Prekapitalizm ve Kapitalizmin Kaynaşması

Tahmini Okunma Süresi: 6 dakika

Türkiye kapitalist toplumsal düzeninin kendini üretmekte yaşadığı krizi izah ederken sermaye birikiminin krizine, sermaye fraksiyonları arasındaki çelişkiye, sermayenin farklı fraksiyonlarının çatışan hegemonya projelerine odaklanan Marksist politik ekonomi eleştirmenlerinin çoğu kez gözardı ettikleri bir toplumsal kategori var: Tefeci-bezirgan sermaye. Devletin sermaye karşısındaki özerk gerçeklik alanını tanımakta isteksiz olan ya da bu özerkliği dahi sermaye fraksiyonlarının mücade dinamikleri içinde anlamlandırabilen bu eleştirmenlerin  bugün özellikle devlet odaklı rant ve kayırmacılıklar üzerinden muazzam bir asalaklaşmayı ifade eden tefeci-bezirgan sermayenin gücüne daha fazla dikkat kesilmesi gerektiği kanaatiyle Hikmet Kıvlcımlı’nın finans-kapital ve tefeci-bezirgan sermaye kaynaşması üzerine yürüttüğü tartışmadan kısa ama çarpıcı bir pasajı ilginize sunuyoruz (Hikmet Kıvılcımlı, Üretim Nedir, Derleniş Yayınları).

İslam Marks’ı İbn-i Haldun gibi, onun öğrencileri olan Osmanlı tarihçilerimiz de; her “Devleti” (Toplumu) insana benzetirler. Onlara göre kişinin ömrü ortalama 100 yıldır. Toplumlar da o kadar yaşarlar ve sonra doğdukları gibi ölürler. Bu görüş Antika medeniyetin gerçekliklerinden alınmıştır. Aşırı yorumlara kaçılmazsa, derin bir anlam taşır.

Tefeci-Bezirgân Antika medeniyetler gibi, Modern Kapitalist medeniyetinin de öyle bir ilerici gençlik çağı, bir gerici yaşlılık ve çöküş çağı vardır. Osmanlı Türkiyesi’nin ilk yüzyılları, Tefeci-Bezirgân medeniyetinin; Ortaasya’dan gelen göçebe Türk gençlik aşısı ile rönesansı, sosyal dirilişi oldu. Tarihin belirli bir kesiminde insanlığın ileriye doğru gidişini ve gelişimini sağladı. Son yüzyıllarda aynı Osmanlı toplumu bütün benzerleri gibi derebeyleşti, kemikleşti, taşlaştı, fosilleşti ve çöktü.

Bu evrimi kapitalizm de tıpkı tıpkısına yaşadı. 19’uncu Yüzyıl kapitalizmi serbest rekabetçi demokratik gençlik çağını başardı. Harikalı büyük sanayi ile görülmedik ileri gelişimler sağladı. 20’nci Yüzyıla gelir gelmez, Kapitalizm kendi diyalektik inkârını yaptı; serbest rekabetçiliği inkâr edip, tekelci Finans-Kapitalizme döndü. Finans-Kapital demek, birkaç ulu şirket ve ban- kanın bir ülkede bütün ekonomi, politika, kültür vb. ilişkilerine egemen olması demektir. O yüzden 20’nci Yüzyılda ilerici kapitalizmin yerini gerici Emperyalizm tuttu.

Tekrar edelim. Modern toplumda kapitalizmin emperyalizm biçimine soysuzlaşmasına benzer bir gidiş Antika medeniyetlerde de görüldü, ilk dünya ticaret yollarını açan bezirgânlık ileri bir hamle yarattı. Rönesans çağları açtı. Sonra Parababaları, Tefeciler ve Bezirgânlar topraklara el attılar. Toprak beyliğine dönerek toprak ekonomisini boğdular. O zaman her türlü ticaret, politika, askerlik gelişimi kaskatı Derebeyi kabuğu içinde boğuldu.

Batı Avrupa kapitalizmi 19’uncu Yüzyılın ilerici ve girişkin SERBEST REKABET kapitalizmini yaşarken, Türkiye Kadim medeniyetlerin ölüm çağlarında içine düştükleri kaskatı derebeyleşme döneminde bunalıyordu. Onun için 19’uncu Yüzyıl boyu Türkiye’de BATILILAŞMAK, açık Türkçesi: KAPİTALİSTLEŞMEK uğruna yapılan her girişkinlik boşa gitti.

Neden?

Çünkü Avrupa’dan karga kıyafeti frak yahut saksağan kılığı smokin satın alınıp Türkiye’ye nasıl sokulursa, kapitalist ilişkileri de tıpkı öyle oldukları gibi Avrupa’dan Türkiye’ye İTHAL edilebilir, sanıldı.

Oysa bir sosyal düzen önce alınır satılır matah değildir. Sonra, Batı kapitalizmi matahlarını bile Türkiye’ye satarken birçok süzgeçler koymuştur. Kapitalist sosyal düzeni Avrupa’dan ithal edeceğimize göre; ancak Avrupa’nın bize İHRAÇ edilmesini uygun göreceği alanda ve müsaade edeceği biçimde memlekete sokabilirdik. Bundan daha kötüsü de vardı. Bizim derebeyleşmiş kafamız ithal malı sandığımız Batılılaşmanın değeri üzerinde hiçbir ayrım ve seçim yapacak durumda değildi.

İşte bu şartlar altında Prekapitalist ekonomimiz üzerine Kapitalist ekonomiyi aşılamak istedik.

Avrupa ise, bize istediğimizi değil, kendi istediğini ithal etti. Batı’nın istediği şuydu: Batı kapitalizmi için Türkiye, Sultan ve avanesi denilen çobanların güttüğü bir sağmal maldı. Türkiye ineği en iyi biçimde en az masrafla sağılmalıydı. Alınan sütün kaymağı Avrupa’ya götürülmeliydi, arta kalan ayranı yerli Tefeci-Bezirgân ağa paşalara ve beyefendilere bahşiş olarak sadaka verilmeliydi.

Kırım Savaşı’nda sırtüstü düşen Osmanlı yardım dilendi. Türk milletini inek sağarca sağacak olan Batı kapitalini yalvararak çağırdı. Batılılar Türkiye’ye Finans-Kapital gönderdiler. Yani, Türkiye’de sanayi kurmak şöyle dursun, kurulmuş sanatları yok ettiler. Gönderdikleri Finans-Kapitaline o zaman “İSTİKRAZ” (yani ödünç alıp verme) deniliyordu. Finans-Kapitalin şimdiki adı “DIŞ YARDIM” oldu. İster Batılı dostlarımızın “YARDIMI”, ister yabancı banka ve finans gruplarının “ÖDÜNCÜ” diyelim, hepsi bir kapıya çıktı. Her iki adın altında yatan gerçeklik, Türkiye’yi sıhhatli, gürbüz bir üretimci refahtan uzak tutmak, Avrupa’nın ağır faizler çektiği bir hammadde ve pazar olarak ihtiyat sömürgesi yapmaktı.

Onun için, 19’uncu Yüzyıl ortasında bile (yani, Batı henüz serbest rekabetçi iken) Türkiye’ye serbest rekabetçi ve ilerici bir sanayi gönderilmedi. Gönderilemezdi. Çünkü Avrupa’da birbirini yiyen rakip kapitalistlerin Türkiye’de kendilerine rekabet edecek bir kapitalizm yetiştirmeleri intihar olurdu.

