Yayın Metni: Kuzey Ormanları Savunması ve Yurtsever Ekoloji Direnişi

Tahmini Okunma Süresi: 15 dakika

“Yurtseverce Konuşmalar”ın ilk bölümünde Kuzey Ormanları Savunması’ndan Başar Toros ile gerçekleştirdiğimiz “Kuzey Ormanları Savunması ve Yurtsever Ekoloji Direnişi” başlıklı söyleşinin yayın metnini sizlerle paylaşıyoruz. Çevre mücadelesinin yurtseverliğe olan katkılarına değinen bu önemli sohbetin yurtseverlik ve çevre duyarlılığı arasındaki bağlantıyı daha da güçlendireceğini umuyoruz.

Yurtseverce: Merhaba, Yurtseverce’nin bu yayınında, Kuzey Ormanları Savunması kurucularından Başar Toros’la beraberiz. Kuzey Ormanları Savunması esasen Gezi’nin bir ürünü ve çok önemli bir boşluğu doldurdu. Gezi’de iyice ortaya çıkan ekolojik yıkıma karşı mücadeleyi ısrarla sürdürmesinin yanında, Gezi’nin hiyerarşisiz, çoğulcu, kapsayıcı anlayışını devam ettirdi Kuzey Ormanları Savunması. Üçüncü Havalimanı’ndan Üçüncü Köprü mücadelesine ve Kuzey Ormanları’ndaki çeşitli saldırılara, taş ocakları mücadelesine, maden ocaklarına, Edirne’nin bir köyündeki kuvarsit ocağından, Anadolu’nun çeşitli yerlerindeki saldırılara kadar KOS her zaman bu yıkımla mücadelesini inatla devam ettirdi. Dolayısıyla diyebiliriz ki KOS, ekolojik mücadeledeki en önemli yapılardan bir tanesi. Bu anlamda toplumsal muhalefete bunun önemini ısrarla anlatmış bir yapı. Bizim Yurtseverce’nin yaptığı tartışma açısından, ulus tartışması ve Türk Yurtseveri bir yaklaşım açısından KOS’un pratikleri çok önemli. Ulus tartışmasını ciddiye almak şundan önemli; ulusun üyeleri birbirleriyle hiç karşılaşmasalar da kriz dönemlerinde, yakıcı meselelerde bir araya gelirler. Yani Kadıköy’deki bir yurttaşla Muğla’daki bir yurttaş, birbirlerini hiç görmeseler de bir şekilde bazı meselelerde ortak tavır sergilerler, ortak hissiyat duyarlar. Muğla’daki zeytin ağacının yanması, Kadıköy’deki bir yurttaşı ilgilendirir. Bundan canı yanar ya da İstanbul ormanlarının yanması Anadolu’daki bir yurttaşla temas kurar. Bu önemli bir şey bu bakımdan. Öte yandan bugün açıkça doğaya karşı saldırılarda görüldüğü üzere; sivil, yurtsever ve ekolojik bir enerji söz konusu toplumda/ulusta. Dolayısıyla bu Türk yurtseveri bir anlayışın ve mücadele hattının ortaya çıkmasının önemini bize gösterdi. KOS’un yaptığı iş de bu bakımdan çok alan açıcı bir şey. Bütün bunlardan yola çıkarak şunu söyleyebiliriz. Aslında bütün Türkiye KOS’a minnettar olmalı. Biz de minnettarız zaten. O yüzden şimdi Başar’la sohbetimize geçebiliriz. Evet Başar hoş geldin.

Başar Toros: Hoşbulduk. Güzel bir giriş oldu.

Yurtseverce: Öncelikle bize Kuzey Ormanları Savunması’ndan bahsedersen, Kuzey Ormanları nedir? Hangi alanlarda iş yapıyor? Bunlardan bahsedersen, böyle bir giriş yapalım.

Başar Toros: Şimdi bu güzel giriş için teşekkür ediyoruz. Koltuklarımızı kabarttın. Ama elbette KOS, Türkiye’deki tüm doğa ve yaşam mücadelesinin bir parçası, çok kıymetli emekler var eskiden beri, Gezi öncesinden de başlayan, hala da sürmekte olan bizim kardeşlerimiz var. Onlarla beraber yürütüyoruz bu mücadeleyi, KOS neticede bölgesel bir savunma ama Dersim’den İzmir’e Karadeniz’e kadar her tarafta bizim savunma yapan, kendi bölgesini, oradaki doğayı, yaşayanı inatla savunan arkadaşlarımız, kardeşlerimiz var. Onlardan aldığımız enerjiyle bu çalışmaları yapıyoruz diyerek başlayayım.

