Ulus, Sorumluluk, Eşitlik ve Hafıza

Tahmini Okunma Süresi: 5 dakika

Ben bildim bileli, 70’li yıllardan bugüne devlet kurumlarının hemen her yerinde yolsuzluklar olur. Milletin bu yolsuzluklar ve hırsızlıklar karşısında verdiği tepki oldukça şaşırtıcıdır. Sanki o çalınan para kendisinin ödediği vergilerden çalınmamış gibi, sanki kendisiyle hiç ilgisi yokmuş gibi tepki verir. Şöyle der örneğin; “İlk defa mı oluyor arkadaş, bal tutan parmağını yalıyor”, “Adamlar çalıyor ama çalışıyorlar”, “Yeni geleceklerin çalmayacağının garantisi mi var”, “Devletin malı deniz, yemeyen domuz.” Bu cümleler çok çeşitlenerek devam eder. Halkla devlet kurumları arasında böyle bir garip durum söz konusudur. Vatandaş o kadar yücelttiği devletinin tarumar edilmesine kolay kolay ses çıkarmaz.Esas soru şu, Cumhuriyet bir ulus meydana getirebildi mi, oluşturabildi mi? Memlekette bu kadar “Milliyetçi, Ulusalcı” söylem ve iddia var ama ortada bu anlamda bir ulus mevcut mu? Biraz bunu irdelemek istiyorum.

Şu anda ülke bir ekonomik krizin içinde ve görülüyor ki bu kriz 2022 yılı içinde daha da derinleşecek ve tahminler o ki önümüzde hem hiper enflasyon tehlikesi hem de resesyon tehlikesi var ve buna iktisatçılar stagflasyon diyorlar.

Ömrümde defalarca yaşadığım krizlerden birini daha göreceğim gibi ve galiba en kötüsü de bu krizle birlikte gelecek. 12 Eylül 1980 darbesi öncesi yaşanan ekonomik krizden bu yana bütün krizlere baktığımda hepsinde esas sebebin ekonomik değil siyasi olduğunu görüyoruz. 24 Ocak 1980 kararlarından itibaren kendini tekrarlayan kısır bir döngü içerisinde ülke yuvarlanıp duruyor. Bu krizleri yaratan sebepler hep siyasi erkin yanlış politikaları, ülkede her dönem görülen yolsuzluk, iltimas, irtikâp ve her dönem işler ters gittiğinde demokratik hak ve özgürlüklerin kısıtlanması sonucu yara alan demokratik hayatımız.

Peki, bütün bu yıllar boyunca halkın tutumu ne olmuş? Benim özellikle üzerinde durmak istediğim ve irdelemeye çalışacağım konu bu olacak.

Ülkemizin 1946 yılından beri süren bir temsili demokrasi geleneği var. 2. Meşrutiyet ile başlarsak, yüz yılı aşkındır, kafası gözü kırıla kırıla da olsa süren bir demokrasi tarihimiz mevcut olmakla birlikte bu demokrasi geleneği içinde halkın genelinin hem demokrasiye sahip çıkmada hem de devleti sahiplenmekteki tutumu nedir? Adalet, Özgürlük, Eşitlik, Güvenlik, Eğitim, Sağlık ve Barınma vs. konularında talepleri nelerdir, hatta talepleri var mıdır? Aynı zamanda halk kendi üstüne düşen sorumlulukları yerine getirme konusunda gönüllü davranır mı?

Yukarıda saydığımız konular gibi bir sürü konu hakkında sayfalarca yazılar yazabiliriz. Birkaç örnek vererek devam edeyim;

Bu ülkede verginin çoğunluğu iki şekilde devlet tarafından tahsil edilir. Birincisi alım satım üzerinden dolaylı vergiler, ikincisi çalışanlar üzerinden kaynağından kesilen vergiler. Diğer vergiler ise ana matrah içinde önemli bir yekûn teşkil etmez, doğru dürüst tahsil edilemez ve devamlı şekilde af çıkarılır. Halk dolaylı vergilere çok ses çıkarmaz, her yıl kurbanlık koyun gibi yeni gelecek vergi ve harçları bekler ve çok da itiraz etmeden öder. Hâlbuki işin en tuhaf tarafı, gerek ithal mallarda gerekse yerli üretimde devlet koyduğu vergilerle malı üreten firmaların maliyetinden daha yüksek bir meblağı vatandaştan tahsil eder. Kaynağından kesilen vergilerde ise çalışanların birçoğu kendi maaşından ne kadar vergi kesildiğini bilmez, bunu merak etmez. Örneğin serbest meslek olarak icra edilen birçok meslek grubunun statü ve gelir olarak kendisinden çok yukarıda olmasına rağmen kendisinden daha az vergi ödemesine itiraz edemez, çünkü konuyla uzaktan yakından alakası yoktur.

Bir başka konu; vatandaşın devlet karşısında adalet talebi yoktur. Çok küçük bir azınlık dışında kimse haklar, özgürlükler konusunda adalet talep etmez, bunu dillendirmez. Emek dünyasındaki hak gasplarından, kadın, çocuk ve hayvan haklarına kadar birçok konuda duyarsızdır ve adalet talebini sadece kendisiyle sınırlı tutar.

Ben bildim bileli, 70’li yıllardan bugüne devlet kurumlarının hemen her yerinde yolsuzluklar olur. Milletin bu yolsuzluklar ve hırsızlıklar karşısında verdiği tepki oldukça şaşırtıcıdır. Sanki o çalınan para kendisinin ödediği vergilerden çalınmamış gibi, sanki kendisiyle hiç ilgisi yokmuş gibi tepki verir. Şöyle der örneğin; “İlk defa mı oluyor arkadaş, bal tutan parmağını yalıyor”, “Adamlar çalıyor ama çalışıyorlar”, “Yeni geleceklerin çalmayacağının garantisi mi var”, “Devletin malı deniz, yemeyen domuz.” Bu cümleler çok çeşitlenerek devam eder. Halkla devlet kurumları arasında böyle bir garip durum söz konusudur. Vatandaş o kadar yücelttiği devletinin tarumar edilmesine kolay kolay ses çıkarmaz.

