Merkeziyetçilik Milletçilik Çatışması 1919-1926

Tahmini Okunma Süresi: 18 dakika

Eğer bu ülkede 1919 yılı ile 1925 yılları arasında o çok olmayan, taban teşkil etmeyen Komünist ve belki Muhafazakâr, belki Liberal muhalefeti ezip yok etmek yerine yaşama şansı verilseydi biz bugün nasıl bir memlekette yaşardık acaba diye kendime sorular soruyorum. O zaman işte tam da bugünlerde yaşadığımız, kutsallık örtüleriyle sarılmış bir devletin içinden böyle pislikler mi fışkırırdı yoksa daha şeffaf ve daha demokratik bir ülkede yaşama şansı mı bulurduk? Bu benim için çok hayati bir soru ve ben bu soruyu sormaya devam edeceğim.

(2)

İlk yazdığım yazıda Türkiye’de Merkeziyetçiler, Milletçiler çatışmasını tarihsel olarak Osmanlı devletinin çöküşü ve Milli Kurtuluş Savaşı yıllarına kadar getirmiş ve orada son vermiştim. Aslında niyetim bu yazıda süreci 1950 yılına yani Demokrat Parti iktidarının başlangıcına kadar getirmekti fakat tarihsel olarak o noktaya gelmeden önce, 1919-1926 yılları arasına daha detaylı bir şekilde bakmaya ve orada yaşanan olayları biraz daha irdelemeye başlamak istiyorum. Çünkü bugün yaşadığımız birçok olayın kökenlerinin o günlere dayandığını düşünüyorum.

MİLLİ MÜCADELE ÖNCESİ

1919 yılına geldiğimizde memleketin iktisadi durumu ile ilgili bir iki ufak tespit yaparak konuya girelim. “1913 ve 1915 yıllarında yapılan sanayi sayımları, bugünkü Türkiye sınırları içinde kalan Batı Anadolu ve Marmara bölgelerinde yani ülkenin en gelişmiş yörelerinde, 1908’den önce kurulmuş sınai tesisleri şunlardı. 20 un değirmeni, 2 makarna, 6 konserve, 1 bira fabrikası, 2 tütün mağazası, 1 buz, 3 tuğla, 3 kireç, 7 kutu, 2 yağ, 2 sabun, 2 porselen imalathanesi, 11 tabakhane, 7 marangoz ve doğrama atölyesi, 7 yün, 2 pamuklu iplik ve dokuma, 36 ham ipek, 1 ipekli dokuma ve 5 “sair” dokuma fabrikası, 35 matbaa, 8 sigara kâğıdı, 5 madeni eşya ve 1 kimyasal ürün fabrikası vardı.”1

Bu kuruluşların bir de memleketin batısında olduğu düşünülürse Anadolu’nun nasıl bir sefalet içinde olduğu daha iyi anlaşılır diye düşünüyorum. Yakup Kadri’nin Yaban romanında bu yoksulluk ve sefalet çok iyi resmedilmiştir. Özellikle İstanbul’dan gelip, Milli Mücadeleye katılanlar bu hal karşısında dehşete düşmekteydiler.

Milli Mücadelenin başlangıcı ile ilgili şöyle kısa bir kronoloji çıkaracak olursak.

30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi yapıldı.

55 savaş gemisinden oluşan İtilaf donanması 13 Kasım 1918’de İstanbul limanına demir attı. Ardından ülkenin belirli bölgelerinde İngiliz, Fransız ve İtalyanlar işgale başladılar.

21 Aralık 1918’de, İttihat ve Terakki Dönemi’nde seçilmiş olan ve çoğunluğu İttihatçı mebuslardan oluşan Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı Padişah Vahdettin tarafından feshedildi.

3 Mart 1919’da Damat Ferit Paşa hükümeti kuruldu.

15 Mayıs 1919’da İzmir Yunanlılar tarafından işgal edildi.

Burada devreye Mustafa Kemal giriyor.

19 Mayıs 1919’da Ordu Müfettişi olarak Samsun’a geliş, 22 Haziran 1919’da Amasya genelgesi, 23 Temmuz – 4 Ağustos 1919 tarihleri arasında yapılan Erzurum Kongresi, 4 Eylül – 11 Eylül 1919 tarihleri arasında Sivas Kongresinin yapılması. Bu arada Anadolu ve Trakya’da kurulmuş olan bütün direniş teşkilatlarının Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adı ile birleştirilmesi sağlanıyordu.   İtilaf Devletleri 16 Mart 1920’de İstanbul’u resmen işgal ederek, Meclis-i Mebusan’ı basıp milletvekilleri ve aydınları tutukluyorlar ve 23 Nisan 1920’de Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi toplanıyordu.

İşte resmi olarak Milli Mücadele, Meclisin kurulması ile başlamış oluyordu. 26 Ağustos 1922 tarihinde başlayan Büyük Taarruz ile son savaşını yapan Birinci Meclis, 24 Temmuz 1923 günü Lozan Barış anlaşması ile uluslararası meşruiyetini kazanmış, 29 Ekim 1923 yılında da Türkiye Cumhuriyetini kurmuştur. Fakat iş orada bitmiyor, 1925 yılında başlayan Şeyh Sait isyanı ile birlikte 4 Mart 1925 yılında ilan edilen Takrir-i Sükûn kanunu sonucu yapılan operasyonlarla, bugünkü rejimin temelleri atılmış oluyordu. Görüldüğü gibi çok fırtınalı geçen yıllardan sonra imparatorluğun yıkıntıları arasında ortaya çıkan bir cumhuriyet var. Şimdi o günlerde biraz gezinti yapalım.

İTTİHAT VE TERAKKİ FIRKASININ MİLLİ MÜCADELEDE ETKİLERİ

Siyasi olarak ise ülkenin en etkili siyasi kuruluşu olan ve 1908’den itibaren kısmi, 1913’ten sonra ise tam anlamı ile iktidarı elinde tutan İttihat ve Terakki Fırkasıydı. Bu fırka ve uygulamaları 1908’den itibaren ülke siyasetini belirlemeye başlamış ve ülkenin siyasi ufkunda gezen bir gölge haline dönüşmüştür. Devlet uygulamalarının günümüze kadar neredeyse tamamında bu fırkanın imzasını görüyoruz.

Şüphesiz ki Cumhuriyetin en önemli karakteri ve kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’tür. Öncelikle onun bizim tartıştığımız başlık olan Milletçiler, Merkeziyetçiler yönünde nasıl bir yerde durduğuna bakalım. Bir hakkı teslim ederek başlayayım, o yılların bütün karmaşası içinde çok önemli bir zekâya ve pratiğe sahip olan Mustafa Kemal ortaya çıkan Cumhuriyetin kuruluşunda ve yapılanmasında her noktada vardır ve hiçbir şekilde ikinci plana atılmaya müsaade etmemiştir.