Önce Kuzey Ormanları neresi? Yurttaşlar demesin, kuzey ormanları her taraf, kuzey yarım küresindeyiz dünyanın. Bazen kafa karışıklığı oluyor bu konularda da. Bizim kuzey ormanlarıyla kastımız aslında yağmanın inşaat enerji gibi sektörlerin faaliyet alanı olarak seçtiği bir bölge olduğu için İstanbul. Ama aslında bu orman kuşağı Avrupa’dan geliyor Asya’ya kadar uzanıyor. Herhangi bir yurttaşımız İstanbul Marmara’nın kuzeyine baktığı zaman nereden gelip nereye gittiğini görüyor. Muhteşem bir şey aslında bir ekolojik köprü bu. Bir orman kuşağı köprüsü, içinden iki tane boğaz geçiyor, bunlar çok ender şeyler. İnsanlarımız bunları bilmeyebilir, içinden deniz geçen orman diyoruz mesela. Boğaziçi bir denizdir aynı zamanda bambaşka bir ekosistemdir. Çanakkale boğazı yine benzer bir ekosistem. Uluslararası kriterlerde önemli doğa alanı sayabileceğimiz iki tane boğazdan bahsediyoruz. Marmara denizinin coğrafya açısından önemini biliyoruz, Karadeniz zaten ana vücudu kuzey ormanlarının, Karadeniz kıyılarıyla etkileşim halinde, bir taraftan Saros’tan, Edirne’den doğru da Ege’ye kıyısı var. Yani ülkemizin üç denizine iki boğazına kıyısı olan, 1.650.000 hektarlık bir coğrafyadan bahsediyoruz ki, orman deyince şunu düşünmek lazım, orman bir ağaç kalabalığı topluluğu değil. Özellikle son 20 yılda ormancılık anlayışının değiştirilmesi sürecine de denk geldik biz. Orman bir ağaç dikilen, yapılan bir fon, dekor gibi bir şey değil. Orman; bir bütün, bir ekosistemler birliği. Açıklık olmazsa, açık alan yoksa orman değildir zaten. Ormanın en değerli alanlarından birisi açık alanlardır. Yaban orada kendisini bulur. O olmazsa yabanın orada yaşama şansı yoktur. Bugün iktidarın “maki ya çalı çırpı!” dediği özellikle meşe ağırlıklı ormanlar inanılmaz bir zenginlik ve çok önemli bir biyoçeşitliliğin yuvasıdır bahsettiğimiz çalı çırpı. O bakımdan çalı çırpısız, sulak alansız, merasız, açık alansız orman olmaz. Hatta kuzey ormanlarında buna ilaveten yüzyıllar içinde oluşmuş kanyonlar var. Ballıkayalar gibi, dağcıların çok iyi bildiği… Ya da üç tane longoz var mesele İğneada, hacim olarak Avrupa’nın en büyük longozu, öbür tarafta Acarlar longozu ve Karacabey longozu, Bursa’da. Bu üç longoz bu kadar tahribata rağmen gittiğinizde büyüleneceğiniz, içinde 1-2 gün kamp yaparsanız “neden buradan dönüyorum şehre?” diyeceğiniz, hala kendi doğal varlığını koruyan doğa alanlarından bahsediyorum. O bakımdan çok da uzatmadan Kuzey Ormanları, Istırancalardan gelip Çatalca, Terkos havzası, oradan Boğaziçi, Polonezköy, Ağva, Kocaeli’nin tepeleri, Sakarya, Sapanca, Düzce’ye Abant’a kadar vardıracağınız bir kuzey ekosistemi. Bunun yanında da aşağı doğru saçakları olan bir orman. Mesela Samanlı Dağları, Kocaeli içinde kalan Kartepe, Samanlı Dağları’nın bir eteği, turizm merkezi. Bütün buralar yaban hayatının da çok canlı olduğu iki buçuk milyon adet futbol sahasına denk gelen bir ekosistemler birliği diyoruz biz buna. İçinde otuza yakın önemli doğa alanı var. Önemli Doğa Alanı (ÖDA) dediğimiz dünyaca tanınan ve yok olmak üzere olan türlerin yuvası anlamına gelir. O tür, sadece orada var. Endemik bitkisinden tutun da, kuş türlerine kadar. Yine Önemli Bitki Alanları (ÖBA), Önemli Kuş Alanları (ÖKA) var. Aynı zamanda dünyanın çok ender kuş göç yollarından bir tanesi. Her yıl yaklaşık 600 ila 700 bin leylek, Kuzey-Güney yolculuğunda Kuzey Ormanlarını iki defa kullanıyor. Pek çok köyümüzde bu artık gelenekselleşmiş “Yaren Leylek geldi, Yaren leylek gitti” diye insanların köyünde misafir ettiği bir yolculuk bu. 250 ila 300 bin kadar yırtıcı kuş da yine aynı rotayı izleyerek geçiş yapıyor. Aynı zamanda boğazdan balık göçü var. Boğazdaki akıntı, müsilaj meselesine de çözüm olarak önerildi. “Bunlar nasıl olsa akıntıyla Karadeniz’e gider”. Sanki Karadeniz herşeyi yutacak bir anaformuş gibi. Oysa bu akıntı ender görülecek güçte ve Marmara’daki biyoçeşitliliğin en temel sebeplerinden bir tanesidir. Herhalde bu yönleriyle Kuzey Ormanları’nı genel olarak tariflemiş oldum.