20’nci Yüzyılda kapitalizm tersine döndü. Ama bu dönüş bizim yüzümüze geldi. Dünya kapitalizmi Finans-Kapital adını alan büyük banka ve şirketlerle toprak ağalarını domuz topu haline getirdi. Avrupalı “büyük dostlarımız” o Finans-Kapitalistlerin devleti olan Emperyalizmdi. 19’uncu Yüzyılda bile Batılı kapitalizm bize yalnız tekelci Finans-Kapitalizm yollamıştı. İmtiyazlı borçlandırmalar yoluyla Türkiye’yi kul köle etme yordamını toprağımıza yerleştirmişti.

Türkiye’de böylesine açık bir köleleştirme oyununu anlayacak “ADAM” yok muydu?

İşte burada hâlâ devletçi geçinen bizim “ideolok”ların kalpazanlıkları önümüze çıkıyor. “Kadrocu” denilen kapıkulu kılkuyruklarının “ADAM” anlayışlarıyla yüz yüze geliyoruz.

Onlara göre Türkiye’de Cumhuriyeti kim kurdu?

Bir “TEK ADAM” kurdu…

Kim geliştiriyor?

Gene bir “İKİNCİ ADAM”…

Türkiye’de Sosyalizm niçin baltalanıyor?

Çok basit: Bir tek adam (bir “fikir adamı” yahut “örgüt adamı”) bulunmadığı için baltalanıyor.

Eğer bir kavarak[i] atar gibi sesli slogan atan “ADAM” ortaya çıksaydı, Türkiye çoktan sosyalist olurdu!.. Vb…

Oysa, Tarihin tek adamdan kahramanla güdülür göründüğü anlarında bile; tek adamın adam olabilmesi için, toplumda ve dünyada onu adam edecek bir eğilimin bulunması gerekir.

Batılı dostlarımız Türkiye’yi sömürgeleştirecek tuzağı içeride dışarıda elbirliğiyle kurarlarken, Türkiye’de bunu anlayacak “adam” var mıydı, yok muydu?

Böyle bir soruyu açmak bile bir düşünce öne sürmek değildir. Olsa olsa düşünce kıtlığını sömüren pisipisine küçükburjuvaca “adam” kuruntularına kapılıp düşünce onanizmi [mastürbasyonu] yapmaktır.

Adam olsa onu kim “adam yerine kordu”? Geçtik Padişahlık çağını, şu Cumhuriyetin 45’inci yılında adam yok mu? Batılı Finans-Kapitali önünde her gün kaç taklak atıyoruz?

Osmanlı borçlarından kat kat aşırı borçlar batağına gırtlağa dek boğulmuşuz. Osmanlı hiç değilse erişemediği Mısır gibi, Cezayir gibi, Aden gibi topraklara Batılı kapitalistlerin gizli açık üs kurmalarını önleyemiyordu.

Biz bugün avuç içi kadar her yerini gördüğümüz Türkiye’mizi yabancılara öldürücü üs yapmadık mı? Bu üsleri savunan “adamlar” iktidarda değiller mi? Üslere karşı olanlar (hatta göğüslerinde bol bol sosyalizm etiketi, nişanı, rütbesi taşıyanlar bile) bir araya gelebiliyorlar mı?

Hepsi kendi burnunun doruğunda birer küçükburjuva PAPA’sı!

Demek Türkiye’ye Batının sanayici kapitalizmi yerine faizci Finans-Kapitalizmini sokmasında kişilerin, “adam”ların rolünü aramak hebennekalığı boşunadır. Burada dün ve bugün rol oynayanlar ne “adamlar”dır, ne de tesadüflerdir.

Türkiye’nin 19’uncu Yüzyıldaki sosyal yapısı başlıca etkendir. O yapı, Antika Tarihin ölüm çağına girmiş medeniyetlerinde her şeyi (bu arada en dahi veya kurnaz adamları da) kıskıvrak derebeyi ağları içinde bağlayıp soysuzlaştırmış olan TEFECİ-BEZİRGÂN ekonomisiydi. Tefeci ağa kendisini bizde “EŞRAF” (şerefli kişiler) sayıyordu. Vurguncu bezirgân bizde kendisini “AYAN” (İri Gözler: Ortaçağ’ın Gözbebeği) durumuna getirmişti.

Öyle bir ekonomik ve sosyal sınıf yapısı bulunan Türkiye’nin “şerefli gözleri” Eşraf ve Ayanı Batı’nın ilerici geniş SANAYİ ÜRETİMİ’ni göremezdi.

Yerli milli bezirgânlarımız ancak Batı’nın ticaret sermayesine KOMPRADORLUK (acente bezirgânlık) yapabilirlerdi. Yerli milli tefecilerimiz Batı’nın yalnız banka şirketlerine ajanlık ve aracılık yapabilirlerdi.

Türkiye’nin ekonomisine ve politikasına böyle soysuzlaşmış TEFECİ-BEZİRGÂN sınıflar egemendi. Tefeci-Bezirgânların iğrenç ve haince dalaverelerine şanlı şevketli devletin sırmalı rütbeli “BÜYÜK ADAMLARI” paravanlık ediyorlardı. O büyük adamlardan derleşik idareler ve başkanlıklar ortalıkta kuş uçurtmuyorlardı. Kendilerinden başka “ADAM” mı gezdirirlerdi?

Osmanlı toplumunda Müslümanlık dininin haram saydığı ve dünyada ahrette suç olarak ateşte yakmak istediği TEFECİLİK (Kur’an’daki adıyla RIBA) almış yürümüştü. Köylünün, esnafın kanını sülük gibi emen tefecilik “ŞEREF” sayılıyordu.

Batılı büyük şirketler büyük banka ve finans grupları Türkiye’ye gelince ne yapıyorlardı?

Milyonluk ölçüde faizcilik, tefecilik, vurgunculuk imtiyazları sağlıyorlardı. Böyle bir sistemi Türkiye’de temsil eden Batı Finans-Kapitali parayla, mevkiyle ve başka çıkarlarla satın aldığı Devlet ulularımıza ve tefeci ağalarımıza; dünyanın en büyük, “EN ŞEREFLİ” gücü gibi görünecekti. Türkiye’de bezirgân tefecilik, eşraflık (yani şereflinin şereflisi) sayılmıyor muydu?

Yerli tefecinin kendisinden büyük yabancı tefeciyi kendisinden daha büyük şerefli kişi sayması ve onu bir üstinsan gibi Türkiye’de karşılayıp baş tacı etmesi olağandı.

Hâlâ Amerikalının hot sosyetemizdeki dayanılmaz şirinlik muskası salon bebelerimize giydirilen kovboy kılığından mı geliyor sanıyoruz?

Bir Ankara Konferansı’nda[ii], Tefeci-Bezirgân sermayemizle yabancı Finans-Kapitalin kaynaşmasını; bir Fizik olaya benzetmiştik. Fizik olay, radyoda dalgaların ilişkisiydi. Biliyoruz. Dünya atmosferimiz her uzunlukta dalgalarla doludur. Radyomuz ancak bizim onu düğmesiyle ayarladığımız uzunluğa uygun gelen dalgaları alır, gelmeyenlere karşı sağır kalır. Uygun dalgayı almaya Fiziksel REZONANS denir. Bizim Tefeci-Bezirgânlığımızla Batılı Finans-Kapital arasında böyle bir rezonans oldu.