Mustafa Kemal Paşa’nın nasıl bir merkeziyetçi yerden baktığının ilk belirtilerini Sivas Kongresi sırasında memleketteki direniş hareketlerinin tek bir çatı altında birleştirilmesi konusundaki ısrarında görüyoruz. Hiçbir şekilde bu örgütlenmelerin ARMHC çatısı dışında kalmasına müsaade etmemiştir.

Meclis ilk kurulduğunda, yasama, yürütme ve yargı erklerini kendi uhdesine almıştı. İlk Mecliste, Mustafa Kemal Paşa, Meclis Reisi seçilmiştir.  Meclisin ilk kanunları, Meclisin Ülkeyi ve Saltanatı kurtarmak adına kurulduğunu, buna itiraz edenlerin Vatan Haini olarak ilan edileceğini ve bu kişilerin idam ile cezalandırılacaklarını, idamın meclis tarafından onaylandıktan sonra yürürlüğe gireceğini hüküm altına almıştır. Bu kanunun en önemli tarafı daha önce de söylediğimiz gibi Meclisin, Yasama, Yürütme ve Yargı erklerini beraberce ifa etmesidir. Mecliste 2 Mayıs 1920 tarihinde yapılan toplantıda Meclis Başkanı Yürütmenin başı sayılmış, kurulacak olan Heyet-i Vekile’nin ilk yürütme organı olacağı kabul edilmişti. Heyet-i Vekile’ye girecek olan Mebusların Meclis tarafından aday gösterilmesi ve yapılacak oylamada oylamaya katılanların yarıdan bir fazla oyunu alan adayın Vekil tayin edileceği karara bağlanmıştı. Fakat bu durum 4 Kasım 1920 tarihinde bir teklifle değiştirildi. Daha önceki uygulanan Meclis içinden aday gösterilmesi yöntemi sona ererken yerine Vekil adaylarının Meclis Reisi tarafından aday gösterilmesi hususu kabul edildi. Bu mesele ilk meclisin sonuna kadar tartışmalı bir konu olmaya devam etmiştir. İşin esası şuydu. 4 Eylül tarihinde Dâhiliye vekilliğine Tokat Mebusu Nazım Bey seçilmiştir fakat kendisi Mustafa Kemal’in baskısı sonucunda sağlık durumunu gerekçe göstererek istifa etmek zorunda kalmıştır.

“Görüldüğü gibi asıl sorun seçimlerde sonuç alınamaması değil, Mustafa Kemal Paşa’nın Nutuk’ta da vurguladığı gibi, yürürlükteki yöntemle, istenmeyen kişilerin de vekil seçilebilmesidir. Hükümetin desteklediği adaydan daha çok oy alarak Dâhiliye Vekili seçilip ardından istifaya zorlanan Nazım Bey, Birinci Meclis Dönemi’nin sol akımlarından Yeşil Ordu Cemiyeti ve Türkiye Halk İştirakiyûn Fırkası içinde etkin bir şahsiyetti.”2

Mustafa Kemal Paşa’nın ilham aldığı kişi Ziya Gökalp’ti ve o tabiatta kuvvetler ayrılığı değil kuvvetler birliği olduğunu savunuyordu. Mustafa Kemal Paşa 21 Aralık günü yapmış olduğu konuşmada mealen ne tabiatta, ne dünyada güçler ayrılığı diye bir şey yoktur diyordu. Aksine, var olan güçler birliğidir ve milli iradeden kasıt bu birliktir. Meşrutiyet, milleti aldatmak için icat edilmiştir. Çünkü tarihsel olarak güçler ayrılığı ilkesi ‘müstebitle uzlaşmak’ ve ona boyun eğmek anlamına gelir diyordu.

Aslında bu kadar merkeziyetçi olan Mustafa Kemal Paşa, ortaya koymuş olduğu mücadeleler ve taktikleriyle bu hedefine ulaşacaktı. Peki, bu yoldaki engelleri nelerdi ve onlarla mücadele biçimi nasıl olmuştu. Öncelikle rakipleri ve hedeflerini gözden geçirelim.

Milli Mücadele başladığında öncelikle merkez heyeti yurt dışına firar eden İttihat ve Terakki Fırkasının memleketin her köşesinde yer alan üyeleri ve aynı ekibin oluşturduğu Teşkilat-ı Mahsusa grubu bu mücadelenin ön saflarında yer almak için hem kongrelere, hem de Meclisin kuruluşuna katılmışlardı. Ana vasıfları Komitacılık olan ve kurulduğundan itibaren bütün işlerini şiddet kullanarak çözmeye çalışan, muhalif hiçbir harekete yaşama şansı vermeyen İttihatçılar, Mustafa Kemal Paşa’nın hem etrafında hem de ona karşı muhalefette yer almışlardır. Peki, bu komitacılık ne demekti? Bu soruya Balkanlarda savaşan bir Teşkilat-ı Mahsusa üyesi olan Fuat Balkan şöyle cevap vermektedir.

“Vatanseverliğin en müfridine Komitacılık denir. Ve Komitacı Vatan davası karşısında her şeyini, hatta canını dahi feda eden; gözünü budaktan sakınmayan, tepeden tırnağa feragat kesilmiş insandır. Memleketinin ve milletinin menfaati gerektirdiği zaman merhamet bilmez, yakmak lazımsa gözünü kırpmadan yakar, yıkmak gerekirse yıkar, kırar, döker! Taş üstünde taş, omuz üstünde kelle bırakmaz! Kaç defa böyle vaziyetler karşısında kaldık ve yapılması lazım olanı yaptık.”3  

Mustafa Kemal, kendisinin de üyesi olduğu fakat hiçbir şekilde sivrilmediği, ana ekibi içinde birçok arkadaşının yer aldığı İttihat ve Terakki üyelerine karşı devamlı olarak kuşku içinde yaklaşmıştır. Meclis ilk açıldığı zaman, Talat Paşa Almanya’da, Enver ve Cemal Paşalar Rusya’da idi ve Mustafa Kemal Paşa, Talat Paşa Almanya’da suikaste uğrayıp öldürülene kadar onunla mektuplaşmaktaydı. İttihat Terakki’nin içinde, Mustafa Kemal’in muhatap aldığı kişi Talat Bey’dir ve ona yazdığı mektuplarda, kendileriyle yapılacak olan ittifakın şartlarını şu şekilde belirlemiştir.

“Benim onayım ve düşüncelerim haricindeki girişimlere karşıyım;

Türkiye’nin dışındaki ve ikincil öneme haiz kararlarda da görüşüm dâhilinde hareket edilmesini isterim;

Yabancılar da dâhil, her türlü temas ve anlaşmalarda son söz ve karar buraya bırakılmalıdır;

Münasebet yalnız benimle olmalıdır;

Sulhtan sonraki ortak çalışma için daha esaslı projeler yapılabilir.”

