Dünden Bugüne Bağımlılık ve Dünya-Sistemi Teorileri – Hala Geçerli mi? (II)

Tahmini Okunma Süresi: 8 dakika

Geçmişte bağımlılık kuramı ve dünya-sistemi teorileri fazla yapısalcı olduğu için çokça eleştirilmiştir. Eleştiriler tamamen yersiz değildir, zira bu teoriler işçi sınıfının mücadelesini zaman zaman ihmal etmiştir. Fakat küreselleşmenin yeniden ivmelendiği 21.yüzyılda bu teorilerin sunduğu perspektifi topyekûn gözden çıkarmak büyük kayıptır, zira bu teoriler kapitalist-emperyalist ilişkilerin farklılaşan biçimlerini anlamak için araçlar sunmaya devam etmektedir. Bir siyasal proje olarak, dünya kapitalizminden hangi ulusal/yerel stratejiler üzerinden “kopulabileceği” ya da küreselleşmeye karşı halk egemenliğinin nasıl kurulacağını tartışmak gerekir. Neoliberal doktrinin hala hâkim olduğunu biliyoruz, bu bağlamda piyasacılığın taarruzlarına karşı kamuyu ve müşterekleri savunarak yola koyulabiliriz. Sosyalist ve dayanışmacı bir dünya kurulana kadar emek sömürüsünü azaltmak için atılacak her somut adımın kıymetli olduğunu ve yabana atılmaması gerektiğini belirtmeliyiz.

Marksist iktisat perspektifinden, kapitalizmin kurucu unsurunun ilkel birikim olduğunu söylemek mümkündür (Marx, 1867; Wood, 2003). Orijinal haliyle ilkel birikim Avrupa’da feodalizmden kapitalizme geçişi tanımlamak için kullanılır; en bariz örneği, 16.yüzyıl İngiltere’sindeki çitleme hareketidir. Bir yandan, topraklarından (yani, üretim araçlarından) zorla koparılan köylüler sanayinin ihtiyaç duyduğu işgücünü oluşturur, öte yandan, proletarya haline getirilen bu insanlar piyasanın ihtiyaç duyduğu “tüketici” grubunu oluşturur. İlkel birikim, kapitalizmin doğuşuna eşlik eden münferit ve tesadüfi bir süreç değildir. Metalaşmanın sürdürülmesi ve piyasa toplumunun güvence altına alınması, ilkel birikimin sürekli tekrarlanmasına bağlıdır. Basitçe, ilkel birikim sayesinde kapitalizm yeniden üretilir. Harvey’e göre ilkel birikim[1] içerisinde, metalaşma, toprağın özelleştirilmesi ve köylü nüfusların güç kullanarak dışarı atılması; çeşitli mülkiyet hakları biçimlerinin -genel, ortak, devlet, vs.- dışlayıcı özel mülkiyet ilişkilerine dönüşmesi; genel hakların bastırılması; emek gücünün metalaşması ve alternatif, yerli üretim ve tüketim biçimlerinin bastırılması; kolonyal, neo-kolonyal ve emperyal süreçlerle doğal kaynaklar, değişim ve vergilendirmenin, özellikle toprağın parasallaşması dahil olmak üzere değerlere [assets] el konulması [appropriation]; köle ticareti; tefecilik, borç sistemi ve son olarak kredi sistemi gibi pek çok şey vardır. (Harvey, 2004, s. 85)

Kapitalizmin evrimine bağlı olarak, sermaye birikiminin farklı çelişkileri ortaya çıkar. Bir yanda, hızlanan rekabet sonucunda kar hâdlerinin düşmesi ve piyasanın acımasız koşulları içerisinde rasyonel/verimli olmayan “zayıf” aktörlerin elenmesi söz konusudur. Bu rekabetçi süreç tekelleşme sorununu (oligopol ve monopol piyasaları) ortaya çıkarır. Öte yandan, sermayenin ileri-kapitalist merkezi ülkelerde aşırı-birikmesi, realizasyon krizine sebep olur. Basitçe ifade etmek gerekirse hem tüketim hem sermaye malları yerel ve ulusal piyasalarda tüketicilerin satın alabileceğinin çok üstünde birikmiştir.

