bıraktı ve tarlasını kiraya veriyor. Daha fazla alanda üretim yapan ve daha çok orta çiftçi diyebileceğimiz kesim ise uzun zamandır üretmekte zorlanıyor. Çiftçilik dışında esnaflık yapmaya çalışıyor. Yani yavaş yavaş onlar da tasfiye oluyor. 500 dönüm üzerinde ve daha çok emek yoğun üretim yapan (pancar, soğan vs.) çiftçiler, bir dönem ucuz kredi imkânından oldukça yararlandı. Bu kesimler ayrıca küçük çiftçiden tarla kiralar. Sıcak paranın aktığı ve faizlerin düşük olduğu dönemlerde yeni traktörler ve tarım aletleri alan bu kesimler, Şimşek programıyla adeta sudan çıkmış balığa döndüler. Sürekli dönen para, evin önüne çekilen sıfır araçlar, bu insanlarda zenginleştikleri yanılsamasını yarattı. Bugün ise kapitalizmin çıplak gerçeğiyle karşı karşıyalar. Çoğu borcunu çeviremiyor, kredisini ödeyemiyor. Sürekli artan girdi fiyatları ve ithalat, geçmişte borcunu çevirme imkânı bulan çiftçiyi felç etti. Hasat zamanı bir bakmışsın ki yurtdışından buğday ithal edilmiş ve ürünün para etmemiş. Tüm bunların beceriksizlik, liyakatsizlik değil, gayet tercihli ve bilinçli bir politika olduğunu gözden kaçırmayalım: Tarım tekellerin eline teslim ediliyor. Sözleşmeli üretim, Tarım Kanunu, Tohumculuk Kanunu vs. tüm bu düzenlemeler de bu dönüşümün hukuki dayanakları oluyor.

Esnaflar ve tüccarlar için de durum aynı. Tüketimin azalması en çok onları vurdu. Taşrada yerel seçimlerde iktidarın aldığı yenilginin ardında bana kalırsa yine bu vardı. Şimşek programıyla birlikte onlar da yoksullaşmaya başladı.

MEYDANDA KİMLER VARDI?

Alanda baskın olanlar, işte bu saydığım orta ve Yozgat ölçeğine göre büyük üretim yapan çiftçiler ve esnaflardı.

Her şeyden önce belirtmek gerekir ki, Bahar Direnişi’nin rüzgârı olmasa o miting olmazdı. 80 sonrası ilk protestoydu bu Yozgat’ta. Daha önce o meydanda sadece seçim mitingi kalabalıkları olurdu. Bu defa talepleri olan ve iktidarı uyaran insanlar vardı. CHP’nin de bu mitingde hakkını şu açıdan vermek gerek: Kendi başına harekete geçemeyecek kitlelerin yolunu açtı CHP. Genel başkanın katılımıyla merkezî bir miting kararı insanlara cesaret verdi. Geçen seneler içinde defalarca çiftçi eylemini tartıştık ama bir türlü o cesareti gösterecek insanlar bulamamıştık. Taşrada ekonomik, siyasi, sosyal her alandan ablukaya alınan halk için bir protesto hep riskli geldi. Ama bu defa Bahar Direnişi ve CHP’nin isabetli kararı yolu açtı.

Mitinge gitmek için araçları beklerken, kalabalıktan yanıma gelip içini döken çok insan oldu. Mesela bir abimiz, “Bu kadar yeter Murat, şu yaşa gelmiş adamım, attığım adıma bile başkaları karar verecek neredeyse, bu ağrıma gidiyor” derken, başka biri “Batmayalım diye habire borçlanıyoruz, bu iş bu iktidarla olmayacak” diyordu. İmamoğlu’nun tutuklanması, bardağı taşıran son damla oldu diyebiliriz. Yozgat emekçileri, 6-7 senedir katlanarak artan sorunları yaşıyor. Ekmeğinin küçülmesinin yanında, yerelde kurulan istibdat düzeneği, adam kayırmacılık, ağzının tadının giderek bozulması, hayattan artık hiçbir zevk alamaz hale gelmek… ve çocukları için kaygıları. İktidar destekçilerinin çocukları ballı börekli işlerde çalışırken, işsiz kalan çiftçi çocuğunun namlu ucunda yaşamlar seçmesi… Sözleşmeli askerlik, uzman çavuşluk. Millî güvenlik de yoksulun çocuğuna havale edilmiş durumda. Ya da evladı şehre göçer, iş cinayetinde yitirir, öğretmen olur atanamaz…