Coğrafya çok kıymetli. Şunu vurgulamak istiyorum son olarak. Marmara çevresinde 25 milyon kadar nüfus yaşıyor. Çünkü Marmara maalesef ki, Türkiye’nin sosyo-ekonomik ve politik gelişim süreci boyunca sanayi ve hizmet sektörünün, dolayısıyla nüfusun, Türkiye nüfusunun kaldıramayacağı bir yığılmayla karşı karşıya kaldı. Yetmişlerden hatta altmışlardan itibaren. Bu yüzden bu bölgedeki hayatın yaşanabilir olması için gereksinim duyduğumuz hava su toprak vb.’ni karşılamak zorunda olduğumuz bir bölgeden bahsediyoruz. Peki nasıl karşılıyoruz? Tek kaynak Kuzey Ormanları. İstanbul’un yirmi milyonluk, bu kadar gürültüsüne kirliliğine rağmen, İstanbul havasının solunabilir olmasının temel sebebi, İstanbul’un Kuzey Ormanlarıyla içiçe olması. Bu Kuzey Ormanlarının şanssızlığı, İstanbul’un şansı diyeyim. Benzer bir şey Edirne, Kırklareli, Tekirdağ tarafı için de geçerli. Biliyorsunuz su kaynaklarımız sürekli gündem oluyor. “Su bitti, su az” vs. bu iktidarın da döndürdüğü bir tartışma. “Melen’den getirdik” “Bir tane daha getirin” Bu bahsedilen kaynakların hepsi kuzey ormanlarının suyudur. Bu su aslında yabanın suyu. Ormanın suyunu çalıp çalıp getiriyoruz. Bu anlamda aslında Kuzey Ormanları bu kadar temel bir su ihtiyacı açısından tek bölgemiz. Kuzey Ormanları dışında bir yerden su gelmiyor. Kuzey Ormanları’nın yüksek kesimlerine yağan kar suyu, eriyerek, su sistemleriyle havzalarla beraber, bizim suyumuz dediğimiz barajlara, göllere akıyor. Onu da biz yıl içinde kullanıyoruz, yetebildiği kadar. Ve 11 tane ilden bahsediyorum ve bu iller en merkezi iller. Bursa, Sakarya, Edirne, İstanbul, Çanakkale’nin kuzeyi vs.

Yurtseverce: Oradan şuraya geçebilir Başar. Kuzey ormanlarının bu bahsettiğin alanda KOS’un çok önemli çalışmaları oldu. Orada, sahada bir sürü insanlar karşılaştınız, çok çeşitli direnişlerde. Burada insanlarla karşılaştığınızda bu, yerel duyarlılıkların ötesine geçebilecek bir imkan sunuyor mu sence? Yani çok daha büyük, Türkiye’yi kapsayabilecek bir yurtsever mücadeleye akabilecek bir durum var mı? Ya da sadece o adam, kendi köyündeki kuvarsit ocağını mı düşünüyor? Böyle bir bilinç yavaş yavaş oluşuyor mu sence?

Başar Toros: Şöyle basit bir cevap vermeye çalışayım. Hep beraber aslında izliyoruz. En çok bu kuzeye saldırı belli başlı sektörlerden oluşuyor. Bu sektörler de özellikle iktidarın son dönemde kendisi için geçerli saydığı, geliştirmeye çalıştığı inşaat, enerji ve orman endüstri sektörü gibi sektörler. Bu sektörlerin patronları Kuzey Ormanları’nda bahsettiğimiz tahribata giriştiler. 2010’ların başından itibaren. Bunlarda hep aynı şirketleri görüyoruz. Bahsettiğimiz Edirne’deki taş ocağına giren şirket, Sakarya’da da aynı şirket. Rüzgar enerji santrali kuran, ormanı tahrip ederek kuran, şirket, bir bakıyorsun Çatalca’da. Bu şirketlerin tahribatı söz konusu, köylülerin de direnişi var. Orada şunu söylemek lazım, direniş şöyle söz konusu. Bu, onun için artık orada yaşayıp yaşamama sorunu. Yurdunu toprağını, ata toprağını hatta terketmek zorunda kalacağı bir savunma. Bu artık son noktası. Çünkü yapılan projelerde o insanın orada arıcılık yapma şansı yok, ormancılık yapma şansı yok, hayvancılık yapma şansı yok, tarım yapma şansı yok. Bu insan ne yapacak burada? Zaten gençleri çoğunlukla terk etmiş burada. Genç nüfus zaten gitmiş, şehirlere yığılmış, sanayi iş gücü olmuş, şu olmuş bu olmuş. Burada bir yaşlı nüfus var. Yaşlı nüfusun orada kalmasının tek koşulu, 70-80 yaşında olsa bile hayvanını sağacak, bahçesini ekecek. KOS’ta artık şu bilgi yayıldı, eskiden bilinmiyordu. Bir köyün yakınına taş ocağı yapılırsa bırakın tarımı, su kalmaz. Suyunuzu bitirir, çalar, net. Ege JES’i (Jeotermal Enerji Santrali) öğrendi, ben bile bilmiyordum. Bunu her köylü şimdi senden benden daha fazla biliyor. JES üzüm bağlarına ne yapar? Bunun artık cevabı hayatta, gerçek karşılığıyla var.

Yurtseverce: Türkiye’nin dört bir yanında var değil mi? İkizdere’den Kaz Dağlarına kadar.

Başar Toros: Şimdi şöyle bakmak lazım. İnşaat sektörü sadece kuzey ormanlarında, ulaştırma kılıklı ve kılıflı rant alanları yaratma işi yapmıyor. Bunu yaparken aynı zamanda malzemeye ihtiyaç duyuyor. Sen orada havalimanı yapacağın zaman milyonlarca ton taşa, kuma, inşaat malzemesine ihtiyacın var. İstanbul’u büyütürken, kuzeye doğru ittirirken, İstanbul’un kentsel dönüşümünde, pek çok yerde “biz ihanet ettik” dedikleri, “dikey mimari” dedikleri, o kuleler için ne kadar büyük bir inşaat malzemesini çok kısa sürede edinmeniz gerekiyor. Nereden edineceksin? Kuzey ormanlarından başka yer yok ki. Orman bedava! Orman zaten, altında değerli toprak, maden olduğu için orman. Orman kıraç topraktan çıkmaz ki. Her ormanın altında değerli bir şey vardır. Alttan bunu aldığın zaman bir daha da o ormanı zor yaparsın. Çok çok zor, hocalarımız anlatıyor işte. Şimdi ikinci zararı bu. Malzeme ihtiyacıyla saldırmak. Bunu halkımız, köylüler biliyor.