Merkezdeki ileri kapitalist ülkeler sermayenin çelişkilerini ve aşırı-birikim krizlerini aşmak için belli mekânsal-zamansal çözümler geliştirir (Harvey, 2004). İlkel birikim, bu mekânsal-zamansal çözümlere içkin olarak tekrar devreye girer. Merkezdeki kapitalistler yeni piyasalar inşa etmek amacıyla sıklıkla “zor” araçlarına başvurur, zaman zaman çevre ülkelerde askeri darbeleri ya da paramiliter güçleri destekler (Byres, 2007). İlkel birikim mantığına yaslanan merkezdeki kapitalist aktörler, borç-kredi ilişkileri üzerinden çevre ülkeleri finansal boyunduruk altına alır. Son on yıllarda, mali disiplin ve sübvansiyonların kesilmesi koşulları ile verilen krediler, ilkel birikimin bir veçhesidir. Yine çokuluslu şirketler eliyle çevre ülkelerde yürütülen yağmalama süreçleri –özellikle madencilik alanında– ilkel birikimin artan şiddetle devam ettiğini göstermektedir. İlkel birikime koşut zor mekanizmaları bazen (sosyal bilimciler tarafından) yeterince görülmese de metalaşmanın, borçlanmanın, yersiz-yurtsuzlaşmanın ve bir bütün olarak neoliberal kalkınma hikayesinin[2] şiddeti köylü/kentli emekçiler tarafından doğrudan hissedilmektedir (Byres, 2007).

Çevre ülkelerin, merkezdeki ileri kapitalist ülkelere bağımlılığını günümüzde iki temel düzeyde tartışmak mümkündür, sanıyorum. Birincisi, bugün üretim ve ticarette hâkim olan küresel iş bölümü, artık değer (çıkarma ve aktarma) hiyerarşilerini yeniden üretmektedir. Değer hiyerarşilerinin tepesinde merkez ülkeler, alt katmanlarında çevre ülkeler yer almaya devam etmektedir. İkincisi, finansal ilişkiler ve finansallaşma üzerinden çevre ülkeler merkeze daha bağımlı hale gelmiştir. Son on yıllarda, çevre ülkelerin küresel finansal sisteme entegrasyonu bağımlılıklarını derinleştirmiştir. Bilhassa, finansal çevrimler/dalgalanmalar, çevre ülke ekonomilerinin kırılganlığını artırmaktadır.

Üretim ve Ticarette Bağımlılık

Bilindiği üzere, bağımlılık ve modern dünya sistemi teorileri, merkez ile çevre arasındaki sömürü ilişkilerini üretim ve ticaretteki “eşitsiz mübadeleler” üzerinden açıklama eğilimindedir (Emmanuel, 1972).[3] Özellikle, Marksist gelenekten gelen bağımlılık ekolü temsilcileri arasında, kapitalist-emperyalist ülkelerin küresel düzeyde tesis etmeye çalıştığı sömürü ilişkileri çokça tartışılmıştır. Bağımlılık ve dünya sistemi teorisyenleri, dünya kapitalizmine içkin hiyerarşileri gündeme almış, artık değerin çevreden merkeze transferinin eş-zamanlı olarak ekonomik gelişmeyi ve azgelişmişliği ortaya çıkardığını öne sürmüştür.[4] Ücretler ve (doğal) kaynak fiyatları çevre ülkelerde düşük olduğundan, bu ülkeler ticaret dengesini sağlamak için çok fazla emek ve kaynak ihraç etmek zorunda kalır. Bu durum, doğal olarak çevreden merkeze doğru sürekli değer aktarımına sebep olur.

Çok yakın zamanda, Sullivan, Hickel ve Zoomkawala (2021), 1960’tan günümüze çevreden merkeze doğru aktarılan artık değerin boyutunu tahmin etmeye çalıştılar.[5] Araştırmacılara göre, 1960 ile 2017 yılları arasında “Küresel Güney”den (çevreden) “Küresel Kuzey”e (merkeze) yaklaşık 62 trilyon dolarlık kaynak aktarımı gerçekleşmiştir. Sadece 2017 yılına baktığımızda, Kuzey ülkeleri ticaret üzerinden Güney ülkelerinin 2,2 trilyon dolarlık kaynağına el koymuştur. Bu miktar muazzam bir kayba işaret eder, zira bu kaynak ile Güney ülkelerindeki mutlak yoksulluğu 15 kez bitirmek mümkündür.