Batı kapitalizmi gençlik çağında iken Türkiye’nin yatalak Tefeci-Bezirgân düzeni Kapitalizme karşı hiçbir rezonans göstermedi. İlerici serbest rekabet kapitalizminin dalgası Türkiye’yi hiç ilgilendirmedi.

20’nci Yüzyıla geldik. Kapitalizm; iratçı, Monopolcü Finans-Kapital egemenliği biçimine girdi. Bu, kapitalizmin ölüm döşeğine yatış çağı oldu. O zaman bizim yatalak Tefeci Bezirgân düzenimiz, Finans-Kapital adlı tekelci yatalak sermaye ile tam rezonans haline girdi. Birbirlerine denk düştüler.

Halkımızın bir deyimi vardır: “Hacı hacıyı Arafat’ta, it iti kalafatta bulur!” der. 20’nci Yüzyılda kapitalizmin derebeyleşmesi demek olan Finans-Kapital ile Tefeci-Bezirgânlığın derebeyleşmesi demek olan Osmanlı toplumu hemen can cana, baş başa kuzu sarması oldular. Ve bu eşleşmeden bizim “KARMA EKONOMİ” dediğimiz sistem dünyaya geldi.

O anormal evlenmenin sonucu ortaya ne doğdu?

Bugünkü kısır düzen.

Düzenin kısırlığını anlatmak için doğadan örnek alabiliriz. Atla eşeğin çiftleşmesinden katır doğar. Katır belki attan ve eşekten dayanıklıdır. Ama doğurması kıyamet alameti sayılır. Çünkü doğuramaz.

Bugünkü sıkıntılarımız, hep doğuramayışın sancılarında, yaratamayışının mutsuzluğunda toplanıyor. Sanayi kuruyoruz, Köyden şehre akın eden işsizlerimizin yarısını yabancı ülkelerin esir pazarlarına ucuz işgücü olarak sürüyoruz. Okullar açıyoruz: Yüksek tahsilli uzmanlarımız Devlet kapısında 500 lira maaşı bulamazken, Almanya’da 2500, Amerika’da 5000 lira aylığı görünce, ardına bakmaksızın anayurdunu bırakıp sırra kadem basıyor.

Halkımız, çökkün Roma İmparatorluğu’nda her sabah eşiğine yüz sürdüğü zenginleri; “EKMEK ve SİRK” çığlığı ile selamlayan ayaktakımına döndü; “İŞ ve MAÇ!” diye inleye inleye bezirgân partilere oy davarlığı ediyor. Yurdumuz, yarım yüzyıl önce kan dökerek kazandığı bağımsızlığını; Amerikan mandası taraftarlarına karşı nasıl savunulabileceğini kestiremiyor.

İşte, Türkiye’deki toplumun bilincine çıkarılması gereken kördüğüm bu kısır katırlıktır. Daha açık konuşmamız isteniyor mu?


[i] Kavarak: Avarak-Kavarak oyunu: Çocukların iki gruba ayrıldığı ve bir grubun olduğu yerde durması ve diğer grubun o gruptan ayrılıp uzak bir yere (zor bulunabilecek bir yere) gidip saklanmasıyla oynanan bir oyun. Ebe grup, saklanan grubu aramaya başlar; bulamayınca saklanan grup “Avarak-Kavarak” diye seslenerek ebe grubun kendilerini bulmasına yardımcı olur; oyun böylece devam eder. Saklanıp da “Avarak-kavarak” diye seslenen grup seslendikten sonra kolayca bulunmamak için yer değiştirir. Ve sonunda saklanan grup zor da olsa bulunur, bu kez de saklanma sırası diğer gruba geçer.

[ii] Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi Üzerine (Konferans): Hikmet Kıvılcımlı’nın Ankara’da 1967’de Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF)’de verdiği Konferans. Bu Konferans’tan özetler; Sosyalist Gazete’sinin 30.05.1967 tarihli 5’inci ve 20.06.1967 tarihli 6’ncı sayılarında yayımlanmıştır. (Yayınevinin notu.)

Bilgeliklerin fethi: Meta olarak hakikat, girişimci olarak muhakkik

Tahmini Okunma Süresi: 9 dakika

Moderniteyle yalnızca “Tanrı’nın ölümü” üzerinden ve adeta bir trajedi kurgusuyla kurulan ilişki ve dünyayı hayır ile şer odakları arasındaki daimî bir mücadelenin sahnesine indirgeyiş, geleceğe duyulan kuşku gibi handiyse klasik bir muhafazakâr tutumla birleşince reaksiyon sahasına çekilmek ve gücenikliğin kolaylıkla hırçınlığa dönüşmesi şaşılacak şeyler değildir. O bakış açısından görülen, modernitenin eski dünyada hemen her şeyi kaplayan Tanrı’yı öldürmesiyle yarattığı devasa boşluğun bir türlü doldurulamaması, kısaca bir maneviyat yitimi sorunudur. Oysa kaçırılan, Tanrı’yı öldürdüğü söylenegelen modernitenin öldürdüğünden daha fazla tanrıyı diriltmiş olduğu; maneviyatı sündürdüğü iddia edilirken tarihe ancak hakkında birkaç cümleyle kalmış nice maneviyatı yeniden spot ışıklarının altına çıkardığıdır.

“Kötülüğe iyilikle karşılık vermek,
İsteklerini gerçekleştiremeyip unutmak
Bilgelik sayılıyor.
Ben bunları yapamam:
Gerçekten karanlık bir çağda yaşıyorum”
Brecht, Doğacaklara.

Yitip giden bir bilgeliğin arkasından ah etmenin ve artık kendisinde bilgelik kırıntısı dahi bulunmayan halihazırdaki çağın fenalıklarından yakınmanın uzun ve uzunluğu ölçüsünde karamsar bir geçmişi vardır. Hintlilerin kaliyuga telakkilerinin doğuşundan internet mecralarındaki Reject Modernity meme’lerine kadar uzanan, doğrusu seyre de şayan bir geçmiştir bu. Uygarlık dairesinin bizim tarafımıza tesadüf eden kısmında da ahir zaman şeyhleri ile zamane dervişlerinden şikayet etmenin tarihini Hoca Ahmed ile Yunus’un zamanlarına değin takip etmek mümkündür. Keza modernitenin şafağından bu yana ona yöneltilen eleştirilerin önemli bir kısmını, modernitenin uzun süre dünyayı algılayışımıza eşlik eden hikmetlerle aramıza mesafe koyduğuna dair olanlar teşkil eder. Fakat ben bu yazıyı bahsettiğim geleneksel şikayetlenme silsilesinin bir parçası kılmak niyetinde değilim. Dilendiği takdirde ağıta çalan tarafları bulunabilirse dahi bir ağıt kurguladığım da yok. Yapmaya çalıştığım uzun asırlar boyunca toplumların, dolayısıyla insan teklerinin yaşayışında önemli roller oynamış, kendi sosyal örgütlenmelerini kurmuş, yitip gittiği takdirde bile bıraktığı izler birkaç nesil boyunca yaşamaya devam etmiş olan envai çeşit bilgeliğin liberal çağlardaki dönüşümünü –değişimini değil- gözlemleme çabasından ibarettir.

İşin henüz başında, bilgeliğin hayli kaypak bir terim olduğunu ve bir inanç ve güven meselesi olan bilgelik ile toplum ve birey hayatında oynadıkları roller itibarıyla adına bilgelik denen yapılar arasındaki farkın gözden kaçırılmaması gerektiğini vurgulamak lazım. İlki, örneğin Yunus’un bozulduğundan şikâyet ettiği ve varlığına güven duyduğu bilgeliktir. Bahsettiği bozulma, yapının kendisinde değildir; öğreti kaybolmamıştır, öğrenim mekânları yerli yerinde durur, öğreticiler ve öğrenmeyi talep edenler de hâlâ vardır fakat bozulma ona göre öğretinin kadrinin ve kıymetinin layıkıyla bilinmeyişinden kaynaklanır. Onun şikâyet nesnesi bu bilgelikteki “bilge” rolünü üstlenenin yerine geçen yeni bilgenin liyakatsizliği, kırk yıl önceki talipler grubunun yerini alan yeni taliplerin ahlâkî kusurları, yani geleneksel ve kurumsal varlığına zeval gelmemiş bir bilgeliğin içinde yaşanan ve hoşlanmadığı değişimin kendisidir. Oysa bu yazıdaki gözlemlerin nesnesi geleneksel ve kurumsal yapıları artık mevcut olmayan ya da büyük ölçüde günün değerlerine göre tekrar yapılandırılan, bu ilk türdeki bilgelik öğretilerinden ödünç aldığı kavramları yeni değerler etrafında tekrar şekillendiren fakat kendisinin -otantik mânada- bilgelik olduğu iddiasından da vazgeçmemiş, bireyselleşmiş, reklamı yapılır hâle gelmiş, alınıp-satılabilir bir hüviyete bürünmüş, olağanüstü derecede hibrit günümüz bilgelikleridir, yani bir yapının artık değişimden ibaret olmayan dönüşümü sonucu ortaya çıkmış, bilgelik adını ise hâlâ taşıyan yapılanmalardır. Ehil olmayan birinin falanca tekkenin postnişîni olması ya da bir Zen keşişinin maddî çıkar peşinde koşarak itibarını zedelemesi, değişime dair yukarıda bahsedilen şikâyetlerin çıkış noktalarını oluşturur fakat ortada hâlâ bir post ve bir postnişîn, bir merkez ve bir keşiş vardır. Söz konusu dönüşüm gözlemlendiği takdirde ise insanın karşısına bir “bilgelik merkezi”nde parası mukabilinde katılım sağlanabilen “sufi-yoga”lar ile “Zoom”da ve bittabi yine ancak parası (veya “özendirilen bağış”) karşılığında dâhil olunabilen “Zen konferans”ları çıkar. Sermaye gerektiren, ücret talep edilen, reklam gideri olan, dolayısıyla eksiksiz-gediksiz bir iş koluna dönüşen fakat diskuru, referansları, pratikleri yönünden özünde iş kolu olmayan bir geleneğe yaslanan yeni bir yapı söz konusudur. Bu dönüşümü hasbelkaderliğin insafına terk etmek türünden bir düşünsel miyopluğa da gerilek bir tavırla kuru bir modernite eleştirisinin içine hapsetmek nevinden reaksiyoner bir hırçınlığa da sapmaksızın böyle bir dönüşümü mümkün kılan talebin nasıl yaratıldığını incelemek gerekmektedir.

Zira konuyla ilgili reaksiyoner hırçınlık hisselerinin hemen tümü muhafazakâr çevrelerce istimlâk edilmiştir. Moderniteyle yalnızca “Tanrı’nın ölümü” üzerinden ve adeta bir trajedi kurgusuyla kurulan ilişki ve dünyayı hayır ile şer odakları arasındaki daimî bir mücadelenin sahnesine indirgeyiş, geleceğe duyulan kuşku gibi handiyse klasik bir muhafazakâr tutumla birleşince reaksiyon sahasına çekilmek ve gücenikliğin kolaylıkla hırçınlığa dönüşmesi şaşılacak şeyler değildir. O bakış açısından görülen, modernitenin eski dünyada hemen her şeyi kaplayan Tanrı’yı öldürmesiyle yarattığı devasa boşluğun bir türlü doldurulamaması, kısaca bir maneviyat yitimi sorunudur. Oysa kaçırılan, Tanrı’yı öldürdüğü söylenegelen modernitenin öldürdüğünden daha fazla tanrıyı diriltmiş olduğu; maneviyatı sündürdüğü iddia edilirken tarihe ancak hakkında birkaç cümleyle kalmış nice maneviyatı yeniden spot ışıklarının altına çıkardığıdır. İbrahimî dinlerin yayılımıyla bütün bütün silinmeye yüz tutan paganizmin öğretileri ve pratikleri hakkında hemen hiçbir şey bilinmeyen dallarının bile Amerika’da mensupları en yüksek oranda artış gösteren inanç sistemlerinden olması ısrarla göz ardı edilir. Bu göz ardı ediş maneviyatın yitmediğinin fakat biçim değiştirerek metamsılaştığının, kendine mahsus bir pazarın tezgâhında sergilendiğinin fark edilmesini, yani son tahlilde yine yittiğini fakat muhafazakâr ağıtçıların zannının aksine kaybolarak değil, fazlasıyla görünür kılınarak yittiğini anlamayı güçleştirir. Nihayetinde reaksiyoner hırçınlık da enikonu duyarsızlığın sebep olduğu bir kısa görüşlülük derekesine mahkûm olur. Maneviyat kaybının bu muhafazakâr ağıtçıları, hâlâ Hoca Ahmed’in ilendiği türden bir değişimle yüz yüze oldukları sanrısındadırlar; oysa karşılarında duran, Hoca Ahmed’in tahayyül edemeyeceği türden geniş kapsamlı bir dönüşüm sonucu oluşan bir “manevî pazar”dır. Bu pazar da tıpkı diğer pazarlar gibi her pazarın izleğinde işlediği “standart”lardan ayrı bir düzeneğe sahip değildir. Öyleyse evvelemirde pazarı ve onun standartlarını anlamak lazımdır. Ne olmuştur da geleneksel bilgelikler kurumsal yapılarını koruyamayacak duruma gelmiş ve tüm ıstılah ve pratiklerini gitgide genişleyen bir “bilgelik sektörü”ne devretmek ya da onlardan taviz vermek durumunda kalmışlardır?

Hatırlanması gerekir: Yeryüzündeki bilgeliklerin uzun asırlar boyunca bir tür “seçkincilik” yürüttükleri açıktır. En azından söylem düzeyinde gün yüzüne çıkan bir seçkinciliktir bu. Bilgelik gibi, en azından yakın zamanlara kadar, herhangi bir maddî kıymet biçilemeyeceği varsayılan bir değerin kusursuz aktarımını içerdiklerine inandıkları öğretilerine bir kişinin teveccüh göstermesi bile onun istidadıyla ilişkilendirilir. Dışarıda kalanlar olsa olsa “nâdân” veya “nasipsiz” olabilirler. Onlar ister ilahî bir kalemden çıkmış kaderleri veya ezelde tayin edilen rabb-i hasslarına itaatleri muktezasınca isterse yaşadıkları hayatlar boyunca biriktirdikleri karmik enerjileri gereği, isterse bambaşka bir nasipsizlik sebebiyle olsun bilgeliğe meyil bile duyamayacak durumdadırlar. Durumları o literatürde sıklıkla körlüğün ve sağırlığın manevî versiyonları olarak mimlenir. Fakat bu söylemsel ve açıkça nasip-kısmet odaklı seçkinciliğin ötesinde, bilgeliğe erişim ile ilgili ciddi kısıtlamalar ve seçicilikler de asırlar boyunca söz konusu olmuştur. Toplumsal sınıflar arası farklılıklar ne ölçüde “kanun-ı kadîm” derecesine yükseltilmişse o ölçüde bir bilgelik inhisarı da söz konusudur. Hayatı rençberlik ederek geçirmeye yazgılanmış birinin bilgeliklerin o seçkin ıstılahlarını, remizlerini, misallerini, musanna şiirlerini anlaması o denli mümkün olmayan bir şeydir ki her seferinde mucize kabilinden bir anlatı, bir kerâmet olarak karşımıza çıkar. Üstelik felsefeyle haşır neşir olmuş, literal bilgelikler sıradan insanın karşısına, yapıları gereği, enikonu bir duvar dikerler. Geç Plâtonculuk üzerine bina edilmiş bir bilgelik öğretisini “ham zihinler”e yerleştirmek kolay iş değildir. Şart koşulsun veya koşulmasın, bir bilgelik öğretisi etrafında halkalanmış toplulukların sıklıkla entelektüel meraklara sahip okur-yazarlar grubundan, tarihsel durum düşünülecek olursa, kitap alacak parası ve okuyabilecek serbest zamanı bulunan seçkinlerden oluşması rastlantısal değildir. Bilgelik etrafında inşa edilmiş topluluklar ancak dilenciliğe ve deliliğe kıymet verdikleri yahut organizasyonları bilek güçlerini gönüllü olarak sunacak insanlara gereksindiği ölçüde sıradan insanların dâhil olabilmeleri kolaylaşan oluşumlardır.

Geçtiğimiz çağlar boyunca takip edebileceğimiz bu içine kapanık, ancak “anlayabilen”lerin, “ehl-i idrâk”in dahil olabildiği, yani yazılı bir metni değil anlamanın okumanın bile hemen her seferinde bir maddî varlık gerektirdiği tarihî çerçeve dikkate alınacak olursa toplumun belli bir gelir seviyesinin üstündekilerin erişebildiği bu bilgelik toplulukları herkesin az buçuk eğitim almasının öngörüldüğü çağlara girilmesiyle birlikte halka açılmaya başlarlar. Bugün okuma-yazması olan herhangi birinin Hermes Trismegistus öğretisine ilgi duyması veya o öğretiye ilgi duyanlardan müteşekkil bir topluluğa dahil olmasının önünde herhangi bir engel yok gibidir. Eskiden handiyse bütünüyle eşraf zümresinin bir uğraşı olan astroloji, artık gazete köşelerinden hakkında malumat toplanabilecek bir öğreti hâlini almıştır. Pek çok topluluk etkinliklerini Facebook sayfalarında duyurur, profesyonel biçimde dizayn edilmiş internet siteleri oluşturur. Bu halka açılma durumu geleneksel seçkinciler için bir bozulma olarak algılanabilir – zaten her geçen gün çağın kesafetini artırmaktadır, her şey gitgide ayağa düşmektedir. Bir diğer grup bu durumu bir ilerleme emaresi olarak algılayabilir – nihayetinde dileyen herkesin hiç değilse literal düzeyde bu bilgeliklerden haberdar olma hakkı doğmuştur. Fakat mistik bir karamsarlık ile coşkulu bir iyimserlik birbirlerinin karbon-kopyaları olmanın ötesine geçemezler. Bahsedilen durum, yaşadığımız çağdaki hemen tüm değişimlerin yazgısını paylaşır: Halka açılırmış gibi gözükürken halktan sakınılırlar.

Feodalitenin herkesin konumunun üç aşağı beş yukarı belli olduğu, toplumsal hiyerarşiye bir tür alın yazısı gibi sıkıca bağlanılan, sosyal örgütlenmenin en ufak çatırdısında kaosun ve bozulmanın ulağının dört nala üzerlerine geldiğini vehmeden yapısı günümüzde ne kadar değişmiştir? Bir açıdan hemen bütünüyle. Bu tasvirin değişmeyen bir tarafı yok gibidir çünkü. Artık hiç kimsenin konumu belli değildir, toplumsal hiyerarşilerin değişkenliği yaşamımızdaki günlük laflardan biridir ve sosyal örgütlenmenin değişime sürekli olarak açık tutulduğu tekrarlanır durur. Nihayetinde dikey hareketliliği serbest bırakmasıyla iftihar edişine on yıllardır şahitlik ettiğimiz bir sistemde ömür süreriz. Fakat gerçekten ve gerçekte ne değişmiştir? Hiç kimsenin yazgılı olduğu bir konum olmadığı söylenir fakat dünya nüfûsunun kâhir ekseriyeti içine doğdukları konumlarına yazgılı olmayı sürdürür. Toplumsal hiyerarşinin değişebileceği öngörülür fakat bu hiyerarşiyi değiştirmek için her seferinde kanlı devrimlere gereksinilir. Sosyal örgütlenmenin “ezelden ebede” değil, “dinamik” olduğu anlatılır fakat herkes teorik olarak ulaşmasının mümkün olduğu bir noktaya doğru yönelme özgürlüğüyle yerinde saymaya mahkûm edilir. Feodalite, rençberin rençber olarak kalması ve çocuğunu da rençber olarak yetiştirmesi gerektiğini söylerdi; bugün ise rençberin sermayedar olabileceği söylenir ve rençber sözü geçen sermayedarlığa en fazla böyle bir umutla şehre taşınıp bir fabrikada işe girmek ölçüsünde yaklaşabilir. Fakat istisnalar? Bunlar adı üstünde istisnadır ve sistemler istisnaları üzerinden kendilerini tanımlayamazlar. “Saatler” diyor olmamız, bir gün “halıler” diyebileceğimizin delili sayılamaz.

Bu durum esasında liberal demokrasilerimizin karakterine içkindir. Nihayetinde bu sistem birtakım hakları anayasal olarak güvence altına aldıktan sonra onların ne şekilde ortadan kaldırılabileceğinin de meşru izahını veren anayasaların sistemidir. Uğruna o kadar mücadele edilen anayasa, monarka tanıdığı anayasal haklarla işlemez hâle getirilebilir. Bir demokrasi, demokrasi olma iddiasından bir parçacık olsun inhiraf etmeksizin, daimî bir olağanüstü hâl atmosferinde yürütülebilir. İlki tarihsel, ikincisi güncel bu iki örnek karşımızda durur. Benzer şekilde, bilgeliklerin halka açılımında yaşanan da bu sürecin ta kendisidir. Bu öğretiler kapalı bir seçkin grubunun elinden “kurtarılır” ve çağın değerlerine uygun biçimde “herkese” açılır fakat hangi herkese ve ne ölçüde? Artık yoga yapmak için bir dağın mağarasında inzivaya çekilmiş falanca keşişi ikna etmeniz gerekmez fakat artık yoga salonuna yazılacak paranızın olması ihtiyacı doğmuştur. İçgörü sahibi olmak istiyorsanız bunu öğretebileceği söylenen bir kişinin kapısının eşiğinde günlerce beklemenize gerek kalmamıştır, artık tek yapmanız gereken PayPal hesabınızdan gerekli ücreti aktarıp falanca topluluğun bir etkinliğine katılıvermektir. Celâleddin-i Rûmî’yi bulmak için uzak yollardan Konya’ya gelmeniz gerekmez, bilet parası mukabilinde semâ seyredebilir veya Mesnevî’nin sırlarına dair bir kursa katılabilirsiniz. Şu hâlde geçiş sürecinde yaşanan dünyevî işleri ikincil plana atma fedakârlığını göstermek gibi tüm toplumsal sınıflara mensup insanların şu veya bu şekilde gerçekleştirebilecekleri bir eylemin gereklilik olmaktan çıkarılması ve dünyevî işlerden elde edilen kazançlarla bilgelik satın alınabilecek bir alternatifin oluşturulmasıdır.

Öyleyse ortada bunların halka açılımı değil, halka arzı söz konusudur. Halk, artık piyasalaşmış bulunan hakikatten hisse sahibi olabilir. Bilgeliğin internet yazılarından, astrolojinin gazetelerdeki burç yorumu köşelerinden (bunlar bilgelik piyasasının bütçesi olmayanlara terk ettiği artıklardır) elde edilemeyeceğini anladığı an bu pazarın doğal bir müşterisi hâline gelir. Üstelik bunu anlaması da uzun sürmez. Bilgeliklerin bu oyalayıcı, eğlendirici formları adeta kendisinden daha üstte bulunan bu hakikat pazarına işaret eden ufak reklam panolarını andırırlar. Bilgeliklerin kadim söylemleri de bu reklam metninin zahmetsizce oluşmasını mümkün kılar. Zira ortada halkın kolayca ve ücretsiz olarak erişebileceği tonla metin vardır fakat bu metinlerin hemen hepsi ağız birliği etmişçesine bilgeliğin yazıyla edinilemeyeceğini, tecrübelenmesi gerektiğini yineler durur. Bu yinelemeleri ciddiye alan kişinin karşısına her biri bir bilgelik dalında uzmanlaşmış profesyonellerin çıkması hiç de uzun sürmez. “İçmekle kanılmayan” bilgelik pınarına dudağını değdirmiş kişi nihayet bu profesyonellerin sundukları hizmetlerden (“yardım”, bunun sevimli adıdır) yararlanmak zorundadır. Ve sunulan hizmet “kanılmayan” bir hizmet olduğuna ve bu hizmeti sunan ne kadar ihtiyarsa o kadar çok iş yapabileceği bir alanda hizmet sunduğuna göre uzun ömürlü bir alışveriş gerçekleştirecekleri muhakkaktır. Hizmeti sağlayan için hayli gelecek vaat eden bir kariyer, hizmeti alan için de hayli umut vaat eden bir muhtemel gelecek…

Öyleyse, derli toplu hâlde önümüzdeki durum şudur: İnsanların bireysel tercihleri ve meşreplerince “müteşekkir bir varoluş bilinci” edinmek için başvurabilecekleri bütün kaynaklar ile aralarındaki fizikî zahmetler ortadan kaldırılmış, kaldırılan bu zahmetlerin mukabilinde de piyasa mantığı işletilerek bir servis bedeli ortaya atılmıştır. Müteşekkir olmak için müteşekkirliği öğretmek üzere tasarlanmış ürünü almanız gerekir, varoluş bilincine dair bir fikriniz olması için hazırlanan diğer bir ürün bu takdirde, kim bilir, indirimli fiyatlara bile gelebilir. Dünyaya dair kurmaya çalıştığınız anlam ilişkisiyle aranızdaki mesafe artık dağ başlarındaki manastırlara uzanan keçiyolları ya da ufacık bir odada az beslenerek çıkaracağınız halvetin zahmeti ölçüsünde değil, banka hesabınızın mümessillik ettiği alım gücünüz oranındadır. Zira, karşıtlarının çoğu duygusal karşı koyuşlarına rağmen, sermaye kendisinin rasyonel olduğunu söylerken yalan söylemiyordur. Sermaye, rasyoneldir. Zaten insan hayatını medenî kılan yanılgılardan bunca azade kalmasını sağlayacak ölçüde rasyonel olduğu için barbarlığa çalar. Barbarca rasyonalitesi, her şeyi satılabilir hâle getirmesini mümkün kılan büyülü değneğidir. Sermaye, bu konulardaki uzun tartışmalara rağmen bilgeliğin de dinin de ailenin de dostu ya da düşmanı değildir. Hatta kendisinin eşit dağıtılmasını öngören fikirlerin de düşmanı değildir. Zira o fikirlerin kör göze parmak anlatıldığı filmler de satılabilir şeylerdir. Uygulanmaya kalkışılmadığı müddetçe kendisinin aleyhindeki fikirler de dâhil her şey pazarının konusudur. Bilgelikler de bu pazarda soğurulur, tortusundan kişisel gelişim öğretileri, aforizmatik kitaplar, pahalı seminerler, biletli gösteriler, TED konuşmaları, süreli yayınlar, gönüllü bağışlar yaratılır.

Pazarın istilası öylesine büyüktür ki organizasyonel yapılarını şu veya bu ölçüde koruyabilen bilgelikler dahi otantik pratiklerini, üstelik büyük bir meşrulaştırma ve gönül rızası ile, terk ederler. Yüz yıllar öteden tevarüs eden mekânların dahi işlevleri liberal değerler ışığında reforma tabi tutulur. Bugün kanun rağmına varlıklarını sürdürdükleri herkesin malumu olan tekkelerde, büyük bir tazimle baş ucunda tutulan kitaplardaki ihtarlara rağmen, kimse halvet çıkarmaz. Fakat bu dönüşüm o paradigma dahilindeki otantik meşruiyet kaynakları doğrultusunda gerçekleşmemiştir. Önemi bu kadar vurgulanan bir pratik, liberal çağlar öncesinde ancak çok saygıdeğer bir yol ehlinin rüyasında kendisine “Halveti kaldır!” diye emir verilmesi üzerine iptal edilebilirdi. Oysa bugün bu pratiğin artık yaşamamasının sebebi insanların iş hayatıdır, çalışan sınıflar yıllık izinlerini ayırsalar dahi böyle bir pratiği uygulamaya yetecek zamanı bulamazlar. Öğretinin kendisi bu duruma ayak uydurur, üstelik bunu zamanın kötü bir cilvesi olarak yorumlamayı dahi düşünmez. Nihayetinde çalışmak, aile geçindirmek, çoluk-çocuk beslemek çok değerli işlerdir, Peygamber’in kendisi kazanmanın önemini vurgulamıştır, falanca hazretleri tacirlikle meşgul olmuştur… Pazar, asırlık pratikleri uygulanamaz hâle getirdikten sonra, kendi yarattığı bu uygulanamazlık durumunu pratiğin meşru sahiplerine savunduracak ölçüde genişler. Zira kendisinin sahadaki genişlemesi, rasyonalite iddiasının zihinlerdeki genişlemesine bağlıdır ve rasyonalite iddiası zihinlerde öylesine genişlemiştir ki sahadaki en zararlı genişlemesi bile reaksiyon doğurmaz.

O hâlde bilumum bilgeliğin ve pratiklerinin halka açılırmış gibi yapılırken halktan sakınılmasının, hissedarı olunabilecek bir alternatif-pazar hâline getirilmesinin, müteşekkir bir varoluş bilincine dair faydalanabilecek envai çeşit kaynağın doğasıyla büsbütün zıt biçimde alınıp-satılabilir ürünlere dönüştürülmesinin yegâne alternatifi bilgeliklerin yitip gittiğine dair ağlayışlar veya reaksiyoner hırçınlıklar değil, bu durumun yaratılmasına sebep olan ve artık genelgeçerleşmiş algının kendisine itiraz etmektir. Bu itiraz yükseltilmediği müddetçe, tüm ironikliğine rağmen müteşekkirliğin kendisi satın alınabilir bir ürüne dönüşmüşlüğünü koruyacaktır, bilgelikler hem öğretilerinden hem uygulamalarından buna şartlandırıldıklarını anlamaksızın vazgeçeceklerdir, yalnızca otantikliklerini değil mekânsal özgürlüklerini de yitireceklerdir, her gün tarihin tozlu sayfalarında kalmış olan tanrıların satılabilir biçimde yenilenmiş reprodüksiyonları pazara çıkarılacağı gibi hâlâ inananları bulunan tanrıların ağızlarından çıkanlar da sermayenin dublörleri olarak işe koşulacaklardır. Bu taraklarda bezi olmamanın asıl bilgelik olduğunu düşünenler için durum daha az vahim değildir. İlahî veya doğaüstü bir unsur içermeyen bilgelik türünün kendisi de ambalaj makinesinin mekanik kolundan kurtulamaz. Öyleyse bilgenin yerini girişimciye terk edip adına bilge demeye devam eden kurnazlığa karşı uyanıklık, çağın dünyevî bilgeliğidir ve bu tür bir bilgelik pazar rafına sürülemeyeceği için kıymetini muhafaza etmeyi sürdürür.

Cemaatler ve Tarikatlar Bahsinde Yurtseverce Sözümüz

Tahmini Okunma Süresi: 2 dakika

Enes Kara’nın son derece üzücü intiharıyla tekrar gündeme gelen tarikat, cemaat ve benzeri dinsel referanslı örgütler bahsinde müteşekkir ve yurtsever bir tutumun ne olması gerektiğine dair düşüncelerimizi paylaşmak üzere bu kısa metni kaleme alıyoruz. Görüşlerimizi aşağıdaki dört temel başlıkla özetliyoruz:

  • Her görüşten ve inançtan insanın vergi ve emekleriyle üretilen kamu kaynaklarının siyasal ittifaklar yaratmak ve dindar nesiller yetiştirmek söylemiyle bir takım cemaatlere, tarikatlara ve dinsel referanslı örgütlere diğer toplumsal kesimlere tanınmayan önceliklerle, kriterleri belli olmayan, hukuk tanımaz ve denetim dışı biçimlerde aktarılmasına karşı laiklik ilkesinin öneminin altını kalınca çiziyoruz. Devlet dışı aktörleri bir tehdit gibi kodlayan, kamu kaynaklarının devlet dışı aktörlerin faaliyetlerinde hiçbir koşulda kullanılmaması gerektiğini savunan bir devletçi konumda değiliz. Ancak bu ilişkinin öngörülebilir kriterlere dayanan, şeffaf bir biçimde yürütülmesi gerektiğini söylüyoruz. Dinsel aidiyetlerin ve referansların devlet kurumları üzerinden ayrıcalıklar üretme riski olmadığı bir bağlamda yaşamadığımız açık. Cemaat ve tarikatların örgütsel-siyasal gücü ve hakim siyasetin dini araçsallaştırma tarzı dikkate alındığında, kamusal yararı, liyakat ilkesini, hukukun üstünlüğünü laikliğe güçlü bir vurgu yapmadan savunmak mümkün olamayacaktır.

 

  • Eğitimin her seviyede parasız olmasını ve öğrencilerin barınma ihtiyacının temel olarak devlet yurtlarıyla karşılanması gerektiğini savunuyoruz. Eğitim ve barınma gibi temel ihtiyaçların nitelikli bir biçimde karşılanması dinsel referanslı olsun ya da olmasın sivil oluşumların imkanlarına ve inisiyatiflerine bırakılamaz. Şahıslar, dernekler ve siyasal partilerin ticari çıkarlar, dinsel motivasyonlar ya da ideolojik gerekçelerle yurt ve eğitim kurumları işletebileceklerini, ancak kamusal alanda etkin olan tüm tüzel kişilikler gibi maddi ve mali kaynaklarını şeffaf biçimde kamuoyuyla paylaşması gerektiğini, işletmecilik hakkının ancak demokratik kamusal müzakere ile belirlenmiş yasalara göre ve demokratik kamusal denetime açık biçimlerde kullanılabileceğini öne sürüyoruz.

 

  • Laikliği; devletin işleyişinde, imkanlarının kullanılmasında, görevlerinin icrasında dinsel referans ve aidiyetlerin belirleyici olmaması durumu olarak tanımlıyoruz. Devlet otoritesi, dinsel referanslar ve aidiyetler üzerinden vatandaşlar arasında ayrımcılıklar üretmek üzere kullanılamaz. Laiklik, muazzam bir iktidar merkezi olarak devletin, sahip olduğu bu iktidarı vatandaşlar arasında ayrımlar, ayrıcalıklar, hiyerarşiler üretmek üzere kullanmasının önüne hangi prensip ve yapılarla geçebileceğimize dair daha geniş bir ulusal egemenlik tartışmasının bir kavramı olarak anlaşılmalıdır. Bireylerin ve toplulukların dinsel inançlardan, aidiyetlerden, sembollerden ve pratiklerden arındırılması gibi bir sorunsalı yoktur. Dolayısıyla, savunuyor olduğumuz anti-oligarşik ulusal egemenlikçi laiklik, ulusalcı ve bürokratik sosyalist türleriyle devlet merkezli modernleşme projelerinde örneklerini gördüğümüz devlet eliyle dini baskılamak ya da kontrol etmek girişimlerine esastan karşıdır. Laik devlet aktörleri, kamu işleyişi ve dinsel inançlar arasındaki olası çelişkileri bağlamları içinde ve ancak yukarıdaki prensiplerle kayıtlı olmak koşuluyla müzakereye prensip olarak hazır olmalıdır.

 

  • Cemaat, tarikat ve dinsel referanslı pek çok örgütün, sermaye, devlet ve ataerkinin ideolojik aygıtları olarak işlediklerini; vaatlerinin aksine dünyeviliğe karşı mücadelenin bilgisi, ahlakı ve eylemini üreten alanlar olamadıklarını; bilakis, hakim siyasal partilerle, bürokrasiyle ve kapitalizmle içli dışlı çıkar birliktelikleri oluşturduklarını, tespit ediyoruz. Bu yapılar, dindar nesiller söylemi ile aslında sağcı, milliyetçi, devletçi nesiller yetiştirmek üzere gençleri disiplin altına almaya çalışmaktadır. Enes Kara’nın intiharında da bu şekilde disiplin altına alınmanın ürettiği çaresizliğin ve bunalımın etkisi açıkça görülmektedir. Müteşekkir bir varoluş bilinci ve pratiği geliştirmenin, siyaset-ticaret-cemaat kompleksinin dinsel maskeli dünyeviliğiyle güçlü bir ideolojik ve siyasal mücadeleyi zaruri kıldığını vurguluyoruz

Enes Kara’ya rahmet ve sevenlerine başsağlığı diliyoruz.

Sistematik Yoksullaştırma Siyasetine Karşı Yurtseverce Sözümüz

Tahmini Okunma Süresi: 3 dakika

Türkiye kapitalizminin 2018 yılında yaşanan kur atağı sonrasında belirginleşen ve son yıllarda yoksullaştırma dalgalarının gittikçe derinleşmesi ile kendini gösteren krizi, AKP’nin hem küresel hem de yerel düzeyde sermayenin çıkarlarını gözeten politikalarının sonucudur. Müteşekkir Türk yurtseverleri olarak kamuoyunu adı konmamış bu ekonomik krize emekçilerin cephesinden ve anti-emperyalist perspektiften müdahil olmaya çağırıyoruz.

Bilindiği üzere Türkiye kapitalizmi 1980 sonrasında 24 Ocak kararları ile yeni bir eşik atlamıştır. Devletin düzenleyici rol üstlendiği, iç talebi önceleyen ithal ikameci modelden, özel sektörün kollandığı, emekçi sınıfların örgütsüzleştirildiği, reel ücretlerin baskılandığı, sermaye hareketlerinin serbestleştirildiği ihracat odaklı neoliberal piyasa ekonomisine geçilmiştir. Türkiye burjuvazisinin askeri darbeyi desteklemesinin sebebi memleketi küresel kapitalizme dahil etmek ve yeni birikim rejimine geçişi sağlamaktır. Bu süreçte Türkiye’nin büyüme ve tüketim dinamikleri küresel kapitalizme entegre edilmiştir. Uluslararası sermaye birikim süreçlerine tabi kılınan Türkiye’de böylece emperyalizm bir iç olgu haline gelmiştir. Onlarca yıl sermayenin kontrolsüzce büyümesi teşvik edilirken, metalaştırma siyaseti ve özelleştirmelerin faturası emekçi halk kitlelerine kesilmiştir. 2002 sonrasında IMF programını uygulama sözü ile iktidara gelen AKP Türkiye kapitalizminin neoliberal dönüşümünü başarı ile icra etmiş, sözde bağımsız kurumlar aracılığıyla ekonomiyi depolitize etmeye çalışmış, AB siyasal çıpası ve küresel likidite akışı sayesinde Türkiye sermaye sınıflarını palazlandırmıştır.

2013 Gezi isyanında Türkiye halklarının otoriterleşmeye meydan okuması, Kürt meselesinde müzakere masasının devrilerek yeniden silahların konuşması ve AB çıpasının ortadan kalkması ile iktidar bloğu hızla cebir ve şiddet politikalarına müracaat etmiştir. 2013 yılından itibaren çoklu kriz dinamiklerinin devreye girdiğini söylemek mümkündür. 2010’lara kadar küresel likidite bolluğundan yararlanan AKP rejimi, ABD Merkez Bankası FED’in faiz oranını artırması ile değişen oyunun kurallarına uyum sağlamakta zorlanmış, Türk lirasının kırılganlığını zaman zaman faiz artırımları ile idare etmeye çalışsa da nihayetinde bu politikadan inşaat odaklı büyüme modelinin dayattığı politik kısıtların gereği vazgeçmiştir. Bu politikanın doğal sonucu olarak devlet ihaleleri aracılığıyla semirtilen ve kamoyunda “Beşli Çete” olarak da anılan tefeci bezirgân grubunun çıkarları, ulusal ekonomik çıkarların önüne konulmuştur. 2013-2018 arasındaki dönemde AKP’nin sözde ekonomik başarısını mümkün kılan ihracat odaklı ve inşaat sektörünü önceleyen büyüme modelinin tökezlemeye başladığını, borçlandırma siyasetiyle ve cari açığı artırarak kriz ötelendiğini söyleyebiliriz.

Son yıllarda sermayenin iki fraksiyonu arasında tercih yapmak zorunda kalan AKP, değerli Türk lirası isteyen enerji-bağımlı büyük sermayedarlara karşı değersiz Türk lirası isteyen ihracatçılara doğru dümeni bükmüştür. Değersizleştirilen Türk Lirası ile ortaya çıkan enflasyonun yükü emekçi sınıflara bindirilmiş, dolayısıyla halkın alım gücü hızla tükenmiştir. Bugün hızla derinleşen bir yoksullaştırma döngüsünün içine hapsolmuş bulunuyoruz. Sözde cömert asgari ücret artışına rağmen, Çin modeline geçtiğimizin ilan edilmesi reel emek ücretlerinin dünya standartlarının çok gerisinde kaldığına işaret etmektedir.

Burada belirtmek isteriz ki iktidarın stratejik hamleleri ile sermayedarlar karlarını hızla artırırken, krizin faturası toplumsallaştırılmaktadır. Türkiye burjuvazisini kurtarmak için emekçilerin esaret altına alındığı yeni “Türkiye ekonomi modeli”ni tümden reddediyoruz. Halk kitlelerine vaadedilen karın tokluğuna çalışma rejimini kabul etmiyoruz. Ülkenin doğal zenginliklerinin ve ekonomik birikimlerinin Körfez sermayesine yağma ettirilmesini, turist çekebilmek adına ülkemizin Muz Cumhuriyetine benzetilmesini, yurdumuza vatandaşlık bağının 250.000 dolar karşılığında ticari meta gibi alınıp satılmasını, memleketimizin kara para cenneti haline getirilmesini ve buna benzer onursuz siyasaları reddediyoruz.

AKP rejiminin “tam bağımsızlık” ve “ekonomik kurtuluş savaşı” palavraları yaşadığımız ekonomik yıkımı hasır altı etmeye çalışmaktadır. Ulusal para birimimizin Türkiye tarihinde eşi benzeri görülmemiş düzeyde değersizleşmesi ve ekonominin geri döndürülemez biçimde dolarizasyonu ile karşı karşıyayız. Son aylarda para politikasını etkisizleştirerek maliye politikası üzerinden şapkadan tavşan çıkarmaya çalışan iktidar kur oynaklığı üzerinden yandaşlarına milyonlarca dolar değerinde kaynak aktarmıştır. Tefeci bezirgân sermayenin gönlünü hoş etmek için girişilen politikalar, ekonomimizi oldukça kırılgan hale getirmiş ve ucuz işçi pazar haline getirerek emperyalistlerin ağzını sulandırmıştır. Kur korumalı Türk lirası vadeli mevduat enstrümanı, başlı başına halk düşmanı bir finansal mühendislik denemesidir, servet sahiplerinin kaybını telafi etmeye çalışırken faturayı mülksüz emekçilere kesmektedir.

Bu faturanın ilk çıktılarını yeni yıla girerken ilan edilen fahiş enerji zamlarında, getirilen ek dolaylı vergilerde, tüm halkımız birinci elden hissetmektedir.

Müteşekkir Türk yurtseverleri olarak, son aylarda meydana gelen servet aktarımlarının demokratik yöntemlerle denetlenmesini, aktarılan servetin emekçi sınıflara iade edilmesini ve her şeyden önemlisi getirilen fahiş zamların ivedilikle geri çekilmesini talep ediyoruz. Krizden çıkış için şirket vergilerinin artırılmasını, büyük ölçekli ve manipülatif finansal işlemlere ek vergi getirilmesini, sermaye hareketlerinin kontrol edilmesini ve halkın geneline yayılan dolaylı vergilerle egemen sınıfların fonlanması yerine halkın emeğinden çalarak inşa edilen dev servetlerin vergilendirilmesini öneriyoruz.