Kitle ile Devrimci

Tahmini Okunma Süresi: 5 dakika

Kolektif eyleme yön vermesi gereken perspektif, yirmi gün veya bir ay boyunca, her akşam 8 ile 11 arasında toplanıp evine dağılma ve ertesi gün yine aynı saatte ve belki de başka bir noktada toplanma konusunda istikrar gösterebilecek olan; sayıca çoğunlukta fakat örgütlülük ve cüretkarlık ve öne çıkma isteği konusunda altta olan isimsiz kitlenin perspektifi olmalıdır. Bana kalırsa, Türkiye’nin metropol kentlerinde yaşayan işçi sınıfının bugünkü perpsektifi de budur.

Belki içinde bulunduğumuz şu ateşli anda bunu yazmak, ayıplanacaktır. Ama yazmak zorunda hissediyorum. İnsan güçlü şekilde hissettiğini doğru sözcüklerle, kendine uygun bir dile dökmelidir. Yoksa dilsiz kalır. Yanılmak, hiç konuşmamaktan daha iyidir.

19 Mart’ta başlayan sokak protestoları, Türkiye’de her kitle protestosunun düştüğü tuzaklı hendeğe düşmeye başladı. Hendek diye tarif ettiğim şu: Drone’lar kuşbakışı çektiği zaman hepimizi heyecanlandıran, aksiyona geçen devasa kalabalığın hacmi ile sabahın erken saatlerine kadar sokakta kalacak ve çatışmayı göze alacak kadar inatçı kadrolar arasında uzlaşmaz bir mesafe var. Hendek diyorum, çünkü bu mesafe, bu çukur, içine düştüğümüz ve hareket kabiliyetimizi aşındıran bir tuzak gibi. Fakat hantal kitle, yani o büyük, devasa deve, o hendekten atlayamaz. Çünkü çok kalabalık olmak ile hantal olmak bu ortamda aynı kaynaktan besleniyor. Hem çok kalabalık hem çok çevik olamazsınız.

Demek istediğimi uzatmadan söyleyeyim: “Polis karşısında safları sıkı tutarsak, sıkı durursak iktidar düşer” diye tarif edeceğim çevik eğilimin, tereddütler ve kaygılar ile eyleme çıkan ama o devasa kitleyi kitle yapan çoğunluğa ayak uydurması lazım. Tersi imkansız. Fakat bizim siyasi kültürümüzde, siyasi hayalgücü gereği, yani siyaset hakkında duydukları, izledikleri, okudukları gereği, ateşli referanslarla idman yapan öncü gruplar var. Herkesin bildiği gibi, onlar olmadan büyük kitle eylemleri olmuyor. Fakat herkesin yine bildiği gibi – sadece onlarla da olmuyor.

Siyasi hayalgüçleri gereği, kendilerini büyük bir ayaklanma anına hazırlayan azimli, zinde ama hayalperest öncü grupların adını koymadıkları bir teorik tahminleri var. Kitlenin, er ya da geç, aradaki hendekten atlayacağını ve peşlerine takılacağını varsayıyorlar. Umuyorlar diyelim. Fakat her seferinde bu varsayım yanlışlanıyor. En basit olarak: Saat 8 civarına yapılan bir eylem çağrısına mesai çıkışı gelen binlerce kişi, saat 11-12 civarı, toplu taşıma bitmeden evine dönüyor. Ertesi gün mesaiye gidiyor. Özellikle öğrenciler veya mesleği ele veren bir azınlık, gece saatlerine kalabiliyor. Gezi zamanı, birçok insan, günler boyunca, sabah mesai akşam Gezi yaşadı. Gezi’yi uzun erimli kılan faktörlerden biri buydu. Fakat yine de, bir noktada, hem şiddetin artması hem aşınma ile bitti. Zaten bir noktada bitecekti.

Bu yapısal hendek karşısında, sol tandanslı devrimci öncüler, hemen “genel grev” diyeceklerdir. Teorik olarak doğru veya tutarlı olmakla beraber, acilen genel grev uygulanamayacağını aslında herkes biliyor. Bugünün Türkiyesinde herhangi bir işyerinin iç kültürünü veya çalışan kesimin ruh durumunu bilen herkes bana hak verecektir. Tarif ettiğim bu yarığın pratik sonucu şu oluyor: Makul bir saat diliminde büyüyen kitle, bir saatten sonra aşınıyor ve zamanla, büyük toplam bu iki eğilimi yansıtacak şekilde ikiye yarılıyor. Bence bu yarık, ideolojik yarıklardan daha belirleyici (bu yüzden böyle kitle eylemlerinde devrimci öğrenci şebekeleri ile lümpen tribün şebekeleri veya hatta şimdilerde sağ tandanslı gençlik örgütleri arasında bir stil benzeşmesi olabiliyor).

CHP, kitlesele oynamak zorunda olan bir ana muhalefet partisi olduğu için, onun parti refleksleri de tereddütlü büyük çoğunluğun refleksleri ile benzeşiyor. Tersini dileyen çok sayıda protestocu olabilir. Fakat CHP’nin refleksi normal, pozisyonu ile uyumlu. Tabii ki, şiddetin zirve yaptığı gecelerde, 23 Mart gecesi olduğu gibi, bu refleksleri gösteren CHP, sokağa çevik enerji veren topluluklar ile doku uyuşmazlığı yaşıyor. Ve çevik grupların üyeleri sosyal medyada siyasi söyleve daha çok yön verdiği için, gençleri yarı yolda bırakan CHP anlatısı öne çıkıyor.

Fakat aslında, binlerce sivil protestocu erken saatte evlerine dönerken de bu ayrımı yaratıyor. Ve tabii binlerce diğer protestocu da kitlenin büyük kısmı eve dönerken geç saatlere kadar direnerek aynı yarığı perçinlemiş oluyor. Genel seçimlerin Pazar günü düzenlenmesinin bir nedeni var. Sandık-seçim gibi daha sakin, kurallı siyasi süreçleri anlatan sözcükler sokak eylemlerinin sıcaklığı ve canlılığı karşısında soğuk ve cansız kalıyor, fakat bu soğukluk, başka hiçbir kolektif eylemde görmediğimiz bir katılım oranını mümkün kılıyor.

Kitlenin en ön sırasına yürüyüp, polis kordonuyla yüz yüze bakmaya veya çatışmaya daha istekli, buna kendini hazırlamış veya daha cesur, daha cüretli olan gruplar ile arkada durmaya eğilimli gruplar arasındaki ayrımın da, tarif etmeye çalıştığım bu hendeğin yansıması olduğunu tahmin ediyorum. Hatırlarsınız, Gezi’de de bu ayrımı konuşmuştuk. Hayatında ilk kez sokak eylemine çıkan bazı yurttaşlar, sokak eylemi örgütleme ve çatışma konusunda idmanlı grupları görünce hem cesaretlenmiş ve büyülenmişti hem de aradaki sınırın farkına varmışlardı. Belki bunu bu sözcüklerle ifade etmediler ama Gezi hakkındaki sohbetlerde eminim çok insan benzer bir konunun konuşulduğunu duymuştur. Elbette bu konuşmalar, “Gezi’yi Gezi yapan kimdi?” gibi ayrıştırıcı tartışmalara da yol açmıştı.

Tarif ettiğim bu yapısal yarık hakkında makul bir eleştiri ve oyun planı oluşturmamız gerek. Çünkü bunu yapamadığımızda, bu sorunun ifadesi ya bastırılıyor ya da daha habis eğilimler tarafından monopolize ediliyor. Kendini makul vatandaş veya milliyetçi protestocu olarak gören, isyan ederken masumiyetini korumak isteyen bir başka dar kitle geliyor, “bunlar provokatör, bunlar şöyle böyle” diyerek, bir diğer boş hikaye üretiyorlar. Sanki o öncü gruplar olmasa, polis bir anda gelip protestoculara sarılacak, “ne doğru diyorsunuz” diyecek! Büyülü bir milli bütünleşme ile protestocuların tarafına geçecek veya protesto ile duygudaşlık kuracak!

