Türk Sağında Balkan Açmazı: Korkular, Endişeler, Travmalar

Tahmini Okunma Süresi: 7 dakika

Türk sağı, aralarında Osmanlıların çekilmesiyle beraber Balkanlardaki Türklük havasının yok olup gitmesinin melankolisini yaşayan Rumelili temsilcileri bulunmasına karşın Balkan kökenli Türk’ün bile etnik durumuna ilişkin paranoyalar üretme eğilimine hep açık oldu. Olağan şartlar altında milliyetçi söylemi “kavmiyetçilik” olarak tahkir etme alışkanlığındaki İslâmcı müellifler bile, hassaten hoşlanmadıkları kimseler söz konusu olduğunda, “suyun öte yakası”ndan gelenlerin Rumluğunu, Sırplığını, dönmeliğini, Yahudiliğini diline dolamayı âdet edindi. Balkan kökenli hemen herkes, en ufak bir anlaşmazlık hâlinde, ırksal kökenindeki muhtemel karışıklığa işaret edilecek kolay bir hedef hükmündeydi.

İttifaklar sisteminin Türkiye’ye tanıtılmasından itibaren cürmünün ötesinde yer yakma imkânına erişen partilerden birinin başkanı, adı ve sanıyla Mustafa Destici, bir televizyon programında Erkan Baş hakkında konuşurken sonradan özür dilenecek türden birtakım laflar etti. Kendisine göre, Boşnak bir aileye mensubiyeti ve Yugoslavya’nın dağılmasından önce doğmuş olması Erkan Baş’ın “Tito artığı” gibi bir kelimeyle tavsif edilmesine yeterliydi. Lafın kendisi “kılıç artığı” sözündeki o alışılageldik ve fakat ne kadar alışılırsa alışırsın çirkinliği geçmeyen büyüklenmeyi ve çiğ tekebbürü anımsatıyordu. Yugoslavya’da sosyalist bir idarenin teşekkülünden sonra Türkiye’ye göç eden yüz binlerce ailenin “en yerli – olağanüstü millî” paradigmadan bakıldığında nasıl görüldüğünü de ortaya koyan bir laftı bu. Yalnızca Erkan Baş değil, belli ki koca bir yurttaş topluluğu Tito’nun “çerik çürük” Türkiye’ye yolladığı, dolayısıyla yatıp kalkıp devlete duacı olmaları gereken, kalp saffetinden ötürü kucak açılmış bir zümre olarak algılanıyordu. Yine de Destici’ye teşekkür etmek gerekiyor. Türk sağının eski, artık pek gündemde olmayan fakat geçtiğimiz on yılların neşriyatı incelenecek olursa hemen her gazete sütunundan fışkırdığı görülen bir itiyadını yeniden hatırlatmış oldu.

Esasında, kolaylıkla “ikircikli” diye nitelenebilecek bir tavır, ton ve tandans farkı gözetmeksizin Türk sağının Balkanları hatırlayışının hemen her tarafında kendini gösterir. Dolmanın ya da baklavanın kime ait olduğu gibi harcıalem laf dalaşlarından çok daha ciddi konulardaki tartışmalara kadar, önce Osmanlı İmparatorluğu’nun ne denli hoşgörülü bir idare biçimini benimsediği Balkan uluslarına –bazen insanın aklına Ömer Seyfettin’in Diyet öyküsünü getirecek sıklıkta– hatırlatılır. Ancak tartışmanın harareti artmaya başlar başlamaz hoşgörü söylemi terk edilerek ilgili uluslar “dünkü kölelerimiz” diye tahkir edilir. Türk sağında Balkan uluslarının Osmanlı idaresinde geçirdikleri yüzyıllar boyunca kendilerine hoşgörüyle yaklaşılan Tanrı emanetleri mi, yoksa boyunduruk altında tutulan köleler mi oldukları konusunda bir ittifaka rast gelinmez. Muhtemelen öyle kati bir görüş birliğine ihtiyaç da duyulmaz. Onlar, kendilerini, bu ulusların “yeri geldiğinde seven, yeri geldiğinde döven” babaları konumunda algılamaktan memnun görünürler.

Ulusçuluk çağının şafağının sökmesiyle beraberse Balkanlar, Avrupa’nın hemen her tarafında, bir tür “ırklar cümbüşü”, “dinler karmaşası”, dolayısıyla tekinsiz bir yer olarak değerlendirilmeye başlanır. Her toprak parçası üzerinde olabildiğince homojenleşmenin ideallerin ideali hâlini almaya başladığı bir dünya söz konusudur. Böyle bir süreçte farklı etnisitelerden insanların dar bir coğrafyaya sıkıştıkları Balkanların endişe verici bir şekle bürünmesi de doğaldır. Bir bakıma bu süreçte Balkanlar, Türkiye’nin “kendi geleceğinin imgesi olmaması gereken şey” hâline gelir.

Bu etnik karmaşanın yarattığı endişe, kendisi de Rumeli kökenli olmasına rağmen, Balkan Savaşı sonrası muhacir duruma düşenlere –üstelik o bölgenin kaybına ağıt olarak tasarladığı bir şiirde– “Anama sövenin kızı, avradı / Domuz çobanından döl aldı gitti” gibi çirkin bir hitapta bulunabilen Rıza Tevfik’te dahi kendisini gösterir. Tarih alımlayışını neredeyse bütünüyle etnik ihanetler ve sadakatler üzerine kurgulayan İsmail Hâmi’nin, İmparatorluk’a her zaman zarar getiren karakterler olarak inşa ettiği devşirme sadrazamların öyküleriyle yetişen “dünyayı kazanmış ve kaybetmiş bir imparatorluğun çocukları”, hâliyle Balkanların “kan karmaşası”nda ürpertici bir taraf bulurlar.

Oysa İmparatorluk’un son devrini idrak edebilecek yaşta olanlar Anadolu’nun da bu “karmaşa”dan nasibini aldığını bilmez değillerdi. Nihayetinde tehcir kararı alınmadan önce Ermenilerin önemli bir azınlık yahut basbayağı çoğunluk olarak bulunduğu Anadolu kazaları mevcuttu. Aynı şey Ege ve Karadeniz’de Rumlar için de geçerliydi. O kuşağa mensup olanlar bu gerçekleri bile isteye görmezden gelen bir yaklaşımı benimsediler, bazıları zamanla tarihî bir vakıayı gönüllü biçimde görmezden geldiklerini unutacak ölçüde. Peşi sıra gelenler ve ancak Cumhuriyet devirlerini idrak edebilecek yaşta olanlar, Anadolu’nun ezel-ebet üzerinde Türk’ten başka kimsenin yaşamadığı bir coğrafya olarak görmekte, okumalarının seçicilikleri de göz önünde bulundurulursa, bir parça daha mazurdular. Her ne kadar Kemâlist dönemde Sümerlere değin uzanan ve kırk asrı kaplayan bir tarih inşa etmek çabasıyla Anadolu’nun geçmişindeki ve bugünündeki “etnik karmaşa”nın üzerinden atlanmaya çalışılsa da başarılı olunamadı. Nihayetinde etnik karmaşanın eski İmparatorluk coğrafyasının yalnızca Balkanların payına düşen kısımlarına özgün olmadığı gerçeği, şairin “Ey unutuş, kurtar bu gamlardan beni” mısraına sığınılarak büyük oranda hafızalardan da tehcir edildi.