İsterseniz başka bir iki örnek daha verelim. Bu toprakların her yerine bayrak asılır ve her yerde ezan okunur. Bizler Türk ve Müslüman olarak bu iki sembolümüze yapılan herhangi bir terbiyesizliğe hiç hoşgörülü bakmayız ama her yerinde bayrak asılı olan ve ezan okunan bu toprakların ekonomik ya da sosyal bakımdan geri kalmış parçalarında çalışmamak, askerlik yapmamak için her türlü torpili devreye sokarız. Gitsek bile geri dönmek için canla başla uğraşırız.

Ülkenin her yerinde yerli ve yabancı maden şirketleri, HES, JES, Termik Santral gibi işleri yapan müteahhitlik firmaları var ve bunların yaptıkları işler çevreye geri döndürülemeyecek zararlar vermekte, ülkenin birçok yerinde o bölgede yaşayan ve olabilecekleri gören vatandaşlar ve son derece kısıtlı bir çevreci aktivist buna tepki vermekte, vatanını çok sevdiğini söyleyen çok büyük bir çoğunluk ise buna herhangi bir tepki vermemekte, bu yağmaya sessiz kalmaktadır.

Son olarak şunu söyleyerek bu bahsi kapatayım, bu ülkenin futbolseverlerinin çoğunluğu milli futbol maçlarına milli formayı giymek yerine kendi tuttukları futbol kulüplerinin formalarıyla gitmeyi tercih ederler.

Buraya kadar vatandaşın ülkeye ve devlete karşı olan tutumunu örneklerle anlatmaya çalıştım. Bu işin bahsi diğeri, devletin vatandaşa, halka karşı tutumudur ki bu daha karmaşık ve çok daha detaylı anlatılması gereken bir konudur.

Esas soru şu, Cumhuriyet bir ulus meydana getirebildi mi, oluşturabildi mi? Memlekette bu kadar “Milliyetçi, Ulusalcı” söylem ve iddia var ama ortada bu anlamda bir ulus mevcut mu? Biraz bunu irdelemek istiyorum.

Ulus Nedir ve Türkiye’de bir Ulus var mı?

Yukarıda saydığımız örnekler çoğaltılabilir. Bu örneklere baktığım zaman hepimizin dilinde pelesenk haline gelmiş olan, Vatan, Millet, Devlet, Bayrak gibi sözlerin sembolik olmaktan başka bir anlamı yok gibi görünüyor. Vatandaş devlete sahip çıkmıyor, devlete güvenmiyor. Onu kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya çalışıyor. Devlet vatandaşına güvenmiyor onu kendi varlığının devamı için kullanıyor. Bütün bunların üstüne vatandaş birbirine güvenmiyor ve birlikte hiçbir iş yapmak istemiyor. Peki, bütün bu hale rağmen popülist milliyetçi söylemler nasıl artıyor ve bu söylem neden karşılık buluyor? Hakikaten büyük bir açmaz.

Fransız bir Filozof ve din tarihçisi olan Ernest Renan, 11 Mart 1882 tarihinde Sorbonne Üniversitesinde verdiği bir konferansta ulusu şöyle tarif eder:

“Ulus bir hissiyat, ruhani bir ilkedir. Bu hissiyatı ve bu ruhani ilkeyi aslında bir olan iki şey oluşturur. Biri geçmişte, diğeri şimdidedir. Biri ortak zengin bir hatıralar mirasına sahip olmaktır; diğeri şimdiki zamanda ortak karara varma, birlikte yaşama arzusu, bölünmemiş halde aldıkları mirası geliştirmeye devam etme arzusudur.”[1]

Renan verdiği konferansta, yukarıda gördüğümüz paragrafta modern anlamda ulus kavramını çok güzel anlatır. Burada iki vurgu vardır. Geçmiş ve içinde bulunulan zaman. Geçmiş ortak hafızayı anlatır. İçinde bulunulan zaman da, ortak karara varma ve birlikte yaşama arzusunu.

Evet bu toplumun hala büyük miktarda birlikte yaşama arzusu var. Kırk yılı aşkındır süren bir silahlı çatışma ortamına, kaybettiğimiz onca cana ve ekonomik ve sosyal kayba rağmen bu toplum birbiriyle yaşama arzusunu halen kaybetmemiş bulunmaktadır. Bu işin pozitif yönüdür fakat bu toplumun en zayıf yönü geçmiş bir ortak hatıralar bütünlüğü konusudur. Milletin ortak hatıralar bütünlüğü var mıdır? Yoksa halkın çeşitli kesimlerinin kendilerine ait öbürüyle kesişmeyen hatıraları mı mevcuttur. Bu konu son derece önemlidir. Osmanlıdan Cumhuriyete kadar ülke içinde hemen her topluluğun kendi içinde yaşadıkları ve devletin tutumu karşısında yaşadıkları farklılık arz etmiştir. İşte tam da o yüzden her grubun kendi hatıraları oluşmuştur ve bu hatıraların çok az bir kısmı diğer gruplar ile kesişir. Bu konu bir ulus oluşmasının önündeki en büyük handikaplardan biridir diye düşünüyorum. Örnek verecek olursak Alevi yurttaşların dün ve bugün devlet ve toplumla ilişkisinde yaşadıkları ile Sünni yurttaşların yaşadıkları çok birbiriyle kesişmez, acıların, korkuların ve mutlulukların ortaklığından söz etmemiz mümkün değildir. Ya da Kürtlerin, Çerkezlerin ve Arapların ve Yörüklerin, Türkmenlerin topluluk olarak yaşadıkları birbirlerinden çok farklıdır. Ortak bir kümede toplanması yani kesişim kümesinin oluşması çok zor görünmektedir. O yüzden geçmiş bir ortak hafızanın oluşması son derece zordur. O zaman biz yola farklılıklardan değil, ortak yaşanılanlar üzerinden çıkmalıyız. O zaman bir millet, bir ulus olmanın yolunu açabiliriz. Sivas katliamının da, Başbağlar katliamının da bizim ortak acımız olduğunu, acıları yarıştırmanın bölünmeyi, paylaşmanın birleşmeyi ve bir ulus olarak birlikte yaşamın önünü açacağını görmeliyiz. Milli bayramların da, dini bayramların da bu milletin ortak iyileri olduğunu bilerek sahip çıkma ve kıvanç duyma bizi ayrıştırmaz, bütünleştirir. Enes Kara’nın, Yasin Börü’nün, Ali İsmail Korkmaz’ın ya da Berkin Elvan’ın bizim kaybettiğimiz yarınlar olduğunu görürüz ve hepsine birden yüreğimiz yanar. Dersim’de yanan ormanların da bizim olduğunu, Aydın’da altın çıkarmak için yağmalanan ormanların da bizim olduğunu unutmayız.