Elbette bu hayal de duvara vuracaktır. Twitter’da gördüğüm bir örnek ilginçti. 23 Mart gecesi, Zafer Partisi’ne yakın bazı gruplar “provakatörleri” durduracağız diye düşünerek ön sıralara gitmişler, polisle konuşmaya. Fakat polis onları da dövmüş. Ertesi gün şaşkınlıklarını, hayal kırıklıklarını ifade etmişler sosyal medyada. Öğretici bir deneyim olduğunu sanıyorum.

Gerçek şu ki, böyle büyük bir kitlesel sokak toplaşması, illa bu yarığı ve çelişkiyi üretecektir. İdeolojiye indirgemek doğru değil bu ayrımı. Fakat bu yarığı yorumlarken ne sol devrimci beklentiler ne de sağ milliyetçi beklentiler bir yere varacaktır. Ne büyük kitle bir anda devrimci öncü gruplar kadar cüretkar ve zinde davranacaktır, ne de “provakatörlerden” arındırılmış milli bir kitle polisin saf değiştirmesine yol açacaktır. İlki, polisin şiddet kapasitesine ve sürüp giden yaşamın günlük kaygılarına çarpacaktır. İkincisi ise polislerin memur olduğu ve hükümetin emrinde olduğu gerçeğine.

Nitekim, kolektif eyleme yön vermesi gereken perspektif, yirmi gün veya bir ay boyunca, her akşam 8 ile 11 arasında toplanıp evine dağılma ve ertesi gün yine aynı saatte ve belki de başka bir noktada toplanma konusunda istikrar gösterebilecek olan; sayıca çoğunlukta fakat örgütlülük ve cüretkarlık ve öne çıkma isteği konusunda altta olan isimsiz kitlenin perspektifi olmalıdır.

Bana kalırsa, eğer ortaya solcu hipotez atmama izin varsa, Türkiye’nin metropol kentlerinde yaşayan işçi sınıfının bugünkü perpsektifi de budur. Diğeri profesyonel siyasetçilerin ve heyecanlı, enerjik ama yaşam döngüsünde geçici bir statü olan öğrenciliğin perspektifi ve eğilimidir. Belki biraz da serbest meslek sahiplerinin ve esnafın. Öncülük yapılacaksa, öncülük yapılmak isteyen kitlenin genel eğilimini hesaba katmak gerekir.

Bunu yazmamdaki motivasyonlardan biri şu. Bu yarık bence, Türkiye’de öncü solcuların trajik hikayesini de şekillendiriyor. Büyük bir risk iştahıyla, iradeyle, idmanla büyük ateşeli anlara hazırlanıp, sonra atladıkları hendeğin öte tarafında kendini yalnız bulan bir hareket sol devrimci gelenek. Ve sonra, uzun vadede, “neden arkamdan gelmediler” sorusuna dönen bir gelenek. Tatsız, mutsuz, içe dönük bir mağlubiyet duygusu yaratır veya dönüp dolaşıp topluma küsen hatta çemkiren bir ruh hali üretir bu sonuç. Belki önderlik, hendeğin öte tarafına önden atlamak değil, hendeğin gerisinde kalarak hareket etmekte yatıyordur.

Bir zamanlar çok konuşulan bir metafordu: Sol’un Evi ve Evsizliği. Sol evsizliğin adı mıdır? Yoksa ev arayışı mıdır? Belki de, gece 12’de eve dönüp, ertesi akşam saat 7 ile 11 arasını heterojen bir kitlenin içinde, hamleli bir açıklıkta geçiren; risk iştahı ile yere güvenli basma, öne çıkma ile sıradana karışma, hızla harekete geçme ile adım adım yürüme arasındaki ilişkiyi daha dengeli kuran bir ev-sokak diyalektiğine ihtiyacımız var. Ve arada başka yerlerin de olduğunu hatırlamaya, hatırlatmaya ihtiyaç var. İşyerleri ve çarşı. Örgütlenecek grevler ve tüketim boykotları.

Hangisi genelleşmeye uygunsa, hangisi daha kararlı ve istikrarlı olabilecekse, öncülük arayışını o eylem türüne göre kurmak daha doğru olmaz mıydı?


Bu yazı Can Evren’in kişisel blogunda https://canevren.wordpress.com/2025/03/24/kitle-ile-devrimci/ adresinde 24 Mart tarihinde yayınlanmıştır.

Bu, Holokost Suçluluğu Değil, Kökleşmiş Alman Irkçı Üstünlüğüdür

Tahmini Okunma Süresi: 6 dakika

Alman parlamentosu Filistin halkının soykırıma uğramasını  kayıtsız şartsız desteklerken, beyaz üstünlükçü Siyonist ideolojiyi savunurken, yerleşimci sömürgenin Büyük İsrail’e doğru ilerleyişini desteklerken, Siyonistlerin soykırım yoluyla nihayet saf bir Yahudi devleti yaratma fantezilerini desteklerken ve aynı zamanda tüm bunlara karşı her türlü muhalefeti sustururken, insanın aklına büyük bir trajedi geliyor. Alman tarihindeki en kötü maskaralıklardan birine tanıklık ediyoruz. Yahudi hayatını korumayı iddia ederken, eleştirilemez bir şekilde Almanya için yol gösterici ilke olarak ırkçı bir ideolojiyi ilan etmek, Almanya’nın tarihsel bağlamında eşi benzeri görülmemiş bir maskaralık niteliğindedir.

Çeviren: Yurtseverce[1]

7 Kasım 2024’te Alman Bundestag (Federal Meclisi), akademisyenler ve sivil toplumun muhalefetine rağmen, 733 oydan sadece 10’u aleyhte olmak üzere “ ‘Bir Daha Asla’, Hemen Şimdi: Almanya’da Yahudi Hayatını Koruma, Sürdürme ve Güçlendirme” başlıklı kararı kabul etti.

Bu karar, antisemitizmin ne olduğuna dair bednam IHRA (International Holocaust Remembrance Alliance, Uluslararası Holokost Anma İttifakı) tanımını, bundan sonra izlenecek  Siyonizm yanlısı Alman politikalarının temeli haline getirmektedir. Alman parlamentosu, antisiyonizm ile antisemitizmi ideolojik olarak eşitleyen bu yaklaşımı benimseyerek, kendisini nihayetinde ırkçı ve beyaz üstünlükçü bir ideolojinin maşası haline getirmiştir.

“Almanya’daki Yahudi yaşamının korunması” iddiası ile tam olarak ne kastedildiği belirsizliğini korusa da, kararın gerçek niyeti pek de gizli saklı sayılmaz.

Alman halkının temsilcileri, Filistin halkına karşı soykırım uygulayan ve bir yılı aşkın bir süredir Gazze’de 200.000’e yakın insanı katleden Siyonist yerleşimci-sömürgeci apartheid devletini her türlü eleştiriye karşı bağışık hale getirmek üzere nadir görülen bir işbirliği içinde ellerinden geleni ardına koymuyor.

Şu an itibarıyla, bu karar, Siyonist soykırımcı yerleşimci sömürgeye yönelik eleştirel pozisyonları yaptırıma uğratmak, soykırımı desteklemeyen bireyleri itibarsızlaştırmak, İsrail apartheid sistemini reddeden insanlara iftira atmak, onları antisemit olarak damgalamak, antisemit olmakla karalamak, suçlamak ve kınamak konusunda Alman devletini her zamankinden daha güçlü hale getirecektir.

Almanya’nın, beyaz olmayan halklara yönelik bir soykırımın aktif parçası olma iştahını bir kere daha, Gazze’de modern tarihin en kötü soykırımlarından birini gerçekleştiren ve aynı soykırım dinamiklerini Batı Şeria ve Lübnan’da da harekete geçiren Siyonist rejimi destekleyerek bulduğunu görmek hem üzücü hem de ürkütücüdür.

Korku Yaymak ve Susturmak

Alman parlamenterler bu korkunç vahşete yönelik her türlü eleştirinin kınanmasının önünü açmışlardır.

İsrail’e, onun apartheid sistemine ve insanlığa karşı işlediği suçlara karşı her türlü muhalefeti antisemitik olarak nitelendirerek susturan ve tehdit eden hükümet ve parlamentonun, antisemitik olarak yaftalanma, temel bir bireysel vatandaşlık hakkı olarak fikrini ifade ettiği için suçlanma ve takibata uğrama korkusunu yaymayı amaçladığı açıktır.

Oysaki kendi halkı arasında korku yayan bir hükümet, vatandaşlarının temel haklarını güvence altına alan demokratik bir hükümet olmaktan çıkar.

