Türkiye’de Tarihsel Olarak Merkeziyetçiler Milletçiler Çatışması

Tahmini Okunma Süresi: 9 dakika

İdris Küçükömer’in önemi, problemlerin çözümünü geniş halk kitlelerinde görmesindedir. O dönemin memleketteki sol dünyasının ekseriyeti özellikle zinde güçler denilen ordu ve bürokrasinin ele ele vererek yapacağı bir ihtilalle memleketin düzeleceğini düşünürken, Küçükömer tam aksine halk kitlelerinin kendi göbeklerini kendilerinin kesmesinden yana bir tavır almıştır. Onun esas değeri tam da bu anlayışındadır.

Türkiye kusurların fazilet diye
yutturulduğu bir ülkedir.
İdris Küçükömer, Cuntacılıktan Sivil Topluma

İnsanlar, belirli bir ölçüde iyilik,
yetenek ve kişilik sahibi olmanın
yeteceğini, fakat servet, erk, mülk, ün
ve benzerlerinin ardında koşulmasına
konulmuş bir sınır bulunmadığını sanırlar.

Aristo – Politika

(1)

Bu yazıyı yazmaya hazırlandığım günlerde Danıştay İdari Dava Daireleri Başkanlığı, Belediyelerin İştiraklerine yönetici atama yetkisini Belediye başkanlarının elinden alarak o ilin belediye meclisine devredildiğine dair karar aldı. 31 Mart ve 24 Haziran 2019 tarihlerinde yapılan ve iktidarın ülkenin önemli şehirlerini kaybettiği yerel seçimin ardından, Cumhurbaşkanı elindeki anketleri de görerek halkı muhalefete oy vermekten caydırmak için ‘Seçilseler ne olur, onlar zaten görev yapamayacaklar. Hepsi topal ördek olacak’ minvalinde sözler söylemişti. Muhalefeti yerelde çalıştırmamak için seçimin hemen ardından başlayan HDP’nin elindeki belediyelere yapılan kayyum atamaları bunun ilk adımı olmuştu. Muhalefet belediyelerine kamu bankalarından kredi verilmemesi, sonra da pandemi başladığında belediyelerin elinden alınan yardım toplama yetkisi ve toplanan yardımlara el konulması bunun ikinci adımı oldu. Bu gelen mahkeme kararı da bu işin en son adımı oluyor. Bunun bir adım sonrası da belediyeye ait taşınmazların mahkeme kararları ile merkezi kurumlara ya da bir takım vakıflara devridir. Nitekim Gezi Parkının ismi cismi bilinmeyen bir vakfa devri böyle bir iş olmuştur. Tabi iktidar batı illerinde, HDP belediyelerine kayyum atamada kullandığı terör gerekçesini muhalefetin elindeki belediyelere uygulayamıyor ama onları çalıştırmamanın yollarını dolaylı olarak bu şekilde yapıyor. ( Geçmiş dönemde FETÖ gibi ya da yolsuzluk gibi bir takım gerekçelerle bazı belediye başkanları görevden alındı.) Şimdi bu konuda da itirazlar ve karşı çıkışlar olacak fakat günün sonunda bu işin geri dönüşü olmayacak gibi görünüyor. İşin kısacası 31 Mart’ta el değiştiren belediyeler aslında el değiştirmemiş olacak. Bu ise ülkemizdeki siyasetin ve sistemin ne kadar merkeziyetçi olduğunu bir kez daha hepimize gösteriyor.

Peki, bu olanlar bugüne dair bir şey midir? Elbette ki hayır, bu bizim aşağı yukarı iki yüz yıllık siyasi tarihimizin yeni bir aşamasıdır. İdris Küçükömer ( 1 Haziran 1925-5 Temmuz 1987), benim çok etkilendiğim ve fikirlerinden yararlandığım önemli bir düşünce insanıdır. 1960’lı yıllar boyunca Yön ve Ant dergilerinde yazıları yayınlanmış, 1973 yılında ara verdiği yazılarına on yıl sonra Yeni Gündem’de devam etmişti. Özellikle eleştiri oklarını Cumhuriyetin kurucu partisi olan CHP üzerinde yoğunlaştırması, o günün devlet ve akademisinde tepki ile karşılanmıştı. Öyle ki Profesörlük hakkı, İstanbul Üniversitesi Senatosunca onaylanmamış ve ancak on yıl sonra mahkeme kararı ile bu unvanı alabilmişti.