Bu konu üzerinde daha sonraki yazılarımda daha çok duracağımı söyleyerek yazıyı Fustel de Foulangase’nin ulus meselesinde söylediği aşağıdaki söz ile bitireyim.

“Ulusları birbirinden ayıran ne ırk ne de dildir. İnsanlar, fikir, çıkar, duygu, anı ve umut birliği sağladıklarında kalplerinde aynı halktan olduklarını hissederler. İşte vatanı bu oluşturur. İşte bu yüzden insanlar beraber yürümek, beraber çalışmak, beraber savaşmak, birbirleri için yaşamak ve ölmek ister. Vatan, sevilen şeydir”[2]

Böyle bir ulusu kurabilmek, böyle bir ulusun fertleri olarak yaşamak dileğiyle diyorum. İşte o zaman böyle bir ulusun fertleri olarak, hem bize düşen sorumlulukları yerine getirmekte herhangi bir tereddüt yaşamayız hem de bizi yönetenlerin halka hesap vermelerinin önünü açmış oluruz. Hukuk karşısında eşit yurttaşlar olarak yaşamaya başlarız.


[1] Ernest Renan, Ulus Nedir?, s.51

[2] Ernest Renan, Ulus Nedir?, s.57

Ütopyalar ve Umutlara Dair

Tahmini Okunma Süresi: 8 dakika

Kadınlar giderek konuşma ve düşünme yetisini kaybeden, derin bir baygınlık ve bezginlik halindeki Türkiye toplumunu iki omzundan tutmuş sallıyorlar adeta. Sallamanın yeterli olmadığı yerlerde tekme tokat dövüyorlar. Emekçi kadınlar günü eylemlerinde yükselen sloganlarla, voleybol filesinin üstüne aşan ellerin topa vurduğu tokatlar hepimizin yüzüne çarpıyor aslında. Anlamalıyız ki, aradığımız ütopya kadınların elinde. Kadınların sesine kulak vermek yetmez, ataerkil oligarşiyi kadın-erkek hep birlikte aşmaya azmetmedikçe bu ütopyaya ulaşmamız mümkün de olmayacak.

“Derler ki: İnkar edilmiş kadim sırlar, yok olmaz. Erkekler denedi on bin yıldır. Efendiler, soylular ve güçlüler denedi. İnsanlığı balçıktan ibaret bir maddeye dönüştürdüler ve ruhundaki soluğu tükettiler. Cennetteki ilk kadın, Tanrı’nın buyruğuna rağmen yasak meyveyi yediğinde, bilmemezlikten değildi bu, aksine bildiği ve arzuladığı bir şey vardı. Bilinen ve istenen o “ilk şeyi” bugün açığa çıkarmak ve insanlığın ortak düşü haline getirmek arzusu, bu bunaltı ve sıkıntı dünyasında bir umuttur. Ütopya, kadınların ayaklarının altındadır.”[1]

Kadınlar giderek konuşma ve düşünme yetisini kaybeden, derin bir baygınlık ve bezginlik halindeki Türkiye toplumunu iki omzundan tutmuş sallıyorlar adeta. Sallamanın yeterli olmadığı yerlerde tekme tokat dövüyorlar. Emekçi kadınlar günü eylemlerinde yükselen sloganlarla, voleybol filesinin üstüne aşan ellerin topa vurduğu tokatlar hepimizin yüzüne çarpıyor aslında. Anlamalıyız ki, aradığımız ütopya kadınların elinde. Kadınların sesine kulak vermek yetmez, ataerkil oligarşiyi kadın-erkek hep birlikte aşmaya azmetmedikçe bu ütopyaya ulaşmamız mümkün de olmayacak.

“Erkeklik” Sorunumuz ve Feminist Hareket

Feminist hareketin -toplumumuzda bir mesele olarak- eril tahakkümü hedef alması doğal. Hele ki ardarda kadın cinayetlerinin yaşandığı, kadınların çoğu zaman hedefli, bazen de rastlantısal olarak, sadece kadın olduğu için şiddete muhatap oldukları, çözüm olarak kendilerine ev içi emeğin, kocaya sadakatin ve anneliğin bir kariyer olarak önerilmesinin ötesine geçilemediği bir sosyopolitik evrende kadın hareketinin eril tahakküme kadın merkezli bir bakış açısıyla yaklaşması, meselenin yakıcılığından bağımsız düşünülemez. Ancak bir süredir kendimi bir erkek olarak eril tahakkümün karşısında konumlandırma denemelerimde kadınlar tarafından ontolojik olarak reddedilme korkusunu yaşıyorum. Erkek olarak doğmak, doğuştan eril tahakkümü miras almamı koşulluyor gibi bir ön kabule maruz kalmanın hem benim feminizme yönelik bireysel politik inşamı güçleştiriyor, hem de erkekliğin bir sorun olarak yeniden üretimini de teşvik eden bir yapıya bürünüyor gibi geliyor.

Sorunu tek tek erkeklerden çekip genel bir erkeklik-erillik konseptine doğru iteklersek, karşımıza erkek öznelerin de bir anlamda habituslarına işlenen bir simgesel şiddet olarak eril tahakküm çıkar. Amerikalı feminist aktivist ve yazar Bell Hooks, kadınların erkeklere duyduğu öfkenin, erkekleri birer umutsuz vaka olarak değerlendirerek çöpe atmalarına katkıda bulunduğunu, feminist harekete erkekleri de dahil etme imkanlarını ortadan kaldıran bir önyargının inşacısı olduğunu söylüyor[2].

“Hiç uğraşmadan erkekleri baskıcı olarak yaftalamak ve ciddiye almamak, erillik hakkında derinlemesine konuşmamamız anlamına geliyor.[3]

Daha da önemlisi, bir anlamda fark ilkesinin gereği, kadın hareketini varlığı erkek öznenin varlığıyla irtibatlı kavranabilir. Erkeklerin hiç olmadığı bir dünya tasavvuru (erkekleri öldüreceğiz!) gerçekçi olmadığı gibi eril tahakkümün ortadan kalktığı bir dünya olmayacak bana göre. Eril tahakkümün sökülüp atılması için bu tahakkümün ve şiddetin faillerinin daha çok farkına vararak kendi hemcinslerini yola getiren davranış pratiklerini yaygınlaştırması önem taşıyor. Belki kadınların ve erkeklerin birbirlerine ait olabildikleri ve birbirileriyle hiyerarşik değil de eşitlikçi, hayatı paylaşmaktan ziyade bölüşen bir ilişki kurabilmeleri ütopyamızın başlangıcını oluşturur.

Hayatın paylaşımı, hayatın tümüne malik bir ilk birikim sahibinin dağıtıcı konumuna yükseltildiği hiyerarşik bir kavrayış olabilir. Paylaşımda görev tanımları, toplumsal cinsiyet, üretim ve mülkiyet ilişkileri belirleyici rol oynayabilir. Ama bölüşmek, tıpkı bir ekmeği bölüşür gibi anlık bir dağıtım ilişkisi içinde son derece spontane ve karşılıklı ilişkiye dayalı bir kavram olarak düşünülürse kadın erkek ilişkilerinde eşitlikçi bölüşüm ve aidiyet anahtar kavramlar haline gelebilir. Elindekini paylaşanlar neticede paylaşmanın ilkelerini belirlerken tahakküm ilişkileri inşa edebilirler, ancak ortadakini bölüşenler elele vererek birlikte yaşamı yükseltebilirler. Paylaşmak üstenci bir konuşma dili kurar belki ama bölüşmek bir eylemlilik haline benzetilebilir. Kadınların eyleyen hali bize bölüşümcü bir hayatı öğütlüyor.

Konuşan Erkeklerin Ülkesinde İnatla ‘Yapan’ Kadınlar

Konuşmak bir edim olarak düşünmenin ve eylemenin sınırlarını da çizmek demektir. Konuştukça sizi bağlayan ve sonraki konuşmalarınıza değer biçen bir konuma doğru sürüklenirsiniz. Oysa yapmak (eylemek), daima ilişkisel bir varoluş içinde dönüştürülebilir ve sürdürülebilir bir eylem kapasitesi olarak doğurgandır. Her olasılığı içinde barındırması bakımından zenginleştirici ve (öz)eleştireldir. Konuşmak planlı, programlı olması bakımından kısıtlarla bağlı ve pragmatik bir iş iken eylemek-yapmak, o anki somut koşulların dolayımıyla kendi öz varlığını yansıtma kapasitesini sergilemek bakımından insanın kendini gerçekleştirmesinin en somut ve başarılı halidir. Bir siyasi hareketin neler yapabileceğini, yapması gerektiğini saatlerce konuşabilir, aylarca tartışabilirsiniz. Bir siyasi hareketi kurmak ve büyütmek ise somut dünyaya bir varlık ortaya koymak demektir. Eylemlerinizle o ilk kurma eylemini zenginleştirir, ilk anından çok başka yerlere taşıyabilirsiniz. Konuşanın yanlışlarını temizlemek için konuşmak mecburiyeti varken, eyleyenin devamlı sahada olmak ve gelen şutları karşılamak ve yeni girişimlerde bulunmak gibi bir mecburiyeti vardır.

Şanlıurfalı Hentbolcu Merve’yi duymuşsunuzdur. Ona “sen kızsın, şort giyemezsin, erkeklerin yanında oynayamazsın” diyen bütün erkeklere karşı direnerek köyündeki kızlara umut olma isteği[4], kadın erkek hangimizi duygulandırmadı ki?Merve’nin en büyük destekçim dediği abisi ve babasının varlığı ve desteği[5] sizi de gururlandırmadı mı? Voleybol milli takımındaki efsane performansıyla devleşen genç Ebrar’ın cinsel yönelimini açıkça ifade etmesine dil uzatanlara karşı federasyonun onurlu duruşu hangimize umut aşılamadı? O federasyondaki erkek yöneticilerin de bu ferasetteki payı, kadın hareketine ilişkin bir şeyler söylemiyor mu? Böylesi birlikte yaşamı mümkün kılan örneklerde kadınların dirayetine omuz veren erkek imgesinin varlığı ütopyamızın en güzel delillerinden olsa gerek.

Evet, belki kadın hareketini tartışmak erkeklerin haddine görülmeyebilir. Ancak tam da erkekler de kadın hareketini tartışıp bu harekete eklemlenmenin eril olmayan formlarını üretebildiğinde hepimiz için bir çıkış yolu inşa etmek mümkün olacaktır. 8 Mart’lar kadınların çeşitli salonlarda bir araya gelerek bir takım harcıalem tartışmaları kendi iç meclislerinde dile getirdiği, yahut meydanlarda şiddeti görünür kılmak dışında bir sonuç üretme yeteneği zayıf eylemlerin günü olmaktan çıkabilecekse bu kadın hareketi ve taleplerinin kitleselleşmesi ve muhataplarının da bu harekete dahil olmasını gerektirir.

Erkeklere dair nefret, erkeklerden korkudan ileri geliyor. Çünkü erkekler öldürüyor kadınları ve sokak ortasında kocasından dayak yiyen kadını erkekler seyrediyor. Ama enteresandır, kadınlar da seyrediyor çoğu zaman! Ve kimi zaman erkekler de ayırıyor bu kavgaları. İşte izleyen değil de “eyleyen” olmayı tercih eden o erkekleri kadın hareketinin gündemlerine dahil etmenin bir formülünü yaratmak tartışılması gereken bir mesele olarak öne çıkıyor. Onları şiddet uygulayan erkeğe şiddetle müdahale eden eril özneler olmaktan, şiddetin olmadığı bölüşümcü bir dünyanın özneleri haline getirmenin siyasetini kurmak da feminist hareketin içeriğine dahil edilebilir ve edilmelidir. İronik gelecektir ama kadın hareketi, erkeklerin konuşmak yerine kadınlarla birlikte eylemeyi tercih etmesi, etmeye zorlanması yoluyla daha güçlü konumlara gelebilir. Yine burada Bell Hooks’a müracaat edeceğim: Hooks da feminist hareketlerin esasen en çok erkeklerin de ataerkiye ve erilliğe karşı çıkmasına ihtiyaç duyduğunu, erkeklerin değişmesinin çözümün anahtarı olduğunu vurguluyor.[6] Çünkü kimliklere bölünmüş bir dünyayı hepimizin ütopyasına ulaştırmak, kimlikleri aşan bir birliktelik duygusunu inşa etmekten geçiyor. Bu formül, erkeklerin egemen konumlarından da kaynaklanmıyor. Tam aksine erkeklerin ataerkil geçmişi ve eril tahakkümü yıkarak kendilerini daha katılımcı özneler haline getirmelerini de şart koşan yeni bir bileşim yaratmayı vaad ediyor. Erkeklerin (büyük bir çoğunluğunun) değişiminin ancak tahakküm isteklerini törpülemeleriyle mümkün olduğunu hatırlatan Hooks’a[7] burada bir kez daha katılıyorum. Bu isteği törpülemede sanki bir ilk adımı atarcasına, kadın hareketinin erkeklerle hayatı bölüşmeyi teklif eden bir dil kurmasının önemli olacağını düşünüyorum. Bu yolla erkeklere de taşıyabileceğinden katbekat fazlasını yükleyen ataerkiyi yıkmak mümkün olabilir. Omzumuza atılmış kolları dar gelen maçoluk ceketini üstümüzden atıp elinizden tutmayı tercih etmek biz erkekler için çok daha rahatlatıcı ve tercih edilebilir olacaktır.

Kadınların eylemliliği son 5-6 senedir Türkiye’nin demokratik muhalefet hattını canlı tutan temel hareketlerden olageldi. Evde, yolda, sokakta, arabada, otobüste kadınların “neyi yapamayacağını” söyleyen erkeklere inat her yerde varlıklarını göstermek için çaba harcıyor kadınlar. Aslen meselemiz kadınlara akıl veren erkekler de değil. Erkekliğin doğrudan bir “akıl verme” biçimine bürünmesi. Yurttaşıyla kurduğu sorunlu ilişkide de devlet, konuşan ve tabi kıldıklarını sınırlamaya azmeden erkek biçiminde vücut buluyor. Yurttaşla kurulan bu hastalıklı ilişkiye alışmamız istendikçe daha erkek egemen ve yozlaşmış bir siyasal kültürel evrenle karşı karşıya kalıyoruz. Bunu aşmak, söz konusu siyasal evrenin siyasal alanı kendiyle ve kendi değerleriyle sınırlayan niteliğini vurgulayan demokratik siyasetler kadar, belki de daha fazla, onun erkek egemen formunu faş eden feminist siyasetlerin de derlenip toparlanmasıyla mümkün olacak. Bugün her alanda gördüğümüz kadın hareketliliği ve farklı formlarda sayıları giderek artan örgütlülük hali bize bunun mümkün olduğunu söylüyor.

Erkek Egemenliğe Yanıtı Kültürel Soldan Arama Çıkmazı

Ancak erkek egemen bir rejime karşı duruş, onun yalnızca kültürel iktidar biçimlerine karşı geliştirilen bireysel kurtuluş öyküleriyle inşa edilemez. Şüphesiz ki bütün kültürel iktidar formları bir ekonomi-politik iktidarın üst yapı formu olarak yerleşir ve kökleşir. Yani erkek egemen siyasetle mücadele etmek, sadece bir “dil, alfabe ve argo reformu” ve kadın-erkek uzlaşısı arayışıyla sınırlanmamalıdır. Sistemik itirazları güçlendirecek ve alternatif arayışlarını tetikleyecek bir umudu da aşılamalıdır.

Erkek egemen siyasetle mücadeleyi kadınların “kişisel gelişim” macerasına çevirmek bir yandan da kadın hareketinin kapitalist ilişkiler tarafından massedilmesi ve dönüştürülmesi anlamını taşır. Rasyonel, rekabetçi, iradesi çevresel koşullardan bağımsız ve istediğini yapabilmesi için tek engeli kendisi olarak tanımlanan burjuva kadın imgesinin ters yüz edilmesi kaçınılmaz bir ihtiyaç olarak su yüzüne çıkıyor. Erkek egemenlikle mücadelede “dedim olabilir” eşiği elbette mühimdir. Ama maçoluğun söylemsel yıkımı, onun sosyo-ekonomik yıkımından bağımsız değildir.

Hangi siyasi eğilimden gelirse gelsin, kadın hareketlerinin kültürel alandaki eşitlik taleplerini sosyo-ekonomik alana çekmesi, sistemi sorgulayan bir yaklaşım kurması elzemdir. Zira öyle görünüyor ki erkek egemenlikten bahsederken mücadele odağı, yalnızca kadınların gündelik hayatta maruz kaldıkları eşitsizlik pratikleri değil (bu kendi başına son derece mücadeleye ve tartışılmaya değer), tümden erkekleşmiş bir iktidar aygıtı ve onun dizginlenmesine evrilmiştir. Kültürel açıdan eşitlikçi talepler, sistemik krizleri ele almadığı gibi, sorunlara ancak bir nesli aşmayan geçici çözümler üretebilir. Bunlar sosyo-ekonomik eşitsizliklerin ifşa edilmesi yoluyla yeniden konumlandırılmalıdır. Sistemle barışık olmaya dayalı reformizm ya da sistemin değerleri üzerinden konuşmayı tercih eden edilgen tavırlar kadın hareketini kariyerizme, atomizme ve bireyselleşmeye götürürken sosyo-ekonomik eşitsizlik iddialarıyla desteklenen bir mücadele birikimi, kadın emeğinin görünmez kılındığı rejimi baş aşağı ettiği ölçüde devlet-yurttaş ilişkisinin yukarıda vurgulamaya çalıştığım toplumsal cinsiyet örüntülerinden türeyen mekaniğini de parçalama imkanı aşılar. Kadınların erkeklerden bağımsız bir kariyerde yükselme hedefiyle rekabet ettiği, bu alanda defalarca erkekler tarafından yenilgiye uğratıldığı ve bu mücadelenin buhrana sürüklendiği kapitalistik bir kaos ortamına, erkeklerin geri durup kadınlarla bölüştüğü bir eşitlikçi hayat tasavvurunu bin kere yeğlerim. Biz konuşan erkekler, konuştukça bunu başaramıyor, hatta daha eril ve ataerkil alternatiflerle ikame etmek bataklığına saplanıyoruz. Sanırım burada eril olmayan rejim alternatiflerini anti-kapitalist bir tutumla birleştirerek savunan erkeklere ve onların önüne geçip bayrak tutacak kadınlara görev düşüyor.

Ütopyamızın İnşacısı Olarak Kadınlar

Ütopyamız, umudumuzun zihnimize düşen pratik yansımasıdır. Elbette kadınların sokaklarında özgürce dolaştığı bir yurdun yurtseverleriyiz. Elbette, attığı gol için asker selamı çakan Burak’ın değil, attığı servislerle içimizi titreten Ebrar’ın tarafındayız. Ve elbette bir selam verecek isek, içinde yetiştikleri maço kültürü yıkıp kendine bir yol açmak için arayış halinde olan bütün kadın hareketlerinin önünde selam duruyoruz. Kendi payımıza onların bize aşıladığı umudun bizi de “konuşanlar”dan “yapanlar”a evriltmesini içten diliyoruz. Kim bilir, belki Yurtseverce bu yapan olma hevesimizin bir ürünüdür. Daha özgür, daha eşit bir memleket hayalimizin bölüşeni ve “yapan”ı olma hedefimize açılan penceresidir.

Ancak bunu da kadınlar olmadan yapabileceğimizi düşünmek bizim erkek saflığımız ve kibrimiz olacaktır. Kadınların da bunu bizsiz gerçekleştirme niyetinin önünde sonunda kapitalist kariyerizme dönüşeceğini hatırlatmak isterim. Şurası kesin ki, kadınların her eylemi, erkekleri ve aslında tüm katmanlarıyla toplumu konuşturduğu gibi kendimizi de eyleyen olarak kurmamız için heyecanlandırıyor. Pankart kaldırmak için, mikrofon tutmak için ya da filenin üstünde smaç vurmak için olsun… Kadınların kalkan ellerine her daim borçluyuz. Aynı zamanda alacaklıyız. Alacaklısı olduğumuz ise hepimizin ütopyasıdır. Zorla ayakta duran bu erkek egemen düzeni ortadan kaldırmak onun en önemli dayanağını oluşturuyor. Oraya varabilmek her günün “yapan”ı olan kadınlara, şöyle bir durup yol vermekten ve artlarında onlarla birlikte saf tutarak hayatı bölüşmekten geçer. Yazının başındaki alıntıyı geliştirerek bitirelim. Ütopyamız kadınların ayağının, umutlarımız ise ellerinin altında. Bugün onlar ellerini her kaldırdıklarında geleceğe dair içimizin umutla dolması bu yüzdendir.


*Bu yazının nihai halini almasında katkı ve eleştirileriyle yol gösterici olan Yurtseverce’den İlker ve Alperen‘e teşekkür ederim.

[1] Burhan Sönmez, “Ütopya: Sol İlahiyat”, Sol İlahiyat, Dini Soldan Okumak, der. Kazım Özdoğan, Derviş Aydın Koç s.37-52 içinde s.52. Birikim Yayınları, 2014.

[2] Bell Hooks, Değişme İsteği, Erkekler, Erkeklikler ve Sevgi, bgst yayınları.

[3] Değişme İsteği, sayfa 17.

[4] https://tr.euronews.com/2021/07/06/sen-k-zs-n-erkeklerin-yan-nda-oynayamazs-n-diyen-merve-akp-nar-a-destek-yagd

[5] https://www.fanatik.com.tr/merve-akpinar-koyumdeki-kiz-cocuklarinin-kaderini-degistirecegim-2229190

[6] Değişme İsteği, sayfa 14.

[7] Değişme İsteği, sayfa 15.

Bakan Nebati’nin Yanlış Hesabı, Halk Sınıflarının Ahlaki Ekonomisi

Tahmini Okunma Süresi: 4 dakika

Bakan Nebati’nin akletme biçimi içinde bu patlama kavranabilir ya da rasyonel değil. Öyle ya, ücretliler en fazla ücretlerini kaybedebilirler, zaten olmayan mallarını mülklerini değil. Dolayısıyla endişeye mahal bir durum yok. Bakan Nebati’nin birikim ve mülk esaslı kapitalistçe akletme biçimi ile ancak geçimini temin etmek üzerinden bir varoluşa sahip emekçi halk sınıflarının akletme biçimi arasında esaslı bir fark var oysa. 