Alman parlamentosu Filistin halkının soykırıma uğramasını  kayıtsız şartsız desteklerken, beyaz üstünlükçü Siyonist ideolojiyi savunurken, yerleşimci sömürgenin Büyük İsrail’e doğru ilerleyişini desteklerken, Siyonistlerin soykırım yoluyla nihayet saf bir Yahudi devleti yaratma fantezilerini desteklerken ve aynı zamanda tüm bunlara karşı her türlü muhalefeti sustururken, insanın aklına büyük bir trajedi geliyor.

Ama Karl Marx’ın bir zamanlar yazdığını unutmamalı: “Tarih tekerrür eder; ilkinde trajedi olan ikincisinde maskaralık olur.”

Dolayısıyla bir Alman trajedisine değil, Alman tarihindeki en kötü maskaralıklardan birine tanıklık ediyoruz. Yahudi hayatını korumayı iddia ederken, eleştirilemez bir şekilde Almanya için yol gösterici ilke olarak ırkçı bir ideolojiyi ilan etmek, Almanya’nın tarihsel bağlamında eşi benzeri görülmemiş bir maskaralık niteliğindedir.

Almanya’nın, ırkçı ve soykırımcı Siyonist rejimin tarafını tutması şaşırtıcı değildir. Ancak, siyasi partilerin Alman suçluluğu konusundaki açıklamalarının aksine, bu adımın, beyaz Avrupalı Yahudilere yönelik Nazi soykırımıyla neredeyse hiçbir ilgisi yoktur.

Aksine, bu durum, Almanya’nın derin köklere sahip kibrinden ve beyaz üstünlükçü zihniyetinden kaynaklanmaktadır; bu zihniyet, “Batı”nın “medeniyetin” simgesi olduğunu, “Geri Kalanlar”ın ise “barbarlığı” temsil ettiğini savunan bir anlayışla uyumludur.

Dolayısıyla, 19. yüzyılın sonlarında Siyonizmin başlangıcından itibaren Almanya, Theodor Herzl’in “Batı”ya sunduğu teklifi coşkuyla ve gönülden benimsemiştir.

Avrupalı güçlerden Siyonist harekete destek talep ederken Herzl’in teklifi, Filistin’de Siyonistlerin “Avrupa’nın Asya’ya karşı surlarının bir parçasını, barbarlığa karşı medeniyetin bir ileri karakolunu” oluşturmasıydı.

Tanrı’nın Seçilmiş Halkı

Herzl, Avrupa devletleri tarafından, Avrupa’nın her “medenileştirici” yerleşimci sömürge girişimini ve “barbar” ilan edilen yerli halkların yok edilmesini meşrulaştırmak ve haklı göstermek için on beşinci yüzyıldan beri yeniden canlandırılan Yunan ve Roma antikitesi söylemini kusursuz bir şekilde takip etti.

Yerli halkların yok edilmesine yönelik bu tür bir meşrulaştırmanın 15. yüzyıldaki kaynağı, Eski Ahit’in Judeo-Hristiyan geleneğiydi. Bu gelenek, beyaz Avrupalıların kendilerini Tanrı’nın seçilmiş halkı olarak görmelerine ve “medeni olmayan”, “tam olarak insan olmayan yaratıklara” İncil ve kılıçla medeniyet götürmelerine zemin sunuyordu.

Sonraları liberalizm, Batı liberal medeniyeti uğruna toprakları ele geçirmeyi ve yerli halkı ortadan kaldırmayı meşrulaştıran bir ideoloji olarak işlev gördü. Yerleşimci-sömürgeci toprak gaspının ve yerli halkın ortadan kaldırılmasının ateşli savunucuları arasında Thomas Jefferson gibi Amerikan başkanlarını görüyoruz. Jefferson, soykırımı meşrulaştırırken bir toprak ve köle sahibiydi.

Ayrıca John Stuart Mill ve Alexis de Tocqueville gibi seçkin liberal beyinler de yerleşimci sömürgecilikten ve “aşağı ırkların” kaçınılmaz olarak ortadan kaldırılmasından yanaydı.

Bugün neoliberalizm, yaşamları yaşamaya değer olanlar ile ölmeyi hak edenler arasında yaptığı net biyopolitik ayrımla meşrulaştırma vazifesini devralmıştır – ki bu da medeniyet-barbarlık ayrımının bir başka varyantıdır.

Herzl’in “uygarlık-barbarlık” karşıtlığıyla baştan çıkarıcı bir şekilde oynaması Almanya için oldukça çekiciydi, zira birçok Yahudi’nin ülkeyi terk etmesi ihtimalinin önünü açıyordu ve Almanya’daki antisemitik hava göz önünde bulundurulduğunda bu durum memnuniyet vericiydi.

Ayrıca, bu karşıtlık, medeniyetin ışığı ve dünyayı kurtaracak ülke olma şeklinde abartılı bir Alman öz-imgesine de bağlanıyordu: “Alman tarzı dünyanın kurtuluşu olacaktır.” (“Am deutschen Wesen soll die Welt genesen”).

Bu yerleşik öz-imge, Nazilerin bu geleneği (medeniyet-barbar karşıtlığını) benimsemesini çok kolaylaştırdı. Sadece beyaz Avrupalı Yahudileri değil, Doğu Avrupa ve Rusya’da yaşayan ve Alman “Ubermensch”ine (Üstinsan) göre “Untermenschen” (Altinsan) olarak ilan edilen yaklaşık 27 milyon insanı öldürmek – barbarlığa karşı medeniyet söyleminin ziyadesiyle Alman biçimi.

Bu şekilde Naziler, uzun zamandır süregelen “barbarlığa karşı medeniyet” karşıtlığını en uç noktaya taşıdılar ve Avrupa’yı bu temelde bir felakete sürüklediler.

Gelgelelim, Almanya’nın Filistin’deki Siyonist yerleşimci sömürgeciliğine verdiği destek Holokost’tan sonra başlamış ve Holokost’un yol açtığı acılardan kaynaklanıyor değildir.

Almanya’nın, 19. yüzyılın sonundaki başlangıcından itibaren yerleşimci-sömürgeci olan bir projeyi destekleme düşüncesi, Edward Said’in de açıkça ortaya koyduğu gibi, Nasyonal Sosyalizm’den çok önceye dayanmaktadır.

Alman İmparatoru Wilhelm II, bir yandan Namibya’da Almanya’nın kendi acımasız yerleşimci sömürge projesini yürütürken, bir yandan da Siyonist fikre oldukça büyük ilgi duyuyordu. Nitekim 1898’de Theodor Herzl’i kabul etti. Herzl, kayzerden, Filistin’e yerleşmek için kurulacak Yahudi kolonizasyon derneğine sultanın onay vermesini sağlamak üzere diplomatik yardım istemişti.

İmparator, Herzl’in kendisinden yapmasını istediği şeyi yapmadı ama Yahudilerden kurtulmak istediği için bu fikri destekledi.

25 Nisan 1918’de kurulan ve Yahudilerin Filistin’e yerleşmesini amaçlayan “ ‘Filistin için’ Alman Komitesi, Berlin”de  20 Ocak 1927’de memnuniyetle yerini alan kişi, dönemin Köln Belediye Başkanı Konrad Adenauer’den başkası değildi.

Nasyonal Sosyalizm döneminde bile Siyonizm’e verilen bu destek kesintiye uğramadı. Çok az Alman’ın bildiği, bileceği ya da bilmek isteyeceği gibi, Siyonistler Nazilerle de ortak hareket etmişlerdir.

İyi bilindiği üzere, Nazi Almanya’sının çöküşünden sonra, Siyonist projenin büyük dostu Adenauer Batı Almanya’nın ilk Alman şansölyesi oldu, ki bu da Yahudi Avrupalıları nihayet Avrupa’dan Siyonist sömürgeye getirmek doğrultusunda daha büyük bir sürekliliğe işaret ediyor.

Barbar olarak Filistinliler

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki tüm Batı Almanya hükümetleri ve parlamentoları, 1990’dan sonra birleşik Almanya’da da olduğu gibi devam etmek üzere, Siyonist yerleşimci sömürge rejimini desteklemiş, İsrail’in yanında yer almış ve Filistin halkına uygulanan sömürgeci baskıyı savunmuş ve hoş karşılamıştır.