“TURPUNAN ŞALGAMINAN DEVLET İDARE EDİLMEZ”

Mülkiyet ilişkilerinin değişmesiyle giderek bozulan bir toplumsal doku var Yozgat’ta. Köylerde artık imece değil, köylüler arasında rekabet var. İnsanlar geçmiş günlerin özlemini dile getirirken, bilinçle değil ama içgüdüsel olarak bu duruma muhalefet ediyor. İnsanlar geçimlik değil, piyasa için ve piyasanın insafına göre üretim yapıyor artık. Köyler boşaldı, bireycilik ve rekabetçilik kalanlar arasında büyüdü.

Yozgat’ta uyuşturucu ciddi bir sorun haline geldi ve çok ocağa ateş düştü. İntiharlar arttı. Gençlere vaat edilen sadece tarikat, çeteleşme ya da uyuşturucu. Sosyal yaşam alanı diyebileceğimiz hiçbir şey yok. İldeki üniversite hiçbir gelecek vaat etmiyor, sadece işsizliği erteliyor. Şehre gelen doktor, öğretmen dahi sosyal alan yetersizliğinden dolayı şehri terk ediyor.

İktidarın kendi hegemonyasını kurmak için anlattığı o kültürel hikâye ve süslü cümleler, yıllarla beraber tel tel dökülüyor Yozgat’ta. AKP iktidarının “Anadolu devrimi” olduğunu, “azgın laiklerin yoksul ve dindar Anadolu halkını yıllarca geride bıraktığını” anlatan o büyük palavra çökmeye başladı. Yıllarca ablukaya alarak yanlarında tuttukları muhafazakâr emekçiler de meydandaydı. Anlatılan laik-muhafazakâr savaşında alınterinin ve emeğinin çalındığını fark etmeye başladı artık Yozgatlılar.

Gün be gün bunları yaşayan Yozgat halkı, işte o gün ne istediğinin bilincinde olarak meydana indi. Meydanda gençler vardı ama baskın değildi. Baskın olan 50 yaş üzeriydi ve kadınların kitleselliği göze çarpıyordu. ANK-AR araştırma şirketinin Yozgat mitingine dair verileri de bunu doğrulamış. Zaten buralarda çiftçi yaşı ortalaması 50’nin üzerinde. Gençler köylerde duramıyor artık. En tabanda yer alan yoksullar da vardı meydanda. Esnaflar, memurlar vardı; işçiler, işsizler vardı; ama eyleme rengini veren, tasfiye sırası kendilerine gelmiş orta ve büyük üretim yapan çiftçilerdi diyebilirim. İşçiler kendi pankartları ve ortak talepleriyle katılmadı mitinge, ama OSB’lerde ya da şeker fabrikalarında çalışan işçiler de oradaydı. Geçen aylarda Ritimteks adlı fabrika kilidi asıp kaçmış ve yüzlerce işçi mağdur olmuştu Yozgat’ta. Onlar da meydandaydı. Kurumsal olarak değil ama bireysel olarak katılan İYİ Partililer, Yeniden Refah Partisi’ni destekleyenler de vardı. Yozgat’taki sendikalar vardı. Geçmiş dönemde AKP ve MHP’ye oy verenlerden de katılım vardı, ama bu kitleden mitinge katılamayıp yüreği orada olanlar çok daha fazlaydı diyebilirim. Miting sonrası görüştüğümüz ve eyleme gelemeyen bu insanlar, coşku ve heyecanlarını bizimle paylaştı. Bu kesimler özellikle kemer sıkma politikaları ve Şimşek programıyla artan kredi faizleriyle artık zorlanan esnaf ve çiftçilerden oluşuyor yine. Ama siyasal gerekçeleri de var tabii. AKP teşkilatlarına merkezden yapılan atamalar, temayül yoklamasında önde gelen ismin değil de siyasi gücü en yüksek olanın yönetimde yer alması gibi sebepler, siyaseten de duygu birliğini bitirmiş durumda uzun zamandır AKP yanlıları arasında.