Ancak “elde kalan topraklar” hakkında geliştirilen bu gönüllü unutuşun “kaybedilmiş” Balkanlar özelinde yinelenmesi için bir gerekçe yoktu. Osmanlı hoşgörüsü söyleminden bakıldığında Balkanlardakiler kendilerine bu kadar merhametli davranmış bir idareye karşı isyan ederek nankörlük etmişler; “dünkü kölelerimiz” hissiyle bakıldığında ise aynı zümreler efendilerine baş kaldırmak gibi bir densizliği irtikap etmişlerdi. Her ikisi de affedilmez bulunduğundan Balkanlar, Türk sağının söyleminde hep bir hırsın konusu oldu. Tarihsel konjonktür de uzun süre onların lehineydi, Balkanlar Avrupa için de düzensiz idarî yapısı, bitmez savaşları, gereksiz agresyonu ile olumsuz bir söylemin konusuydu. Türk sağının büyük oranda özgüvensizlikten kaynaklanan itirazları böylelikle pekâlâ “modern” bir veçhe kazandı. Batı dillerinde Balkanizasyon bir olumsuz sıfat olarak yükselirken Türkiye’nin sağ neşriyatı da buna paralel, yani “çağdaş” bir söylem düzeyinde ilerliyordu.

Türk sağı, aralarında Osmanlıların çekilmesiyle beraber Balkanlardaki Türklük havasının yok olup gitmesinin melankolisini yaşayan Rumelili temsilcileri bulunmasına karşın Balkan kökenli Türk’ün bile etnik durumuna ilişkin paranoyalar üretme eğilimine hep açık oldu. Olağan şartlar altında milliyetçi söylemi “kavmiyetçilik” olarak tahkir etme alışkanlığındaki İslâmcı müellifler bile, hassaten hoşlanmadıkları kimseler söz konusu olduğunda, “suyun öte yakası”ndan gelenlerin Rumluğunu, Sırplığını, dönmeliğini, Yahudiliğini diline dolamayı âdet edindi. Balkan kökenli hemen herkes, en ufak bir anlaşmazlık hâlinde, ırksal kökenindeki muhtemel karışıklığa işaret edilecek kolay bir hedef hükmündeydi.

Balkanların sağda endişeler uyandıran tek sıkıntısı, beşbenzemez milletleri bir arada bulunduruyor olması değildi kuşkusuz. Artık havasından mı suyundan mıdır bilinmez, Rumeli ahalisinin Müslüman nüfusunun pek o kadar “müteşerri” olmaması, sağda dini ve dinin en doğru yorumu olarak “ehl-i sünnet ve’l-cemaat akidesi”ni önemseyenlerin endişelerini harekete geçiren bir diğer unsurdu. Bektaşiliğin yaygın biçimde görülmesi, birtakım şehir merkezleri dışında harem-selâm uygulamasına pek itibar edilmemesi ve Cevdet’in Bosna’ya gittiğinde pek şaşırdığı “muaşaka”, yani flört usulünün ayıplanmaması Rumeli Müslümanlığını da bu kesimin gözünde iyice tekinsiz kılıyordu.

İsmâil Hâmi, Arnavutluk’un İmparatorluk’tan bağımsız olması münasebetiyle kaleme aldığı bir yazıda bu tekinsizlik hissini yansıtmaktaydı. Ona göre Arnavut’un dini “pek sudan” idi, zira Müslümanlar çocuklarına Hristiyan isimleri koyar, icap ettiğinde kiliseleri ziyaret etmekten çekinmezlerdi. Daha sonraki müellifler de “suyun öte yakasından gelenler”in dinî yaşantılarını pek bir “Kızılbaşça” bulmuş olmalılar. Anadolu’nun o “kavruk yüzlü”, o “mübarek” ve alabildiğine Sünnî yaşantısını Rumeli’den gelen muhacirlerde bulamayıp hayal kırıklığına uğramak standart bir faaliyet hâlini almıştı. Sağ söylem, özellikle İmparatorluk’un Balkanlardan çekilmesinden on yıllar sonra Türkiye’ye gelenlerin “Müslümanlığı unutmuş” veya “Müslümanlıkları unutturulmuş” olduklarına neredeyse emindi. Bu yüzden bir misyon üstlenerek onlara Müslümanlıklarını hatırlatmak, daha doğrusu “onları da kendileri gibi Müslümanlar kılmak” ulvî bir gaye hâlinde, üstelik bugün de (çeşitli devlet kurumlarının da katkılarıyla) uğruna emek sarf edilecek ölçüde, ciddiye alındı.

Sağın Balkanlar özelinde hissettiği tek dinsel endişe çeşitli “heterodoks” inanışlarla sınırlı da değildi. Hakkında üretilen “günah şehri” anlatısına bakılırsa Selânik, dönmeliğin-Sabetaycılığın, masonluğun, bir diğer deyişle Türk sağının “şeytani güçler panteonunun” her bir bileşenini içeriyordu. “Selânik dönmesi” lafının, büyük oranda da Atatürk alerjisi nedeniyle, dinci eğilimleri kuvvetli sağ mihraklarda bu kadar sevilmesi tesadüf eseri sayılmamalı.

Ortada Türkiye’nin siyasî geçmişinin yarattığı birtakım sorunlar da vardı. Bunlar da birer travma olarak sağ zihne eklemlenmişe benzer. En başta kendisini Tanzimat’tan beri devam edegelen bir Batılılaşmış seçkinler idaresinin mağdurları ve mağbunları olarak kodlayan ve ondan önceki devirlerde devlet kendilerine çalışıyormuş, bütün o heybetli padişahlar da Anadolu halkının refahından gayrı bir nesne düşünmediklerinden yedi kıtada at koşturuyorlarmış gibi tuhaf bir ısrarı sürdüren sağ zihin, şikâyet ettikleri durumun sorumluluklarını aradıkları her seferinde karşılarında birtakım Balkanlı simalar buluyorlardı. “Ulu Hakan”ın tahtından indirilmesi ile sonuçlanacak meşum süreci harekete geçiren hep o suyun öte yakasından gelenlerle dolu Hareket Ordusu melunları değil miydi? Ondan boşalan güç merkezini dolduran ve koca imparatorluğu tarumar edenler hemen hepsi Rumelili İttihatçılardan başkası mıydı? Serdengeçti’nin şahitliğine itibar edilirse “Ulan öküz Anadolulu!” nutkunu çeken Tandoğan sanki Çorumlu, Çankırılı mıydı? Sağın bir kısmı için “başlarına zorla şapka geçirip şeyh efendilerini arpasız bırakan” ve diğer bir kısmı için “Türklüğü Anadolu sınırlarına hapsedip bir dikta dönemi başlatan” adam ve arkadaşları hep o Selânik’ten sökün etmemişler miydi?