Siyonist projeyi desteklemek söz konusu olduğunda, Alman tarihinde hiçbir zaman Filistinliler, Filistinlilerin kendi toprakları üzerindeki hakları, haklara sahip olma ve yaşama hakları ya da kültürlerinin korunması Alman siyasetinde bir rol oynamamıştır.

Aksine, Siyonist yerleşimci sömürgeye verilen destek her zaman, kendilerini “medenileşmiş” kabul edenlerin Batı medeniyetini ilerletmek için gerekli görülen her şeyi Filistinlilere yapmalarına olanak sağlayan “barbarlığa karşı medeniyet” ayrımı temelinde olmuştur.

Herzl’in Filistin’de barbarlığa karşı medeniyetin ileri karakolu olarak faaliyet gösterecek bir Siyonist yerleşimci kolonisi kurulması yönünde Batı’ya yaptığı cömert teklifin üzerinden yarım yüzyıldan biraz fazla bir süre geçtikten sonra ve şiddeti, sürgünü, yok etmeyi meşrulaştıran bu “barbarlığa karşı medeniyet” ideolojisinin aksine, Unesco tarafından ırkçılık meseleleri üzerine yayınlanan bir seri içindeki 1952 tarihli Irk ve Tarih kitabında antropolog Claude Levi-Strauss şunları yazacaktı:

“Bir kültür ya da geleneği iyi ya da kötü olarak ayırt etme iddiasında ne kadar ısrar edersek, aslında kınadıklarımızla o kadar özdeşleşiriz. Temsilcileri bize en ‘vahşi’ ya da ‘barbar’ görünenleri insan olarak kabul etmeyi reddederek, yalnızca onların karakteristik tutumlarından birini benimsemiş oluruz. Barbar, her şeyden önce, barbarlığa inanan insandır.”

Herzl’in Batı medeniyetini Asya barbarlığıyla ırkçı bir şekilde karşı karşıya koymasına karşın, Lévi-Strauss’un “ırklar”ın anlamı ve etnosantrizm sorununa ilişkin kavrayışı, bugün hâlâ etkisini sürdüren Batı kibrine dayalı bu yozlaşmış fikirleri reddetmektedir.

Demek oluyor ki, yerli Filistinlilerin barbarlığına inanan Siyonizmin kurucusu, aslında medeniyet lehine bir teklifte bulunmamış, sadece kendi barbar fikirlerini dile getirmiştir.

Aynı şekilde, Siyonist yerleşim sömürgesi, Arap dünyasının ortasında bir medeniyet öncüsü değil, bu barbarca fikrin ve barbarlığa inanan Batılı devlet adamları ve parlamenterler arasında bugüne değin sınırsız destek bulan bir ideolojinin sonucudur.

Affedilemez

Federal Meclis’te kabul edilen kararla Alman parlamenterler hangi zihniyetin ürünü olduklarını göstermiş oldular. Barbarlığa kesin bir inanç duyuyorlar ve kendileri gibi olanların yanında yer almaktan çekinmiyorlar.

Böylece Alman parlamenterler, barbar ilan ettikleri Filistinlilerin insan olarak muamele görme ve tanınma hakkını inkar etmektedirler. Dolayısıyla Almanya’nın Siyonist soykırım devletini kayıtsız şartsız desteklemesi son derece olağandır.

Siyonistlerin canlı yayınlanan soykırımlarını, IDF askerlerinin videolarını ve “medeni” savaş suçlarıyla en iğrenç şekilde övünen paylaşımlarını izledikten sonra bile Alman parlamenterler için hiçbir şey değişmedi.

Medeniyet-barbarlık ayrımına olan inançları ve her zaman neyin doğru ve iyi olduğunu bilerek dünyaya parlak bir örnek olma yönündeki tipik Alman tutumları öylesine köklüdür ki, Siyonist suçların doğruluğu ve gerekliliği konusunda en ufak bir şüpheleri dahi yok.

Siyonist rejimin Filistin halkına karşı işlediği soykırımı desteklemek affedilemez bir durumdur ve neredeyse oybirliğiyle barbarlığa inanan bir parlamentonun gerçek Alman zihniyetini gözler önüne serer.

İsrail’in Filistinlileri açlıktan ve susuzluktan öldürdüğünü (ki Siyonist politikacılar bunu ilan etmişti) söylemeyi antisemitizm olarak kınayan, sağlık sisteminin, eğitim sisteminin, iki milyondan fazla insanın ve evlerinin tüm altyapısının, kütüphanelerin, kiliselerin, hastanelerin, okulların, üniversitelerin, tarihi mekanların ve benzerlerinin yok edilmesi gibi tarihsel ve iyi belgelenmiş gerçekleri açıkça önemsiz sayan bir kararı kabul etmek, tıpkı Avrupa’nın sömürgeci yerleşimciliğinin diğer halkları, kültürleri ve medeniyetleri yok ettiği yüzyıllar boyunca olduğu gibi, ancak Filistinlilerin var olma hakkına sahip olmadığına inanıyorsanız mümkündür.

Alman halkının temsilcileri, Siyonist soykırımı meşrulaştıran karara oy vererek ve bu konuda insanlık adına dile getirilen her türlü eleştiriyi bastırarak basit bir gerçeği ilan etmişlerdir: barbar olan biziz.


[1] Makale ilk defa 20 Kasım 2024 tarihinde Middle East Eye web sitesinde yayınlanmıştır: https://www.middleeasteye.net/opinion/germany-not-holocaust-guilt-entrenched-racist-superiority

Bir Zamanlar Ağaçtı: Ferdi Tayfur’un Ardından

Tahmini Okunma Süresi: 7 dakika

Tayfur’un şöhretle sonuçlanacak macerası kendisini “kurtarmak” azmiyle yakından ilişkilidir. Erken yaşlarından itibaren “bir şey yapıp” hayatın bu türlüsünden azade olmaya yönelik direngen bir çaba 30 yaşına gelesiye değin hikâyesinin temel izleğini oluşturur. 1960’ların sonundan 1975’e kadar sayısız defa İstanbul’a gelip gitmesi, doldurduğu plakların dikkat çekeceği anı beklemesi bundandır. Ferdi için sanat, kendisiyle beraber pek çok insanın hissettiği o “sıkışmışlık” hissini aşmanın yegâne yolu olmuştur. Kaleme aldığı Şekerci Çırağı isimli otobiyografik anlatısında bunu dokunaklı bir cümleyle dile getirir: “İlk kez sinemada öğrendim; hırsızın çocuğunun hırsız, hâkimin çocuğunun hâkim olmayacağını.”

“Sağanaklar misali yağıp gönlüme
Yağmurlu bir gündü, gittin o gidiş”
(Gittin O Gidiş, 1992)

Cemal Süreya, Ferdi Tayfur’u ünlemlerden “ah”a benzetmişti. 1975 yılında Türkiye’nin zirvesine yerleşen bu ah, yarım asır boyunca memleketin dört bucağını haykırışarak dolaştıktan sonradır ki 2025 yılının ilk günlerinde gözden yitti. Bugün, Ferdi Tayfur’suz bir Türkiye’deyiz.

Ferdi fenomeni, bana öyle geliyor ki, Türkiye’de “starlık” kurumunun Zeki Müren ve Erol Büyükburç’la birlikte sacayaklarından birini oluşturuyordu. Müren’in bir radyo yorumcusu olarak başlayan son derece standart kariyerinin plaklar, filmler ve konserlerle bezenen başka bir mecraya akması, Büyükburç’un ileride “pop” tabir edilecek müziği icra edecek herkes için adeta “Gogol’un paltosu” konumuna yükselmesi yaklaşık on-yılların, 50’ler ve 60’ların hikâyesiydi. Tayfur, bu iki isimden hem bir sonraki kuşağın ürünü olması, hem de starlığının özellikleri bakımından ayrışır.