Talat Paşa, Mustafa Kemal’e gönderdiği mektupta, barış sağlanıncaya kadar Anadolu’da inisiyatifi tamamen ona bıraktığını göstermiştir. Suikast sonucu öldürüldükten sonra Mustafa Kemal Paşa’nın özellikle Talat Paşa’ya yakın İttihatçılar üzerinde daha çok etkisinin arttığını görüyoruz.4

Mustafa Kemal Paşa, işte bu çok yakından tanıdığı ekiple birlikte yola çıkıyordu. Onların varlıkları kendisi için bir yandan gerekli iken, bir yandan da son derece tehlikeliydi. Doğu Cephesinde Kazım Karabekir, Batı Cephesinde Ali Fuat Cebesoy Paşaların desteğini alan Mustafa Kemal Paşa, Ankara’da ise Fethi Okyar ve Rauf Orbay, Refet Pele, Adnan Adıvar, Yunus Nadi gibi İttihat Terakki Fırkasının önemli isimleriyle birlikte hareket ediyordu.

BOLŞEVİKLER, İŞTİRAKİYUNCULAR VE YEŞİL ORDU CEMİYETİ

Diğer yandan ise memlekette bir Bolşevik rüzgârı esiyordu. Ülkenin batılı güçler tarafından istila edilmesi, Rusya’da meydana gelen Ekim devrimi sonucu iktidara gelen Bolşeviklerin ise Türklerle savaş istememesi hatta batılı Emperyalist güçlere karşı Ankara’nın mücadele etmesine sempati ile bakmaları sonucunda özellikle iktidarı ve ülkeyi kaptırmış olan İttihatçılar, Komünistlere kurtarıcı gözüyle bakmaya başlamışlardı. Zaten Ankara hükümeti de hem doğu cephesini garanti altına almak hem de Sovyetlerden gerekli lojistik yardımı alabilmek için Bolşeviklere karşı son derece hoş görülü görülüyordu.

Sovyet orduları Bakü’ye girmek üzeredir bir yandan da Ermenistan ile çatışmalar devam etmektedir. İşte bu ortamda hem Sovyet ordularının Bakü’ye girmelerini engellemek hem de Ermenistan’la Sovyetlerin yakınlaşmasını engellemek maksadıyla Kazım Karabekir, Ankara’ya Lenin’e gönderilmek üzere üç maddelik bir mektup hazırlamış, biraz düzeltme ve gecikme ile bu mektup Moskova’ya gönderilmişti. Bu arada Sovyet ordusu Bakü’ye girmişti. İşte bu olaydan dolayı daha sonra hatıralarında Kazım Karabekir bu mektubun gecikmesinin Bakü işgaline yol açtığını anlatmakta ve Mustafa Kemal Paşa’yı suçlamaktadır.5

O günler o kadar ilginç günlerdi ki, Yeşil Ordu Cemiyeti’nin kurulduğu günler olan Mayıs 1920’den, Ankara Hükümetinin Londra Konferansına davet edildiği ve İngilizlerle görüşmeye başladıkları Ocak, Şubat 1921’e kadar memleketin birçok yerinde ve birçok mahfilinde Bolşeviklik ve Komünizm lehinde propagandalar yapılıyor. Moskova’ya heyetler gönderiliyor. Ankara’ya, Sovyet temsilciler geliyorlar ve o elçilerin gözetiminde Komünist Parti faaliyeti yürütülüyordu. Kazım Karabekir’den, Ali Fuat Cebesoy’a, Mustafa Kemal Paşa’dan, Adnan Adıvar’a kadar Bolşevikliğin ve Komünizmin ezilen milletler için nasıl bir can yeleği olduğu ve Komünizmle, İslam’ın ahlakının nasıl birbiriyle uyumlu olduğu anlatılıyordu. Yeşil Ordu’nun kurucuları arasında Tokat Mebusu Nazım Bey ve Bursa Mebusu Şeyh Servet gibi samimi komünistler yanında, Yunus Nadi, Celal Bayar, Adnan Adıvar gibi Mustafa Kemal’e yakın ittihatçılar da bulunmaktadır fakat en önemli şey bu kurucuların hepsi Sovyet Rusya ile bir işbirliği, ittifak yapmak yönünde hem fikirdirler. 6

Ülkenin çok değişik yerlerinde örneğin, Erzurum, Trabzon, Kastamonu ve Eskişehir gibi illerinde Komünizm ve Bolşeviklik lehinde yayın yapan gazete ve dergiler çıkarılmaya başlamıştı. İstanbul’da Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist partisi kurulmuştu. Fakat iki ülkenin birbirine kuşku ile bakması, Sovyetlerin güney sınırında Ermeniler için Van, Ardahan gibi şehirleri istemesi, yardım konusunda Ankara hükümetini oyalaması, Ankara’nın da, Rusya’dan gelip Türkiye Bolşevik Komünist Partisi’ni kuran ve devamlı şekilde Sovyet temsilciliği içinde faaliyette bulunan Şerif Manatov’u casus olduğu gerekçesiyle yurt dışına çıkarması, aynı zamanda isyan eden Çerkes Ethem’e destek verdikleri kuşkusu üzerine ve üstelik Ankara hükümetinin heyetini bekletip, Enver Paşa ve Rusya’da bulunan ittihatçıları dikkate almaları bu ilişkileri gerginleştirmiş ve Ankara’nın Komünist muhalifleri tasfiye etmesiyle sonuçlanmıştır.

Yukarıda söz edildiği gibi, 2 Mayıs 1920 tarihinde Tokat Mebusu Nazım Bey’in Dâhiliye Vekili seçilmesi meclisteki Yeşil Ordu taraftarlarının gücünü ortaya çıkarmıştı bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa’nın Nutuk’ta daha sonra anlatacağı gibi bir halkçılık programı hazırlanmıştı.

“13 Eylül’de hazırlanarak 18 Eylül’de Meclis’e sunulup görüşülen ve siyasal edebiyatımızda “Halkçılık Programı” olarak anılan program Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun kaynağını oluşturmaktadır. Bununla birlikte, bu program da aslında 3 Eylül’de hazırlanıp 8 Eylül 1920’de Anadolu’da Yeni Gün gazetesinde yayınlanan Halk Zümresi Siyasi Programı’nda yer alan ilkelerden esinlenerek hazırlanmıştır.

‘Halk Zümresi’nin açıklanan siyasal görüşleri, tıpkı Yeşil Ordu gibi, İttihatçı Pan-İslamizmi ile toplumsal içerikli bir ekonomi politikası tasarımının bileşimine dayanıyordu. Zümre’nin 3 Eylül tarihli siyasi programının ilk maddesi, Meclis’in açılışından beri vurgulanan hilafet ve saltanat makamının kurtarılması amacını bir kenara iterek, Zümre’nin halkı kayıtsız şartsız egemen kılmak üzere kurulduğunu ilan ediyordu. Dahası, 28 maddeden oluşan programda hilafet ve saltanata ait tek bir kelime yer almıyordu. Program’da Meclis yerine Şura terimi benimseniyor, yasama ve yürütme yetkilerini bünyesinde toplayan Şura’nın, livalardan 18 yaşını doldurmuş kişilerin genel oyuyla, 2 yılda bir seçileceği belirleniyordu.