Oligarşik diktatörlüğün yeni Hazine ve Maliye Bakanı Nurettin Nebati bir halkla ilişkiler faaliyetinin parçası olan röportajda kitlelere güven telkin etmek üzere, sonrasında çokça eleştirilen, şu sözleri sarfetti: “Sen maaş alıyorsun. En fazla neyini kaybedersin? Enflasyonun altında ezilirsin. Ama ben bütün varlığımı kaybederim bu iş düzelmezse eğer. 1000 çalışanımız var. 1000 kişiyle beraber bütün varlığımı kaybederim. Ben babadan görme bir insanım. Babamın bana bıraktıklarını kaybederim. Ben bunu göze alır mıyım Sevilay Hanım? Bu işi ya düzelecek ya düzelecek! Yeter ki bize güvenilsin, inanılsın!”[1]

Emekçi halk sınıflarına zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri olmadığını, “size bundan kötü daha ne olabilir ki” üzerinden bir moral destekle hatırlatan bu sözler, bütün küstahlığının yanı sıra, emekçi halk sınıfları üzerinde kurulmuş oligarşik diktatörlüğün kendi sınıf karakterini gizleme gereği duymayacak bir özgüven içinde olduğunun göstergesi olarak okunabilir. Bu özgüven tabi ki oligarşik diktatörlüğün kitleler nezdindeki prestijinden kaynaklanmıyor, daha ziyade emekçi halk sınıflarının örgütsüzlüğünün vermiş olduğu bir güven bu. 2021 Temmuz ayı için Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın açıklamış olduğu verilere göre sendikalı işçilerin toplam çalışanlar içindeki oranı %14,13.[2] Üstelik bu örgütlü işçi kesiminin örgütlü olduğu sendikaların hemen hemen hiçbiri mücadele örgütleri değil; devletin ideolojik aygıtları olarak tanımlanabilecek işbirlikçi yapılardan söz ediyoruz. Bu hepimizin malumu.

Ancak bu özgüvenin üzerine kurulduğu hesaplamanın çok önemli bir yanlışı var. Emekçi halk sınıflarının örgütsüz olması, oligarşik diktatörlüğe karşı gelişecek bir anti-oligarşik ulusal-demokratik hareketi imkansız kılıyor, doğru. Öte yandan, oligarşik diktatörlük, yüksek işsizlik ve enflasyon üreten politikalarıyla, asgari ücreti ortalama ücret haline getirerek, ilaç ve tıbbi malzemeleri de içeren bazı temel ihtiyaç malzemelerini temin etmekte güçlük çektikçe emekçi halk sınıflarıyla arasındaki zımni sözleşmeyi, yani halk sınıflarının ahlaki ekonomisini, ihlal ederek yönetilmesi mümkün olamayacak bir patlama ihtimalini artırıyor.

Bakan Nebati’nin akletme biçimi içinde bu örgütsüz patlama kavranabilir ya da rasyonel değil. Öyle ya, ücretliler en fazla ücretlerini kaybedebilirler, zaten olmayan mallarını mülklerini değil. Dolayısıyla endişeye mahal bir durum yok. Bakan Nebati’nin birikim ve mülk esaslı kapitalistçe akletme biçimi ile ancak geçimini temin etmek üzerinden bir varoluşa sahip emekçi halk sınıflarının akletme biçimi arasında esaslı bir fark var oysa. Güneydoğu Asya köylüleri üzerine yaptığı çalışmalarla bilinen James C. Scott’ın İngiliz Marksist tarihçi E. P. Thomson’ın “ahlaki ekonomi” kavramından ilhamla ürettiği “köylülerin ahlaki ekonomisi” kavramı bu farkı anlamamız için bize yardımcı olabilir.

Halk Sınıflarının Ahlaki Ekonomisi

Scott, 1930’ların Büyük Buhranı sırasında Güneydoğu Asya’yı adeta sarsan büyük köylü isyanlarını incelediği çalışmasında birbiriyle ilişkili iki kavram ileri sürer: “geçim etiği” ve “köylülerin ahlaki ekonomisi.”[3] Köylülerin ahlaki ekonomisi, “köylülerin ekonomik adalet anlayışı ve fiili sömürü tanımlarını, yani ürünlerinin ne kadarına el konulmasını tolere edip edemeceklerini” gösteren sınırı ifade eder. Hemen geçim sınırında yaşayan ve kontrol edemediği pek çok belirsizliğe tabi olan köylü hanesi için neoklasik iktisadın kar maksimizasyonu hesabının pek bir karşılığı yoktur. Köylünün karar alma ve tepki verme sürecine yön veren temel ilke riskten kaçınma, olası kayıplarını en asgari seviyeye indirme ilkesidir. Köylü hanenin komşularıyla, seçkinlerle, devletle olan ilişkisinin en temel belirleyeni bu aktörlerin köylü hanenin sağlam bir geçimliğe sahip olması hususunda takındıkları zorlaştırıcı ya da kolaylaştırıcı tavırlarıdır. Dolayısıyla köylü hane “önce güvenlik”, yani geçimi temin etme koşullarının güvenliği üzerinden akıl yürütür, ilişkilenir, yargılar ve siyasallaşır.

Scott’ın Güneydoğu Asya köylü siyaseti üzerine bu çıkarımlarını bağımlı-çevre ülke emekçi halk sınıflarının siyasallığını anlamak üzere de kullanmanın mümkün olabileceğini düşünüyorum. Zira bu ülkeler emekçi sınıfları da, ancak geçimlerini temin edebildikleri koşullarda yaşayan ve bu koşulların sürdürülebilirliğini tehdit eden bir belirsizlik ve kriz ortamıyla sürekli iç içe olan topluluklardır. Dolayısıyla “köylülerin ahlaki ekonomisi” kavramını çok zorlamadan “halk sınıflarının ahlaki ekonomisi” olarak bir kavramsal genişlemeye tabi tutmak mümkündür iddiasında bulunarak tartışmayı daha genel bir zemine taşımaya çalışacağım.

Scott’ın tezinden “halk sınıflarının ahlaki ekonomisi” için çıkarılabilecek bir sonuç, yoksullaşmanın ve daha fazla sömürülmenin halk sınıflarını otomatik bir biçimde patlamaya ve isyana götürmeyeceğidir. Aksine, fiziksel geçim sınırına daha fazla itildikçe geçim koşullarını güvence altına almak üzere bu halk sınıflarının daha az risk alma eğiliminde olması, daha muhafazakar ve itaatkar tepkiler vermesi beklenmelidir. Hatta halk sınıfları içinde, yoksullaşma karşısında devrimci aktörlerin liderlik edeceği siyasal hareketlenme ve hoşnutsuzluğu, varolan belirsizliği daha da derinleştirmekle itham eden “düzenci” bir işbirlikçi eğilimin ortaya çıkması da pek muhtemeldir.

Ancak bu meselenin sadece bir yanı. Zira geçim etiğine dayanan ahlaki ekonomi kavramsallaştırmasından çıkarılması gereken bir diğer sonuç daha var. Köylüler ellerinden ne kadar alındığına bakarak sömürü eleştirisi yapmazlar, köylüler ellerinde ne kaldığına bakarlar, diyor Scott. Köylülerin sömürü eleştirisi yapmaya başladıkları ve isyana kalkıştıkları an, egemen sınıfların ve devletin köylülerin asgari geçim sınırını ihlal edecek bir düzeyde sömürüye girişmesidir. Bu, köylülerin ahlaki ekonomisinin, geçim hakkının çiğnendiği andır. Bu hak ihlal edildiğinde hakim sınıfsal çerçevenin köylüler nazarında meşruluğu kalmaz. Vakit, isyan vaktidir.

Türkiye emekçi halk sınıflarının yüksek işsizlik, düşük ücret, yüksek enflasyonla birlikte yaşadığı dizginsiz yoksullaşma süreçlerinin gelinen noktada “halk sınıflarının ahlaki ekonomisini” çiğnemeye başladığına, halk sınıflarının geçim hakkını ihlal eder bir seviyeye geldiğine şahitlik ediyoruz. Kasım 2021 rakamlarıyla dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 3.192 ve yoksulluk sınırı 10.396 lira olarak hesaplanıyor.[4] Asgari ücret ve altında bir ücretle istihdam edilen işçilerin sayısı ise 6,3 milyonu buldu. Bu, bütün ücretli çalışanların yüzde 33,8’ine tekabül ediyor.[5] Ekim 2021 TUİK rakamlarına göre geniş tanımlı işsiz sayısı 8 milyon 281 bin oldu.[6] Hastanelerde malzeme yokluğundan dolayı bazı temel cerrahi işlemlerin yapılamadığı ya da ertelendiğine dair haberleri daha sık duymaya başladık. Halk ekmek önündeki kuyruklar her gün daha fazla uzuyor. Döviz fiyatlarını şimdilik bir miktar aşağı çeken önlemlerin ise emekçi sınıfların üzerindeki yükü bir omuzdan alıp öbürüne koyan finansal katakulliden öte bir yanı yönü yok.

Emekçi halk sınıflarının verili örgütlülük düzeyinin anti-oligarşik ulusal-demokratik bir hareket üretmesi imkan dahilinde değil. Ancak halk sınıflarının ahlaki ekonomisini her gün daha fazla ihlal eden oligarşik diktatörlüğün meşruluk krizinin başka bir safhaya doğru derinleştiğini, bu krizin öngörülemeyen bir anda, kendiliğinden bir şekilde ve nereye varacağı bilinmez büyük bir halk sınıfları kalkışmasını tetikleme ihtimalini artırdığı söylenebilir. Bu ihtimalin olası sonuçları karşısında hazır olunmalıdır.


[1] https://www.haberturk.com/yazarlar/sevilay-yilman-2383/3281404-bakan-nebati-eve-boynu-bukuk-donemem-

[2] https://www.csgb.gov.tr/media/83673/2021_temmuz.pdf

[3] James C. Scott, The Moral Economy of the Peasant: Rebellion and Subsistence in Southeast Asia (New Haven and London: Yale University Press, 1976). Scott’ın fikirlerini aktaran alıntılar ve özet kitabın giriş bölümündendir.

[4] https://www.turkis.org.tr/wp-content/uploads/2021/11/AclikveYoksulluk-Kasim2021.pdf

[5] http://arastirma.disk.org.tr/?p=7995

[6] https://haber.sol.org.tr/haber/genis-tanimli-issiz-sayisi-8-milyon-281-bine-yukseldi-320377

Yurtseverce Konuşmalar – 5 – AKP’nin Politik Ekonomisi ve Güncel Kriz 2, Mehmet Baki Deniz

Tahmini Okunma Süresi: < 1 dakika

Yurtseverce Konuşmalar’da AKP’nin Politik Ekonomisi ve Güncel Kriz Dinamiklerine odaklanmaya devam ediyoruz. Dr. Mehmet Baki Deniz ile son aylarda kurda meydana gelen yükselişle görünürlüğü artan ekonomik krizi, yoksullaştırma siyasetini ve servet transferini AKP’nin genel politik ekonomisi bağlamında ele alıyoruz.

Yurtseverce Youtube Kanalı’nda hazırladığımız Yurtseverce Konuşmalar’da, Müteşekkir Türk Yurtseverliği’ne farklı boyutlardan açılımlar getirebilecek konukları ağırlıyor, farklı siyasallıkların Yurtseverce’nin siyasal düzlemiyle irtibatını tartışmaya açıyoruz.

Kanalımıza destek olmak için abone olmayı, videoyu beğenmeyi ve dostlarınızla paylaşmayı unutmayın. Katkı ve eleştirilerinizi yorum kısmından bizlerle paylaşabilirsiniz.