Zeki Müren de Büyükburç da değişip-dönüşerek zirvedeki konumlarını muhafazaya çalışan yıldız örnekleriydi. Müren, uzun kariyeri boyunca hafif müzik aranjmanlarından arabeske uzanan bir sahada “halkın istediği”ni vermeye hazır bir portre oldu. “Görülmemiş devr-i Yusuf’tan beri hiç böyle güzel”den “Kaderi ben mi yarattım?”a uzanan bir yoldur onunkisi… Büyükburç trajik bir portredir – şöhretini iyi yönetememiş, sonunda “her ile bir şarkı yapmak” ya da “Nasreddin Hoca fıkralarını dünyaya tanıtmak” gibi mesaj kaygısı ne kadar yoğunsa o kadar ses getirmeyen projelerle meşgul fakat bir yıldızdan çok bir “ekran yüzü”ne dönüşmüş olduğu hâlde vefat etmiştir. Ferdi Tayfur’un yüzleşmek zorunda kalmadığı problemlerdir bunlar. Starlığı, Müren’in tam aksine, “değişmemesi” şartına bağlı olmuş ve kitlesinin sadakati şöhretini “yönetilmesi gereken” bir nesne olmaktan dahi çıkarmaya yetmiştir.[1]

Ferdi Tayfur’un yaşamöyküsü, Türkiye’nin zadegan-olmayan büyük kalabalığının ilgili devirdeki yaşantısının akisleri kendisine düşen bir ayna hükmündedir. Bir araba çarpması sonucunda kör kalmadığı gerçeği dışarıda bırakılırsa, pekâlâ insafsızca mizah malzemesine dönüştürülen trajik Yeşilçam filmlerinden birinin senaryosunu andırır şöhret öncesi yaşamı. Bir “kabadayı” olarak nitelediği (Tayfur kelimeyi hep “olumlu” anlamda kullanır) babasının genç yaşta öldürülmesiyle beraber yetim kalır. Bir günlüğüne bile okula gönderilmez. “Harlem gibi bir yer” diye anmaktan keyif aldığı Adana’nın Hürriyet Mahallesi’nde büyür. İlk kez sahneye çıktığı yer üvey babasının memleketi olan Siverek’te, kesif bir alkol kokusu ve yoğun bir sigara dumanın kapladığı yarı-sirkimsi bir sinemadır. Ağabeyi hapse düşer. Kendisi kâh şekercide, kâh tamircide, kâh Sakıp Ağa’nın çiftliklerinde çalışır. Okuma-yazmayı bir hamaldan öğrenir.

Tayfur’un şöhretle sonuçlanacak macerası kendisini “kurtarmak” azmiyle yakından ilişkilidir. Erken yaşlarından itibaren “bir şey yapıp” hayatın bu türlüsünden azade olmaya yönelik direngen bir çaba 30 yaşına gelesiye değin hikâyesinin temel izleğini oluşturur. 1960’ların sonundan 1975’e kadar sayısız defa İstanbul’a gelip gitmesi, doldurduğu plakların dikkat çekeceği anı beklemesi bundandır. Ferdi için sanat, kendisiyle beraber pek çok insanın hissettiği o “sıkışmışlık” hissini aşmanın yegâne yolu olmuştur. Kaleme aldığı Şekerci Çırağı isimli otobiyografik anlatısında bunu dokunaklı bir cümleyle dile getirir: “İlk kez sinemada öğrendim; hırsızın çocuğunun hırsız, hâkimin çocuğunun hâkim olmayacağını.”

Tayfur’un ilk 45’liklerinin tutmamasına şaşmamak lazım. Müzik hakkında son derece kısıtlı bir bilgisi olan, yirmilerindeki bir delikanlının serbest tarzda bestelediği türkü “demo”ları gibidir bunlar. Kendisi de 1967-71 yılları arasında yaptığı bu plaklardan bahsetmek pek hoşlanmaz, sözü geçiştirme eğilimi sergiler. “Arabesk” lafının ima ettiği hemen hiçbir özelliği taşımayan parçalardır bunlar. Basit ezgilerle Adana’nın barajlarından, aşktan-sevdadan bahseden ve büyük çoğunluğunun arasında bir de gazel bulunan bu şarkılar (plak etiketlerinde “Gazelli” oluşları ayrıca belirtilir), türkü standartlarının dışında fakat hâlâ halk müziğinin bir uzantısı olarak görülmeye müsait, üstelik Suat Sayın gibi arabesk-öncesi figürlerin temsil ettiklerine de pek yakın olmayan çalışmalardır. “Simit, gazeteler sattım / Gün geldi aç, susuz yattım / Genç yaşımda kanlar kustum / Başucuma gelmiyorlar” diye gurbetten yakınır Adanalı Ferdi, “Beyler güler eğlenir” derken kendisinin ve kendisi gibilerin hayatlarından şikâyet eder.

Çeşme plağı ve özellikle de filmi Ferdi Tayfur’u ömrünün sonuna değin koruyacağı sıcak şöhrete kavuşturur. 1980’lerin sonuna kadar film çekmeyi sürdürecek, 90’lar ve 2000’lerde de popülaritesini korumayı başaracak, daha sonra başta sağlık sorunları sebebiyle yavaş yavaş münzevi bir hayata çekilecek, ara ara çeşitli vesilelerle magazin programlarının gündemi hâline gelse de kenarda-köşedeki yaşantısına devam edecektir. 2 Ocak 2025’teki vefatına dek.

*

Ferdi Tayfur’un vefatı, kendisine duyulan ve yaşlanmasıyla beraber en azından görünürde küllenen aşkın hâlâ ne denli güncel olduğunu gösterdi. Sosyal medyada kendisinin anısına adeta bir saygı duruşunda bulunulurken vatandaşlarca hayrına lokmalar, lokumlar dağıtıldı, camilerden selalar okundu, belediye hoparlörlerinden şarkıları çalındı, yoğun katılım sağlanan cenazesi televizyonlardan naklen gösterildi. Sanatçının vefatıyla birlikte muhtemelen son kez bu ölçüde kendisini gösteren Ferdicilik, 80’lerin ilk yıllarından itibaren tartışılan bir konuyu da beraberinde ayyuka çıkardı: Ferdi Tayfur’un da bir parçası olduğu arabeskin ne şekilde değerlendirilmesi gerektiği.

Tartışmanın yaygın argümanlarına bakılırsa konu, 1986’nın bir akşamında TRT’de gösterilen çalıştaydan hallice bir “yuvarlak masa” formundan zerrece sapmamış vaziyette. Arabeske karşı yeni bir pozisyon ortaya çıkmadığı gibi o tarihlerde var olan pozisyonlar da kendilerini, savlarında hiçbir ekleme-çıkarma ya da güncelleme söz konusu olmaksızın, oldukları yerde koruyorlar. Arabeskin alabildiğine zemmedilmesinde üç temel pozisyondan bahsetmek mümkün: i) kültürel muhafazakârlar, ii) aydınlanmacı-Batıcı küçük-burjuva gruplar ve iii) yetiştikleri ortam ve zihniyet örüntüler itibarıyla söz konusu küçük-burjuva muhitlere daha yakın sol çevreler.

Bunlardan ilki, yani kültürel muhafazakâr eleştiri fazlasıyla dantela, konak, Salacak kokar ve en yüksek temsilini Muhsin Bey’de bulur. Nevzat Atlığ korosu dinlerken iç geçirmek isteyen, Beyoğlu’na kravatsız çıkılamayan günlerin özlemlisi, arabeski hayatlarını işgal eden taşralılarla beraber kullanmak zorunda kaldıkları toplu taşıma araçlarını istila eden bir gürültü olarak gören ve günümüzde temsilcileri azalmış olan bu grubunki aslında eleştiriden ziyade bir tür huysuzlanma, mırıldanmadır. Toplumun “estetik değeri daha yüksek” eserlerle haşır neşir olmayışından mustariptir fakat bunun nedenleriyle de sonuçlarıyla da ilgilenmez. Günaşırı daha da yozlaşan, değersizleşen, çirkinleşen bir dünyada yaşamanın hüznüyle solar durur. 2025’te artık görünür biçimde karikatür bir konumlanmadır bu. Geniş kalabalıkların Münir Nureddin dinlemeyişine bunca üzülmenin iler tutar yanı olmadığı gerçeği uzun uzadıya tahlil ve teşrihe değmez. Yahya Kemâl okumayı seven, belki divan şiiriyle haşır neşir olan gençten birtakım kimselerce zoraki ve beyhude biçimde yaşatılmaya çalışılır.