Yozgat’ta iktidar baskısı ve halkın korkusundan bahsetmiştim. Eylem sonrası dillere yapışan ve ülke hafızasına kazınacak olan sözlerin (“Turpunan şalgamınan devlet yönetilmez”) sahibi Abdullah amca, bu hakikati köylü diliyle haykırıyordu aslında. Mesela direkt CHP ile yan yana görünmek istemeyip kişisel olarak mitinge katılanlar da vardı. İnsanları evlatlarının işi gücüyle tehdit ettiler yıllarca. Yine kameralara pek görünmeyen ama aslında mitingdeki konuşmaları can kulağıyla dinleyen bir kesim vardı; alanın dışında duran esnaf ve diğer Yozgatlılar. Esnaf, geçmiş yıllara göre daha rahattı aslında, çünkü belediye el değiştirmişti. Artık YRP’de belediye. Ama yine de birçok esnaf ve memur, alana girmeden mitinge dahil oldular.

MUHALEFET VE HALK GÜÇLERİ İÇİN OLANAKLAR VE RİSKLER

Güç ilişkilerinin oldukça etkili olduğu Yozgat’ta, İmamoğlu’nun yükselen imajı, halkta artık saraya karşı bir alternatif doğduğu inancını besledi. İmamoğlu’nun iktidara karşı kafa tutan dili de bunda etkili oldu tabii. Yıllarca sadece sandık üzerinden siyaset yapma hakkı tanınan halk, İmamoğlu’nun tutuklanmasıyla sandığın da yok olma tehlikesini gördü. Yıllarca her türlü hak arama ve siyasete dahil olma araçlarını yasaklayıp sadece –üstelik eşit ve adil olmayan şartlarda– sandığı işaret eden AKP’nin şimdi halkın tek ve son umudu sandığı da gasp etmeye çalışması, bardağı taşıran son damla oldu.

80 sonrası ilde yapılan ilk kitlesel protesto olarak çiftçi eylemi, doğal olarak halk arasında Yozgat’taki mücadele tarihini de tartıştırmanın yolunu açtı. 80 öncesi Ecevit mitingiyle kıyaslamalar, eylemin yarattığı coşkuyla 80 öncesi anılarını anlatanlar… Sanırım en önemlisi, sandığa sıkıştırılmış siyaseti eleştirip sokağa hâkim olmaktan bahsettiği zaman görüşleri marjinal ve aykırı ilan edilen benim gibi isimlere, eylem anında ve sonrasında insanların duygularını (“Sen haklıymışsın” dercesine) açması, inşa edilebilecek yeni bir siyaseti, açılabilecek yeni bir yolu tarif ediyor.

Bahar Direnişi’ne ve özellikle Yozgat mitingine kadar, sağcıyla sağcılık yarıştırarak, onların diliyle konuşup oradan siyasetçi devşirerek başarı yakalanacağı fikri burada hâkimdi. Miting bu düşünce ve algıya önemli ölçüde darbe vurdu. Fakat yeniden bu anlayışı hâkim kılmaya çalışacak geri unsurlar hâlâ çok güçlü. CHP’nin kontrollü bir çiftçi hareketi istemesi riskler barındırıyor. İlde mitingin yarattığı havayı siyaseten fırsata çevirecek yapılar çok zayıf. Özgür Özel, mitingde çiftçilerin sorunlarına dair konuştu ama bunun neoliberal sebeplerini sorgulamadı. CHP’nin tüm olup biteni liyakat üzerinden açıklaması, çiftçilerin sorunlarını yaratan şeyin sistemli politikalar olduğu gerçeğini perdeleyebilir.

Taşrada iktidar rıza üretmekte zorlanıyor ve yeni bir halk siyaseti yükseliyor, ama bu siyasetin yeni kadrolara, yeni örgütlere ve yeni bir siyaset diline ihtiyacı var. İtirazın temelinde sadece ekonomik sebepler yok, ama ekonomik yönden itiraz edenlere siyasetin zaten ekmeğin nasıl paylaşılacağı mücadelesi olduğunu anlatacak ve onu siyasallaştıracak yeni bir siyasete ihtiyaç var.

Kentlerin meydanlarında ve zindanlarında direnen arkadaşlarımıza selamlar olsun!
Selam olsun yeni bir ülke için büyüyen büyük tahammülsüzlüğe!

“Unuttu dediğin dost seni arar
Alnının terini sofraya sunar
Sana kutsal gelen bin yıllık çınar
Fiske vuruşuyla yıkılır bir gün”
– Yozgatlı Âşık Kaplanî