Ticaret Yoluyla Küresel Güney’de Küresel Kuzey’e Aktarılan Kaynak (Trilyon $)
Çin 18.760
Güneydoğu Asya ve Pasifik 11.127
Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Orta Asya 10.088
Doğu Avrupa 8.750
Latin Amerika ve Karayipler 6.475
Güney Asya 4.624
Sahra-altı Afrika 2.264

Kaynak: Sullivan, Hickel ve Zoomkawala (2021)

Üretimin uluslararasılaşması ile merkez ve çevrenin hiyerarşik rollerinin daha keskin hale geldiğini ve değer aktarımın eskiye nazaran daha görünür hale geldiğini söylemek mümkündür. Önceden belirttiğimiz gibi, küresel kapitalist iş bölümünde, merkez sermaye-yoğun, çevre ise emek-yoğun süreçler üstlenir. Merkezdeki ileri kapitalist ülkeler sanayisizleş(tiril)irken, ucuz emek gücü sayesinde üretim çevreye doğru kaydırılmıştır.[6] Merkez-çevre ilişkileri oldukça dinamik olsa da en azından şunu kestirmek mümkündür: Çevredeki emekçiler merkezi kapitalistler tarafından bugün daha yoğun sömürülmektedir ve çevreden merkeze değer aktarımı oldukça hızlanmıştır. 1980lerden sonra çoğu çevre ülkesinde gümrüklerin kaldırılması, kamu kesiminin küçültülmesi, emek piyasalarının deregüle edilmesi, çokuluslu şirketlerin tekel gücünü korumak için yürütülen politikalar sömürüyü derinleştirmiştir.

Değer hiyerarşisinin bir diğer boyutu ise, ileri kapitalist ülkelerdeki teknolojik ilerlemeye koşut gelişen emek süreçlerinin küresel düzeyde yeniden kutuplaşması eğilimidir. Marx’ı takip ederek söyleyecek olursak, merkezdekiler kafa emeğini, çevredekiler kol emeğini icra etmektedir. Merkez ülkeler, know-how, teknik, tasarım,  ve benzeri bilimsel süreçleri ile ilgilenirken, üretimin fiili kısmını çevre ülkeler üstlenmektedir. Öte yandan, bu basitleştirmenin ardında elbette bir dizi komplikasyon yatar. Birincisi, merkezde şahit olduğumuz yapay-zekâ, robotlaşma vb. gelişmelerin, küresel iş bölümünü gelecekte nasıl şekillendireceğini bugünden kestirmek kolay değildir. İkincisi, çevre ülkelerin sanayi üretiminin fiilli kısmını üstelendiklerini söylesek de manzara tam olarak böyle değildir; son on yıllarda artan sanayi yatırımlarına rağmen çevre ülkelerde sanayide çalışanların oranı azalırken, hizmet sektörü genişlemektedir.

Finansal Bağımlılık

21. yüzyılda yeni bir küresel finansal oligarşinin oluştuğundan söz etmek mümkündür (Altınörs, 2019).[7] Pek çok Marksist, ülkeler arasında ve içerisinde finansal ilişkilerin (borç-kredi ilişkilerinin) tesis edilmesini ilkel birikim olarak yorumlamaktadır (Gonçalves & Costa, 2019). Fakat genel olarak, çevre ülkelerin küresel finans piyasalarına entegrasyonu “bağımlı finansallaşma” (“subordinate financialization”) kavramı ile açılanmaktadır (Bonizzi, Kaltenbrunner & Powel, 2019). Bu kavram, basitçe, finansallaşma süreçleri sonucunda çevrenin merkeze bağımlılığının arttığını, ülkeler/bölgeler arasında eşitsiz kalkınmanın derinleştiğini ve çevre ülkelerin küresel hiyerarşilerde daha kötü duruma sürüklediğini öne sürer. “Gelişen ve yükselen piyasalar”a sermaye giriş çıkışlarını inceleyen Bortz ve Kaltenbrunner (2017), finansallaşmanın bağımlılığı katmerlendirdiğini ortaya koymaktadır. Örneğin, IMF Ödemeler Dengesi İstatistiklerine göre, 2008-2015 yılları arasında çevre ülkelerin dış varlıkları yüzde 56,7 artarken, dış yükümlülükler ise yüzde 70,7 artmıştır. Bu oranlar, merkezdeki ileri kapitalist ülkeler için sırasıyla yüzde 23 ve yüzde 22’dir (Bortz & Kaltenbrunner, 2017, 379).