Başka bir taraftan Rüzgar Enerji Santrali (RES), işte yenilenebilir enerji, çevreci yeşil enerji. Bir müddet insanlar sustu, sustu. Tamam da, şimdi bakıyor dünyada bunun örnekleri bu değil ki! Dünyada bunun yapılacağı yerleri gösteriyorlar. Sen dünyadaki çevreci bir yaklaşımla bunu yapıyorum derken bir yandan da karbon yutağı, dünyanın iklimini savunan ormanları kesip bu iş yapılabilir mi? Yapılmaz, dünyada da yapılmıyor zaten. Ama bize kuzey ormanları bedava diye, dipdibe onlarca dev türbin için koca bir yaban hayat alanı, devlet tarafından ilan edilen yaban hayat geliştirme sahasının sınırlarını küçültüp, kalanına 50-60 tane RES için, bir de bunların servis yollarını düşün, trafolarını düşün. Hem sellere karşı tamamen savunmasız hale getiriyorlar, çünkü tırların geçeceği yollar üçüncü köprü yolu kadar devasa yollar kesiyorlar. Ve buna çevreci mi diyeceğiz? Bu sene çıkan orman yangınlarının en büyük sebeplerinden biri orman içinden geçen elektrik hatlarıdır. Bir rüzgar olduğunda, Türkiye’nin pek çok bölgesi rüzgara açık. Bu rüzgar bir hattı bir iki yerde kopardığı takdirde 10-15 yerde yangın başlıyor. Bunlar orman genel müdürlüğünün ifadelerini söylüyorum. Biz OGM’nin beyanatlarına bakarak konuşuyoruz. Peki, neden bu kadar enerjiyi ormanın içinde geçiriyorsun, neden? Şimdi burada senin dediğin meseleye geleceğiz. Bu bahsettiğimiz şirketler, şöyle bir teoriye dayanıyorlar; “Türkiye’nin büyümesi”. Bunu Türkiye halkı gördü ki, büyüyen sadece belli başlı şirketler ve bu şirketlerin “yerli ve milli” bir ekonomi yaratmak değil, dünyadaki kapitalizme entegre olan ve bunun taşeronluğunu, hamallığını yapmak isteyen bir sermaye grubuyla karşı karşıyayız. Bu sermaye grubu da kendi ülkesindeki üretimi de bizim ülkeye kaydırıyor. Ormanları keserken, bunları kendi “yerli ve milli” firmana gönderiyorsun. Türkiye, dünyanın dört bir yanına sunta, MDF, orman ürünü, kağıt, ambalaj ihraç eden birinci ülke, üç yıldan beri böyle. İhracatta büyüyen devasa bir sektör var. Bu sektör kim? Orman endüstri sektörü. Bu sektörü büyütmüşsün büyütmüşsün, ham maddesi nereden geliyor? Normalde dışarıdan geliyor. Orman zengini ülkeler, çünkü Türkiye’nin kendi orman varlığı zengin değil. OGM’nin planlarına göre kesim sınırın var senin. Ama dolar bu vaziyetlere gelince, aynı zamanda pandemi sırasında ülkeler kendi ormanlarına daha korumacı yaklaşınca Türkiye’nin bahsettiğim orman endüstri sektörü hammaddesiz kaldı. Kalınca da “haydi buyurun Türkiye ormanlarına dalalım”. KOS’a günde en az bir tane ağaç kesim videosu ve yardım talebi geliyor. Milli parklara bile gençleştirme seyreltme adı altında bunu yapmaya çalıştılar.

Başından beri KOS, siyaset yapar ama siyaseten herhangi bir partiye şuna buna bağlı değil. Bizim açımızdan hangi köyün neyi tuttuğu ne önde ne sonra sorulmaz, bizim açımızdan hiçbir ehemmiyeti olmayan bir soru. Biz kendi ormanını toprağını, tarlasını savunan her köye gittik. Bu gittiğimiz köylerde her siyasi görüşten ve yurdumuz biliyorsunuz etnik anlamda da Balkanlardan gelen mesela halkımız Trakya’da yoğunlaştı, Kocaeli’de manavlar, çerkezler… Pek çok milletten toplum bir araya geldi. Bizim ilk savunmalarımızdan birinde Polonezköy’de Hristiyan yurttaşlarımız vardı. Polonezköy’de oradaki muhtarla birlikte yurtseverce oradaki toprakların imara, imar sermayesinin yağmasına açılmasını engelledik. Dikkat edin Polaklar, Manavlar, Boşnaklar, pek çok farklı köken… İşte biz buna “Kuzey Ormanları Kardeşliği” de diyoruz. Aslında bu ulustur işte. Bu bir ulus. Bu bahsettiğim topluluklar siyaseten çeşitli partilere oy veriyorlar, ama hepsinin ağzındaki şey aynı, talebi aynı. Çok benzer. Kirazlıyayla köylüleri mesela, Kuzey Ormanları’nın başka bir coğrafyasında o geleneksel kıyafetleriyle yürüyen mücadeleyi düşünün.

Yurtseverce: Aslında, tarif ettiğin gibi sermayenin yağmasına karşı, yurtsever bir cephe olmuş oluyor bu halk dediğimiz.