Aslında İdris Küçükömer, ülkemizde ârafta kalmış, derdini çok da anlatamamış biridir. Kendisine Allah’tan rahmet diliyorum. Bu yazımızda ve takip edecek yazılarda onun düşünceleri ve fikirleri çerçevesinde bir tarih turu yapmak niyetindeyim.

Öncelikle o meşhur kitabı ‘Düzenin Yabancılaşması’ üzerinden yapmış olduğu sınıflandırmayla başlayacak olursak. Aşağıda ki tabloda görüleceği gibi kendince Türkiye için siyasi yelpaze oluşturuyor.

“SOL YAN

  • Yeniçeri-esnaf-ulema birliğinden gelen doğucu- İslamcı halk cephesine dayanan:
  • JÖN TÜRKLERİN PRENS SABAHATTİN KANADI HÜRRİYET VE İTİLAF
  • İKİNCİ GRUP (Birinci Büyük Millet Meclis’inde Müdafaai Hukuk Cemiyeti’nde)
  • TERAKKİPERVER FIRKA SERBEST FIRKA
  • DEMOKRAT PARTİ ADALET PARTİSİ

SAĞ YAN

  • Batıcı-laik bürokratik geleneği temsil eden:
  • JON TÜRKLERİN TERAKKİ VE İTTİHAT KANADI
  • İTTİHAT VE TERAKKİ (Önce cemiyet sonra fırka)
  • BİRİNCİ GRUP (Birinci Büyük Millet Meclisi’nde Müdafaai Hukuk Cemiyeti’nde)
  • H. FIRKASI (PARTİSİ)
  • H.P-M.B.K. (Milli Birlik Komitesi)
  • H.P. (ORTANIN SOLU)”

Bu yelpazeyi oluşturduktan sonra şöyle devam ediyor:

“Bu tabloda gerek sol yandaki, gerek sağ yandaki blokta birbirini kronolojik sıra ile izleyen kuruluşları görüyoruz. Her blokta aşağıya doğru (zamanımıza kadar) taşınan tarihi bir misyon vardır. Tablonun sol yanı, yeniçeri-esnaf-ulema birliğinden gelen, gerçek ve büyük kitlesiyle İslamcı-doğucu cepheye dayanan kuruluşları göstermektedir. Sağ yanda ise devleti kurtarmak için daha çok batıcı-laik bürokratik geleneğin temsilcileri olan kuruluşları görüyoruz. Dikkat edilirse, sağ yanda bulunan grup için temsil eden, sol yanda bulunan grup için de dayanan ifadelerini kullandım. Gerçekten her iki tarafın başında da, bürokratları görmek kâbildir.”1

Bu tabloda kendine göre tarihsel bir sol ve sağ taraf sınıflaması yapıyor. Peki, ama o yıllarda genellikle sol olarak tanınan ve halen aynı ifadeyi bulan CHP’yi sağda, Demokrat Parti ve Adalet partisi gibi kapitalist ve liberal politikaları öne çıkardığı bilinen partileri solda göstermesinin altında yatan neydi, niye böyle kışkırtıcı bir şey yapmıştı?