Sağın, milliyetçi yorumlarının da dâhil olmak üzere, İttihat ve Terakki ile barışmasının son otuz yılın bir ürünü olduğunu akılda tutmak lazım. Ondan önce “üç beyinsiz kafa” ve “muhteşem bir imparatorluğu 15 senede mahvedenler” olarak kodlamaya alıştıkları bu oluşum, ancak orada temsil imkânı bulan İslâmcılığın, devletçiliğin, güvenlikçiliğin fark edilmesiyle beraber ve öyle sanıyorum ki büyük oranda Atatürk karşısına bir rakip çıkarma projesinin Karabekir özelinde tutmamasıyla beraber bir iade-i itibar süreci yaşayabildi. Sağın en geniş yayın organları, handiyse İtilafçı üretimi lafları cepkenlerinde muhafaza ederek yıllar yılı “Makedonya çetecileri”, “Selânik dönmeleri” olarak gördüğü bu hareketi ondan sonradır ki romantik bir duyuşla yeniden saflarına katma ihtiyacı duydu.

Balkanların Türk sağındaki imajına en yakın tarihli darbeyi ise bu toprakların İkinci Dünya Savaşı sonrası komünist bloğun hissesine düşmesi vurdu. Ateşli bir anti-komünizm neşvesiyle ve Necip Fazıl’ın ifadesiyle ırk temelli milliyetçisinden düpedüz İslâmcısına uzanan bir “anti-tezlerde birliktelik” safhasında Türk sağı, şeytanet ve melanetliklerine şimdi bir de sosyalizmin çürük harcı karışmış Balkanları bir Rus peyki, içindekileri de en iyileri milliyetlerinden de dinlerinden de bihaber gafil insanlar ile en kötüleri enikonu Moskof ajanı olarak işlemeye başladı.

Destici’nin sözleri, birbirini ardına eklenen bütün bu katmanlı endişe ve özgüvensizliklerin, yani ait olduğu geleneğin beslendiği bütün kaynakların bir ürünü sayılmalı. Burada birtakım hafifletici sebeplere gitmenin, örneğin Balkanlara yönelik bu küçümseyici ve kötüleyici tavrın Rumeli Türk ve Müslümanlarının 93 Harbi’nden başlayarak maruz kaldıkları sistemli soykırım ve pogromun travmatik bir çıktısı olduğunu iddia etmenin iler tutar pek bir yanı bulunmuyor. Bir kere böylesi bir travmanın, yani Osmanlı kamuoyunu senelerce “İntikam!” serlevhalı Balkan hikâyelerine yönelten mağlubiyet krizinin muhatabının o coğrafyanın Müslüman ahalisine, bizim örneğimizde Boşnaklara, yönelmesinin hiçbir anlamı yoktur. İkincisi, yaşadığı felâketleri hatırlamaktan kolektif bir utanç duyma eğilimindeki Türk toplumunun bugününde Balkan felâketinin güncel bir hafıza nesnesi olduğunu öne sürmek son derece güçtür. O felâketleri yaşayanların soyundan gelenlerin dahi unuttuğu, anmalarının ve anıtlarının bulunmadığı bir tarihsel hadise Balkanlara yönelik bu tavrın izahı olamaz.

Öyleyse son yüzyıl içerisinde üretilen ve bütünüyle etnik, dinî, sosyal ve tarihî özgüvensizliklere ve endişelere dayanan ve sağcı neşriyatın hemen tümüyle hisse sahibi olduğu bir Balkan imajı mevcuttur. Memleketçe duçar olduğumuz mikro-milliyetçilik çatışmalarında hemen her zaman rastlanan söylemlerden biri tartışmanın sıkıştığı bir anda Balkanlı tarafa yöneltilen “Topuklarınız kıçınıza vura vura buraya kaçtınız!” lafıdır, örneğin. Bu hınç dolu ifadenin, mantık dışılığı ve minnete zorlama çirkinliği bir tarafa, şöyle bir vurgu taşıdığını fark etmek gerekir: Vatanına sahip çıkmak “kozmopolit olmayan bir erdem”dir. Oysa tam da kozmopolit bir coğrafyada doğmuş ve büyümüş olması, Rumelilinin böylesi bir erdemden mahrumiyetini verili olarak almalarını sağlayan bir önyargı alanı oluşturur. Nitekim Yunan askerleri Ege’den İç Anadolu’ya doğru ilerlemeye başladığında Anadolu köylülerinin dağlara kaçışmaları, ordu ilerledikçe Anadolu içlerine doğru hicret hareketlerine girişmeleri olsa olsa millî bir dramın konusu olurken aynı hareketi tekrarlayan Rumelilerin bir çırpıda “vatanlarını savunmamış insanlar” imajını çağrıştırması bir zihniyet örüntüsünü meydana çıkarmaktadır.

Türk sağının zaman zaman aynı millettenmiş gibi davranmayı adet edindikleri Boşnak ulusuna mensubiyeti bile Erkan Baş’ı, Destici’nin hücumundan kurtaramaz. Zira “makbul Boşnak” değildir. Boşnaklar, Müslümanlarını ısrarla vurgulayarak sağın Balkanlara yönelik “dinî endişe” bariyerini aşabilmişlerdir. Balkan coğrafyasında Müslüman ile Türk kelimelerinin eşanlamlı olarak kullanılması, bundan rahatsızlık duyulduğu belirtilmediği müddetçe yine Türk sağını büyüler. Bütün bunlara gayrimüslim Balkan ulusları tarafından gadre uğramış olma maddesi de eklenirse “ağabeylik yapma” özlemini tatmin edecek bir açıklık ortaya çıkar. Baş, bu kriterleri sağlıyor değildir. Komünist olması anlatıyı sıfırlar: Irkların karıştığı, dinlerin bulamaç olduğu, Rusların beyin yıkadığı, dönmelerin fink attığı Balkan coğrafyası imgesi geri döner.

Prekaryalaşan Türkiye’de Siyaset Yapmanın İmkanları Üzerine

Tahmini Okunma Süresi: 4 dakika

Ülkenin büyük bir umuda, bir türküye, bir yürüyüşe ihtiyacı vardır. Bu yürüyüşün yolu ulus olarak sıkıştırıldığımız bu kölelik halinden ve düzeninden kurtulmaktan geçiyor. Bu aynı zamanda bütün bir ulusun sınıfsal olarak da ayağa kalkması demektir. Bu ayağa kalkma hali bizim ortak vatanımız için, bu topraklarda komşularımızla ve üzerinde yaşayan bütün canlılarla birlikte olacaktır. Çünkü biz hepimiz bu toprakların sahibiyiz ve bu topraklarda ortak kültürümüzle birlikte yaşamak istiyoruz. Çocuklarımızı yarınından umutlu ve güvenli bir şekilde yetiştirmek istiyoruz. Yaşlılarımızı son demlerinde rahat ettirmek bizim hakkımız. Halkımızın kendilerini her yönden rahat hissedebileceği bir yurdun fertleri olmak istiyoruz. Bunun adı doğal yurtseverliktir.