Cumhuriyetin aydınlanmacı-Batıcı vizyonuna iman getirmişler için arabesk “açılan yol, gösterilen hedef”te ayaklarına takılan en büyük taştır. Siyasî sahnede doğru seçimleri yapamadığına inandığı halkın söz konusu beğeniler olduğunda da en olmayacak tercihlerde bulunduğuna kanidir. Türk halkını müzik söz konusu olduğunda da muasır medeniyetler seviyesinin (yani gayrı-Arapların) standartlarıyla tanıştırmak için azmeden bu bakış, on yıldan fazla müddetle sürdürdüğü tek kanallı günlerin sansürüne rağmen arabeskin önünün alınamamış olmasına muğberdir. Kaçınılmak isteyen Doğuya, Araplığa, hüzne, self-oryantalizmin her türlüsüyle “aydın”ların günah keçisi olan Şarklılığa meyillerini durduramadıkları, dolayısıyla gücenik oldukları halkın “eğitimsizlik”lerinin çürük bir diş gibi sürgit sızlayan bir göstergesidir arabesk. Temsilini hâlâ büyük oranda ana muhalefet partisinde bulan bu mini ve midi boy kentsoylularımızın arabeskin Türk müziğini “dünya müziği”nden koparıp “Arap müziği”ne yaklaştırdığı iddiası, “dünya”dan ne anladıklarına yönelik önemli ipuçları da taşır.

Solun arabeskle kavgası yukardaki gruplarınkinden daha büyük ölçekli anlatılara dayanır. Yanlış sınıf bilincinin üretilmesindeki bir aparat olarak ele alınır arabesk. İşçi sınıfını uyuşturmak için ezenlerin lehine ve ezilenlerin aleyhine olacak şekilde kültürel endüstrinin tezgahında incelikle dokunan bir janrdır. Fakat, kabul etsinler-etmesinler, solun teoriyle haşır neşir çevrelerine mensup hemen herkes aydınlanmacı-Batıcı çevrelerden geldiği için, söylem sıklıkla ve rahatsız edici ölçüde “üstten” kurulur.[2] Çoğu zaman olduğu gibi anlatının devasalığı karşısında insanlar ve hikâyeleri erir, nüanslar gitgide flu bir hâl alır. Beğeni yargılarındaki rijitlik öylesine bir tiksintiye yol açar ki arabesk bir tür heyula olarak resmedilir. Devrim yapmaya hazır ve nazır hâle gelmişken Ferdi Tayfur’un nağmelerinin uyuşturucu etkisiyle kendinden geçerek 12 Eylül anayasasına “Evet!” demeye hazır hâle geliveren kitleler söz konusudur sanki. Bunlara Yalçın Küçük etkisinde ortaya çıkan ve arabesk sanki tümüyle Eylülist bir müdahalenin, Özalist bir teşvikin sonucuymuşçasına yapılan ve en fazla onomastik kadar güvenilir birtakım diğer tahliller de eklenir. Arabeskin, müzik arenasındaki saltanatını 1980’den önce edindiği gibi çok açık bir gerçeği dahi boş vererek yapılan bu tahliller 40 küsur senedir nüanslarıyla dahi sabit kalan arabesk-karşıtı söyleme bir parça renk katan yegâne unsurlara benzerler, başta kronoloji olmak üzere pek çok konuda isabetsiz olsalar da.

*

Arabesk karşıtı söylemlerin hemen hiç değişmediği görülüyor. Fakat zaman içinde arabeski aklamanın ve yüceltmenin yeni yolları keşfedildi. Zaman zaman blues’a benzetildi, Murathan Mungan yazılarıyla övüldü, aslında kadere muti değil isyankâr olduğu dile getirildi. Bu tür teşebbüsler arabesk savunusu meyanında “Halkımız seviyor”un ötesine geçilmesi bakımından hayırlı olsalar bile söz konusu müzik türünü hiç amaçlamadığı bir yere konumlamakta ona yöneltilen eleştirilerle benzeşiyor. Arabesk her iki söylemde de “kendisinden fazlası” hâline getiriliyor.

Oysa Ferdi Tayfur ve emsalleri Türkiye’nin spesifik bir döneminin, belirli sosyal ve ekonomik ilişkilerin ve bunlara ilaveten “kendi hassasiyet ve tercihlerinin” birer ürünüydü. Yaptıkları müzik “çok doğal olarak” geniş kitlelerce tutuldu. Bu insanların Radife Erten dinleyecek, Acemaşiran fasıllarıyla duygudaşlık kuracak hâlleri yoktu. Türkülerle zaten haşır neşirdiler (arabesk dinleyenlerin pek çoğu için “baba”ların şarkıları “damar türkü”dür). Arabeski neredeyse tümüyle köyden kente göç fenomeniyle ilişkilendirmek adet hükmüne girmişse de köylerinden dışarı adım atmayan bir dolu insan da arabesk meclubu oldu, köylerine gelen seyyar sinemalarda Ferdi’nin filmlerini izlerken hıçkırıklara boğuldu.

Ferdi Tayfur’un ölüm haberini duydukları zaman gözyaşlarına boğulan yurttaş topluluğunu anlayabilmek, onlarla insanî bir şekilde iletişim kurabilmek için en başta bu öcüleştirilmiş, umacılaştırılmış ve yalnızca arabeskten hazzetmeyenleri ürkütme yeteneğine sahip, hiç kimseye zerre kadar tesir ettiği görülmemiş demode diskurun terk edilmesi gerekiyor. Ferdi Tayfur’unki devrimci bir müzik değildi, tıpkı klasik müziğimizin tümü ve halk şarkılarımızın önemli bir bölümü gibi. Müzikal anlamda da belirli bir kalite taşıyorlardı ve piyasa ürünleri oldukları düşünülürse “berbat” olmaktan da epeyce uzaktılar. Daha önemlisi, yoksulluğun, çaresizliğin, kimsesizliğin, arkasızlığın, insanların sınıfsal konumları dolayısıyla ikinci bir doğa gibi edindikleri gücenikliğin, mahcupluğun, sinmişliğin izlerini taşıyorlardı. Bunlardan “hiç olmazsa” söz edebilen şarkılardı.

70’lerin ortasındaki bir işçi Ferdi’nin “Bırak Şu Gurbeti” ya da “Boynu Büküğüm” şarkısını dinleyerek işe gidiyor, fabrikadaki makinası başında mekanik hareketler sergiliyorsa en azından belli oranda bir hoşnutsuzluğu taşıyordu. Ferdi ne filmlerinde ne kliplerinde gıpta edilesi bir yaşam süren, etrafı kadınlarla çevrili, son model arabasının yanında etrafa dolarlar saçan bir karakteri oynuyordu. 2025’in Türkiye’sinde yarı-baygın vaziyette, kulaklıkları takılı olduğu hâlde belediye otobüsleriyle şehirlerinde deveran eden işçilere sunulan popüler müzikler cebi alabildiğine para, etrafı da tümüyle kadınlarla çevrili bir personayı canlandıran bir sanatçının adeta kendisiyle dalga geçtiği, zincirinden boşanırcasına kazanmayı övdüğü, yokluğa bir vakıa olarak dahi işaret etmeyen ve müzikal anlamda çok daha kötü mırıltılardan ibaret.

Ferdi Tayfur yoksulluktan gelmişti, yoksulların teveccühü sayesinde artık yoksul olmadığı günlerde de “Telefonlu ev istiyor, yanmışım” gibi yoksul dertlerini terennüm etmeyi sürdürdü. Yaptığı müziğin karakteri ve dinleyici kitlesi bunu gerektiriyordu çünkü. Arabesk severler kendi dertlerinin dile getirildiği şarkılar talep ediyordu, durumlarının pekâlâ “acınacak hâlde” olduğunun bilinciyle. Bugün arabeskin “ağlak” kısmı form değiştirerek aşk-meşke taalluk eden pop kültürün içerisinde varlığını koruyor. Fakat kulağa çalınan hiçbir müzik Türkiye’nin geniş kalabalığına arabeskin onda biri kadar “acınacak hâlde” olduğunu hissettirmiyor. Artık serazat, “henüz kazanamamış yoksullar” olduğumuzu hissettirecek şarkılarla şantiyelerdeyiz.