Aslında yapmak istediği şey merkez, çevre kavgasını gündeme taşımaktı. Yani ülkeyi merkezden yönetmek isteyen bir azınlıkla, Âdem-i Merkeziyetçilerin kavgasını anlatmaya çalışıyordu. O yıllar için bu söylemler son derece radikal söylemlerdi. Yukarıda kendisinin ifade ettiği gibi aslında her iki tarafın temsilcileri ve kurucularının ağırlıklı bölümü sivil ve askeri bürokrasinin içinden gelen kişiler tarafından oluşturulmuştu. Benim için İdris Küçükömer’in önemi, problemlerin çözümünü geniş halk kitlelerinde görmesindedir. O dönemin memleketteki sol dünyasının ekseriyeti özellikle zinde güçler denilen ordu ve bürokrasinin ele ele vererek yapacağı bir ihtilalle memleketin düzeleceğini düşünürken, Küçükömer tam aksine halk kitlelerinin kendi göbeklerini kendilerinin kesmesinden yana bir tavır almıştır. Onun esas değeri tam da bu anlayışındadır. Çözümü milletin bulacağına olan inancındadır. Görmekteydi ki bu ülkede demokrasi, özgürlükler, eşitlik gibi kavramlarda bir dönüşüm yaşanacaksa bu halka rağmen olmayacaktı. Ancak milletin vereceği onay bu işin çözülmesini sağlayacaktı.

TARİHSEL SÜREÇ

İsterseniz filmi biraz geriye saralım ve Osmanlının ilk dönemlerine gidelim. Anadolu Türkmenlerinin büyük bölümü, 28 Temmuz 1402 yılında Osmanlılar ile Timur arasında olan savaşta kibirli Yıldırım Bayezit’in karşısında Timur’dan yana tavır almışlardı. 1153 yılında Selçuklu Sultanı Sencer’e karşı başlayan Büyük Oğuz isyanı sonrasında yeni bir yurt kurmak için Anadolu’ya göç etmeye başlayan Türkmenlerin bu toprakları yurt edinmesi ve o topraklar üzerinde kurulan devletlerde kendilerine yer tutma macerası Ankara savaşı sonrası akamete uğramaya başlamıştı. Biraz daha geriye gidecek olursak, arada Babailer isyanı da var. 1239 yılında Malya ovasında son bulan bu olay aslında her şeyin ilk kırılma noktasıydı.

Ankara savaşı sonrası, 11 yıl süren kardeşler arasındaki kavganın Musa Çelebi’ye karşı, Mehmet Çelebi tarafından kazanılmasının ardından Türkmenler yavaş yavaş iktidar çevrelerinden uzaklaştırılmış ve zaman içinde uğradıkları kıyım giderek şiddetlenmiştir.

2.Murat ve Fatih’le birlikte oluşturulan Yeniçeri Ocağı ve Enderûn Mektebinde kendisine yer bulamayan Türkmen, ileriki yüzyıllarda sadece Celali olarak anılmaya başlayacaktır. Kendisinden başka hiç kimseye güç vermek istemeyen saray hem silahlı gücünü hem de ilmi gücünü devşirilen çocuklar vasıtasıyla devam ettirecekti. 16. Yüzyıla geldiğimizde artık sadece sarayın sonsuz bir gücü vardı. Onu denetleyecek, dengeleyecek bir odak kalmamıştı. Şeyhülislamlık dâhil bütün kurumlar sadece Padişahın arzusu dolayısı ile hareket edebiliyordu. Bu da saray ile halk arasında büyük kavgalara yol açacaktı. Türkmenlere sadece tarım, savaşta askerlik ve vergi vermek düşecekti. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın dediği gibi bu halk ‘vergi verecek, ümük verecek, can verecekti.’

Osmanlı’da asıl üretim aracı olarak toprak Allah adına padişaha aitti. On altıncı yüzyılda şahıslara ait özel mülk ya da çiftlikler olsa bile mevcut içinde ihmal edilebilir bir düzeydeydi. Allah adına padişaha ait topraklar, has, tımar, zeamet verilenlerin tasarrufuna bırakılmıştı. Bunlar da padişaha biçimi ne olursa olsun, bu tarım alanlarında bir çeşit belli miktarda vergi verirlerdi. Bu alınan vergi, haslardan doğrudan, tımar ve zeametlerden belli miktarda sefere hazır asker beslemek suretiyle dolaylı olarak alınırdı. Yeniçerilerden ayrı olarak, üretim örgütü üstüne oturtulmuş bu çeşit askeri imparatorluk, devamlı bir yarı seferberlik halindeydi. Bu durum, Osmanlı devletinin üretime dâhil olmadan üretimden vergi alan asker-devlet yapısını göstermekteydi. Bu şekilde vergi toplayan padişah ise bir takım gruplara paye vermekteydi.