Başar Toros: Tabi karşımızdaki kendini “yerli ve milli” diye yutturmaya çalışan bir sermaye.  Kirazlıyayla’daki şirket Lübnanlı. Yahu kardeşim Lübnanlı’ya takılmayın. Lübnanlı, Kanadalı, bu değil ki mevzu. Bu insanlar kendi kendilerine buraya gelip bir şey yapmıyor ki. Beraber yapmıyorlar mı? Bu şirketlerin Türkiye’de ortakları yok mu? Bugün artık oralı buralı değil. Karşımızdaki “yerli ve milli” bir sermaye dediğimiz ki ben öyle bir şey olduğunu düşünmüyorum. Çünkü baştan itibaren dışa bağlı gelişiyor. Sermayenin tabiatı gereği, kendi sermayen yoksa dışa bağlı gelişiyorsun, geliştiriliyorsun hatta. Burada hiçbir zaman kendin bağımsız tercihlerde bulunmuyorsun. Odun endüstrisinin bugün büyütülmesinin sebebi bizim “yerli”, “milli” tercihlerimiz değil. Bizim öyle bir ormanımız da ihtiyacımız da yok. Peki ne? Sürekli kınadığımız, birinci sattığımız yerlerden biri İsrail. İsrail işgal ettiği Filistin topraklarında bizim mutfak dolabımızı kullanıyor. İkinci ABD, üçüncüsü bizi çok kıskanan Almanya. Baktığınız zaman burada başka bir tercih görüyorsunuz. Değil yerli ve milli, aynı zamanda küresel bir projenin tercihi; “Ben kesmeyeyim sen kes”. Avustralya karar almış, şu yıla kadar hiç ağaç kesmeyecekmiş. Sen orman kesmeyi yasaklayınca benim ormanlarımı kesiyorlar. Sen orman kesmeyi yasakladığın zaman inşaatı mı durduruyorsun? Orman ürünü mü kullanmıyorsun? Yoo kullanıyorsun. Nereden geliyor bu ihtiyacın? Türkiye’de kurulmuş orman endüstri sektörü Türkiye ormanlarını boğazlıyor ve oranın ihtiyacını karşılıyor. Bugün Brezilya ormanlarındaki yıkımı Türkiye geçmiş durumda. İnanılmaz. Böyle bir şeyin sürdürebilirliği zaten yok. Şimdi böyle bir durumda yurtseverlik nedir? Hangi ulusun bireyi buna karşı çıkmaz. Daha doğrusu bir ulusun hangi bireyi buna karşı çıkmaz? Hangisi kol kola kenetlenmez.

Yurtseverce: Aslında Kuzey Ormanları’nın yaptığı bir vatan savunması yani.

Başar Toros: Elbette öyle. Tabii öyle. Bu arada, vatanın çıkarları, dünyanın çıkarlarıdır artık. Vatan da bir dünya da bir, artık onu da söylemek lazım. Çünkü artık dünyanın kaderi o kadar bir arada ki – hep öyleydi- ama şu an iklim krizi dediğimiz, küresel kapitalizmin yarattığı bir şey. Dünya şöyle bir şey değil, onu da düşünmek lazım, dünyayı hasta ettik, dünyayı ettik, yok dünya tahrip falan olmaz. Dünyayı tahrip etmeye insanlığın gücü falan yetmez. Biz sadece dünyada kendi bulunma koşullarımızı ortadan kaldırıyoruz. Dünya bizden kurtuluyor aslında. Biz derken, insan kötüdür falan demek istemiyorum, bugün başımızda bulunan küresel kapitalist üretim tarzından bahsediyorum. Asla beslenemez, asla tatmin olmayan, asla duru olmayan, hiçbir planlaması olmayan, halkın çıkarlarından yana olmayan, akıl olmayan o yüzden, akli olmayan, kendi bindiği dalı kesmek zorunda olan, gerçekten şuurunu kaybetmiş bir sistem var. Ve bu sistemin sürdürebilirliği yok. Bu anlamda, ben Türkiye’deki ormanı savunuyorsam aslında Arjantin’deki ormanı savunuyorum ya da Endonezya’daki ormanı savunuyorum. Çünkü komşuluk dediğimiz şey artık aynı hava. Avustralya kendi ormanlarının kesilmesini engellediği zaman [aynı zamanda] Türkiye’deki ormansızlaşmayı hızlandırdığı zaman kendisini vuracak dönüp dolaşıp. Çünkü aynı ormanlar aynı okyanuslar oksijen üretiyor dünyaya. Bir okyanusu tahrip ettiğin zaman en çok oksijen üreten bir alanı tahrip etmiş oluyorsun. Herkes ormanlar falan diye bilir ama hayır, okyanuslar ve denizler en büyük oksijen kaynağıdır. Oradaki tahribat ise, bu küresel kriz dediğimiz şey aslında, çevre krizi, nasıl adlandırmak isterseniz. Bu bakımdan, bugün Kuzey Ormanları’nın yaklaşık 6-7 yüz kadar köyü, bunun dışında kasabaları – ki biliyorsunuz aslında İstanbul’un kendi nüfusu aslında bir şekilde Kuzey Ormanlarının içinde oturuyor; ilçelerine bakarsak, Sarıyer, Beykoz, Arnavutköy, Kartal, Maltepe, bütün buralar bir şekilde ormanın içinde ve oraya doğru büyüyor – işte bütün bu nüfusu göz önüne aldığımız zaman, bunların hepsinin çıkarları ortaktır.