Mustafa Kemal Paşa, Halk Zümresinin İttihatçı bir grup olarak Meclis’e egemen olmasından çekinerek, Zümre’nin başlıca görüşlerini hükümete mal etmiştir.”7

16 Ekim 1920 tarihinde, Dâhiliye vekili Adnan Bey’in yayınladığı 1640 sayılı genelge ile tüm Komünist faaliyetlerin izne tabi tutulduğu ilan edilir. 18 Ekim 1920’de kurulan Resmi TKF’nin mührünü taşımayan tasdik belgesi olmayan kişilerin hiçbir gerekçe ile komünizm propagandası yapamayacağı ve Yeşil Ordu Cemiyeti’nin bu partiye dönüşüp onun emrine girdiğini duyurur. Yani YOC bu genelge ile kapatılır. Bu genelge sonrasında Türkiye’ye gelme kararı alan Mustafa Suphi’de ancak bu partinin üyesi olarak çalışabilecektir. Kimler yoktur ki üyeler arasında, Kör Ali İhsan, Celal Bayar, Yunus Nadi, Hamdullah Suphi, Besim Atalay, Mahmut Esat Bozkurt, Kılıç Ali gibi isimler kurucular listesinde yer almaktadır. Daha sonra Mustafa Kemal, İsmet bey, Refet Bey, Fevzi Paşa ve Karabekir’de üye olacaktır. Tamamen Halk zümresinin ve Yeşil Ordu Cemiyetinin etkisini yok etmek için atılmış adımlardır bunlar.8

Ağustos ayı sonunda Bakü’den Süleyman Sami’nin gelişi ile birlikte YOC ile yollarını ayıran ve artık TKF adını kullanmaya başlayan Türkiye Bolşevik Komünist Partisi Sovyet Temsilcisi Upmal’in gelişi ile yeni bir merkez komitesi seçip, çalışmalarını sürdürmekteyken, 18 Ekim’de Resmi TKF’nin kurulması ve diğer bütün partilerin ve faaliyetlerin yasaklanması üzerine büyük bir çelişki içinde kalmışlardır. İllegal olarak faaliyetlerine devam edeceklerdir ya da resmi partinin içinde yer alıp eriyeceklerdir. Nazım Bey ve arkadaşlarına resmi TKF içinde yer almaları için çok ciddi baskı yapılmıştır. Yeşil Ordunun çöküşünün tanığı olan ve kendisinin de çökmekte olduğunu gören gizli TKP, YOC’nin geri kalan merkez komitesi üyeleri ile Mecliste radikal politika izleyen kimi halkçı mebuslarla anlaşarak açıktan çalışmaya geçmeye karar vermişlerdir. Resmi TKF’ye gitmeyen Mebuslar gizli bir partinin üyesi olamazlardı bu yüzden yasal bir parti gerekliydi. 7 Aralıkta Dâhiliye Vekâletinin verdiği izinle Türkiye Halk İştirakiyun Partisi kuruluyordu. İsimde hem Halk Zümresinin vazgeçemediği Halk sözcüğü yer almaktaydı hem de Azerbaycan’da Komünizm yerine kullanılan İştirâkiyun kelimesi yer almaktaydı. Fakat bu adımlar Nazım Bey ve Şeyh Servet’in ileride başını çok ağrıtacaktı.9

O tarihlerde taktiksel olarak atılan bu adımlar, doğu sınırındaki vilayetlerin alınması, Sovyetlerle yapılan anlaşma ve Londra Konferansına Ankara hükümetinin çağırılması sonucunda rüzgâr tersine dönecektir.

MUSTAFA SUPHİ VE ARKADAŞLARININ KATLEDİLMESİ

Bakü’de kurulmuş olan TKP ise ülkeye dönüş yapmak istemektedir. Bolşeviklere yaptıkları ilk müracaatı reddedilen TKP bir sefer daha Mustafa Suphi Başkanlığında bir heyet ile dönüş için izin ister. Doğuda Türk ordusunun yürüyüşü karşısında telaşlanan Bolşevikler, 23 Kasım’da Kafkas Bürosunu toplantıya çağırırlar. Bu toplantıda konuşan Orçonikidze, kendi sınırlarına yanaşan Türk ordusu ve Mustafa Kemal Paşa’ya hiç güvenmemektedir. Ankara’nın Gürcüler ile anlaşma yaptığını, Ermenileri de anlaşmaya zorladığını düşünmektedir. Bu telaşla ilk kez Mustafa Suphi’yi muhatap almaktadırlar. Ankara ve Mustafa Kemal ile ilgili sorular sormaya başlarlar. İşte bu fırsattan istifade eden Mustafa Suphi dönüş iznini koparmıştır. Aynı zamanda Moskova 30 Kasım’da iyi niyet göstergesi olarak Ankara’ya 50.000 Ruble yardım göndermiştir.10

Mustafa Suphi 1913 yılında Sinop’a sürülmüş, 1914 yılında buradan Kırım Bahçesaray’a kaçmış, Rusya’da kalmıştı. 1917 yılında onu devrimci bir kimlikle görüyoruz. 1920 yılı Mayıs ayında Türkmenistan’dan Bakü’ye geliyor ve faaliyetlerine orada devam ediyordu. 10 Eylül 1920’de Bakü’de “Türkiye Komünist Teşkilatları Kongresini” düzenleyerek Türkiye Komünist Partisinin kuruluşunu yapıyordu. Bu Parti Enternasyonal tarafından tanınan bir partiydi ve bir defa reddedilmesine rağmen artık Anadolu’ya dönüp orada açık faaliyet yürütmek istiyordu. Fakat işin kötü tarafı durum Suphi’nin zannettiği gibi değildi, Ankara’da hava Komünistlerin aleyhine dönmeye başlamıştı. İşin ilginç yönü Mustafa Suphi’ye ne Ankara güveniyor ne de Komintern güveniyordu. Sultangaliyev bunu kendi hatıralarında açıklıkla ifade ediyordu.11 Bu koşullar altında TKP heyeti 19 Aralık’ta Bakü’den yola çıkıyordu. 28 Aralık’ta Rusya’nın ilk resmi Büyükelçisi Mdivani ile birlikte Kars’a varıyorlardı.12

Bu arada Ankara’da bulunan Sovyet temsilcisi Upmal’in dönmeden önce Mustafa Kemal’le yaptığı görüşme çok gergin geçmiş ve iki tarafta birbirine sert sözlerle ithamlarda bulunmuşlardı. TKP heyeti 18 Ocak 1921’e kadar Kars’ta bekletilmişlerdi. Ankara, Kazım Karabekir’e verdiği talimatla, onları önce Erzurum’a göndermesini istemiş. Daha sonra ise Erzurum’dan Trabzon’a gönderilerek, sınır dışı edilmeleri talimatını vermiştir. 18 Ocak’ta zorla trene bindirilerek Erzurum’a gönderilen heyet 22 Ocak’ta Erzurum’a varmıştır.