Ferdi Tayfur’un halk nezdinde muhatap olduğu büyük ve sıcak sevgiye ya da ne popülaritesini ne de orijinal soundu ile aramızda olan arabesk janrına karşı girişilen ve hâlâ “büyük büyük”, “üstten üstten” laflarla bezenen kavgaların havayı yumruklamaktan öte bir değeri olmadığının keşfedilmesi gerekiyor.

Tüm “derbeder”lere, “yuvasız kuş”lara, adı Ferdi olanlar ve babalarına, “çayı iki şekerli, hayatı Ferdili sevenler”e tesliyet arz ederim.


[1] Tayfur, 2007’de “Gençliğimin Şarkıları” adını taşıyan ve 50’li yıllarda popüler olan klasik Türk müziği parçalarından oluşan albümünü çıkardığında “arabeske ihanet edip etmediği” tartışılmıştı.

[2] Okuyan, “müziğimsi” olarak andığı arabeskin yarattığı “çürütücü-gerici bulamaç”tan söz ederken Gökdemir de “Arabeskten aşağısı ne ola ki?” diye sorar, insanları arabesk karşıtı bir “entelektüel şiddet”e davet eder. Yaşlı da 8 Ocak tarihli yazısında arabeski, tek bir cümlede, “sevgisi toksik, kendini ve karşısındaki tüketmeye, yok etmeye eğilimli, neşe ve sevinçten uzak, hayatı değil ölümü kutsayan, sinik, ağlak, hınç yüklü, çileci ve elbette ki … mazoşist” olarak anıyor. Teşbihte hata olmayacağı hükmüne güvenerek, insanın erken Cumhuriyet devrinde kaleme alınmış bir divan şiiri eleştirisi okuduğu zannına kapılmasının mümkün olduğunu kaydetmek lazım.

Türk ve Türkiye Yurtseverliğine Çağrı!

Tahmini Okunma Süresi: 5 dakika

Türk ve Türkiye yurtseverlerine hitap eden bu çağrının dayandığı temel bir önerme var: Türklük; Türkiye’deki herhangi bir etnik farkın adı olmaktan çok daha fazla bir anlama sahip, ekonomik-siyasi-kültürel boyutlarıyla Türkiye kapitalist toplumsal düzeninin üzerine kurulu olduğu temel siyasi ilke ve bir toplumsal siyasal birim olarak Türkiye’nin varlık gerekçesi. Dolayısıyla Türkiye’nin karakter dönüşümü ölçekli hiçbir yapısal değişiklik Türklüğü yeniden içeriklendirmeyi atlayan bir siyasal konumun öncülüğünde gerçekleşemez.

İçinde bulunduğumuz dönemin siyasal kutuplaşmaları, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin alelade bir dönemindeki ve kurucu parametreler dairesindeki siyasal kutuplaşmalar ile karşılaştırılamaz. Türkiye’nin karakter dönüşümü ölçekli bir yapısal değişiklik düzeyinde cereyan eden bir siyasal kutuplaşmalar dönemindeyiz.

Türkiye Cumhuriyeti 100 yılını geride bıraktı. Bugün ortada ne bir Cumhuriyet ne de Türkiye’yi bir arada tutan kapsayıcı ve güçlü bir ulusal kimlik ve asabiye var. Türk-Sünni emperyal faşizmi Türk burjuva devriminin Cumhuriyetini yıktı. Türk-Sünni emperyal faşist düzeninin Türk öznesi, “Ortadoğulu-Müslüman-Arap-Feodal tarihsel kalıntılarından ya da yükünden” kurtulup burjuva-liberal Avrupa medeniyetine dahil olmak vazifesiyle tanımlı Türk değil. Ona yeni bir vazife tanımlandı: “Türk, beklenendir, tarihsel mukadderatından kaçamaz.” Osmanlı taşrasının / periferisinin / kasabasının her milletten Sünnilerinin kurtarıcı hegemonu olarak, Batı ve Batı’nın içerideki ve bölgedeki işbirlikçilerinin “reklam arasına” zorladıkları Müslüman Osmanlı’yı yeniden diriltmekle vazifeli Yeni-Osmanlıcılığın Türk öznesi bu.

Bugünün siyasal kutuplaşmasının düzlemi budur. Kutuplaşmanın Türkiye’nin karakter dönüşümü ölçekli bir yapısal değişiklik düzeyinde cereyan ettiğinin en çarpıcı göstergelerinden biri, Türk burjuva milliyetçiliğinin Türkçü kanadında sayısız girişimin Sünnici ve emperyal yeniden içeriklendirme sürecinde flulaşan Türklüğün ayrıklığını anti-Kürt ve anti-Arap söylemlerle restore etmek üzere ortaya çıkması olmuştur. Keza Türk burjuva milliyetçiliğinin burjuva kanadındaki muhalefet söyleminin de “eğitimsiz”, “modern olmayan” halk kesimlerinden küçük-burjuva seçkinci bir ayrışmanın kavramı olarak beliren “liyakat” üzerine kurulmaya başlaması da Türk burjuva milliyetçiliğinin restorasyon hamlesinin diğer veçhesidir.

Türk-Sünni emperyal faşizminin Türklüğü emperyal ve Sünnici yeniden içeriklendirme siyaseti ve bunun karşısında Türk burjuva milliyetçiliğin anti Kürt-Arap ve liyakatçi/seçkinci restorasyonculuğu… Siyasal alanı belirleyen ve kapatan bu kutuplaşmanın sunduğu iki alternatifin dışında Türklüğü yeni bir radikal tarifle içeriklendirmeyi öngören bir davette bulunmak istiyoruz. Bu isteğimiz Türk olmamızdan, Türk halkının içine düşürüldüğü durumun ıstırabını ilk elden yaşıyor olmamızdan kaynaklanmıyor sadece. Başta da söylediğimiz gibi: “Türklük, Türkiye’deki herhangi bir etnik farkın adı olmaktan çok daha fazla bir anlama sahip, ekonomik-siyasi-kültürel boyutlarıyla Türkiye kapitalist toplumsal düzeninin üzerine kurulu olduğu temel siyasi ilke ve bir toplumsal siyasal birim olarak Türkiye’nin varlık gerekçesi. Dolayısıyla Türkiye’nin karakter dönüşümü ölçekli hiçbir yapısal değişiklik Türklüğü yeniden içeriklendirmeyi atlayan bir siyasal konumun öncülüğünde gerçekleşemez.” Türklük içinde bulunduğumuz kördüğümü çözmeye başlayacağımız tutamaktır.

Türk-Sünni emperyal faşizmine karşı Türk burjuva milliyetçi restorasyon girişiminde temsil edilmiyoruz. Zira iki karşıt cephenin en temel meselelerdeki mutabakatlarını paylaşmıyoruz ve aralarındaki süreklilikleri tespit ediyoruz. Türk-Sünni emperyal faşizminin emperyal vazifeli Türk’ü de, Türk burjuva milliyetçiliğinin ilerleme ve modernleşme vazifeli Türk’ü de, sermaye-devletin kapitalist toplumsal düzenini verili kabul eden, bu düzenin işleme mekanizmasını içselleştiren ve dolayısıyla öznel tercih ve pratikleriyle bu düzeni yeniden üreten ideolojik inşalardır. Bu içselleştirme, sermaye-devletin kurucu dinamiği olan “biriktirmek için biriktirmenin”, “kalkınma”, “büyüme”, “genişleme”, “ilerleme”, “modernleşme” fetişleri üzerinden—tabii her bir Türklük imgesi için bu fetişlerin farklı bileşimlerini içermek suretiyle— tanımlanan vazifelerle bu Türklüklerin de kurucu dinamiği haline gelmesiyle mümkün olur.

***

Kurucu dinamiği biteviye ve amansız rekabet olan sermaye ve devlet, yaşamlarımızı en güçlü olanın hayatta kalması prensibi üzerinden yapılandırır. Bu, yaşamlarımızın araçsallaşması ve biriktirmenin (para, güç, toprak, kariyer) kendi başına amaçlaşmasından başka bir şey değildir. Varoluşumuz, hayatın geçmiş-bugün-yarın çizgisi içinde biriken bir doğrusallığa sahip olduğu yanılsaması etrafında şekillendirilir. İlerleme, Büyüme, Kalkınma hiçbir açıklamaya gerek duymayacak kadar meşrulukları açık, sorgulanamaz, verili kabul edilmesi gereken fetişlere dönüşür.