Merkezdeki aktörler çevre ülkelerde uzun vadeli yatırımlar yapmak yerine, kısa vadeli sermaye kazançlarından yararlanmayı tercih etmektedir. Çevre ülkelere, sermaye akışları oldukça dalgalıdır. Finansal sermaye çevredeki “yükselen piyasalara” faiz oranlarına ve risk getirisine bağlı olarak hızlıca girip çıkmaktadır; devalüasyon tehlikesini sezen sermayedar gerektiğinde finansal varlıklarını çevre ekonomilerden hızlıca çekmektedir. Finansal çevrimlerin ve spekülatif hamlelerin çevre ekonomilerini çok kırılgan hale getirdiğinin altını çizmek gerekir (Kvangraven, 2020). Nitekim, 1995 Meksika, 1997 Doğu Asya, 2002 Arjantin krizleri oldukça yıkıcı olmuştur (Radice, 2004).[8] Bunun yanında, çevre ülkelerin paralarının Amerikan dolarına karşı hiyerarşinin düşük basamaklarında yer aldığının ve dolayısıyla en ufak dalgalanmada bu ekonomilerin büyük yara aldığının altını çizmek gerekir. Çevre ülkeler sıcak para akışını sürdürmek için yüksek faiz oranları sunmak zorundadır; bu nedenle kısa vadeli spekülatif işlemlerden ve dış kırılganlıktan mustariptir. Buna karşılık, hiyerarşinin üstündeki para birimlerine sahip olan ülkeler, stres zamanlarında düşük faiz oranları sunmaya devam eder. Çevre ülkeler bilhassa ABD para politikasına göre pozisyon almaktadır.

Pek çok Marksist, ülkeler arasında ve içerisinde borç-kredi ilişkilerinin tesis edilmesini ilkel birikim ekseninde yorumlamaktadır (Gonçalves & Costa, 2019). Gündelik ekonomik ilişkiler açısından, finansal mekanizmaların, kapitalist değer dolaşımının sürdürülmesinde katalizör rolünde olduğunu söylemek yanlış olmaz. Finansal sistemin asli unsuru olan borç-kredi üzerinden hem üretim hem tüketim oldukça kolaylaşmıştır. Örneğin, bankalar bir yandan müteahhitlere konut üretmeleri için kredi sağlar, öte yandan tüketicilere konut alabilmeleri için borç verir. Böylece kredi hem üretimde hem tüketimde köprü işlevi görür. Fakat borç-kredi aynı zamanda tehlikeli bir katalizördür; borçların geri ödenmesi mümkün olmadığında yeni teşvikler ve yeni yatırımlar yaratmak gerekir (Clarno, 2019). Bu durum sonsuz sermaye birikimi sarmalını hızlandırsa da hiçbir zaman geri ödenme şansı olmayan büyük borç birikimi de yaratabilir. Bu açıdan, borç-kredi mekanizmasının esasında kapitalist krizi sürekli ertelediğini söylemek de mümkündür; aksi halde meta üretilmeyecek ve satılmayacak ve üretim realize edilemeyecektir. Finansallaşmanın, neoliberal yönetimsellik[9] açısından bir başka önemli boyutu daha söz konusudur: kapitalizmin yeniden üretimini işçi sınıfının mülksüzleşmesi koşuluna bağlıdır ki bu da günümüzde emekçilerin sürekli borçlandırılması (“borçlandırılmış insanın imali”) ile mümkün olmaktadır (Lazzarato, 2014).