Bu arada THİF’na karşı operasyonlar başlar, 11 Ocak tarihinde Yeni Dünya ve Emek gazeteleri kapatılır. Parti üyeleri tutuklanmaya başlar. Partinin üyesi olan Bursa Mebusu Şeyh Servet hakkında 22 Ocak tarihinde görevlendirildiği Diyarbakır İstiklal Mahkemesine giderken yol boyunca Komünizm propagandası yaptığı gerekçesi ile Mecliste gizli görüşme yapılır ve alınan kararla geri çağırılır.

Bu arada Mustafa Suphi ve arkadaşları askerler eşliğinde yol boyu o kış günlerinde yaya bir şekilde Trabzon’a doğru yola çıkarlar. Yol boyunca birçok yerde saldırılara maruz kalırlar. Hemen hemen aç ve susuz şekilde Trabzon’a varırlar. Jandarmanın topladığı bir kalabalık onları karşılar. 28 Ocak günü Trabzon’dan dayak ve hakaretlerle, aç susuz zorla motora bindirilen heyet, 29 Ocak akşamı Karadeniz’de katledilir13 2 Şubat 1921 yılında Türkiye Halk iştirakiyun Fırkası kapatılır ve Nazım Bey’in dokunulmazlığı kaldırılır. 21 Şubat’ta yapılacak olan Londra Konferansına davet edilen Ankara hükümeti, konferans öncesi mıntıka temizliği yapmıştır. Tokat Mebusu Nazım Bey yargılandığı İstiklal Mahkemesi tarafından, 12 Nisan tarihinde tutuklanır. Üstüne atılı suçlardan birisi de hem Ruslara hem de İngilizlere casusluk yapmasıdır. Mehmet Şükrü ve Şeyh Servet Efendiler ise tutuklanmazlar ama milletvekillikleri düşer.

TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİNDE MUHALEFET

23 Nisan 1920 tarihinde açılan Birinci Meclisin en önemli yanı belki de Cumhuriyet tarihinin en renkli meclisi olmasıdır. Ülkenin her yerinden insanlar çok değişik fikirlerle ama ana gaye ülkede var olan işgalin bitirilerek bağımsızlık mücadelesini vermek üzere toplanmışlardır. Hiçbir üyenin bunun dışında bir amacı olacağını düşünmüyorum. Her üye kendi bildiğince bu mücadelenin içinde yer almıştır. Öncelikle bu mücadelenin içinde yer alan vekillerle ilgili birkaç istatistiki bilgi vererek başlayayım.

Toplam 437 mebusun 349’u yeni seçilmiş üyelerden oluşurken, Meclis-i Mebusan kökenli mebusların sayısı 88’dir. Bir başka deyişle, TBMM üyelerinin % 79,9’u yeni seçilmiş, % 20,si de İstanbul’dan gelmiştir. TBMM’ndeki mebuslar toplam 66 seçim çevresini temsil etmektedir. Seçim çevreleri livalardır ve bunlar da coğrafi açıdan 9 bölgeye ayrılmaktaydı. Orta-Kuzey Anadolu, Ege Bölgesi, Marmara Bölgesi, Akdeniz Bölgesi, Kuzey-Doğu Anadolu, Güney-Doğu Anadolu, Karadeniz Bölgesi, Orta-Doğu Anadolu ve Orta-Güney Anadolu Bölgesi. TBMM üyeleri içinde işgale uğrayan livaları temsil eden mebusların oranı % 43.7, işgale uğramayan livaları temsil edenlerin oranı ise % 56.3’tü. 355 mebusun yaş ortalaması 42.8 olarak belirlenmektedir. Tüm mebusların % 25.4’ü bir Yüksek Öğretim kurumunu bitirmiştir. % 4.8’lik bölüm harp akademisi mezunudur. Rüştiyeyi bitirenlerin oranı % 20.8 iken, medreselerde öğrenim görenler % 18.5’lik bir grup oluşturmaktadır. TBMM üyelerinin % 8.7’si İdadi, % 2.3’ü Sultani, % 1.6’sı Meslek Okulu, % 6.9’u Harbiye bitirmiş, % 7.3’ü Özel Eğitim görmüştür. Herhangi bir eğitim kurumunu bitirmeyen ya da eğitim düzeyleri hakkında bilgi olmayan mebusların oranı da % 14,6’dır.14

İlk Meclis kategorik olarak şöyle bir ayrıma tabi tutulur. İlk Grup Mustafa Kemal Paşa ve onun çevresinde hareket eden 1. Grup; Diğeri Muhalif durumda bulunan 2. Grup ve son olarak da zaman zaman oylamalarda her iki tarafta da hareket etmekte bir beis görmeyen fakat genelde bağımsız kalan bir grup vardır.

Aslında bu bölünme daha Meclisin açıldığı ilk günlerden itibaren başlamıştır diyebiliriz. Her iki grubun içinde de İttihat ve Terakki fırkasından gelenler vardır. Her iki grubun içinde hem yeni seçilenler hem de Meclis-i Mebusan’dan gelenler vardır. O yönden her iki grupta bir heterojenlik ihtiva ederler.

“Birinci Meclis, kuvvetler birliği ilkesinden hareketle, yasama, yürütme ve yargı gücünü Meclis’in elinde bulunduran meclis hükümeti sistemini benimsemiştir. Tunaya’nın da belirttiği gibi, ‘1920 yılında, Türklerin bağımsızlık savaşını yürütebilmek, yeni bir devlet kurabilmek için seçtikleri hükümet şekli, Meclis Hükümeti sistemidir. Fransız ihtilalinin ünlü meclisi Convention’dan (Konvansiyon) adını alan bizim sistemimiz, aslında bir ihtilal rejimidir ve Convention’dan fazla sürmüştür.”15

24 Nisan 1920’de Mustafa Kemal Paşa, Mütarekeden Meclis’in açılışına kadar geçen süredeki gelişmeleri özetlediği ünlü nutkunu okumuştur. Mustafa Kemal Paşa, nutkunun sonunda hükümet kurulmasına yönelik önergesini açıklamıştır. Aynı gün, açık olarak yapılan 5. oturumda Meclis Başkanlık Divanı seçimleri yapılmıştır. Erzurum Kongresi’nden başlayarak, tüm yerel direniş örgütlerini A-RMHC bünyesinde merkezileştiren, Heyet-i Temsiliye başkanı olarak sivrilen ve ulusal direniş hareketinin tartışmasız lideri konumuna ulaşan Mustafa Kemal Paşa, kullanılan 120 oyun 110’unu alarak, Meclis Reisi seçilmiştir. Meclis ilk kanun olarak da Hıyanet-i Vataniye kanununu çıkarmıştır. İlk tartışmalar Hükümet edecek olan İcra vekillerinin seçimi usulü meselesinde olmuştur.