Daha önce yazdığımız Prekaryalaşan Türkiye yazılarımızda, 1980 yılından itibaren uygulanan ekonomik politikalar yani neoliberal politikalar sonucunda bütün bir emek dünyasının prekaryalaştığından bahsetmiştik. Yani hemen herkesin güvencesiz ve sözleşmeli personel statüsünde ve çok düşük ücretlerle çalışmaya başladığını ve üstelik bunu da gönüllü olarak gerçekleştirdiğini ve politikacılar bunu gerçekleştirirken halk tarafından büyük bir direnişle karşılaşmadıklarını ve siyaset dünyasının buna çok da muhalefet etmediğini görmüştük. Geldiğimiz noktada bütün bir ulus aslında ekonomik ve siyasi açıdan büyük bir darboğazdan geçmektedir. %65 Enflasyon, 19TL Dolar, 20 TL Euro kuruna rağmen vatandaş mevcut duruma rıza göstermeye devam etmektedir. Ülkedeki gelir adaletsizliği belki de son elli yılın en kötü durumunda iken hala sağ siyaset ülkede ağırlığını devam ettirmektedir. Oylar bir sağ partiden ayrıldığında bu sefer başka bir sağ siyasi partiye doğru geçmektedir.

Gelir adaletsizliğini en iyi Gini katsayısına bakarak da anlayabiliyoruz.  Gini katsayısı TÜİK’in şüpheli rakamlarıyla birlikte bile 0.4’ün üzerinde rakamlarda gezinmektedir. GSYH kişi başı 9500 dolar civarında ve ülke ekonomisi, ülkeler sıralamasında 2015 yılında 16. sırada olan Türkiye 2022 yılı itibarı ile 21. sıraya gerilemiş bulunmaktadır. Üstelik buraya çalışanlar tarafından bakacak olursak çalışan nüfusun yarısının asgari ücret aldığı bir ülke olarak ( Son asgari ücret artışlarından sonra bana göre bu rakam %60’ların üzerine çıkmıştır diye düşünüyorum. Yani asgari ücret normal ücret haline gelmiştir.) gelir dağılımındaki dengesizlik çok daha fazladır. Kısacası;

Tarımda girdi maliyetlerinin artması, çiftçinin ürünü sattığında eline geçenle kendini idame ettiremeyecek hale gelmesi nedeniyle ve özellikle büyükşehir yasasının çıkmasından sonra değerli arazilerin giderek elinden çıkmasıyla birlikte köylü tarımdan elini eteğini çekmeye başlamıştır. Bu maliyetler toprakları ekinsiz bırakmıştır. Hayvanları kesime göndermek zorunda bırakmıştır.

İşçi ve memur hiçbir güvence sahibi olmadan çalışmak zorundadır. Bütün istikballeri yönetici kadronun iki dudağı arasındadır ve son yıllarda iş ve idare mahkemelerinin genellikle idare veya işveren lehine karar vermesiyle birlikte emek dünyasındaki güvencesizlik kamuyu da kapsar hale gelmiştir ve ücretlerdir giderek daha da baskılanmaktadır.

Çocuklarımız kurye olarak, kargo çalışanları olarak, AVM’lerde ya da uluslararası şirketlerde satış elemanı olarak çalıştırılmaktadırlar. Çağrı merkezleri üniversite mezunları tarafından asgari ücretle doldurulmaktadır. Güvenlik görevlisi olarak çalıştırılanlar ya da temizlik elemanı olarak çalıştırılanlar hiç de azımsanmayacak rakamlardadır. Yani evlatlarımız bu ülkede hizmetçilik yaparken, yabancılar çok ucuz fiyatlarla tatilini yapabiliyor, bu ülkede birinci sınıf yaşayabiliyorlar. (Burada kast ettiğim mülteciler değil tabii ki)

Emekliler aldıkları açlık sınırı altındaki maaşlar nedeniyle geçim zorluğu çekmektedirler ve birçoğu emeklilikte başka işler yapmak zorunda kalmaktadırlar. (Tabi iş bulabilirlerse) Çalışmaya gücü yetmeyenlerin yaşam standardı giderek daha da bozulmaktadır.

Gençlerimizin ülkede iş imkânlarının sınırlı olması, özel sektörün istihdam yaratmadaki sınırlılığı, kamuda ise KPSS sınavlarına rağmen yapılan mülakatlarla atamaların torpille yapılması, iş bulma konusunda gençler arasında ümitleri tüketmektedir. Üstelik çok büyük paralar verilerek bitirilen özel üniversiteler sonrasında alınan maaşlar hiçbir derde deva olmamakta ve gençlerin özellikle nitelikli gençlerin yurtdışına gitmesiyle sonuçlanmaktadır. Sağlık, teknik ve bilişim mezunları artık ülkede çalışmayı hemen hiç düşünmemektedirler.

Kadınlarımız bir yandan çalışıp bir yandan evlerinin işlerine koştururken, çocukların bakımının ağırlığı üstlerinde daha da fazlalaşmaktadır. Bir de yaşam sürelerinin uzaması sonucunda ebeveynlerine de yaşlılıklarında bakım ve destek olma konusunda yük yine onların sırtındadır. Kısacası kadınların yükü evde ve işte giderek daha da artmaktadır.

Küçük esnaf 2008 krizinden sonra işlerini tasfiye etmeye başlamış, 2016 darbe girişimi ve sonrasında da pandemi ile birlikte çok büyük bir esnaf sınıfı işini kapatmak zorunda kalmıştır.

2011 yılından bu yana sayıları giderek artan mülteci ve göçmenler yurtiçinde iki türlü negatif etkilenme yaratmıştır. Birincisi Türklerden çok daha ucuz ücretlerle ve kaçak çalışmaları işverenlerin yabancıları istihdam etmesine yol açmıştır. İkincisi ise 400.000 dolar gibi bir rakamla mülk alana, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı verilmesi, ülkede gayrimenkul fiyatlarındaki artışı daha da tetiklemiştir. Artık normal ücretle çalışan ve daha öncesinde herhangi bir birikimi olmayan birisinin ev sahibi olmasını neredeyse imkânsız hale getirmiştir. Bir yandan da bu uygulamanın ülkeye kara para girişini de arttırdığına dair de bilgiler bulunmaktadır. Bu da şehirlerde gettolaşmaları, çeteleşmeleri ve çatışmaları arttırmıştır.

Yukarıda saydığım durumlara baktığımızda görüyoruz ki, bütün bir ulus ( Siyasetin açtığı alandan nemalananlar, şirketlerde ve devlet kurumlarında üst düzey yöneticiler hariç) prekaryalaşmıştır, hizmetçi olmuşlardır yani ücretli köleler haline dönüştürülmüştür.