***

Biriktirmek için biriktirmek; yani devleti toplumun hizmetinde bir bürokratik makine olarak görmek yerine onu toplumun üzerinde duran ve ona hükmeden bir kutsallık olarak tabulaştırmak, üretimi ihtiyaçların karşılanması için değil de daha fazla üretmek için yapan sermayeye dokunulmazlık payesi vermek, tüm bu saçmalığı da ilerleme, büyüme, kalkınma, genişleme fetişleri üzerine diktikleri Türklüklerine tarihsel vazifeler tayin etmekle, mukadderatlar tanımlamakla garantiye alan Osmanlıcı, Orta Asyacı, İslamcı, Modern ve hatta Sol-Sosyalist Türkçülükler.

Bütün bu metafiziğe, ölümsüzlük, kurtuluş ve şehadet vaadine, gerçeklikle bağını hiçbir sınır tanımamak üzere kesen bu fantastik evrene karşı makul olanın, fâniliğimizin, doğal kaynakların sınırı ve toplumsal-tarihsel maddi gerçeklerin bilgisini esas alan bir Türk ve Türkiye Yurtseverliğine çağırıyoruz. Önümüze ve Türk milletinin önüne koyduğumuz tarihsel vazife, Türk milletini tarihsel mukadderat ve vazife çağrılarından, büyüme-ilerleme-genişleme fetişlerinden, biriktirmek için biriktirmeyi esas alan egemenlikçi/iktidarcı arzudan, bu arzunun sermayeci ve devletçi kurumsallığından özgürleştirebilmek.

Yurtseverliğimizin bir metafiziği var elbet; çağrımız gerçekliğin buz gibi hesap kitabına rasyonel teslimiyetçi bir çağrı olmadığı gibi gerçekliğin iktidar ve sömürü yapıları içinde bir hikmet ve kıymet bulmaya davet de değil. Tam bu noktada, her özcü angajmanı şovenizmle/milliyetçilikle/faşizmle özdeşleştiren evrenselciliklere karşı yurtseverliği milliyetçilikten ayıran önemli detayın ne olduğu belirginleştirilmeli: yurtsever özcülük, yurtseverleri yurdun halihazırda ve her haliyle sevilmeye layık olduğuna dair bir milliyetçi önkabule götürmez; yurtsever özcülük, yurtseverleri ülkenin ve halkın gerçek bir dönüşümü sağlayabilecek bir potansiyele sahip olduğuna iman etmeye götüren metafiziğin adıdır. Yurtseverler var olanı değil, var olabilecek olanı, bir harika ihtimali ve potansiyeli severler. Bu ihtimal ve potansiyelin inkârı mümkün olmayan bir kuvvetle kendini dayatıyor olduğu, verili kabul edilebileceği devrimci zamanlar istisna dönemlerdir. Hele şeyleşmenin, yabancılaşmanın, atomizasyonun bu ölçüde derinleştiği içinde bulunduğumuz devrimcilik-sonrası zamanlarda ne akıl yürüterek ne de verilere dayanarak bir “gerçek ihtimal” çıkarsaması yapmak olanaklı değildir.

“Anti-emperyalizme”, “emekçi halka karşı sorumluluğa”, ya da “evrensel kurtuluş mesajının yerlileştirilmesine” indirgenebilecek, Türklük referansından imtina eden bir “genel” yurtseverlik çağrısında bulunmuyoruz. Anlaşılacağı üzere, milliyetçilik ve faşizmin sermayeyi verili-doğal kılan, devleti kutsal ilan eden, Türk’e mukadderatlar buyuran ve ayrıcalıklar bahşeden ilahiyatını sekülerleştirmeye yönelik bir eleştiriyi yurtsever çağrımızın merkezine yerleştiriyoruz. Türklük referansından sözde enternasyonalizm adına imtina eden “genel” yurtseverlik çağrılarının büyük bir kesiminin aslında böylece tam da söz konusu Türk milliyetçisi ilahiyatla yüzleşmekten kaçınmanın üstünü örten bir sahte enternasyonalist-pratik milliyetçi jesti cisimleştirdiklerini görüyoruz ve bu çizgiden kendimizi özenle ayırıyoruz.

Bu çerçevede Türk Yurtseverliğini üstlenen bir iradeyle aşağıdaki ilkeleri ve Türkiye perspektifini ileri sürmek üzere tüm Türk ve Türkiye Yurtseverlerine bir araya gelme çağrısında bulunuyoruz:

a) Devleti kendi başına amaçlaşmış, toplumun üzerine çıkmış ve adeta ilahi bir tek ve bölünmez varlık olarak kutsayan devletçi ve merkezci anlayışa karşıyız. Devleti Türk egemenliği adına fetişleştiren bu anlayışın, egemenliği tek tek Türklerden ve bir bütün olarak Türk halkından çalan bir bürokratik-siyasi oligarşik uyanıklık olduğunu ileri sürüyoruz.

b) Ulusal egemenliğin esasının liberal ve milliyetçi merkezi temsile değil, köy, belde, ilçe ve illerde kurulacak binlerce komüne dayanmasından yanayız.

c) Dinsel ve etnik referanslarla ayrıcalıklar ve dışlanmalar üreten teokratik ve etnokratik bir devlet istemiyoruz. Türklüğün ve Sünniliğin egemenlik, Kürtlüğün, Aleviliğin ve diğer grupların tanınma ve statü ile kendini güvence altına alacağı bir devletçi biraradalık modelini benimsemiyoruz. Kolektif, bireysel ve bölgesel aidiyetlerin ulusal egemenliğin komün biçimi içinde kendi doğallığı ve mekânında özgürce icrasından yanayız.

d) Teokratik ve etnokratik olmayacak, binlerce komün üzerine kurulacak bu yapının paralel ve yalıtık toplulukların aritmetik bir toplamı olarak değil, “halklar”ın ve “farklar”ın Lübnanvari kaotik çatışmalı birliği değil, ama ortak iradesi olan bir ulus olarak işleyebilmesinin:

    • Eğitim, sağlık, barınma, çalışma, dinlenme, güvenlik ve düzen, internet ve iletişim, ulaşım, çocuk-yaşlı-engelli bakımı, kültür-sanat-spor ihtiyaçlarının en üst düzeyde karşılanmasının koşullarını piyasaya bırakmayacak,
    • Etnik, dinsel, toplumsal cinsiyet, ideolojik farklılıklar etrafındaki tartışmaları en düzeyde güvence altına alırken eşitliği bozan politikalara, tehdit ve şiddete asla tolerans göstermeyecek,
    • İlerleme, büyüme, kalkınma, modernleşme siyasetleri adı altında vatan toprağının ekolojik ve tarihsel birikiminin tahribatına asla cevaz vermeyecek,
    • Emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı ilkesel düzeyde ulusal, bölgesel ve küresel tutum alacak,
    • Kolektif ve mahalli aidiyetleri kendi sembolleri ve dilleri dışında ortak dil olarak ayrıca Türkçeyi ve ortak bayrak olarak ayrıca Türkiye Bayrağı’nı kullanmakla yükümlü tutacak

güçlü bir ideolojik-siyasal ortaklaşmaya dayanan Türkiye Halkı kimliği ve onun egemen/bağımsız ulus-devleti ile mümkün olacağını savunuyoruz.

Türkiye Halkı kimliğini Türk Halkı kimliğine ya da başka kolektif aidiyetlere alternatif ya da onu ikame edecek, zayıflatacak bir kimlik olarak tanımlamıyoruz, zira merkeziyetçi olmayan bir komünal yapıda bu kolektif kimlikleri rekabete, kazan-kaybet denklemine sürükleyecek bir maddi ve ideolojik zemin görmüyoruz.

Keza Türkiye Halkı kimliğini liberal ve gevşek bir anayasal vatandaşlık/Türkiyelilik fikrinden özenle ayırıyoruz. “Türkiye Halkı” vurgumuz üst kolektif aidiyeti bireysel özerklik düzlemine doğru çözerek “fark”a liberal bir düzlemde “vatandaşça” alan açmaya yönelen Türkiyelilik tartışmalarıyla ilişkisiz, aksine radikal bir ulusal egemenlik ve toplumsal adalet için ortak eylem, karşılıklı güven/saygı ve işbirliği arayışımızın ifadesidir.