Mecliste daha sonra muhalefette yer alacak ve onun liderliğini yapacak olan Hüseyin Avni Bey, Salahattin bey gibi mebuslar seçilecek adayların meclis tarafından aday gösterilmesi ve yarıdan bir fazlanın oyunu alan Vekillerin seçilmesini isterlerken, birinci grup Meclis başkanının göstereceği adaylar arasından seçilmesi ve onlar arasında en çok oyu alanın Vekil olarak görev yapmasını istemişlerdir.

Daha önce de bahsettiğim gibi birinci usulde yapılan oylama sonucu seçilen Tokat Mebusu Nazım Bey, Mustafa Kemal tarafından istifa ettirilerek yerine Refet Bey seçilmiştir. Burada muhalefetin özellikle üzerinde durduğu husus Meclisin iradesinin yerine hiçbir gücün geçmemesi hususudur. Meclis iradesinin bir kişiye devri konusunda başından itibaren hep itiraz etmişlerdir. 2 Mayıs 1920’den, 4 Kasım 1920’ye kadar Heyet-i Vekile’nin seçimi, değiştirilmesi, yerine vekâleten yapılan atamalarda usul Meclisin aday göstermesi iken 4 Kasım itibarı ile bu sistem Yürütmenin de başı olan Meclis Reisinin göstereceği adaylar arasından yapılacak olan seçimlerle belirlenmeye başlamıştır ve bu muhalefet tarafından çok yoğun bir eleştiriye tabi tutulmuştur. Aslında Birinci Meclisin tartışma konularının en önemli maddelerinden biri haline gelmiştir. Meclisin nasıl seçileceği ve Meclisin görevleri ile ilgili kanun yapılırken Meclisin yetkileri konusu görüşüldüğünde Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey şöyle bir konuşma yapmıştır.

“Meclis’in yetkilerini saymak yerine Meclis’i her şeye hâkim kılmak, buna karşılık Heyet-i Vekile’nin görevlerini saymak gerekir”16

Mustafa Kemal Paşa bir lider olarak sivrilmişti. Meclis Başkanı olarak hem yasama, hem de Anayasa’nın 9. maddesinin verdiği yetkiye dayanarak yürütmenin başkanlığını elinde bulunduruyordu ve bu sıfatla gerek Meclis gerekse Heyet-i Vekile’nin kararlarını onaylama hakkına sahipti. Ayrıca, vekillerin seçilme şekline ilişkin kanunda yapılan değişiklikle, sadece birlikte çalışmayı arzu ettiği kişileri vekil seçtirme imkânını da elinde bulunduruyordu. Mustafa Kemal Paşa, bu ortam içinde, başından beri Meclis’in büyük çoğunluğundan destek görmekle birlikte, Meclis’te kendisine yakın mebuslardan bir grup oluşturarak, Meclis desteğini örgütlü bir yapı içine sokmayı tasarladı.

“Meclis’te particilik reddedilmekle ve tüm mebuslar tek bir gaye etrafında toplanmakla birlikte, birbirlerine yakın mebuslar zamanla bir araya gelerek, ortak hareket etmek üzere çeşitli gruplaşmalar içine girmiştir. Mustafa Kemal Paşa, Nutuk’ta 1920 yılının ikinci yarısında Meclis’te kurulan bu ilk grupların Tesanüd Grubu, İstiklal Grubu, Müdafaa-i Hukuk Zümresi, Halk Zümresi ve Islahat Grubu olduğu belirtmekte ve bu grupların isimlerini saydıktan sonra bunların dışında, isimsiz olarak, özel amaçlı kimi küçük örgütlerin de faaliyet gösterdiklerini anlatmaktadır.”17

Mecliste başından beri bir muhalif grubun bulunması bunların birçok konuda, özellikle yetkilerin tek elde toplanıp kullanılması yönünde hassasiyet göstermeleri ve engel çıkarmaları Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları tarafından engellenmek isteniyordu ve böylece mecliste bu yönlü bir gruplaşmaya gittiler ve üstelik gruplaşmaları hiç hoş karşılamadıklarını söylemelerine rağmen böyle bir işlem yapmış oluyorlardı! Bunu niye yaptıklarını 1923 yılında İzmir’de gazetecilere verdiği mülakatta şöyle anlatır.

“Blok halinde bulunan bir Meclis bir gün oldu beş parçaya ayrıldı. Fakat böyle sağ ve sol cenah şeklinde değil, hissi, şahsi, fikri, çeşitli nedenlerden dolayı çeşitli parçalara ayrıldı ve hiçbirisinde de bir karar sağlayabilecek çoğunluk mevcut olmadı. Zaman zaman bazen birleşirlerdi. Fakat çoğunlukla birbirlerinden ayrı olarak çalışırlardı. Ve hükümet mevkiinde olan ve Heyet-i Vekile içinde bulunan arkadaşlar olağanüstü zor durumlarla karşılaşıyorlardı. Çünkü yürütme yetkisine sahip olan bu Meclis’e birçok önemli meseleleri danışmak, oradan karar almak zorundaydılar. Hâlbuki en basit meselelerde bile Meclis’ten karar almak imkânı kalmıyordu. Ben bunu çok tehlikeli gördüğümden bir tedbir düşündüm ve hatırıma gelen şey bu ufak parçaları birleştirmek ve bir grup haline koymak oldu. Ona teşebbüs ettim. Bunlarla önce teker teker ve ardından toplu halde görüşmek suretiyle Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu ile bir grup yaptık. Ve o gruba esas program olmak üzere gösterdiğimiz iki nokta vardır. Birincisi Misak-ı Milli, ikincisi Anayasa.”18

“Grubun amacı, içtüzük tasarısının program olarak kabul edilen esas maddesinde, Misak-ı Milli çerçevesinde ülkenin tamamını ve milletin istiklalini sağlayacak barışa ulaşmak; bu amaçla bütün maddi ve manevi kuvvetleri gereken hedeflere yöneltmek ve devlet ve milletin teşkilatını Teşkilat-ı Esasiye Kanunu dairesinde şimdiden peyderpey tespit ve hazırlamaya çalışmak olarak açıklanıyordu.

Oysa açılışından beri Meclis’te bu gayeye karşı çıkan herhangi bir mebus olmadığı gibi, Lozan Konferansı sırasında Misak-ı Milli’den taviz verilmesine karşı çıkanlar grup dışında bırakılan ve daha sonra İkinci Grup’u kuran mebuslar olmuştur. Tek parti döneminin bütün katılığıyla sürdüğü 1934’te yayınlanan resmi bir tarih kitabında bile, o dönemle ilgili olarak şöyle denilmektedir: ‘Birinci Büyük Millet Meclisi böyle maksat ve cereyanlara kapılmış ve muhtelif grup ve zümrelere ayrılmış bulunduğu zaman bile esaslı bir noktada yekpare bir kütle halinde bulunuyordu; o esaslı nokta, malum olan milli hudut dâhilinde Türk Vatanının tamamiyeti ve Türk Devletinin tam istiklali umdesi idi.” 19

İşte yukarıda sayılan gerekçelerle kurulan bu grup 10 Mayıs 1921 günü hayata geçirilmiştir. Aslında grubun kurulmasının ana gayesi muhalefeti oylamalarda çoğunluk yoluyla devre dışı bırakmaktı. Tabi bu durum muhalefette büyük bir tepkiye yol açmıştır. Hüseyin Avni Ulaş, önce konuyla ilgili bir önerge vermiş ve sonra kürsüye gelerek şunları söylemiştir.