Yarınından umudu yoktur. Çoluk çocuğunun geleceğinden endişelenmektedir. Dünyanın kabul ettiği çalışma ve yaşama standartlarının dışında kalmıştır ve bunun düzeltileceğine dair de herhangi bir emare görülmemektedir. Standartlar o kadar aşağı düşürülmüştür ki karnını doyurmayı yaşamak zanneden ve asgari şartlarda yaşamayı normal gören bir halk ortaya çıkmıştır. İşte bu halka tekrar umut verecek, bu ülkenin kendisinin vatanı olduğunu hatırlatacak ve kendi öz yurdunda kendisinden farklı olanlarla birlikte huzur içinde yaşayabileceğinin umudunu vaad edecek bir siyasetin önü açılmalıdır. Yurttaşların, kendilerinin bu vatanın asıl sahibi olduklarını hatırlatacak bir söyleme ve eyleme ihtiyaç bulunmaktadır.

Hemen bütün bir ulusun hizmetçi haline dönüştürüldüğü, ekmeğiyle imtihan edilip korkutulduğu, evlatlarının yarınından ümidini kestiği, yaşlılarının yaşayabilmek için çalışmak zorunda kaldığı, köylüsünün arazilerinin gasp edildiği, evlerinin, arazilerinin, mahallelerinin hiç tanımadıkları ve hiçbir ortak yanları olmayan yabancılara üç otuz paralara peşkeş çekildiği bu ülkenin kendi küllerini silkeleyip üzerinden atması şarttır.

Ülkenin büyük bir umuda, bir türküye, bir yürüyüşe ihtiyacı vardır. Bu yürüyüşün yolu ulus olarak sıkıştırıldığımız bu kölelik halinden ve düzeninden kurtulmaktan geçiyor. Bu aynı zamanda bütün bir ulusun sınıfsal olarak da ayağa kalkması demektir. Bu ayağa kalkma hali bizim ortak vatanımız için, bu topraklarda komşularımızla ve üzerinde yaşayan bütün canlılarla birlikte olacaktır. Çünkü biz hepimiz bu toprakların sahibiyiz ve bu topraklarda ortak kültürümüzle birlikte yaşamak istiyoruz. Çocuklarımızı yarınından umutlu ve güvenli bir şekilde yetiştirmek istiyoruz. Yaşlılarımızı son demlerinde rahat ettirmek bizim hakkımız. Halkımızın kendilerini her yönden rahat hissedebileceği bir yurdun fertleri olmak istiyoruz. Bunun adı doğal yurtseverliktir.

“Doğal yurtseverlik, anıların bir mekânı olarak yerli toprağına bağlılıktır. Başka hiçbir yerin bir anlamı yoktur. Kendimizi dünya vatandaşları olarak görebiliriz ama dünyanın bu belli köşesi yüreklerimizde başka hiçbir yerde duymadığımız bir heyecan uyandırır.”1

Çünkü biliriz ki bu topraklar bizim evimizdir. Biz evimizden vazgeçmeyeceğiz. Onu kimseye vermeyeceğiz. Kimsenin orayı kirletmesine izin vermeyeceğiz. Bu bizim boynumuzun borcudur. O yüzden sınıfsal ve ulusal bir siyasetin yolu yurtseverlikten, vatanseverlikten geçmektedir.

Nasıl mı olacak, onu da bir daha ki yazıda tartışalım.


  • Maurizio Viroli, Vatan Aşkı ( Yurtseverlik ve Milliyetçilik Üzerine Bir Deneme), s.58

Asıl Büyük Tehlike Bugünkü Ehliyetsiz İktidarın Devamıdır

Tahmini Okunma Süresi: 4 dakika

Ölümünün 75. yıldönümünde Sabahattin Ali’yi bu vazıh yazısını iktibas ederek anmak istiyoruz. Edebiyatçı kimliğinden önce bir devrimci olan Sabahattin Ali, bu yazıda Kemalist Cumhuriyet’i ve onun yozlaşmasından doğan Demokrat Parti elitlerini anti-emperyalist ve ulusal egemenlikçi bir perspektiften kıyasıya eleştiriyor. Bugünden bakıldığında bile ilerici kalan bu yazı, bizlerin içinde dönüp durduğumuz fasit daireleri de gözler önüne serdiği gibi başlığından Kemalistlere ve Demokratlara dair tespitleriyle 14 Mayıs 2023 seçimlerine dair de kuvvetli imalar içeriyor. 14 Mayıs tarihinin DP’nin kuruluş tarihi olması da cabası…

Altı sene süren bir dünya savaşının dışında kaldığımız halde, harp eden milletlerden daha perişan olduk. Bir başvekil tarafın­dan A’dan Z’ye kadar bozuk olduğu söylenen ehliyetsiz bir ida­re makinesi, bir sürü fırsat düşkününün elinde oyuncak haline geldi. Yıllardan beri milletin soyulmasına, hastalık, sefalet, ge­rilik içine yuvarlanmasına sebep, hatta alet oldu. Birbiri arkası­na iktidara gelip, her biri kendinden evvelkinin işlerini tersine çeviren ve tek prensipi prensipsizlik olan hükümetler, milletin ekmeğini, yağını, kömürünü bile temin edemeyecek kadar bece­riksizlikte başarı gösterdiler.

Bütün bunların tabii bir neticesi olarak da millet, baştaki­lere karşı hudutsuz bir nefret ve itimatsızlık beslemeye başla­dı ve her fırsatta bunu gösterdi. Asırlardan beri kendisine her bakımdan yabancılaşmış kimselerin elinde oyuncak olmanın verdiği gevşekliğe rağmen, iradesini kullanmak imkânını bu­lur bulmaz ne yapacağını, 21 Temmuz 1946 seçimlerinde bel­li etti.

Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki emperyalizm düşmanı ve halkçı mahiyetini kaybetmiş olan iktidar, milletle kendisi ara­sındaki uçurumu görünce müthiş bir korkuya kapıldı. Yirmi beş senenin hesabını veremeyeceğini ve böyle bir hesap sor­manın, sadece koltukları, apartmanları, bankadaki paraları de­ğil, tatlı canları bile tehlikeye düşürebileceğini pekâlâ hissedi­yordu. Ne pahasına olursa olsun iktidarı bırakmamak bir ölüm dirim meselesiydi. Halbuki herhangi bir kuvvete dayanmayan iktidarın tutunmasına da imkân yoktu. İşte o zaman, baştaki­ler yüzlerindeki halkçı maskeyi tamamen fırlatıp attılar, mille­te karşı adeta kin denilebilecek bir kırgınlık ve istihfafla, zorba valileri ve eli sopalı candarmaları harekete geçirdiler. Ve asla dayanamayacakları milleti böylece zorla baskı altında tutar­ken, kendileri de, yabancı bir devlete dayanarak iskemlelerin­de kalmak yolunu tuttular. Emperyalizme karşı yapılan kan­lı bir halk savaşının doğurduğu Türkiye Cumhuriyeti, böylece, girmediği bir harbin sonunda, mürteci1 ve soyguncu kuvvetle­rin yanında yer aldı. Dünyanın neresinde bir milli kurtuluş sa­vaşı varsa ona düşman, dünyanın neresinde mürteci bir gene­ral, parazit bir kral, halk düşmanı bir yabancı müdahalesi var­sa ona dost kesildi. Fakat iktidardakilerin bütün mukadderatla­rını bağladıkları bu yabancı memleketlerin halk efkârı bizdeki gibi boğulmuş ve yıldırılmış olmadığından, kendimizi onlara şirin göstermek lazımdı. Derhal bir demokrasi komedyası baş­ladı. Her şey eski tas, eski hamam olduğu ve halk kütleleri si­yasi ve iktisadi hak ve hürriyetlerden tamamen mahrum edil­diği halde, “çok partili demokrasi” diye bir teranedir tutturdu­lar. Söylediklerine ne kendileri, ne halk kütleleri, ne de hatta dalkavukluk ettikleri devletler inanıyorlardı. Fakat akıllarınca zevahir kurtarılmış oluyordu. Amerika ve İngiltere’deki mür­teci mahfiller2 ise, bu komediyi desteklemeyi, Yakın ve Orta Şark’taki hâkimiyet emellerine uygun buluyorlar ve kendileri­ne “kayıtsız şartsız” itaat edecek bir zümrenin Türkiye’de ik­tidarı muhafaza etmesini istiyorlardı. Bunun için, bizim gaze­te ve radyoların yalanlarını onlar da kendi milletlerine ulaştır­dılar, ana karakteri “halk düşmanı” olan bir iktidarı, demokra­si diye desteklemekten çekinmediler. Bizimkiler de onların gö­zünü daha iyi boyamak için himmette kusur etmediler. İngiliz lordları içecek şarap bulamazken, bizimkiler kokteyl partilerde sel gibi viski dağıttılar; halk veremden kırılırken, İngiliz Kralı bir Aksaraylı hemşerimiz kadar gıda almıyor diye sıkılmadan yalan söylediler; köylümüzün dörtte üçü inlerde, kovuklarda, kerpiç kulübelerde hayvanlarıyla birlikte yaşarken, yabancıla­rın geçtiği tren yolu boylarına göstermelik modern köyler yap­tılar. Millet kilosu iki buçuk liradan pirinç bulamazken, devlet kesesinden besledikleri bir lokantada yabancılara iki liraya lüks yemekler yedirdiler.

Halbuki memleketin iktisadi temelleri kökünden sarsılmış­tı, umumi sefalet, baştakilerin kör gözlerine bile batacak bir ma­hiyet almış ve bütün yabancı dostlara rağmen endişelerini ar­tırmaya başlamıştı. Kafaları milli bir çerçeve içinde kalkınma çareleri arayıp bulamayacak kadar zayıf olan ve milletten bu yolda hiçbir yardım görmeyeceklerini pekâlâ bilen bu adamlar, bütün ümitlerini, dışardaki dostlarının himmetine bağlamış­lardı. Yakında patlayacağını hesapladıkları korkunç bir dünya boğuşmasında yurdumuza bir fedai vazifesi yükledikleri için hesapsız kitapsız yardım istiyorlar ve bunu sahiden bekliyor­lardı.

Amerikan halkı, vergi mükellefi ise, hiç de bu fikirde de­ğildi. Kendisine on binlerce kilometre uzaktaki bir memleke­tin maceracı politikasını desteklemek için hiç de nefsini sıkıntı­ya sokmak istemiyordu. Kendi hükümetinin yalanlarını da bir hadde kadar yutuyor, fakat işin ucu keseye dokununca hemen suratını buruşturuyordu. Bunun için yardım meselesi, hiç de bizim hayalperestlerin arzuladığı şekli almadı. Yani hiçbir ya­bancı devletin, Amerika kadar zengin de olsa, bizim gibi ifla­sa yaklaşmış, halkı yokluk ve hastalıktan kırılan, devletle mil­let arasındaki münasebetleri adeta hasmane bir mahiyet almış bir memlekete bol keseden altın dökmeyeceği meydana çıktı. Zaten bunun aksini düşünmek gafletin büyüğüydü. Fakat bi­zimkileri bir telaştır aldı. Halk ile göz göze gelip hesaplaşmak­tan tir tir titreyen zavallılar, sırtlarını dayadıkları destek yıkıl­mış gibi telaş içinde sendelemeye, akla hayale gelmedik çarele­re başvurup yeni efendilerinden bir şeyler koparmaya uğraşı­yorlardı. Bu hususta, sözde muhalefet de iktidarla birlikte aynı oyunu oynamaktan çekinmedi. Milletin bağrında asırlardan beri biriken kurtuluş emellerinin meydana çıkmasına vesile ol­duktan sonra, halkın bu radikal temayüllerinden evvela kendi­si korkup iktidarın kucağına sığınan Demokrat Parti de, Ameri­kan bankerlerine şirin görünmek için takla atmaya başladı. Bü­tün dünyada halk düşmanı zümrelerin halkın iradesini kullan­ması tehlikesine karşı başvurdukları köhne çareye iktidar par­tisiyle birlikte sarıldı.

Bu çare ise, komünist tehlikesi masalıdır. Gerçi yurdumuz­da ne bir tehlike teşkil edecek kadar komünist, ne de onları des­tekleyebilecek şuurlu ve teşkilatlı bir işçi kütlesi vardır. Buna rağmen böyle bir tehlike, Amerika’dan para koparmak ve içer­deki namuslu halk dostlarını yıldırmak için lüzumlu olduğun­dan, mevcut değilse de icat edilmelidir. İşte bunun için sosya­list partilerin kurulmasına izin verilip, sonra bunlar “Komü­nist” diye gürültü patırtı ile kapatılır. Bir içişleri bakanı çıkar, kimisi yirmi beş sene önceye ait, kimisi tahrif edilmiş sözde ve­sikalar okuyarak yaygara yapar. Birkaç kap yemek veya birkaç lira para ile gırtlaklarından yakaladıkları beş on gafil delikan­lıya Hitler usulü nümayişler tertip ettirilir. Hakikati söylemek­ten başka kusuru olmayan gazeteler kızıl diye tahrip edilir, sus­turulur. Biraz uyanık kafalı olan profesörler işlerinden atılır. Bü­tün bunlar, içeriye ve dışarıya karşı, memleketin kızıl bir tehli­ke ile karşı karşıya bulunduğu vehmini vermek için yapılmakta­dır. Hatta, duyduğumuza göre, yerli Gestapo son günlerde birta­kım zavallı işçilere gizli teşkilat kurdurmaya bile çalışıyormuş. Tabii bundaki maksat da meydanda: Yarın böyle bir tuzağa dü­şen beş on işçi bulunursa, bin bir türlü gürültü ile yeni tevkifler yapılacak. “Yurdumuzu tehdit eden kızıl tehlike” hakkında fer­yatlar koparılacak, “kominformun3 memleketteki yıkıcı faaliye­ti” üzerinde tüyler ürpertici masallar anlatılacaktır. Ve bu oyun­da bütün halk düşmanları elbirliği etmiş vaziyettedir. Bu husus­ta, ihtiyar tilki Hüseyin Cahit Yalçın, ihtirastan gözleri karar­mış Fahri Kurtuluş, yabancı menfaatlerin yorulmaz müdafaacısı Yalman, tipik Bizanslı Fuat Köprülü, Turancıların oyuncağı Ke­nan Öner hep aynı saftadırlar.