Yurtseverce: Oradan şuraya geçmek istiyorum ben, bu yaz orman yangınları oldu, bizim içimiz yandı, uzun süre de müdahale edilmedi. Birincisi, şunu sormak istiyorum, sence bu gecikmenin ya da geciktirmenin bir anlamı var mı?  Ormanların yanmasını seyrettiler mi gerçekten? Aynı zamanda burada, örneğin Ege’de, insanların kendilerine ait, bağımsız bir ekonomileri var malum, defneden geçiniyorlar, zeytinden geçiniyorlar, oranın doğasından bir şekilde karnını doyuruyor. Fakat turizmcilerin ya da şirketlerin, bu tip bağımsız ekonomilere tahammülü yokmuş gibi geliyor. Sermaye, insanın kendi hayatını [bağımsız şekilde] idame ettirmesinin önündeki engelleri de ortaya koyuyor. Dolayısıyla şöyle bir tablo ortaya çıkıyor, bir yandan Çin’in yanında Türkiye’nin tedarikçi olmasını da düşünürsek, amaç buradaki insanların hepsini bir şekilde şirket çalışanı yapmak ya da işçi olmaya hazırlamak gibi de yorumlayabilir miyiz? Dolayısıyla hem teknik anlamda hem de çağrışımları bakımında sen bu yaz gerçekleşen orman yangınlarına nasıl bakıyorsun?

Başar Toros: Bir defa kendi konumuzu takip edelim, fikri takip yapalım. Bir defa orman yangınlarının çoğalmasının sebebi çok açık şekilde iklim krizidir. Ama iklim krizini de bahane etmeyelim, bakın Avustralya’da da orman yanıyor ne yapabiliriz demeyelim. Evet, iklim krizi ormanlarımızı yangına karşı savunmasız bırakıyor, ama yangını çıkaran iklim krizi değil ki. İklim krizi gelip ormana bir şey atıp yakmıyor. Demin dediğim gibi, yangınların en önemli sebeplerinden birisi, ormanlar üzerine verilen orman-dışı faaliyet izinleridir. Bunun bir örneği RES mesela, Rüzgâr Elektrik Santralinin ormanla alakası var mı? Kardeşim, RES’i şehirlere kur, fabrikaların yanına kur, nereye kurarsan kur, kendi enerjisini çevreyi tahrip etmeden üretsin. Hatta ormanlar için de geçerli bu fikir, eğer illaki ormana RES kurmak istiyorsan git plantasyon ormanı kur o zaman. Yani, boş arazi al, o araziyi ormanlaştır, daha sonra oraya RES yapmak istiyorsan, oradan kes madem. Niye doğal ormanlarımızı kesiyorlar? Yani baktığımız zaman bu yangınların ardındaki en önemli sebeplerden bir tanesi ormancılık-dışındaki faaliyet izinleri. Hep şöyle söyleniyor, otel yapmak için orman yangını çıkarıyor diyorlar. Yahu otel yapmak için orman yakmalarına gerek yok ki. Dün yaptığımız basın açıklamasında dedik ki, orman yangınlarının söz konusu olduğu alanların çok daha büyüğü olan alanlar zaten halihazırda orman vasfının dışına çıkarılmış. Zaten bu alanlar, önceden, orman dışındaki faaliyetlere açılmış zaten. Yani bunun için yangını beklemelerine gerek yok. Yasalarımız şimdi buna uygun değil, yaktığınız yeri ağaçlandırmak zorundasınız. Bir iki istisnai örnek var elbette ama genel olarak ormanı yakarak oraya otel dikemezler. Hatta taş ocağı da açamazlar. Yangın üzerine o ormanda taş ocağı açacaksanız sıkıntı yaşarsınız.

Yurtseverce: Başar şunu kastediyorum aslında, yurtsuzlaşmanın sermayenin işine gelen bir tarafı var. Dolayısıyla, orman yangınları ile yurtsuzlaşma meselesi arasında bir bağ varmış gibi geliyor.