“Yarın Anadolu’da Millet Meclisi’nde bu gayeye muhalif insan varmış diye başka bir şekilde zehap hâsıl olur. Hâlbuki Meclis’te buna muhalif kimse yoktur. Bu gaye etrafında ben ve bütün arkadaşlarım bu ana kadar çalıştık. Yoksa şimdiden sonra çalışılacak değil. Bugüne kadar meclis o gaye üzerinde çalışmıştır. Bu program Heyet-i Umumiyemize aittir. Biz bunu kabul ederiz. Cihan bilsin ki, mecliste buna muhalif kimse yoktur. Bunu ilan ediyorum. Bu benim için en esaslı bir vazifedir.”20

İşte Birinci Mecliste yani Cumhuriyetin kurucu meclisinde durum bu şekilde cereyan ediyordu. Mustafa Kemal paşa ve arkadaşları mecliste bulunan azınlık bir muhalefete dahi tahammül edemeyip böyle bir grup kurma yoluna gidiyorlardı. Bütün bir meclis dönemi boyunca bu itirazlar durmamıştır. Muhalefet hep bir tek adam diktatörlüğüne gidildiğine dair şüphe taşımıştır. İşte belki de o yüzden çok hassas dönemlerden geçerken Başkumandanlık Kanununa, Sakarya Savaşı öncesi destek veren grup, daha sonra her uzatma isteminde tartışmayı daha da arttırmıştır.

Bu dönem boyunca İkinci Grubun en etkili Mebusları, Erzurum Mebusu Hüseyin Avni (Ulaş) Bey, İçel Mebusu Salahattin (Köseoğlu) Bey, Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey, Sivas Mebusu Kara Vasıf Bey, gibi mebuslardır.

“İkinci Grup’un kurucularından Mersin mebusu Salahattin (Köseoğlu) Bey, 1946 yılında Mesuliyet dergisine yazdığı ‘Birinci Büyük Millet Meclisi’nde İkinci Grup’ başlıklı makalesinde, İkinci Grup’un kuruluş nedenini ve amaçlarını tamamen Birinci Meclis içindeki uygulamalar çerçevesi içinde açıklamaktadır. Salahattin Bey, İkinci Grup’un ‘otokrat şef usulü bir idareye’ karşı çıktığını, esas ilkelerinden birinin ve başlıcasının ‘şahsi hâkimiyetler yerine kanuni hâkimiyetler ikamesi’ olduğunu belirtmektedir. Salahattin Bey, Grup’un Başkumandanlık Kanunu ve vekil seçimlerinde aday gösterme yöntemi başta olmak üzere Meclis’te bu ilkelere aykırı bulduğu uygulamalara karşı çıktığını da anlatmaktadır.

İkinci Grup’un bir başka kurucusu Hüseyin Avni (Ulaş) Bey, 30 Nisan 1923’te Tevhid-i Efkar gazetesine verdiği demeçte Grup’un, üye sayısı 35’e ulaşınca, 16 Temmuz 1922’de, ‘hal için gaye ve maksat olmak üzere’ üç maddelik bir program yaptığını açıklamıştır. Bu üç madde şunlardı:

  1. Misak-ı Milli dairesinde vahdet ve istiklal-i millinin istihsal ve temini,
  2. Kavanin-i mevcudenin hakimiyet-i milliye esasına göre tadil ve ıslahı,
  3. Hukuk-ı umumiyenin masuniyet ve muhteremiyeti.

Programın Misak-ı milli çerçevesinde milli birlik ve bağımsızlığa ulaşılmasını amaçlayan ilk maddesiyle, mecliste tüm mebusların üzerinde görüş birliği içinde bulundukları ve Birinci Grup’un programında da yer alan ilke bir kez daha vurgulanmaktadır. Mevcut kanunların Milli egemenlik ilkesine göre değiştirilmesi ve düzeltilmesini öngören 2. maddenin asıl hedefi, Başkumandanlık ve İstiklal Mahkemelerine ilişkin kanunlarla, vekillerin seçim şekline ilişkin kanundur. Bu konunun programda ayrı bir madde olarak yer alması, muhaliflerin bu kanunlara karşı tepkilerindeki kararlılıklarını göstermektedir. Herkesin hukukunun dokunulmazlığı ve saygınlığını sağlamayı hedefleyen 3. madde ise, muhaliflerin temel hak ve özgürlükler konusundaki duyarlılığının, Grup programına yansımasıdır.”21

Birinci Meclis, Kurtuluş savaşını kazanmış, Lozan barış anlaşmasını yapmış ve Cumhuriyeti kurmuş bir meclistir. Belki de Cumhuriyet tarihinin kuruluş evresini bugüne kadar görülmedik biçimde demokratik bir ortamda geçirmiştir. Ülkenin o kritik dönemlerinde yer alan ve muhalefet ederek daha demokratik bir ülkenin önünü açmaya çalışan bu küçük gruba dahi tahammül edilememiştir. Ali Şükrü Bey’in 27 Mart 1923 tarihinde ortadan kaybolması ve 2 Nisan’da cesedinin bulunması bu tahammülsüzlüğün en önemli göstergelerinden birisidir. Sonuç itibariyle bu muhaliflerin bir daha seçilmemesi için her türlü ortam hazırlanmış ve hiçbir muhalif bir daha mecliste yer alamamıştır. Yapılan seçim kanunu tam da bu ortamı hazırlamıştır.

Terakkiperver Serbest Cumhuriyet Fırkası kurulduktan sonra onun içerisinde siyaset yapmak isteyen Hüseyin Avni Bey gibi kişiler olmuşsa da önce Şeyh Sait isyanının patlak vermesiyle getirilen Takrir-i Sükun Kanunu ile birlikte parti kapatılmış ve Hüseyin Avni Bey’de bir çok diğer muhalif gibi tutuklanmıştır. Üstüne İzmir Suikasti davasıyla, Kazım Karabekir ve diğer İttihatçı muhaliflerde denklemin dışına çıkarılmış, Ziya Hurşit ve Canpolat gibi fedai İttihatçılar asılarak, İttihat Terakki’nin muhalif kanadı da susturulmuştur ama İttihat ve Terakki’nin ruhu asla ölmemiş ve bir gölge halinde Türkiye Cumhuriyeti üzerinde dolaşmaya devam etmektedir. Bunu daha sonra tek parti iktidarında da, bu partinin içinden çıkan Demokrat parti iktidarında da görmeye devam edeceğiz.