Bu paye verilenler öncelikle Ulema (ruhban) grubuydu ki, bunlar şeriatı öğreten ve uygulayanlardı. İkinci olarak yeniçeriler ve yardımcı ordu kuruluşları mensuplarıydı. Son olarak da Tımarlı sipahi, vs. diğer yöneticilerdi. Çalışanlar karşısında toprağın sahibi olarak bir üretim gücüne sahip sadece padişah vardı. Padişah sınıf olmadığı gibi, onun rütbe verdiği ve istediği zaman değiştirebildiği alt gruplara da bir sınıf olarak bakılamaz. Yani bu gruplar emekçi olmadıkları gibi üretim aracı sahibi de değillerdi. Osmanlılarda bu yönetici ve askeri grupların önemli bir özellikleri ise dışa kapalı olmamalarıydı. Yönetici ve askeri gruba girip orada rütbe alabilme yolları daima açık olmuştu. Bu rekabet düzeni o günkü mülkiyet düzeni içinde imparatorluğun gelişme çağında padişahın egemenliğini artırıcı bir unsur olacaktı.2

Üretim aracı sahibi olmadan artık üründen bir kısmı alabilmek ve bunu devam ettirebilmek, padişahla ters düşmemeye, ona sadık olmaya bağlıydı. Bu mevkilerin elde edilmesi kişiler arasında kalıcı değil, değişebilir nitelikte olması, bu yöneticiler arasında işbirliğini değil rekabeti beraberinde getirmekteydi. Bu durum kendi içinde bir denge oluşturuyordu ve dengenin devamı için de bir kural vardı o da sivrilen başın ezilmesiydi. Bu kural zaman zaman hem dengenin sağlanmasına, hem de kişilerde biriken servetlerin hazineye aktarılmasına yarayacaktı.  Tarımsal üretimin sürmekte olan yetersizliği, kalabalık nüfus ile birlikte büyük kitlelerin tüketim meselesini ön plana çıkarıyordu. Bu durumda, artık ürün alabilme konusunda küçük otorite ya da kuvvetlerin arasındaki rekabeti devam ettirememesine yol açıyordu. Ve sonuç olarak merkeziyetçi bir yönetimi ya da devleti zorunlu kılıyordu. Kısaca, Osmanlı mülkiyet biçimi ve ona bağlı insanlar arası ilişkiler, padişahın merkezi egemenliğinin kaynağı durumundaydı.3

Yönetici bürokratların elde ettikleri gelir, yeniden üretime gitmekten ziyade daha çok tüketime yönelik kullanılmaktaydı. Herkese açık olan bu yönetici grup, içlerinde bulundukları rekabetten dolayı elde ettikleri geliri yeniden üretime açmaktansa tüketime yönlendirmeyi tercih etmekteydi. Ulema ise kendi gelirini devam ettirebilmek için mevcut durumu tahkim ederek sürdürmek zorundaydı. O açıdan padişahla aynı menfaat grubu içinde yer alıyorlardı. Yeniçerilere gelince onlar tıpkı ahiler gibi başından itibaren, ayan, eşraf, lonca erbabı ve tekke ve dervişlerle iç içeydiler. Bunların arasında çok uzun süredir devam etmekte olan ticari bir ilişki vardı.

17. Yüzyılda saray içinde yaşanan ölümcül ayrışmalar, askeri ayaklanmalar ve birçok etken nedeniyle yüksek kademelere gelişi güzel atamalar yapıldı. Devlet kendi payını arttırmak amacıyla loncalar üzerinde denetimlerini arttırdı. Daha önceleri loncaların belirlediği üretim, dağıtım ve fiyatların belirlenmesi, devletin denetimi altına girdi. Bu arada enflasyondan negatif olarak etkilenen yeniçeriler, genelde zor kullanarak çeşitli esnaf ve zanaatkârların dükkânlarına ortak oldular. Bu da yetmedi loncalara da girdiler. Böylece yeniçeriler şehirdeki toplumsal tabanlarını genişlettiler. Tüccar, esnaf ve yeniçeri arasında kurulan ittifak, yönetim kadrolarına karşı halkın desteğini kazanmaya başladı. Bu ittifak şehirli alt sınıfların sözcüsü oldu. Dolayısıyla 18. Yüzyıl itibariyle yeniçerilerin görüşleri, tavırları ve talepleri, devletin değil, şehirdeki küçük esnafın halini yansıtıyordu.4

18. yüzyıla geldiğimizde devlet içine düşmüş olduğu krizi yenileşmeyle aşmaya çalışacaktı. 1699 Karlofça ve 1718 Pasarofça anlaşmaları ile toprak kaybına uğramaya başlamıştı. Saray bunun nedeni olarak batılı ülkelerin gelişmeleri olarak görüp, batılılaşma hamlelerine girişti. Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, 1716 yılında Sadrazam olarak görevlendirildikten sonra, barış anlaşmaları imzaladı ve öncelikle devlet kadrosuna atamaları durdurdu. Diğer yandan da girişimci sınıfı teşvik etmek için bir inşaat programına başladı. Matbaa bu dönemde gelmiş, ordunun modernizasyon çalışmaları başlamıştı. Ülkede ekonomik bir canlanma görülmekteydi. Fakat bu dönem Patrona Halil isyanı ile sona erecekti.

İdris Küçükömer, işte bu isyan ve sonrasında yaşanan olaylar etrafında esas bölünmenin gerçekleştiğini ve o günden sonra siyasetin merkezi yönetimden yana olanlar ve karşısındaki Âdem-i Merkeziyetçiler olarak ikiye ayrıldığını söylemektedir. Merkeziyetçi olanların devlet memurları ve asker sivil bürokratlar olduklarını, Âdem-i Merkeziyetçilerin ise Halk, Ayan, Eşraf olduklarını ifade eder. Esas bölünmenin ise Jön Türklerin içindeki tartışma sonucu ortaya çıktığını bildirir.

Kemal Karpat diyor ki, “20. yüzyılın başında Jön Türkler Avrupa’da onlarca cemiyet kuracak, birbirlerine muhalefet edecek, aynı zamanda da ayrılıklarını aşmak amacıyla kongre oluşturacak kadar kalabalıktılar. Tartışma konuları, Abdülhamid rejimine karşı Avrupa’nın müdahalesini talep edip etmeme zorunluluğundan, Osmanlıcılığın tanımına kadar çok sayıda maddeyi kapsar. Tarım mühendisi ve İttihatçıların başı olan Ahmet Rıza’nın dinsel pozitivizminin benimsenmesi söz konusu durumda sessizce geçiştirilmişse de, sultanın denetiminden kaçarak, babası Damat Mahmut Celaleddin ve kardeşi Lütfullah’la birlikte 1900’de Avrupa’ya giden yeğeni Prens Mehmet Sabahattin’in projesi muhalifleri böler. Prens Sabahattin imparatorluğun âdemi merkezileşmesini ve özel teşebbüsü amaçlar ki bu iki yönelim de İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından reddedilmiştir. 1902 yılında Paris’te 47 delegenin katılımıyla 4-7 Şubat tarihlerinde toplanan ilk Jön Türk kongresi kaçınılmaz bir yenilgiyle sonuçlanır ve ardından da nispi bir dağılma meydana gelir.”5

Doktor Bahattin Şakir ile Doktor Nazım’ın ya da aynı özelliklere sahip başka subayların ve birkaç sivilin yönetimindeki yeni İttihat ve Terakki Cemiyeti, Paris’te sürgünde bulunanların aksine ideolojik belirsizliklerden uzaktır. Her türlü yabancı askeri müdahaleye karşı durarak, rejime karşı kendi askeri gücünü kullanmakta tereddüt göstermezler. 9 Haziran 1908’de Çar 2. Nikola ile Kral Edward’ın buluşması cemiyette paniğe yol açar, çünkü iki güç arasında Osmanlıya karşı bir ittifak hazırlığı olduğu düşünülür. Sonuç olarak, Cemiyet süreci hızlandırır ve otuz yılı aşkın süre boyunca askıya alınmış ama kaldırılmamış olan anayasanın resmen ilanını sağlamak ve bir meclisin toplanması için Makedonya’da bir isyan başlatır. 3 Temmuz 1908’den itibaren, ayrılmış olan Osmanlı askeri birliklerinden oluşan ve milli diye adlandırılan taburlar, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin komutası altında direniş hareketine başlar ve İstanbul üzerine bir yürüyüşe geçer. Abdülhamit’in müfettiş olarak gönderdiği bir generalin öldürülmesi artık kaçınılmaz sona gelindiğini gösterir. 23 Temmuz’da, Abdülhamid teslim olur.6

“Eğer bir devrim olarak kabul edilebilirse, çok özel bir devrim söz konusuydu. Fiiliyatta, askerlerin eylemi bir darbeden başka bir şey değildir, fakat sultanı egemenliği altında ikinci kez anayasa ilan etmeye mecbur bırakmaya yeter. Olayın bir adı olacaktır: “Meşrutiyetin ilanı.” İmparatorluk, gerçekten de, çok hoş karşılanan bir özgürlük sarhoşluğuna aylarca tanık olur. Birçok şehirde, imamlar, papazlar ve hahamlar, özgürlüğün gelişini kutlamak için uzun kortejlere el ele öncülük ederler. Onlarca yıldır bu anı beklemiş gayri Müslim topluluklar için de bu büyük bir rahatlamadır.

Aynı zamanda hem gizli hem de aleni olan İttihat ve Terakki Cemiyeti, Selanik’te, aynı zamanda da İstanbul’da muzaffer bir şekilde karşılanırken, siyasal partilere de izin verilir. Aşağı yukarı her yerde, işçi hareketi örgütlenerek grevler başlatılır. Feminist örgütler, etnik cemaatlerin dayanışma kulüpleri, alaycı ve pek cüretkâr hiciv basını… 33 yıllık otokratik bir egemenlikten sonra yeşeren insiyatifler saymakla bitmez. Bu 33 yıl boyunca, otokrasi içinde kendine yer bulamayan toplumsal ve politik aktörler sessizlik içinde, ortaya çıkmıştı. Ardından düzenlenen yasama seçimleri, 17 Aralık 1908’de meclisin açılmasına varmıştı. 226 vekilin bulunduğu ve İttihatçıların çoğunluğu oluşturmaktan uzak olduğu parlamentoda 142 Türk, 60 Arap, 25 Arnavut, 25 Rum, 12 Ermeni, 5 Yahudi, 4 Bulgar, 3 Sırp, 1 Romen bulunuyordu.”7

Fakat bu olayın üzerinden çok geçmeden 31 Mart 1909’da başını rütbeli subayların çektiği bir isyan patlak verir. Aslında daha sonra Derviş Vahdeti ve çevresine yıkılan bu isyanın merkezinde askerler vardır. İsyan, kimileri uzun süredir hizmet ettikleri orduda yükselmiş olan askerler tarafından ateist olmakla suçladıkları çok genç subaylara ve İttihatçı kadrolara yönelir. İstanbul’da bulunan askeri güçlerin direnememesi üzerine balkanlarda kurulan Harekât ordusu Mahmut Şevket Paşa komutasında İstanbul üzerine yürür. İçlerinde Rum, Ermeni ve Yahudi azınlıklarında gönüllü olarak yer aldığı bu ordu isyanı bastırır ve uzun zamandır ortada gözükmeyen darağaçları ortaya çıkar. İsyan çok kanlı bir biçimde bastırılmıştır. Abdülhamit, Şeyhülislama zorla imzalatılan bir azil belgesiyle Selanik’e sürülür, mallarına el konur. Bu isyan, Meşrutiyet’in ilanının ardından devasa kutlamalara rağmen, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin aslında aydınlarla ve politik seçkinlerle sınırlı dar bir toplumsal temele dayandığını göstermişti. Daha sonra yaşanan Balkan savaşları hezimeti sonrası, Balkan devletleriyle barış görüşmeleri bahane edilerek bir hükümet darbesi yapmışlardır ve bu olaydan sonra devlet İttihat ve Terakki’nin mutlak egemenliği altına girmişti. Bir umutla başlayan yolculuk, bütün muhaliflerin susturulması ve öldürülmesi sonucu ele geçirilen iktidarın ülkeyi Birinci Dünya savaşı macerasına sürüklemesi ve sonunda bir imparatorluğun yıkılmasına kadar götürmüştür. Özgürlük ve eşitlik rüzgârlarıyla başlayan rüya bir kâbusla son bulmuştu. Dönemin en çarpıcı ifadesini İttihat ve Terakki Cemiyetinin teorisyeni Ziya Gökalp’in aşağıdaki cümlelerinde bulabiliriz:

“Devrimden önce, doğal haklar felsefesi bizim de ruhumuza egemendi. Devrim bu fikrin etkisi altında cereyan etti. Devrimden sonra vuku bulan kargaşaların nedenlerini ararsak, yine bu fikrin etkisini buluruz. Çünkü herkes, ‘Hakkımı istiyorum’ diye bağırıyordu. Heyecan herkesi ele geçirmişti. Bu tehlikeli akımı durdurmak için hukukçularımızın yeni bir hukuk hazırlaması gerekti. Ne yazık ki, bizde milli düşünür yokluğu böyle bir girişimi imkânsız kılıyordu. Düzen (zapt-u-rapt) ancak ‘Hak yoktur! Ödev vardır!” sloganını ilke edinmiş savaşçı devlet sayesinde gerçekleşebilmiştir.”8

İdris Küçükömer’den yola çıkarak tartıştığım merkeziyetçiler ile Adem-i merkeziyetçiler arasındaki mücadele ile ilgili bir sonraki yazım Kurtuluş savaşından Demokrat parti iktidarına kadar olan dönemi kapsayacaktır.

Kaynakça

  1. Batılılaşma ve Düzenin Yabancılaşması, İdris Küçükömer, Profil yayınları, s. 44.
  2. Batılılaşma ve Düzenin Yabancılaşması, İdris Küçükömer, Profil Yayınları, s. 22.
  3. Batılılaşma ve Düzenin Yabancılaşması, İdris Küçükömer, Profil Yayınları s. 23.
  4. Osmanlı Modernleşmesi, Kemal Karpat, Timaş Yayınları, s. 64-65.
  5. Türkiye Tarihi, Hamit Bozarslan, İletişim Yayınları, s. 195.
  6. Türkiye Tarihi, Hamit Bozarslan, İletişim Yayınları, s.195.
  7. Türkiye Tarihi, Hamit Bozarslan, İletişim Yayınları, s.198.
  8. Makaleler 1, Ziya Gökalp, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, s.156.

1980 Öncesi Sol Siyasallaşma ve Aşık Şiiri

Federico Garcia Lorca’nın ölümü üzerine yazılan ve ona en çok yakıştırılan öykülerden birinde Lorca’nın cesedinin 6 çingene kadının omuzlarında mağribilerin ve çingenelerin yaşadığı Alhacaba tepesine götürülerek bilinmeyen bir yere yalnızlığı anlatan ‘solea’ denilen şarkılar eşliğinde…

Sembollerle Okunan Tarih

Kimin tarihi yazılmalıdır? Kimin sembolleriyle okunmalıdır tarih? Kimdir onlar? Onlar Ahi Evran’dır, Moğollara karşı direnenlerdir. Onlar Şeyh Bedreddin’dir, Torlak Kemal’dir, Börklüce’dir. Onlar Celalilerdir, Köroğullarıdır. Onlar adaletsizlik yapan devleti kabul etmezler. Onlar Anadolu’nun her yerinde diğerleriyle…

1 Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.