Başar Toros: Anlıyorum. Sadece orman yangınları üzerinden bağlantı kurmaya gerek yok. Bizim Kuzey Ormanlarının tahrip edilmesinde tespit ettiğimiz 30 başlık var. Bunlar 30 farklı tahribat biçimi; Rüzgâr Enerji Santralleri, turizm baskısı, inşaat-yapılaşma vb. başka başka başlıklar. Kuzey Ormanları üzerinde 30 tür tahribat var yani. Bunların hepsi, şu anki hükümet tarafından, göz yumulan, desteklenen ya da hibelenen konu başlıkları. Bunların hepsi bir arada yurtsuzlaştırıyor zaten. Bunların hepsinin sonucu, Kuzey Ormanlarının köylerinde ve kasabalarında yaşayanların evlerini boşaltması ve kente göç etmesi ile sonuçlanıyor zaten. Yeni havalimanı bölgesini düşünsenize, ancak savaş zamanı çıkarılabilecek acele kamulaştırma kararları ile boşaltıldı. Acele kamulaştırmalarla, insanlar, mandacılık yaptığı, ekip biçtiği, balıkçılık yaptığı, hatta lokal turizmini yaptığı toprakların hepsini havalimanı projesine bırakmak zorunda kaldılar. Yerli ve milli bir proje olarak sundukları üçüncü havalimanının her tarafına uluslararası sermaye ortak oldu. Bizi çok kıskanan Almanya, üçüncü havalimanı projesinin birçok yanını yaptı. Şimdi orman yangınlarına gelelim; geç mi müdahale etti, bilerek mi yoksa bilmeyerek mi yaptı, bunu onlara sormak lazım. Biz yıllardan beri şunu soruyoruz, Kuzey Ormanları Savunması mücadeleye başladığı zamandan itibaren, orman yangınlarını ele alarak, orman uçaklarımız neden hangarlarda ya da niye orman uçağımız yok diye soruyoruz. Neden yerli milli, bize ait, kiralamadığınız, saatine para vermediğiniz yangın uçaklarımız yok diye soruyoruz. En son geldiğimiz noktada, bakanlık, Anadolu Ajansı’nda üç satır bir haber olarak basmış, şöyle diyor mealen, aslında bu uçaklara gerek yok ama alalım, elimizin altında beş tane bulunsun. Yahu kardeşim, madem elimizin altında bulunacaktı, neden insanlarımız dört beş yıldır orman yangınlarına karşı bas bas uçak diye bağırıyor. Çünkü gerçekten, en etkili müdahale uçak, yani havadan, hava unsurlarının müdahalesi daha etkili. Bu müdahale saat 6’dan sonra bitiyordu, niye, çünkü hiçbir kiraladığımız uçakların ya da hava unsurlarının gece donanımları yok. Bunu, gece donanımı eklemeyi, neden yapmıyorlar mesela? Bunun cevabını onlar vermeliler. Biz yıllardır sorup duruyoruz, ama cevap alabildiğimiz yok. Manavgat’ta insanların evleri barkları yandı, bunu yeniden kurması kolay mı? Mesela şimdi sen TOKİ ile beş dakikada bunların evini yapacağım dediğin zaman, ne olacak, o insanın yaşama tarzı yanmış. Kuru evi o insanlar kendileri de yapar, mesele bir ev değil ki. Mesele bir betondan ev değil ki, ama iktidardaki hep aynı anlayış. Yanan oradaki yaşam alanı, yaşamı, içtiği su, nafakası, ili yurdu yani. İnsanların yurdu yanmış. Oraya beton ev attığın zaman, ha tamam, artık insanlar yaşayacaklar, diyemezsin. O bakımdan orman yangınları elbette yurtsuzlaşmayla ilgili. Bu arada orada köylerde yaşayan insanlar kıt kanaat yaşıyorlardı, zaten, bir sürü sıkıntıları vardı. Örneğin, Kuzey Ormanları’ndan bakarak söyleyeyim, en büyük sıkıntı susuzluk. Yıllarca yapılan uyarılarımıza rağmen su politikası yanlış bir şekilde yürütüldü. Suyun kullanımına bakacak olursak, Marmara bölgesinde en çok suyu sanayi çekiyor, en büyük su tüketimi sanayii yapıyor. Böylesine devasa bir sanayii yaratırsan, su tarıma nasıl yetecek ki. Elbette tarım da bir o kadar su çekiyor, ama o da yarattıkları sorun, hep suya bağlı bir tarım örgütlemişsin. Oralarda kıt kanaat geçinen köylü, yangın ya da kuraklık ya da sel karşısında çaresiz kalıyor. Biliyorsunuz yani, bütün bir mevsim yağacak yağmur, artık iki saatte yağıyor. Bütün mevsim yağmuru iki saate toplanıyor, elbette bu yağmur da bir şeyleri besleyemiyor, o iki saatte yıkıp geçiyor. Sel şeklinde gelen yağmur oradaki toprağa derman olamıyor. Dolayısıyla senin dediğin gibi bir yurtsuzlaşma bağlantısı kurulabilir. Onların [iktidardakilerin] yanıtlaması gereken sorular var, ama bu soruları inatla cevaplamıyorlar. Neden geç müdahale ediliyor? Bizim de giden arkadaşlarımız var, haklısınız, söndürme çabalarında pek çok yerde engellemelerle karşılaştılar. Diğer yurttaşların da söndürme çabaları engellenmiş olabilir. Bu noktada işte OGM’nin şeffaf olması lazım, böyle böyle gerekçelerle müdahale etmiyoruz burada, gerekçesini sunması lazım, açık olması, açıklama yapması lazım. Eğer OGM bir açıklama yapmazsa, doğal olarak, hakkında çıkan bir sürü şaibeye çanak tutmuş olur.

Yurtseverce: O zaman bu anlattıklarından yola çıkarak son sorumu sorayım. Bütün bu çizdiğin tabloda insanlarda yurtsuzlaşma hissiyatı oluşuyor. Yangına müdahale edebilmek için can havliyle ormana koşan insanlar oldu. İnsanlar kendiliğinden bir araya gelerek yangını söndürmeye çalıştılar. Dolayısıyla, ulusun üyelerinin, yurttaşların kendilerince bir dayanışma hattı ister istemez oluştu. Bu gelişebilir mi? Bu siyasal bir imkana dönüşebilir mi? Burada yurtseverce bir anlayışın gelişmesinin imkanları görünüyor gibi, çünkü yangınlar karşısında bütün yurttaşların hissettiği, tabii oradakilerin daha fazla hissettiği muhtemelen, elinin kolunun bağlı olması duygusu. Artık, ne yapacaksak kendimiz yapacağız hissiyatı oluştu. Bu sivil enerji, yurtsever enerji bence çok önemli. Sonunu böyle bağlayalım. Bunlarla ilgili ne dersin?