Sonuç Yerine

Bu ve önceki yazıda, bağımlılık ve dünya sistemi teorilerinin öne sürdüğü küresel değer hiyerarşilerinin ve merkez-çevre arasındaki bağımlılık ilişkilerinin farklı biçimlerle de olsa bugün devam ettiğini göstermeye çalıştım. Geçmişte bu teoriler fazla yapısalcı olduğu için çokça eleştirilmiştir.[10] Örneğin, Savran (2011) bu teorilerin dünya kapitalizmindeki merkezden çevreye tek yönlü ilişkiye fazla odaklanarak sınıf çelişkilerini ve mücadelelerini göz ardı ettiğini öne sürer. Bu ve benzer eleştiriler tamamen yersiz değildir, zira bu teoriler işçi sınıfının mücadelesini zaman zaman ihmal etmiştir. Fakat küreselleşmenin yeniden ivmelendiği 21.yüzyılda bu teorilerin sunduğu perspektifi topyekûn gözden çıkarmak büyük kayıptır, zira bu teoriler kapitalist-emperyalist ilişkilerin farklılaşan biçimlerini anlamak için araçlar sunmaya devam etmektedir. Bu teoriler üzerinden güncel okuma yaparken dikkat edilmesi gereken husus, hem merkezdeki sermayenin içsel organizasyonunun (örneğin, sanayiden finansa doğru) hem de çevredeki sınıf çelişkilerinin ve çatışmalarının nasıl değiştiğidir.  Bunun yanında, çevre ülkelerin dünya kapitalizmiyle bütünleşme ve ayrıklaşma derecesine göre değer hiyerarşisin değiştiğini de hesaba katmak gerekir. Bir siyasal proje olarak, dünya kapitalizminden hangi ulusal/yerel stratejiler üzerinden “kopulabileceği” ya da küreselleşmeye karşı halk egemenliğinin nasıl kurulacağı bu yazının kapsamını aşmaktadır (Amin, 1990). Öte yandan, neoliberal doktrinin hala hâkim olduğunu biliyoruz, bu bağlamda piyasacılığın taarruzlarına karşı kamuyu ve müşterekleri savunarak yola koyulabiliriz. Son olarak, sosyalist ve dayanışmacı bir dünya kurulana kadar emek sömürüsünü azaltmak için atılacak her somut adımın kıymetli olduğunu ve yabana atılmaması gerektiğini belirtmek gerekir.

Kaynakça

Altınörs, A. (2019). İmkânsız Sermaye: 21. Yüzyılda Kapitalizm, Sosyalizm ve Toplum. İstanbul: Yordam.

Amin, S. (1990). Delinking: Towards a Polycentric World. London: Zed Books.

Bonizzi, B., Kaltenbrunner, A., & Powell, J. (2020). “Subordinate Financialization in Emerging Capitalist Economies.” The Routledge International Handbook of Financialization, New York: Routledge, 177-187.

Bortz, P. G., & Kaltenbrunner, A. (2018). “The International Dimension of Financialization in Developing and Emerging Economies.” Development and Change49(2), 375-393.

Byres, T. J. (2004). “Neoliberalizm ve Az Kalkınmış Ülkelerde İlkel Sermaye Birikimi.” Saad-Filho, & Johnston (eds.) Neoliberalizm: Muhalif Bir Seçki. İstanbul: Yordam.

Clarno, A. (2019). “The Durability and Dynamism of David Harvey.” Contemporary Sociology48(4), 369-373.

Elson, A. (2010). “The current financial crisis and reform of the global financial architecture.” The International Spectator45(1), 17-36.

Gonçalves, G. L., & Costa, S. (2020). “From Primitive Accumulation to Entangled Accumulation: Decentring Marxist Theory of Capitalist Expansion.” European Journal of Social Theory23(2), 146-164.

Harvey, D. (2004). “Yeni Emperyalizm: Mülksüzleşme Yoluyla Birikim.” Panitch & Leys (eds). Socialist Register: Yeni Emperyal Tehdit. İstanbul: Alaz.

Köhler, G., 1998. “The Structure of Global Money and World Tables of Unequal Exchange.” Journal of World-Systems Research, 4 (2), 145–168.

Kvangraven, I. (2020), “Beyond the Stereotype: How Dependency Theory Remains Relevant.” PPE Sydney Blog, https://www.ppesydney.net/beyond-the-stereotype-how-dependency-theory-remains-relevant/

Lazzarato, M. (2014). Borçlandırılmış İnsanın İmali: Neoliberal Durum Üzerine Deneme. M. Erşen (Çev.). İstanbul: Açılım.

Marx, K. (1867) “The Secret of Primitive Accumulation,” Capital I, https://www.marxists.org/archive/marx/works/1867-c1/ch26.htm

Petras, J. (1981). “Dependency and World System Theory: a critique and new directions.” Latin American Perspectives8 (3-4), 148-155.

Radice, H. (2004). “Neoliberal Küreselleşme: İmparatorlukların Olmadığı Bir Emperyalizm mi?.” Saad-Filho, & Johnston (eds.) Neoliberalizm: Muhalif Bir Seçki. Ş. Başlı & T. Öncel (Çev.). İstanbul: Yordam.

Savran, S. (2011). Kod Adı Küreselleşme: 21. Yüzyılda Emperyalizm. İstanbul: Yordam.