Memlekette mevcut olmayan bir kızıl tehlikeyi, halkçı kuv­vetlere karşı bir silah olarak kullanabilmek için adeta zorla yaratan ve körükleyen bu adamlar, hiçbir zaman bu yalanlarla hal­kın gözünü boyayamayacaklardır.

Ve yine bu millet pek iyi biliyor ki, asıl tehlike, bu memleke­tin istiklâlini de, hürriyetini de, varlığını da tehdit eden bir tek ve hakiki tehlike, bugünkü ehliyetsiz iktidarın devamıdır.

Zincirli Hürriyet, 5 Şubat 1948

Deprem Felaketi Üzerinden Taşrada Siyasallaşmayı Okumak

Tahmini Okunma Süresi: 5 dakika

Ne yapacağız sorusunun cevabına belki ufak da olsa bir katkısı olur diye bu kesimleri sadece itham etmek yerine önce onları tanımaya çalışmak, onların dönüşümü altında yatan dinamikleri anlamak gerektiğini düşünerek bunları kaleme aldım. Halkla kavga ederek, ona küserek bir yerlere varılamayacağını hepimiz anladık. Büyük dönüşümler büyük mücadeleler ile olur. Her yurtseverin önündeki görev mücadeleyi büyütmektir bu yüzden. Kesin sayısını bile öğrenemediğimiz yitip giden canlarımıza borcumuz budur.

On bir ilimizde büyük bir acı ve yıkıma sebep olan deprem felaketinin üzerinden 7 gün geçmişti. Bu 7 gün bir insanı tepeden tırnağa sarsacak herşeyi içinde barındırıyordu adeta. Binlerce ölüm, ortaya çıkan yurtsever dayanışma, enkaz altındaki çığlıklar, haberleşme araçlarına getirilen akıl almaz yasaklar, halka sallanan parmaklar, hiç yüzünü görmediği insanların acısını kendi acısı bilen milyonlar… Tüm bunlar artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı duygusunu yaratmıştı bende.

Gün geçtikçe ortaya çıkan bilgiler bizlere bu felaketin göz göre göre geldiğini göstermiş ve felaket sonrası ülkeyi yönetenlerin kriz yönetimindeki tutumu öfkeyi doruğa çıkarmıştı. O gözyaşları ve enkazlar altında bir şeyler değişmeye başlıyordu içten içe ve sessizce sanki.

İşte içimde bu duygu ve düşüncelerin boy gösterdiği bu yedinci günde bir ihtiyacımı karşılamak için sürekli gittiğim bir dükkana girmiştim. Dükkanda siyasal konumlanışımı bilen birisi -sanırım ön almak ihtiyacıyla olsa gerek- gündeme girdi aniden ve iktidarı her zamanki klişelerle övmeye başladı. O an yaşadığım sarsıntının en kuvvetli olduğu andı. Sebepleri ve sonuçları itibarıyla iktidarın büyük sorumluluğunun olduğu böylesi bir büyük felakette ‘dahi’ iktidarın yaptığı yolların güzelliği üzerinden iktidar savunusu yapmak ihtiyacı hissetmek ve orada konumlanma gereği duymak nedendi? Neden safını bir kez daha ilan etmek zorunda hissediyordu?

O gün bu sarsıntı aklımdan çıkmadı bir türlü. Aynı zamanlarda sosyal medyada paylaşılan ve AKP seçmenine felaketin sorumlularını soran bir anket de düştü önüme. Büyük çoğunluk iktidardan başka herkesi suçluyordu. Bu ilk zamanlar henüz kitle iletişim araçlarıyla muhalefete kentsel dönüşüme karşı olmak üzerinden sorumluluğun fatura edilmediği, muteber din adamları üzerinden kader planı anlatısının piyasaya sürülmediği zamanlardı. Taşrada yaşayan kendi halinde ama artık büyük bir sarsıntı içinde olan bir küçük çiftçi olarak aklımın yettiği kadar cevaplar aramaya çalıştım. Bu yazı o yüzden ortaya çıktı. Dükkandaki o kişiyi düşünürken birden aklıma bu kişinin içinde olduğu iş kolu geldi; inşaat. Bu kişi inşaatlarda, evlerde fayans seramik işi yapıyordu uzun zamandır. Esasen bir kol emekçisiydi. Aile boyu tarımla geçimlerini sağlamışlardı, ama işte artık bu yetmiyordu.

İşte tam burada AKP iktidarının seçmen ve kitle dinamiği ve AKP’li yıllarda altın çağını yaşayan inşaat arasındaki ilişkiyi anlamak gerektiğini düşündüm. İktidarın inşaata dayalı birikim rejimi hepimizin üzerine çökmüştü ve bu birçok kişinin yıllardır üzerinde durduğu zemini sarsmaya başlamıştı.

İktidar-inşaat ilişkisine dair herşey söylendi ve söylenmeye devam edecek. Ben kendi gözlemlerim ile inşaat ve kitle mobilizasyonu arasındaki ilişkiye değineceğim kısaca. AKP’nin inşaat tercihinin ardında yatan motivasyona baktığımız zaman koca binalarla beraber bir sermaye birikimi, kültür ve toplum inşasını da görüyoruz. İnşaat sektörünün birçok farklı sektör ve alt sektörle ilişkisi var. Üretimi ve tüketimi tetikleyebilme kapasitesi var. Örneğin başka sektörlerdeki ürün ve hizmetleri girdi olarak kullanıyor: demir, beton, mimarlık, vs.

Ayrıca sektörün çıktısı olan konutlar başka sektörler için canlandırıcı oluyor. Örnek olarak mobilya, beyaz eşya, otomobil, vs. Konutu boyayan işçiden tutun da musluğunu takan tesisatçıya kadar birçok işkoluyla ilişki içinde. Bu ilişkiler sayesinde inşaat Akp döneminde ekonominin lokomotifi olarak kabul gördü.

Yaşadığım ufacık ilçede bile buna bağlı değişim ortadaydı. Birden bu sektörle ilişkili dükkanlar ve işkolları mantar gibi türemişti. Bu durum kapitalizmin eşitsiz gelişim yasasının işlediği coğrafyanın tam göbeğinde, yani taşrada istihdamı, rantı ve daha iyi yaşama koşullarını (?) geliştirmişti. Taşrada AKP’yi en cazip yapan şey bence buydu. Üretimin ve sanayinin belli merkezlerde toplandığı ülkede taşranın her köşesi şantiyeye dönmüş ve böylece herkes için yeni fırsatlar yaratılmıştı…

İşte yukarda bahsettiğim kişinin siyasallaşmasının maddi temeli tam olarak buydu.