Başar Toros: Şu an, yurt dediğimiz şeyi daha iyi anlıyoruz. Yağmalandıkça yurt dediğimizin ne kadar önemli bir şey olduğunu anlıyoruz tabii.  Suyumuz, toprağımız, havamız, denizlerimiz, bunların kıymetini kaybettikçe anlıyoruz. Ya da tahrip oldukça görüyoruz. Bu bakımdan, bunu savunanlar, ulustur. Savunanlar ulustur çok net. Bugün doğallığında bir seyir var. Bir köyde oturuyorsun, iki yüz yıldır o köydesin, iki yüzyıldan beri bir yaşam tarzı kurmuşsun yani, hatta daha uzun zamanlar. Bir Türkmensin diyelim, Bursa’nın tepesinde bir dağdasın. Hatta geleneksel bir yaşam tarzın var hala belki. Çat diye yanına bir sanayi bölgesi açıyorlar. Bu nedir? Bu nasıl bir şeydir? Bununla mücadele etmek için hukuk diyorsun, avukat tutuyorsun, hukuksal mücadele diyorsun ama sen dayak yiyorsun. Düşünsene yani geleneksel, muhafakazar toplum kesimleri dediğimizin karşısında jandarma dikiyorlar, dayak yiyorlar, göz altına alınıyorsun, hakkında dava açılıyor yahu. Hayatında belki hiç gazete okumamış, siyaset hakkında, hatta doğa konusunda hiç düşünmemiş insanlar.

Yurtseverce: İktidardakiler bunca şeye rağmen devam ediyorlar, elbette, gözleri çok kara, yok halkmış, muhafazakarmış bakmıyorlar. Hala İkizdere mücadelesi devam ediyor.

Başar Toros: Bu insanları savunmaya geçmek zorunda bırakıyorlar aslında. Biz Kuzey Ormanlarında şunu söylüyoruz, yurttaşlara şunu söylüyoruz, hatta bütün Türkiye’ye şunu söylüyoruz, kendi ormanın diye bir şey yok. Kendi yerine gelen taş ocağına karşı ormanını savunurken, bundan bir kilometre ilerideki ya da on kilometre ötedeki taş ocağına karşı, komşunun yanında olamazsan bir savunamayız. Sen bilmelisin, Kirazlıyayla düşerse, bil ki senin köyün de düşecek. Düşmemesi için, o şirketlerin karşısında boyun eğmememiz için, kol kola girmemiz gerekiyor. Kim olursanız olun, hangi kökenden gelirseniz gelin, hangi partiye oy veriyorsanız verin, fark etmez. Bu net bir şey. Bazıları olur mu öyle şey diyor? Tabiki olur, biz pek çok köyle beraber mücadele verdik ve hala da veriyoruz işte.  Bu ülkenin yurtseverleri, bu ülkenin ilericileri, bu ülkenin sosyalistleri bu insanlarla birlikte mücadele vermeyecekler mi? Bugün yurt dediğin neresidir? Bu yurdu savunmayacaksın da neyi savunacaksın? Bugün yurt, tarihimizde görmediğimiz, tarihte okumadığımız kadar bir tehlikeli durumla karşı karşıya, çok büyük bir orman ve doğa tahribatı var. Şimdi bu konuda, birlikte mücadelenin, omuz omuza mücadelenin, yeniden uluslaşmanın, halklaşmanın diyelim, halk olmanın zamanı. Zaten mücadele eden halktır. Savunuyorsan zaten halksın, yoksa seni köy köy ya da birey birey yeniyorlar. Sen bu bilince ulaşamazsan, bu bilinci ortaya koymazsan kaybediyorsun yani.  (Başar: Buna karşı çıkmıyorsa aslında, ulus değil, ortada bir millet yok demektir hakikaten.) Bu bakımdan bence bunun olanağı da var, eğilimi de var. Dediğim gibi herkesin de bu eğilime, bu sürece katkı koyması gerekiyor. Şöyle bitireyim: Bu süreç sadece bir partiye oy vermekle, iki tane şunu yapmakla, basit bir tercih yapmakla olacak şey değil; şu parti bu parti meselesi değil. Ülke sadece bir partiden ibaret değil, gerçekten çok büyük bir ekonomik ilişkiler ağının içine sokuldu. Buna karşı, bahsettiğimiz sürekli yerel mücadelenin, halkın kendi öz dinamikleriyle ve kendi emeğiyle ve öz-cesaretiyle verdiği mücadelenin herkes yanında olmak zorunda.

Yurtseverce: Çok güzel bitirdin, çok umutlu bitirdin. Çok teşekkürler, ağzına sağlık.

Başar Toros: Teşekkürler. Kolay gelsin.

 

Yurtseverce Konuşmalar -1- Kuzey Ormanları Savunması ve Yurtsever Ekoloji Direnişi, Başar Toros

Yurtseverce Youtube Kanalı’nda hazırladığımız Yurtseverce Konuşmalar’da, Müteşekkir Türk Yurtseverliği’ne farklı boyutlardan açılımlar getirebilecek konukları ağırlıyor, farklı siyasallıkların Yurtseverce’nin siyasal düzlemiyle irtibatını tartışmaya açıyoruz.

Vatan

Tanıl Bora’nın Birikim Haftalık’ta yayınlanan bu yazısı*, yurtseverlik ve milliyetçilik arasındaki ayrımlara işaret etmesi bakımından önem taşıyor. Bora yazısında sahih bir yurtseverliğin inşa edilmesini önerirken Yurtseverce‘ye de atıfta bulunuyor. Kendisine teşekkürlerimizle yazısını iktibas ediyoruz. “Seviyorum…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir