Saltanattan Sonra

Tahmini Okunma Süresi: 2 dakika

Mustafa Suphi alıntılarına bu kez Saltanattan Sonra Kemalizm’in burjuva karakterine dikkat çeken bir yazıyla devam ediyoruz. Suphi bizleri saltanattan kurtuluşa götüren işçi, çiftçi ve askerlerin yeni cumhuriyette de egemen sınıfların pençesine düşürülme riskine karşı önceden ikaz ediyor ve bambaşka bir cumhuriyeti kurmayı vaadediyor.

Yedi asırlık Osmanlı Saltanatı, sulh muahedesi adı altında bir bade-i zehr içerek büsbütün ölüme mahkûm olunca, karşımıza, bundan sonra nasıl yaşayacağız ve nasıl bir hükümet kuracağız, meselesi çıkıyor.

Bugün Anadolu’da yeni bir Türk Sultanlığı’nın veya herhangi bir yerde bir imparatorluğun yeniden tesisi hatıra gelmez bir garibedir. Öyle bir devirde yaşıyoruz ki, padişah ve imparatorların son cihan muharebesinden coşan kan deryaları içine yuvarlanmış elmaslı taçlarını yerden kaldırıp başına takacak cüretli madrabazlar meydana atılamıyor; bir vakitler Avrupa ve Asya’yı parmaklarında bir halka gibi çevirip oynatmak isteyen cihangir mareşaller ve kahraman paşalar, gizlendikleri karanlık kovuklarda kış uykusuna tutulmuş beyaz ayılar gibi sarılıp yatıyorlar, hayatlarından bile kimseye haber vermiyorlar. Böyle bir zamanda ise, Rusya’da olduğu gibi, Türkiye’de de yıkılan zalim saltanatın harabeleri karşısında bizzat halk, amele ve rençper ve as-kerlerden mürekkep milyonluk kitleler ayaklanıp kendilerini gösteriyorlar, fakir, muhtaç ve sefil de olsalar, o kırık dipçikli tüfenklerini kollarında taşımaktan vazgeçmeyerek toprakları, ana ocakları başında duruyor, baht ve namuslarını ayaklar altına düşürmek, alınteriYle hakettiklerini başkalarına yedirmemek için birleşiyorlar ve mutasallıt cihangirlere karşı, yine bütün yer-yüzünü saran «alemşümul» bir mübareze açıyorlar.

İşte Rusya, Macaristan ve Türkiye gibi muzmahil memleketlerde kurulacak yeni hükümetlerin esası, böyle büyük bir mübareze, bir güreştir; zulm ile, zalimler ile güreştir. Hem yalnız muharebeden sonra başımıza musallat olan İngiliz, Fransız ve Yunan yağmacılarına karşı değil, belki muharebeden evvelki zamanlarda da halka bir rahat nefes verdirmeyen vergidir, aşardır, ağnamdır, ianedir, cezadır, cizyedir ve nihayeten faiz ve temettüdür diye işçi ve köylünün evine, ocağına, tandırına, bacasına el uzatan içimizdeki imansız hırsızlara karşı açılacak mübareze iledir ki, yeni hayatımızın şekli ve hükümetimizin rengi belirmiş olacaktır. Anadolu’da bugün büyük zahmet ve fedakârlıklarla Avrupa ve İstanbul haydutlarına karşı çarpışan amele, rençper ve asker kardeşlerimiz, bu harbin sonunda, yine eski günahkâr, melun ve müstebit ağa ve paşalardan mürekkep hükümetler meydana geldiğini ve kendilerinin yine eskisi gibi dışarıdan gelmiş bir misafir halinde kenarda kaldıklarını görseler memnun olurlar mı? Elbette değil!

Onun için Türkiye amele, asker ve rençperleri bu-günden itibaren istek ve dileklerini meydana koyup hangi maksatla ve ne için çalıştıklarına, canlarını telef ettiklerine işaret olan kızıl bayraklarını yükseltmeye mecburdurlar.

Umumiyetle döktükleri kanterlerini haketmek, işledikleri işe ve toprağa sahip olmak, memleket ve hükümet işlerini ellerine almak isteyen amele ve rençper milleti Türkiye’de de bundan fazla ve eksik bir şey murat etmez.

Biçare rençperin dileği, şüphesiz ki, kendi başına mahsus bir paşalık ve hanlık değildir; ancak o, bugün bin senelik tecrübeden sonra, fakat kanını dökmekten başka bir işe yaramadığını pek iyi anladığı bu paşalık ve hanlıkları yeryüzünden süpürmeye karar vermiştir. Onun için bundan sonra Anadolu ve Türkiye’de, halkın sırtında yaşayacak herhangi bir hükümet, hatta cumhuriyet şeklinde de olsa, yer tutmaz, yaşamaz. Yeni hükümetin bugünkü zahmet ve fedakârlıklara katlanan amele, rençper halkın içinde kurulup aşağıdan yukarıya doğru dalbudak vermesi, hayati bir şarttır. Böyle köklü ve temelli bir hükümetledir ki, yaşamak için mübarezeye ve mübareze iledir ki, böyle bir hükümete liyakat hasıl olur. Türkiye amele, rençper ve askerlerinin bu liyakat ve iktidarı göstereceklerine eminiz. Onun için:

Yaşasın Türkiye amele, rençper ve askerlerinin hükümet ve cumhuriyeti!

UKKTH ve Tam Bağımsız Ukrayna

Tahmini Okunma Süresi: 7 dakika

Ukrayna’nın, bir ulus olarak varlığını ve siyasal bağımsızlığını tanımadığını deklare eden Rus sömürgeciliğine karşı siyasal bağımsızlık mücadelesi sonuna kadar meşrudur. Öte yanda, bir başka düzeyde, Ukrayna’nın Rus devlet oligarşisine karşı Nato adına bir vekalet savaşı verdiği, bu savaşta neo-nazi unsurların etkin olduğu da doğrudur. Bu iki hakikat birbirini iptal etmez. Burada ileri sürülebilecek slogan “uluslararası sermaye oligarşisinin askeri örgütü NATO tarafından yarı-sömürgeleştirilmeye ve Rus devlet oligarşisi tarafından sömürgeci işgale uğramaya karşı Tam Bağımsız bir Ukrayna” olmalıdır.

Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı başlıklı çalışmasında Lenin UKKTH karşısındaki konumunu netleştirmek için boşanma hakkı örneğini verir:

Boşanma serbestliğini savunan bir kimseyi aile bağlarını yıkmak istemekle suçlamak ne kadar ahmakça ve ne kadar ikiyüzlüce bir davranışsa, ulusların kendi kaderlerini tayin etme özgürlüğünü savunanlan da, yani ayrılma özgürlüğünü savunanları da, ayrılmaya isteklendirmeyle suçlamak, o ölçüde ahmakça ve ikiyüzlü bir davranıştır. Tıpkı burjuva toplumda, burjuva evlenme kurumunun üzerine kurulu bulunduğu ayrıcalıkların ve ahlaksızlıkların savunucuları boşanma özgürlüğüne karşı çıktıkları gibi, aynı şekilde, kapitalist devlette, ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkını, yani ulusların ayrılma hakkını reddetmek, egemen ulusun ayrıcalıklarını ve demokratik yöntemlere karşı polis yönetim yöntemlerini savunmaya eşittir.[1]

Boşanma hakkını savunmakla boşanmayı savunmak arasında kurulan özdeşliği eleştirir Lenin. Boşanma hakkı bir prensip olarak her durumda savunulmalıdır, oysa boşanma kararının doğru olup olmadığı her somut durumun koşulları bağlamında yapılacak bir değerlendirmenin konusudur. Yani Lenin’e göre, UKKTH’nın her zaman bağımsız bir ulus-devlet kurmak üzere kullanılmasını desteklemek zorunda değiliz. Belirleyici olan, bağımsızlık talebinin proletaryanın genel kurtuluş mücadelesine artı yazıp yazmadığıdır.

Gelgelelim, siyasetin somutluğu içinde ortaya çıkan karmaşık ulusal sorunlarda genellikle bu boşanma örneği pek yol gösterici değildir. Zira hakkın ileri sürülmesi ve hakkın kullanılması çoğu kez iç içe geçer. Özerk parlementoları olan ülkelerde yapılan ulusal bağımsızlık referandumları, örneğin Norveç’in İsveç’ten, Finlandiya’nın SSCB’den, İskoçya’nın Birleşik Krallıktan, Quebec’in Kanada’dan ayrılma girişimlerinde olduğu gibi, genellikle az çok demokratik bağlamlarda ve nadiren mümkündür. UKKTH çoğu zaman kökten anti-demokratik bir bağlamda (örn., işgal, iç sömürge) verilen bir ulusal mücadeleyi destekleyip desteklememe sorusunun içinde gelir.

Bu durumda işler karışır; birincisi, eğer seçim sandığı kurulamayacaksa ulusun kendi kaderini tayin hakkını hangi istikamette kullandığını, ulusun iradesinin hangi siyasal örgütte/harekette cisimleştiğini belirlemek için elimizde bir ölçü kalmaz. Bu karmaşa aslında UKKTH’nın ayrı bir devlet kurma hakkına indirgenmesinin, yani UKKTH’yı ulus-devlet ufkuyla sınırlayan milliyetçiliğin bir semptomudur. Nihayetinde milliyetçiliğin en temel işlemi, ulusu tekleştirme ve böylece devletle eşlenebilir kılmaktır. Lenin’in de bu milliyetçi problematikle sınırlandığını görüyoruz, ancak Lenin bir milliyetçi değildir. Onun savunuculuğunu yaptığı UKKTH prensibinin özü, ulusların her açıdan tam hak eşitliğini savunan bir demokratlıktır. Bu demokratlık mantıksal sonuçlarına götürülse, varacağı yer ulus ve devlet arasındaki bağlantıyı tümden kesmek olur. Ama bu bağlantıyı şimdi kesmek mümkün değilse; demokratlığın gereği, ayrı devlet kurmak isteyen bir ulus bağlamında bağımsızlık hakkını, işgale uğrayan bir ulus bağlamında sömürgecilik karşıtı mücadeleyi desteklemeyi, ayrı bir devlet talep etmeksizin tanınma talep eden bir ulus bağlamında egemen ulus-devlet mimarisinin yeniden yapılandırılmasını savunmayı gerektirir.

İkinci ve daha önemli sorun şudur: Ulusların biçimsel eşitliği ilkesinin (siyasal bağımsızlığa hak) bir ifadesi olan UKKTH’nı savunmanın devrimciliğiyle somut bir siyasal bağlamda ya da emperyalist paylaşım mücadeleleri döneminde bu biçimsel eşitlik ilkesini savunmanın olası karşı-devrimci sonuçları arasında bir gerilim ortaya çıkabilir. Ukrayna gibi uluslararası sermaye oligarşisi ve Rus devlet oligarşisi arasındaki kapışmaya sahne olan bir bağlamda UKKTH ilkesi doğrultusunda Ukrayna’nın Rus sömürgeci işgaline karşı direnişini savunmak NATO’nun yanında saf tutmak anlamına gelmez mi? Bir düzeyde geldiğine hiç şüphe yok. Ama devrimci hareketin verili güç ilişkilerini etkileyemeyeceği her bağlamda eylem ve söylemlerinin nesnel sonuçları itibarıyla şu ya da bu taraflaşmanın en iyi halde dolaylı yedeği olmaktan çıkması ihtimal dahilinde midir?

Bu durumda sorulacak soru UKKTH’nın hangi durumlarda askıya alınmasının meşru olacağı sorusudur. Burada Lenin’in bakış açısını net biçimde ortaya koyan şu sözlerini alıntılayalım:

Ulusların kaderlerini tayin hakkı dahil, demokrasinin çeşitli istemleri mutlak şeyler değildir, bunlar, dünya demokratik hareketinin (bugün sosyalist hareketinin) tümünün bir parçasıdır. Bazı somut durumlarda, parçanın, bütün ile çelişkiye düşmesi olasılığı vardır; o zaman parça atılır. Bir ülkedeki cumhuriyetçi hareket bir başka ülkenin entrikalarının aleti olabilir ve bu işe kilise, mali çevreler ya da kralcılar katılabilir; biz o zaman, bu somut hareketi desteklememekle görevliyiz, ama bu bahane ile uluslararası sosyal-demokrasinin programından cumhuriyet sloganını silmek gülünç olur.[2]

Parça-bütün analizi içinde büyük resmi görerek parçadaki ulusal hareketin karşı-devrimci bir rol oynadığı tespiti yapıldığında UKKTH prensibi bu somut parça bağlamında uygulanamaz olur. Leninist ders budur. Buna bir kaç örnek verecek olursak; emperyalist paylaşım savaşının tarafı olan bir ülkenin bu savaş sırasında uğradığı işgale karşı mücadele salt bu ülke bağlamında değerlendirilip anavatan savunması ya da ulusun kaderini tayin gerekçesiyle desteklenemez. Burada değerlendirme ölçeği işgale uğrayan ulus değil, bir bütün olarak emperyalist paylaşım savaşıdır. Şöyle diyor Lenin:

Eğer bir savaşın “özü”, örneğin yabancı zulmüne son vermekse (ki özellikle 1789-1871 Avrupa’sının tipik özelliğiydi) o zaman, ezilen devlet ya da ulus açısından böyle bir savaş ilericidir. Buna karşılık, eğer bir savaşın “özü” sömürgelerin yeniden bölüşülmesi, yağmanın paylaşılması, yabancı toprakların yağmalanmasıysa (1914-1916 savaşı böyledir), o zaman ata topraklarının savunulmasına ilişkin bütün sözler, “halkın aldatılmasından başka bir şey değildir”… Darkafalı için önemli olan şey orduların nerede olduğu, o sırada kimin kazandığıdır. Marksist içinse önemli olan, o savaşta sözkonusu şeylerin ne olduğudur; o savaş sırasında ilkin ordulardan biri, sonra öteki bastırıyor olabilir. Şimdiki savaş ne için yapılıyor? Bunun yanıtı (savaşan devletlerin savaştan onlarca yıl önce izledikleri siyaseti dayandırılan) kararımızda verilmiştir. İngiltere, Fransa ve  Rusya, ele geçirmiş oldukları sömürgeleri bırakmamak, Türkiye’yi soyabilmek, vb. için savaşıyorlar. Almanya o sömürgeleri devralmak, Türkiye’yi kendisi soyabilmek, vb. için savaşıyor. Almanların Paris’i ya da St. Petersburg’u aldığını varsayalım. Böyle bir şey bugünkü savaşın yapısını değiştirir mi? Hiçbir şekilde değiştirmez.[3]

Bir diğer örnek, ilericilik-gericilik bahsi üzerinden Lenin’in kendisinin tanımladığı şu kriteri daha sonra nasıl revize ettiğine bakıldığında görülebilir:

…hiç bir marksist, feodalizmle karşılaştırıldığı zaman kapitalizmin ilerletici olduğunu, tekelcilik öncesi kapitalizmle karşılaştırıldığı zaman emperyalizmin ilerletici olduğunu unutmayacaktır. Bundan çıkacak sonuç, bizim, emperyalizme karşı her savaşımı desteklememizin gerekmediğidir. Gerici sınıfların emperyalizme karşı savaşımını desteklemeyeceğiz. Gerici sınıfların emperyalizme ve kapitalizme karşı başkaldırısını desteklemeyeceğiz.[4]

“Gerici sınıfların emperyalizme ve kapitalizme karşı başkaldırısını desteklemeyeceğiz” diyen Lenin daha sonra Britanya sömürgeciliğine karşı bağımsızlık mücadelesi veren Afganistan Emiri Emanullah Han monarşizmine destek vermekten çekinmeyecektir.

Bu parça-bütün okuması üzerinden gerekirse UKKTH prensibinin somut bir bağlamda askıya alınabileceği tezini reddetmiyorum. Sorun, büyük emperyalist resmi okuma heyecanı içinde ve UKKTH’nın esasta sosyalist değil de demokratik bir talep olduğu tespitine dayanarak şu veya bu parçadaki ulusal kurtuluş mücadelesi kolayca emperyalizmle işbirliğiyle itham edildiğinde başlıyor. Bu sorunda Lenin’in de payı var mıdır? Evet dolaylı olarak vardır, zira Lenin’i bu meseleler üzerine çokça tartıştığı Rosa ile buluşturan bir ortak payda var: Marksist olarak devrimci bir ulus teorisinden yoksun bu iki devrimci için de ulus işin esası değildir ve gerçek bir kendi kaderini tayin öznesi olamaz. Lenin UKKTH’yı tavizsizce savunurken savunduğu tayin hakkının ulusun siyasal egemenliği ile sınırlı olduğunu, daha genel kapsamda bir tayin hakkıyla karıştırılmaması hususunda çok açık not düşer. Örneğin sömürgecilik ve yarı-sömürgecilik siyasal bağımsızlık düzeyinde tanımlı olmaklıklarıyla Leninizmin kategorileri olabilirken, ulusun kendi kaderini tayin hakkını toplumsal kurtuluş davasına kadar genişleten komünal ulus temelli yeni-sömürgecilik kavramına Leninizmde yer olamaz. Bir kere işin esasının sınıfsal olduğu tespiti yapıldıktan sonra ya da ulusa burjuva karakter atfedildiğinde UKKTH prensibini şu veya bu bağlamda parça-bütün okuması içinde oportünistçe-şovenistçe askıya alma hevesi içinde olanlar bir meşruiyet alanı kazandıkları hissine kapılırlar. Tam burada şu noktanın altını kalınca çizmek gerekiyor: UKKTH’nın özü uluslar arasında siyasal ve kültürel düzeyde tam hak eşitliğini ileri süren bir demokratizmdir. Bu eşitlik enternasyonalizmin, enternasyonalizm de evrensel kurtuluş davası olarak sosyalizmin esastan bir gereğidir. Dolayısıyla kimilerinin iddia ettiği üzere UKKTH sosyalizm davasına içkin olmayan, kolayca askıya alınabilecek bir taktik söylem değildir.[5]

Buradan kalkarak, yani UKKTH üzerinde titizlenerek, Ukrayna bağlamında soracağımız sorular şunlardır: Ukrayna’nın NATO’ya katılma planı nedeniyle emperyalist paylaşım savaşında taraf statüsü kazandığı için UKKTH prensibinden faydalandırılamayacağı, Ukrayna’nın yaşadığı işgalin bir paylaşım savaşı cephesinin akibetinden ibaret olduğu için anavatan savunması olarak kıymetlendirilemeyeceği söylenebilir mi? NATO açısından Rus devlet oligarşisini kuşatmaya yönelik bir hedefi olan Ukrayna’ya doğru genişleme hamlesinin, Ukrayna açısından ise tarihsel arkapanı olan Rus şovenizminin sömürgeci müdahalesinden sakınma ve kendi siyasal bağımsızlığını güvene alma boyutu içerdiğini kim inkar edebilir? Putin’in Ukrayna’nın siyasal bağımsızlığını ve ulusal kimliğini bir bütün olarak açıkça reddettiği  konuşması ortadadır. Kırım işgali bir vakadır. Neden meselenin sadece NATO açısından bakıldığında görülen kısmını görüyoruz da, Ukrayna açısından görülen kısmıyla ilgilenmiyoruz? (Marksist teorimizin uluslararası sermaye oligarşisi ve NATO eleştirisi için biçilmiş kaftan olması ve Rus devlet oligarşisinin özerkliği karşısında toslaması cevaplardan biridir belki de…) Ukrayna’nın cüssesi nedir de bir grup “liberal olmayan” Marksistimiz Ukrayna’yı bir müstakbel NATO ortağı ve emperyalizm işbirlikçisi mertebesine hızlıca terfi ettirmektedir ve ne hali varsa görsün diyerek işin içinden sıyrılıvermektedir? Ortadaki durumun bir ortaklık, işbirliği değil de, bir aciz sığıntılık durumu olduğu aşikar değil midir? Birinci dünya savaşının dünya egemenliği için kapışırken “ana vatan savunması yapıyoruz” manipülasyonu içindeki merkez emperyalist ülkeleriyle, Kırım’ı dahi savunmaktan aciz, hiçbir bölgesel hegemonik iddiası ve kabiliyeti olmayan Ukrayna’nın “ana vatan savunması” söylemi nasıl kıyas edilip de aynı kefeye konulabilir? Sömürgecilikler arasında ayrım yapacak, Rusya’nın sermaye ihraç etmediğinden bahisle Rusya’yı emperyalistlerden ayıracak, iktidar güçleri arasında nüanslar tanımlayacak kadar itinalı gözlerin sıra alttakilere geldiğinde “işbirliği var, işbirliği var” diyememesini, Ukrayna’nın NATOculuğuyla Türkiye’nin, Almanya’nın NATOculuğunu ayıramayacak bir körlük içine girmesini nasıl analiz edeceğiz? Bu nasıl bir indirgemeciliktir? Bir de, aslında Ukrayna’nın işgal edilmesini tam olarak onaylamasanız da NATO’nun baş düşman olmasına referansla Ukrayna işgalini onaylar hale geliyorsanız şu sorunun cevabını vermek zorundasınız: Sizin büyük resmi görüp parçayı feda etmenin yaratacağı etik açığı kapatacak bir devrimci kudret ve iddianız var mı ki?

Bunca sorudan sonra bir tespitle devam edelim: Rus sömürgeciliğini bu kadar küçümseyerek sadece NATO’ya odaklanmak Avro-Amerikan merkezci bir dünya anlayışının bütün çarpıklığını da gözler önüne sermektedir. Bir gücün sömürgeci olabilmesi için illaki Birleşik Krallık, Fransa örneklerindeki gibi deniz aşırı sömürgeleri mi olması gerekiyor? Devasa bir coğrafyada hükmeden modern Rus devletinin oluşumunun Türkistan’ı ve Kafkasya’yı sömürgeleştirme tarihi olduğunu tartışan koca bir külliyat olacak,[6] Rusya bu bölgelerin en büyük karşı-devrimci bölgesel-askeri gücünü elinde toplayacak, gerekirse Kazakistan’da olduğu gibi devasa halk ayaklanmalarına askeri müdahaleyi gündemleştirecek ve ondan sonra halen Rusya’nın sermaye ihraç edip etmediğine dair sermayenin uluslararasılığını tanımayan bir emperyalizm tanımına dayanarak Rusya emperyalizme karşı bir direniş mevzisi ilan edilecek.

Putincilik Erdoğancılıktır; aradaki fark, Rusya’da devlet oligarşisinin üzerine kurulduğu yağma ve yeniden bölüşüm dinamiğinin niceliğinin (olağanüstü doğal kaynaklar, olağanüstü büyüklükteki çoğrafya, SSCB’den tevarüs son derece gelişkin bir askeri sanayi) ve niteliğinin (SSCB’den tevarüs güçlü bürokrasi) Rus devlet oligarşisine sunduğu uluslararası sermaye oligarşisinden özerkleşme kapasitesine kıyas edilebilir bir kapasitenin henüz Erdoğancı Türk devlet oligarşisinde olmamasıdır. Rus devlet oligarşisi uluslararası sermaye oligarşisinden özerktir, NATO’nun boyunduruk altına almak istediği bu özerkliktir, ancak bu özerklikte halkların devrimci mücadelesi açısından kurtarılabilecek hiçbir potansiyel yoktur.

Şunu çok açıkça söylemeliyiz: Ukrayna’nın, bir ulus olarak varlığını ve siyasal bağımsızlığını tanımadığını deklare eden Rus sömürgeciliğine karşı siyasal bağımsızlık mücadelesi sonuna kadar meşrudur. Öte yanda, bir başka düzeyde, Ukrayna’nın Rus devlet oligarşisine karşı Nato adına bir vekalet savaşı verdiği, bu savaşta neo-nazi unsurların etkin olduğu da doğrudur. Bu iki hakikat birbirini iptal etmez. Burada ileri sürülebilecek slogan “uluslararası sermaye oligarşisinin askeri örgütü NATO tarafından yarı-sömürgeleştirilmeye ve Rus devlet oligarşisi tarafından sömürgeci işgale uğramaya karşı Tam Bağımsız bir Ukrayna” olmalıdır.


[1] V.I Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı (Ankara: Sol Yayınları, 1992), s. 75.

[2] Ibid, s. 159.

[3] V.I. Lenin, Emperyalist Ekonomizm: Marksizmin bir Karikatürü (Ankara: Sol Yayınları, 2008), s 31-32.

[4] Ibid, s. 66.

[5] https://gelenek.org/uluslarin-kendi-kaderini-tayin-hakki-bir-taktigi-guncelleme-zorunlulugu/

[6] Şu kitaplara bakılabilir: Michael Khodarkovsky, Russia’s Steppe Frontier: The Making of a Colonial Empire, 1500-1800 (Bloomington: Indiana University, 2005); Alexander Morrison, The Russian Conquest of Central Asia: A Study in Imperial Expansion, 1814–1914 (Cambridge: Cambridge University Press, 2020); Daniel R. Brower and Edward J. Lazzerini, ed. Russia’s Orient Imperial Borderlands and Peoples, 1700-1917 (Bloomington: Indiana University Press, 1997).

Türkiye’nin Mazlum Amele ve Rençperlerine

Tahmini Okunma Süresi: 3 dakika

Son günlerde Vahdeddin atışmalarıyla yeniden alevlenen “Milli Mücadeleyi kim başlattı?” tartışmasına o günden konuşan canlı bir tanık ile katkı sunmak istiyoruz. Mustafa Suphi, saltanatın Anadolu kapılarını Avrupa Emperyalizmine açarak Türk işçi ve köylüsünü nasıl ateşe attığını açık eden bu yazısında kurtuluşu yine Türk işçi ve köylüsünün, alelumum Türk ulusunun ellerinde görmekte ve birleşme çağrısında bulunmaktadır. Bugün dahi aynı şartların devam ettiğini görüyor, Türk ulusunun antiemperyalist bir birleşmeden ve milli mücadeleden başka çaresi kalmadığı inancıyla Suphi’nin yazısını sizlerle paylaşıyoruz. Mustafa Suphi’den iktibaslarımız Kemalizm bahsi üzerinde devam edecektir.

Fedakar yoldaşlar,

Şimdiye kadar, sizleri esaret zincirlerine bağlayarak jandarma ve tahsildarların merhametsiz kamçıları altında bin türlü eziyetlerle ömrünüzü heder eden zalimler, size kah hükümet ve devletten bahsettiler.

Neticede bu hükümet ve devlet, haram yiyici vali ve hakimlerle bunların ortağı olan bey ve ağaların keselerini doldurmak ve fıkarayı ise açlıktan öldürmekten başka bir işe yaramadı.

Kah din ve şeriattan bahsettiler: Din ve şeriat maneviyatınızı bozarak ruhunuzu düşürmekten, başınıza gelen her felaketin sebep ve amilleri meydanda dururken, kader ve kısmete bağlayan zalimlerin hükmünü yürütmekten başka bir iş görmediler. Yıldızdan yıldıza çalışarak bin türlü zahmetlerle işlediğiniz tarlalarda yetişen çelimsiz mahsulden mültezimlerin bir öşür yerine bin öşür almasına ses çıkarmayıp sizi bir lokma ekmeğe muhtaç, aç ve sefil bıraktılar. Millet için fedailik davasında bulunanlar, 15 Temmuz’dan [1908] sonra geçen on bu kadar senelik inkılap tarihimizde milletin sırtına dayanarak bütün kuvvet ve saltanatlarını Türkiye amele ve rençberlerine borçlu oldukları halde, biraz rahata, biraz refah ve saadete can atan bu zavallı halkı dünyanın büyük kıtasında huduttan hududa sürüklediler. Kah Yemen ve Arabistan’ın kızgın sahralarında açlık ve susuzluk ve kah Anadolu veya Kürdistan’ın karlı dağlarında soğuktan telef etmeye, asırlardan beri dost yaşamakta olan bu milletin fıkarasını birbirlerine kırdırmağa sebep oldular; bu yetmiyormuş gibi, sonunda yetim halkımızı büyük Avrupa harbinin öldürücü sağanakları içine sürüp atarak başımıza bugünkü felaketi getirmiş, millete olan borçlarını böylece ödemiş oldular. Bugün aziz ve mazlum İstanbul’umuzun hisarları dibinden yükselen bir ses işitiyoruz. Bu sesin bize “Vatan, İslam, Hilafet” sözlerini tekrar ederken, vatanı, İslamı, hilafeti yine kanınız bahasına sattığını görüyoruz.

Bugün Osmanlı Padişahlığı, eski saltanat ve istiklalini büyük Avrupa muharebesindeki mağlubiyetten sonra tamamen kaybettiği gibi, son padişah Sultan Vahdettin, taç ve tahtını Dolmabahçe Sarayının içinde de olsa muhafaza için, İslamiyeti ve hilafeti, İngiliz Kralının himaye ve muhafazasına teslim eyledi. Şimdi Padişah hazretleri, güya vatanı, milleti, İslamiyeti kurtarmak maksadıyla Yunan Ordularına Küçük Asya’nın kapılarını açarak, bir taraftan da Şeyhülislam Avrupa ve Amerikan talancılarına karşı hakkını müdafaa eden kıyamcılar [isyancılar] hakkında fetva vererek bunları küfr ve hıyanetle itham ediyor.

Amele ve rençber yoldaşlar!

Yağmacı Antant kuvvetine dayanan hainler, vatan ve milletten, padişahtan, halifeden, Kur’andan bahsetseler de, sizler artık Yunan Kralından dine ve millete gelecek habere tabii inanmayacaksınız.

Bu sefil ve murdar heriflerin ne maksatla hizmet ettikleri artık güneş gibi karşınızda aşikar duruyor.

Arkadaşlar! Bu sonuncu felaketler bizim başımıza ne kadar ağıra mal olsa da, yalnız bir cihetten dinci, milletçi, vatancı foyasını meydana koyduğu, hakkı hakikati bize apaşikar anlattığı için, geleceğimize büyük faydalar da vermediler değil. Biz şimdi üstümüze düşen vazifeyi pek iyi anlıyoruz. Elimizde kalan bir parça toprakla bir dilim ekmeği, bu zalim yağmacı Avrupa ve Amerika emperyalistlerine kaptırmamak, bu gözü doymaz, emperyalist ve arlanmaz Yunan istilacılarına karşı mübarezede [mücadelede/savaşta] sonuna kadar sebat etmek, mukaddes vazifemizdir; istilacılara kuyruk olup memleket ve halkımızı kulluğa düşürmeğe çalışan İstanbul Hükümetine karşı başkaldıran ve Rusya Amele ve Rençber Şuralar Cumhuriyeti ile kolkola giden Anadolu Kıyamcılar Hükümetine her türlü yardımı yapmak, birinci işimizdir. Biz bu vazifeyi yerine getirmekle, hem dahilde mevcudiyetimizi göstermiş, hem de hariçte emperyalistlerle uğraşan bütün amele ve rençber kuvvetlerine mühim bir hizmet görmüş olacağız. Biz bu vazifeyi görmekle, mübarezedeki muvaffakiyetimiz nisbetinde sesimizi yükseltmek hakkını kazanmış olacağız. Memleketimizdeki yeni hükümet ve devlet yapısının kurulduğu gün, bu yapının amele ve rençber eliyle meydana geldiğini bilerek onun içinde hakim olacak kuvvetin yine amele ve rençber olmasını talep edeceğiz.

Amele ve rençber kardeşler!

Bütün bu kanlı, felaketli davalardan aldığımız öğüdü hiçbir vakit hatırdan çıkarmayınız. Unutmayınız ki, siz hayır ve selamete, sizlerin şimdiye kadar sırtınızdan geçinen zalim ve hazıryiyici ağalar ve paşalar, kalın enseli çorbacılar eliyle kavuşamazsınız. Amele ve rençberlerin hayatta mahkûm olduğu açlık, karanlık ve kulluktan kurtulması, ancak amele ve rençber eliyle meydana gelecektir.

Onun için sizler, başkasının emek hakkıyla geçinmeyen, cihanda kendi gücüne, kendi hakkına dayanan amele ve rençberler, bütün bu harp ve mübareze [mücadele] sırasında kendi aranızda birleşerek teşkilatınızı kuvvetlendirmeğe çalışınız ve iyice biliniz ki, siz birleşip kuvvetlenip varlığınızı hissettikçe, dileğinize yaklaşmış olacak ve mesut bir günde sizi dışardan, içerden yemeğe çalışan zalimleri ezerek yaşadığınız toprak üzerinde hürriyet ve hayatınıza sahip ve hakim olacaksınız.

Onun için birleşiniz ey Türkiye’nin mazlum amele ve rençberleri!

Birleşiniz de, hakkı hayat ve hürriyetinizin nişanesi olan kırmızı bayrağı bütün dünya proletaryasının inkılap ufuklarına doğru yükseltiniz!

Eren Bülbül

Tahmini Okunma Süresi: 3 dakika

“Biri de çıkıp demiyor ki iyi ki varsın Eren.”

2017’de PKK tarafından 15 yaşında katledilen Eren’in öldürülmeden kısa bir süre önce paylaştığı mesajdı bu. Kimsenin görmediğini, kıymet vermediğini düşündüğü o emekçi varoluşuna bir görünürlük ve tanınma talep ediyordu. Ölümünden sonra tüm Türkiye Eren Bülbül’ün ismini duydu. Fakat Trabzon’un, Maçka’nın bu evladının aslında kim olduğuyla, neler yaşadığıyla, nasıl bir dünyası olduğuyla da pek kimseler ilgilenmedi. İsmi ve anısı devletçi, milliyetçi hamasetin adeta bir siyasi metası haline getirilerek alabildiğine tüketiliyor. Varlığına adil bir tanınma talep eden Eren o tanınmayı ancak öldürülünce alabildi. Tolgahan Turan bu yazısında Eren Bülbül’ün Trabzonlu bir hemşehrisi olarak içeriden bir perspektifle Eren’in varlığının ve kaybının anlamını yorumluyor.

Sırtımızı döndüğümüz gerçekler var. Görmek istemediğimiz çünkü görünce keyfimizin kaçtığı gerçekler bunlar.

Öyle ya hayat zor, insan olmak zor. Yaşamak zor, yaşatmak zor. Her şeyden önemlisi de tertemiz yaşayabilmek zor.

Yooo, bugün size hiç de pre-modern’den başlayıp post-truth ile ilgili analizler yapmayacağım. Bugün, bilimsel olamayacağım. Birkaç şey anlatacağım. Edebiyat yapıyor sanacaksınız ama hayır. İçimden geçenleri içimden geldiği gibi anlatacağım. İnanın, içimden ne edebiyat konuşmak veyâ anlatmak ne de sosyolojik izahlar yapmak geliyor.

Ülkemde halk olup da rahat etmek var mı? Bu halkın sırtı pek, karnı tok mu? Ağzına iki lokma götürüyorsa bunu hangi koşullarda yapıyor? Bunun üzerine kim düşünüyor?

Emînim ki Türkiye’de çocuk olmak Türkiye’nin birçok yerinde zor bir mesele. Ben, Trabzon’da doğdum arkadaş! Bilsem bilsem Trabzon’da nasıl çocuk olunur onu bilirim. Başka bölgedekiler gücenmesin bana o yüzden. Ben, bildiklerimi anlatayım.

Hoş, her çocuk da Eren Bülbül gibi büyüyor değil Karadeniz’de. Eğer ki babanız işçi, küçük mekân sâhibi veyâ tarım ve hayvancılıkla uğraşıyorsa hayat sizin için zorlu oluyor. Çok küçük yaşlarda büyük sorumluluklar almaya başlıyorsunuz. Belki bağa bahçeye, fındıklığa belki de babanızın iş yerinde buluyorsunuz kendinizi.

Karadeniz’de birçok çocuk için büyümüş de küçülmüş derler. Yanlış. Onlar hiç çocuk olmamışlardır ki! Amcası, teyzesi yaşındakilerle çayır biçip bahçe belleyip işe gitmişlerdir. Yaşıtlarıyla oynamaları hep arada kaytarma ile olmuştur. Okula gidene kadar yaşıtlarıyla doğru dürüst oynamamıştır bu çocuklar. 15 yaşında köyde kara direksiyon Ford pikaplarını sürmeye başlarlar. Para kazanırlar. Komşusuna işe giderler. Evelallah ellerinden gelmeyen köy işi yoktur.

Ya da bakarsınız. Küçücük yaşında dükkânda hesap kitap işiyle uğraşır. Matematik dersinde problem çözemez ama dükkânın hesap kitap işiyle uğraşır. Aslında zekidir bu coğrafyanın çocukları. Nasıl zeki olmasın ki? Ama pek okuma işlerine girmek istemez. Çünkü bilir, babasının onu okutacak parası yoktur. Hem babası yaşlanmıştır. İşlere kim bakacaktır. İşçi almaya paraları mı vardı. Hiç değilse babasıyla berâber çalışıp da işlerini görsünler, anacığı-babası iyi olsun yeterdi. Eline iki kuruş para da geçti mi ondan iyisi yoktu.

Bu çocuklar öyle marka giyinmekten anlamazlar. Sırtlarına geçirecekleri bir Trabzonspor formaları olsun, onlar için fazla bile. Bakar bakar dururlar arkadaşlarının giydikleri yeni sezon formalara. Ama babası söz vermiştir. Şu fındığı toplasınlar ona çubuklu formasını alacaktır. Babası formasını alır almasına da forma orijinal değildir. Odundu, kömürdü, ihtiyaçlardı derken orijinal forma almaya para kalmamıştır. Sessizce boyun bükerler bu duruma bu yörenin çocukları.

Her zaman top da alamazlar. Haydi olsun da beş lira olsun bir top. Zâten fırsat buldukça öyle arada sırada top oynar. O top da patladı mı hüzünlenir. Belki yenisini alacak parası vardır ama ailesinden para isteyecek yüzü yoktur.

Bisiklet sürmek yerine el arabasıyla kömre (tezek) taşır. Hep birilerinin bisikletine heves eder, yine de kimseden bisikletini istemez. Öyle arada sırada bir iki tur atar, o kadar.

Hiç marka merâkı da yoktur. Arada sırada çarşıya inerler, annesi ona pazardan ne alırsa gider onu sever. Sevmek zorundadır alınan kıyâfeti. Hem annesini de kıramaz. Yaşıtları çakma ayakkabı giymeye tenezzül etmezken o, kara lastik giyer ayaklarına.

Âşık olur, söyleyemez. İçine gömer aşkını. Aşk için ne parası ne de zamânı vardır onun.

Yeri gelir çobanlık yapar ıssız dağ başında yeri gelir teröristi ihbâr eder, şehit olur.

Neden birisi çıkıp da karadeniz filmi çekerken bunları çekmeyip de mütahhit, şantiyeci, kuyumcu sınıfının sergüzeştlerini çeker anlamış değilim. Aslında ben anlamışım da onlar Karadeniz toplumunu anlamış değiller.

Neden bir yazar, bir şâir çıkıp da şu coğrafyanın zorluklarından bahsetmez? Neden bu anlattıklarım roman olmaz, neden şiir olmazlar?

İşinize gelmeyenler bunlar işte. Sizden yana olduklarında sorun olmayan ancak sizden yana olmadıklarında öteki dedikleriniz bunlar. Laz dediğiniz, Rum dediğiniz, Bizans artığı, Pontus dedikleriniz bunlar. Konuşmasıyla dalga geçtiğiniz insanların hayâtı kavga ve mücadele üzerine kurulu. Onların derdi sizin günlük çıkarlarınız, ahmak politikalarınız değil.

Biz Trabzonlular, siz istediğiniz zaman yöresel konuşup sizi güldürecek, tutmayan filmlere dâhil olarak filmin reytinglerini artıracak tipler değiliz.
Biz, siz gülün diye sinirli gezen, silah ve şiddet meraklısı insanlar da değiliz. Biz, istediğiniz zaman sizden istediğiniz zaman öteki olan bir toplumum kavgasının içinden çıktık, şimdi de bu toplumun hakkını savunmak için kavga veriyoruz.

Bu coğrafyanın evlâdının istediği tek bir şey var: Hani olmasa da olur ama şu dünyâda bir kez olsun sevilmek. Yaşarken birinin ona çıkıp da “Sen de olmasan ne olurduk, iyi ki varsın.” demesi. Bir kişi yahu! Sizin için yapılanın farkına varın. İyiliği takdir edip kötülüğü lânetleyin. İyilik yapın, iyiliğe gayret edin, iyiliği yayın. Birbirinizi sevin ve sevdiğinizi de söyleyin.

Şimdi kimse boşu boşuna “İyi ki varsın Eren” demesin. Eren için iş işten çoktan geçti artık. Bu coğrafyada henüz hayatta olan binlerce çocuk “İyi ki varsın” denilmeyi bekliyor. Biz, Eren’i “İyi ki varsın” diyemeden kaybettik. Kalle (hiç olmazsa anlamına gelen Trabzon ağzında kullanılan bir bağlaç) başka Erenler garip yaşayıp yine böyle garip gitmesin!


Bu yazı Tolgahan Turan’ın kişisel web sitesinde (www.tolgahanturan.com) yayınlanmıştır.