SONUÇ

Buraya kadar, Mustafa Kemal Paşa ve etrafındakilerin Cumhuriyeti kurarken muhaliflere karşı mücadelelerinde herhangi bir muhalif mecra ya da organa karşı tahammül gösterememelerini ve onları siyaseten yok etmelerini anlatmaya çalıştım. Bu noktada şunu belirtmekte fayda var, örneğin o gün azınlıkta olan Komünistlerin ya da muhaliflerin çoğunluk oldukları takdirde aynı şekilde davranmayacaklarının hiçbir garantisi yok hatta belki de daha şiddetli bir şekilde davranacaklardı. O zaman insan ister istemez ülkenin esas derdinin eleştiriye tahammülün olmaması yani demokrat tavrın, diyaloğun gelişmemesi olduğu görülüyor. Önemli olanın güçlerin birliği değil, güçlerin çatışmaları aşarak ortak bir noktada buluşmayı becerebilmelerinin olduğunu düşünüyorum.

Sonuç olarak eğer ülkede 1919 yılı ile 1925 yılları arasında o çok olmayan, taban teşkil etmeyen Komünist ve belki Muhafazakâr, belki Liberal muhalefeti ezip yok etmek yerine yaşama şansı verilseydi biz bugün nasıl bir memlekette yaşardık acaba diye kendime sorular soruyorum. O zaman işte tam da bugünlerde yaşadığımız, kutsallık örtüleriyle sarılmış bir devletin içinden böyle pislikler mi fışkırırdı yoksa daha şeffaf ve daha demokratik bir ülkede yaşama şansı mı bulurduk? Bu benim için çok hayati bir soru ve ben bu soruyu sormaya devam edeceğim.

Kaynakça

Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi, s.20, Devrim ve Savaş Yılları: 1908- 1922

Birinci Mecliste Muhalefet, İkinci Grup, Ahmet Demirel, Vekillerin seçilme yönteminde değişiklik, s.178

Emel Akal; Mustafa Kemal, İttihat terakki ve Bolşevizm; İttihat terakki ve Komitacılık, s.42

Emel Akal; Mustafa Kemal, İttihat terakki ve Bolşevizm; Mustafa Kemal ile Talat Paşa Mektuplaşması, s.210-211

Emel Akal, İştirakiyuncular, Komünistler ve Paşa Hazretleri, Mustafa Kemal’den Lenin’e Mektup, s.49

Emel Akal, İştirakiyuncular, Komünistler ve Paşa Hazretleri, Yeşil Ordu Cemiyeti, s.61

Ahmet Demirel, Birinci Mecliste Muhalefet, İkinci Grup, En büyük adım,Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, s.185-186

Emel Akal, İştirakiyuncular, Komünistler ve Paşa Hazretleri, Resmi TKF, s.281

Emel Akal, İştirakiyuncular, Komünistler ve Paşa Hazretleri, Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası, s.290

Emel Akal, İştirakiyuncular, Komünistler ve Paşa Hazretleri, TKP toplantıya çağırılır, s.322

Emel Akal, İştirakiyuncular, Komünistler ve Paşa Hazretleri, Şark Harekâtı, s.320

Emel Akal, İştirakiyuncular, Komünistler ve Paşa Hazretleri, Suphi ve yoldaşları Kars’ta, s.341

Emel Akal, İştirakiyuncular, Komünistler ve Paşa Hazretleri, TKP üyelerinin Trabzon’da öldürülmesi, s.420

Ahmet Demirel, Birinci Mecliste Muhalefet, İkinci Grup, İstatistiklerle Birinci Büyük Millet Meclisi, s.85

Ahmet Demirel, Birinci Mecliste Muhalefet, İkinci Grup, BMM Rejiminin temelleri, s.155

Ahmet Demirel, Birinci Mecliste Muhalefet, İkinci Grup, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, s.202

Ahmet Demirel, Birinci Mecliste Muhalefet, İkinci Grup, Mecliste ilk gruplaşmalar, s.210

Ahmet Demirel, Birinci Mecliste Muhalefet, İkinci Grup, ARMHC Grubunun kurulması, s.213

Ahmet Demirel, Birinci Mecliste Muhalefet, İkinci Grup, Gruba Alınanlar, Grup Dışı kalanlar, s.217

Ahmet Demirel, Birinci Mecliste Muhalefet, İkinci Grup, Gruba Alınanlar, Grup Dışı kalanlar, s.219

Ahmet Demirel, Birinci Mecliste Muhalefet, İkinci Grup, İkinci Grup’un Temel Görüşleri ve Programları, s.396

Vatan Kavramı ve Yurtseverlik Üzerine Bazı Dikkatler

Türk milleti, hürriyetine kapitalist kuşatmayı aşarak kavuşabilir. Hür olmadığını biliyor mu, emin değilim. Bunu bilmek ve kuşatmayı kırmak üzere harekete geçmesi aynı zamanda bir millet olduğunun kanıtı olacak. Türkçemizin çok güzel bir deyimi var: Ayak…

Dünden Bugüne Bağımlılık ve Dünya-Sistemi Teorileri – Hala Geçerli mi? (I)

Hem bir kalkınma politikası olan hem de gelecek tahayyülü sunan bağımlılık teorisine olan inanç, 1970lerden bu yana yavaş yavaş azaldı. Öte yandan, bağımlılık ekolünün mirasçısı, modern dünya-sistemi perspektifi canlılığını bir nebze de olsa korudu; kurucu…

Yunus Emre Aslında Ne Dedi? Kapitalist Modernliğin Eleştirisi

Kenan Göçer hocamızla sohbetimizin bu son bölümünde bugünün kurumlarının, değerlerinin ve yaşam pratiklerinin eleştirisini yaparken ve alternatiflerini düşünürken Yunus Emre düşüncesi ve Melami gelenekten neler öğrenebileceğimizi konuşuyoruz.   Yurtseverce: Yunus Emre ve Melamilik okumanızda birikimi…

İzmir Saldırısı Üzerine

HDP İzmir il binasının basılarak parti çalışanı Deniz Poyraz’ın vahşice öldürülmesi üzerine Müteşekkir Türk Yurtseverleri olarak bu cinayeti ve bu cinayete zemin sunan söylemleri kabul etmediğimizi duyurmak üzere bu kısa açıklamayı yapma gereği duyduk. Muhalifleri…

“MİLLET GERÇEĞİ”

Mihri Belli’nin 1969 yılına ait bir konuşmasının dökümünü Yurtseverce’de iktibas ediyoruz. Bu yazı, milliyetçi bir dili benimseyen yapısına şerh düşülmek koşuluyla ulus temelli siyaset ve antikapitalizm arasında bir ilişkiyi kuran vurguları bakımından öncü bir nitelik…