İnşaat sektörünün büyüme ve tüketim üzerinde de dolaylı olarak etkileri oldu. Yükselen konut fiyatları ev sahiplerine zenginleştikleri duygusu verdi. Bu hissiyat daha fazla tüketimi teşvik etti. Sıcak paranın bol bol ülkeye aktığı ve ucuz kredilerin verildiği uzun bir dönem yaşandı. Emek yoğun bir sektör olarak inşaat tüm kuralsızlığı ve acımasızlığı ile de olsa istihdamı artırdı.

Bu banka kredileri konusu uzun uzadıya ele alınmalı tabi. Toplumu borçlandırarak kendilerine bağımlı hale getirirken mesela bir çiftçiye bu ucuz krediler sayesinde daha büyük bir traktör alma imkanı sunuldu. Birden lüks New Holland marka traktörlerin her yeri sardığını hatırlıyorum. Traktörüne bakıp daha da zenginleştiğini düşünen köylü New Holland tekeli için uzun yıllar ucuz kredilerle alınterini dökmeyi çok sorun yapmadı. Bankalar da uluslararası tekeller de köylü de o an için kazançlı çıkıyordu ne de olsa.

İnşaata tekrar dönersek; her yerde mantar gibi müteahhit türerken bu müteahhitler yerel siyasette de büyük güç kazandı. İktidar tüm kurumları kendine göre dizayn ederken taşrada ufak bir ilçede bile bir oligarşi ortaya çıktı. Siyaseti bunlar finanse etti, yerel medya üzerinde etkileri arttı. Deyim yerindeyse halk kuşatılmıştı ve inşaat pastasından yiyenler ülkede ve yereldeki bu kuşatmanın kendileri lehine olduğunu düşünerek destek verdi.

İnşaat işinde başı çekenler geleneksel İstanbul sermayesi değil İslami kapitalizmin şanlı komutanları Anadolu Kaplanlarıydı tabiki. Anadolunun sıradan yurttaşı sınıfsal inkara varan bir güdüyle bu aslanları kendi temsilcisi görmeye meyletti. Yazının bu kısmından itibaren gözlemlerime dayanarak iktidar tabanını 3 gruba ayırıp kısa analizlerde bulunacağım.

AKP Kitlesindeki 3 Eğilim

1- Siyasal İslamcı Eski Milli Görüşçüler

Bunlar taşradaki siyasallaşmanın ideolojik yakıtını sağlayan, Milli görüşün uzun yıllar içinde oluşturduğu ve AKP’nin üzerine konduğu ana katman diyebiliriz. Bu katman zaten Refah Partisi iktidarı döneminden itibaren devlet olanakları vasıtasıyla biçimlenmişti. Esasen sanayileşmenin gelişmediği ve ciddi istihdam sorunu olan bölgelerde Özal’dan itibaren bürokraside yer edinmeye başlayan bu kesimler ellerindeki devlet imkanları sayesinde kitle desteği sağladı. Bu durum AKP döneminde büyüyerek devam etti.

Bu katmana kuşkusuz tarikat ve cemaatleri de dahil etmek gerekir. Sosyal devletin olmadığı her alanı bunlar doldurarak kitleleri kazanırlar. Neoliberal ekonomi bu yüzden bunlar için büyük nimettir.

2-Muhafazakarlar

Bunlar dindar bir hayat yaşayan ama nihai olarak da şeriatı istemeyen geniş bir kesimdir. Genelde eski merkez sağ partileri destekleyen bir katmandır. Yaşam tarzı ve dünya görüşü olarak merkez sağa daha yakındırlar. En büyük abluka bu kesim üzerindedir. İnşaata dayalı birikim modelinde bu kesimler de bazı imkan ve ayrıcalıklar elde etmiştir. Birinci katmana geçişler olmakla beraber iktidarın hegemonya mücadelesinde biçimlendirmeye özel önem verdiği bu katman adeta devlet zırhı ile kuşatılmış, böylece başka siyasetler ile ilişkisi kesilmeye çalışılmıştır. Mahalli baskı ve en tepeden tehditler ile iktidarın yanında hizalanmaları sağlanmıştır. “Nankörlük” yapmamaları yönünde ve iktidara olan borçlarını unutmamaları gerektiğine dair sürekli hatırlatmaların muhataplarıdırlar. İktidar bu katmanı birinci katman içinde eritmek istemektedir.

3- Daha Pragmatist ve Kaypak Katman

Bunlar tahmin edeceğimiz gibi her dönemin insanı olanlar. Yeri geldi mi Kudüsü küffarın elinden kurtaran yeri geldi mi pudra şekeri ile vecde gelen kesimlerdir. Daha çok liberal ve güce tapan unsurlardan oluşurlar. Lümpen-apolitik tipler çok fazladır bunlar içinde. Neoliberal dönüşümde aslan payını kapmasalar dahi tatmin edici bir zenginliğe ulaşmışlardır. Her an dönmeye hazır ve sallantıda olan bu katman son dönemlerde yeni pozisyonlar almaya başladı bile.

SONUÇ OLARAK

Suat Yalçın hocamın söylediği gibi: Aslında bütün bir millet olarak bu depremin en büyük artçısının gözümüzün önünde yıkılan ve tarumar olan bir devletin enkazı olduğunu gördük ve bütün bir ulus olarak onun altında kaldık.[i] Yazının başına dönersek, o ilk andaki kişi yıllardır üzerinde durduğu ve oradan beslendiği zeminin ayakları altından kaydığını görmeye başladı ve onun telaşı içinde kendi safını ilan etmek zorunda kaldı belki de.

Memleketim olan Yozgat’ta iktidarın neoliberal ekonomi politikalarının bir gereği olarak önce satılıp sonra yıkılan büyük Tekel fabrikası ve şimdi onun yerinde olan konut sitesi, taşradaki ve ülkedeki dönüşümün özeti gibi adeta benim için… Dönüşümün simgesi o görüntü.

Kamusalcılığın tasfiyesi için icra edilen neoliberal dönüşüm tüm toplumu da dönüştürdü aynı zamanda. Bir dönemin sonuna geldik. İnsanlar arasında sık sık şu muhabbetleri duyuyoruz: Bu iktidardan kurtulduk diyelim, geride bıraktığı bu kitle ne olacak?  Yıllarca yapılan onca zulümde iktidarın koşulsuz safında yer almıştı bu insanlar ne de olsa.

Ne yapacağız sorusunun cevabına belki ufak da olsa bir katkısı olur diye bu kesimleri sadece itham etmek yerine önce onları tanımaya çalışmak, onların dönüşümü altında yatan dinamikleri anlamak gerektiğini düşünerek bunları kaleme aldım. Halkla kavga ederek, ona küserek bir yerlere varılamayacağını hepimiz anladık. Büyük dönüşümler büyük mücadeleler ile olur. Her yurtseverin önündeki görev mücadeleyi büyütmektir bu yüzden. Kesin sayısını bile öğrenemediğimiz yitip giden canlarımıza borcumuz budur.


[i] https://yurtseverce.com/2023/03/18/devletin-enkazi-altinda-kalan-millet/