Xu, Z. (2021), “The Ideology of Late Imperialism: The Return of the Geopolitics of the Second International,” Monthly Review, https://monthlyreview.org/2021/03/01/the-ideology-of-late-imperialism/

Wood, E. M. (2003). Kapitalizmin Kökeni: Geniş Bir Bakış. Ankara: Epos.


* Kıymetli eleştirileri ile yazıyı rayına oturtan Mehmet Yusufoğlu’na teşekkür ederim.

[1] Sürekli tekrarlandığı için Harvey ilkel birikim yerine “mülksüzleştirme yoluyla birikim” demeyi tercih eder.

[2] Bugün geldiğimiz noktada farklı kamplardaki iktisatçılar tarafından kalkınmanın eşitsizlikeri gün gibi görülse de neoklasik iktisatçılar küresel iş bölümünü onlarca yıl boyunca “herkesi zenginleştirecek,” yoksul ülkeleri kalkındıracak diye yutturmuşlardır, bunu hatırdan çıkarmamak gerekir.

[3] “Eşitsiz mübadeleler” tartışmasını bugünlere aktaran ve değerlendiren Petras (1981)’ın makalesidir, diyebiliriz.

[4] 1960-1970 döneminde, emperyalizm argümanını ve bağımlılık ekolünü “yeni sol”dan eleştirenlerin bazıları, kapitalist genişlemenin, en azından sanayileşme bağlamında “üçüncü dünya”ya ilerleme getirdiğini öne sürer (Xu, 2021). Buna cevap veren Marksistler ise, çevrenin sanayileşmesinin kalkınması sağladığını ama öte yandan sömürü ve artık değer aktarımı da hızlandırdığını öne sürer. Takip eden süreçte gerçekleşen Asya mucizesi (Kore ve Tavyan’ın hızla kalkınması) ve esas olarak Çin’in sosyalist-piyasacı kalkınma atağı bazı Marksistleri fazlaca heyecanlandırmıştır. Bu durumda, emperyalizm teorileri bir süreliğine rafa kaldırılmıştır.

[5] Araştırmacılar, “eşitsiz mübadeleler üzerinden aktarılan değeri” Köhler (1998) metodunu kullanarak hesaplamaya çalışır. Köhler (1998), Küresel Güney’deki ihracatı Küresel Kuzey’deki fiyat düzeyinde değerlendirmek için Dünya Banka’sının satın alma gücü paritesini kullanmayı önerir. Köhler metodunu, basitleştirerek şu şekilde ifade edebiliriz:

T: Artık değer transferi

X: Çevreden merkeze ihracat miktarı

d: Çevre ülkenin DKSE’nin merkez ülkedeki DKSE’ne oranı

[6] Altınörs’e (2019) göre, sermayenin üretkenlikten kopması sonucunda, ABD, Britanya, Almanya, Fransa gibi ülkeler üretimden çekilmiş ve küresel finansal merkez haline gelmiştir; bu süreçte sanayi üretimi ise çevreye doğru kaymıştır. Bugün, sanayi üretimini büyük ölçüde Hindistan, Brezilya, Meksika, Endonezya, Arjantin ve Güney Kore gibi yarı-çevre ülkelerin üstlendiğini söylemek mümkündür. Çin ise başlı başına koca bir fabrikadır, ayrı bir ilişkisel analizi hak etmektedir.

[7] 2001 ve 2008 krizleri sonrası kapitalistler tarafından sıkça müracaat edilen “yeni küresel finansal mimari” (“global financial architecture”) çağrısı bu finansal oligarşiye işaret etmektedir.  Elson’a (2010) göre bu mimari, “küresel parasal ve finansal sistemlerin etkin işleyişini korumak için uluslararası düzeyde toplu yönetişim düzenlemeleri”ne işaret eder.

[8] Bunlara, 2001 dot-com, 2007-08 küresel finansal krizi, 2018 Türkiye krizini de eklemek gerekir. Bilhassa Türkiye gibi ülkelerde finansal krizlerin faturası büyük oranda emekçi kesimlere ödetilmiştir. IMF, kriz geçiren ülkelere kredi verirken mali disiplin, kamu kesiminin küçülmesi ve sosyal güvencenin azaltılması vb. birtakım şartlar öne sürer.

[9] Neoliberal yönetimsellik, ekonomik rasyonalite ekseninde bir zor-rıza süreci olsa da nihayetinde ilkel birikimin bir cüzüdür.

[10] Genel olarak, sosyalistler, dünya kapitalizminin yapısını çok durağan ele aldığı ve dinamik ilişkileri gözden kaçırdığı için bu teorileri eleştirmiştir denilebilir.

Yıkıntılar Üzerinde Durmuş Ufka Bakarken

Tahmini Okunma Süresi: 4 dakika

Son on yılımız, büyük toplumsal depremler, ağır ideolojik heyelanlar ve yönetsel yangınlarla geçti. Neticede yangınlar daha fazla yakacak bir şey kalmayana kadar sürdü, heyelanlarla insanlar, evler, mahalleler başka başka yerlere taşındı ve depremlerde bir toplum derin bir çöküntüye uğradı. Şimdi hayatta kalanlar enkazların üstüne çıkmış doğan güneşi seyrediyor. Büsbütün yerinden oynayan zeminde eski kimliklerini aidiyetlerini kesif bir yanık kokusunun içinde seçmeye çalışıyorlar.

Türkiye ideolojik anlamda büyük bir dağılıp toparlanma sürecini yaşıyor. Geleneksel ideolojiler olarak tanımlayabileceğimiz Milliyetçilik, Muhafazakarlık, İslamcılık, Kemalizm, Sosyalizm gibi akımların iddialarının Türkiye gerçekliğine cevap verme imkanları ortadan kalktıkça yeni melezlenmeler meydana geliyor. Eskiden bir dergi, bir dernek, bir parti etrafında toplanmış örgütlü insan kütlelerini gördüğümüzde nokta atışı yapabildiğimiz ideolojik öngörüler, bugünün giderek atomize olmuş, örgütlenme yetisini yitirmiş kuşaklarının politik aksiyonları karşısında yetersiz kalıyor. Çoğunlukla da anlamını yitiriyor. Açıkçası yeni kuşakların siyaseten kendilerini tarif etme biçimlerinde eskilerin kavramları ve karşıtlıklarını kullanmaları da bu karmaşayı besliyor. Zira eski yıkılıp gitti, ama yeni hala kurulmuş değil. Bir yeni müphemliğin içinde elimizdeki eski moda el fenerleriyle yol arıyoruz. Zira Marx’ın o çok veciz ifadesinde de belirttiği gibi “göçüp gitmiş kuşakların oluşturduğu gelenek, yaşayanların beyinlerine bir kâbus gibi çöker”.

Müphemliğin İlanı: Gezi

Gezi, kendinden evvel ve sonra gerçekleşmiş bütün ekolojik direnişlerin ideolojik yükünü üstlenen ve onları aşan bir tavırla aslında bu ideolojik heyelanın işaret fişeği oldu. Kayan kumları, toprakta açılan cılız çatlakları Gezi ile gördük. Kendisini mevcut siyasetlerin hiçbirine atfetmeyen yeni bir siyasal grubun türeyişi ve budanışına Gezi ile şahit olduk. Ulusun Yükselişi’nin Türkiye ayağı olarak gördüğüm Gezi, ulusun özgün muhalefetini inşa etmenin bir denemesiydi. Pek çok muhalif deneme gibi başarısız oldu. Zira öyle olur, oligarşiler bir vuruşta devrilmezler… Ama çatırdarlar, bugün Fetullahçılık heyulası ortada yoksa bunu Gezi’nin inatçı direnişinin yarattığı çatlaklara bağlayabiliriz. Bugün iktidara mücavir kalemler Gezi’yi de Fetullahçılara havale ediyorsa, bu Gezi’yi değil, Fetullahçıları yere düşürür. Nitekim düşürdü de… Gezi bir onurlu yenilgi olarak tarihe gömüldü. Ama bir anlam dünyası ve yeni bir tavırlar silsilesi miras bıraktı. Kendini tanımlayamayan, dolayısıyla tanımlanamayan, merkezsiz ve yatay bir siyaset hattın inşa edilebileceğine örnek teşkil etti. Elbette böyle bir merkezsiz, ve yatay siyasetin avantaj ve dezavantajları ya da kendi başına bir ihtiyaç olup olmadığı başka bir tartışma konusuydu. Ancak yerleşik siyaset biçiminin sorgulanmasına neden olması bile önem taşımaktaydı. Onunla açılan 2010’lar Türkiye’sinin tarihi kendini tarif edemeyen yığınların tarihi olacaktı.

Melez İdeolojiler ve Eskinin Kalıntıları

Türkiye’de yeni nesil ideolojik melezlenmeleri spektrumun her dalında gözlüyoruz. 2010’ların başında, tam da “İslamcılar” iktidarın fevkine çıkmışken içeriden bir eleştiri, zenginleşmenin getirdiği yozlaşmalara vurgu yapıyor, eski bir Akıncı olan İlahiyatçı İhsan Eliaçık’ın çevresinde “Kapitalizmle Mücadele Derneği” ve “Antikapitalist Müslümanlar” adı altında örgütleniyordu. Söylemleri itibariyle Sosyalizm’i İslam tarihinden örneklerle güçlendirmeyi amaçlayan bir sol ilahiyat yazmayı deniyorlardı. Özellikle Gezi günlerini takip eden Ramazan ayında İstiklal Caddesi’ne kurdukları yeryüzü sofraları onları kitlelere mal eden olay oldu. Muhafazakar-İslamcı bir iktidarın devrinde yerlere serilmiş gazete kağıtları üzerinde iftar eden mütedeyyin insanların TOMA’larla dağıtılmak istenmesi trajik bir olaydı gerçekten. Antikapitalist Müslümanların karşı karşıya kaldığı meydan okuma, İslam’ın antikapitalist potansiyelinin zayıf olmasından gelmedi, zira dinler her yönden bir ilahiyat okumasına tabi tutulabilirdi. Daha zor olan Türkiye’nin İslam’a dair toplumsal deneyimin ve Türkiye’de İslam’ın siyasallaşmasının piyasacılık ve sağcılıkla (elbette milliyetçi muhafazakarlıkla) irtibatının çok kuvvetli olmasıyla bu antikapitalist okumayı birleştirebilmekti. Bu kadar sağda yerleşikleşmiş bir inanç sistemini sola yaslamak o ideolojik yüke nispeten yabancı, genç kuşaklar arasında popüler olabilirdi. Kısmen öyle de kaldı. Ancak farklı bir İslam tasavvurunu tartışmaya açması bakımından dikkate değerdi ve İslam-Sosyalizm melezlenmesinin ciddi, örgütlü ve nispeten başarılı bir denemesi olma şansını elde etmişti.

Bir başka melezlenme, milliyetçiler arasında İslamcılardan bir süre sonra gerçekleşti. 15 Temmuz’dan hemen önce (7 Haziran-1 Kasım cenderesinde) yükseltilen milliyetçi dalga Türk milliyetçiliğinin 50 yıllık temsilcisi MHP’yi ikiye bölmüş, eski ülkücüler ve onların öyküleriyle büyümüş evlatları “baba ocağı” partilerine veda edip İYİ Parti’yi kurmuşlardı. İYİ Parti, geçmişi itibariyle taşralı bir karakter taşıyan Türk milliyetçiliğini kentlere taşıma iddiasını dile getiren, bu nedenle de “seküler milliyetçi” olarak adlandırılan bir siyasi oluşum oldu. Elbette bu tutum onu Kemalizm’le de MHP’yle olduğundan daha irtibatlı hale getiriyordu. Bu bakımdan CHP’ye mücavir Atatürkçü – ulusalcı duyarlıklara sahip seçmen için de bir alternatif halini alır göründü. Ama daha ziyade MHP’nin iktidar kutbuna eklemlenmesinden hoşnutsuz genç milliyetçilerin söz söyleyebileceği bir oluşum olarak ön plana çıktı. Sonraları İYİ Parti merkez sağcılaşma ve seçmen profilini genişletme hamleleri yapsa da yeni milliyetçi kimlik partinin başat unsuru olageldi. Seküler milliyetçilik, 2015 yılında çeşitli köşe yazılarında başlayıp, bugün kendi medyası, hitap ettiği ve sözünü dinlettiği bir siyasi oluşumu olan bir baskı grubu haline dönüşmüş görünüyor. Ancak seküler milliyetçiler, halen MHP’nin 70’lerdeki duyarlıklarını sahiplenerek konuşmayı, kutuplaşma ve çatışmayı buradan kurmayı sürdürüyorlar. Çoğu zaman piyasa liberalizmine yol veren söylemleri, kapitalizmin çevre ülkelerinden biri olan Türkiye için fazla “lüks” kaçabiliyor. Hatta Erdoğan devrini kendilerince “Stalinist” bulan yorumları eski gelenekle (Ülkücülük) bağ kurma çabasına dayalı ciddi zorlamalar içeriyor. Zaman zaman göçmen karşıtı söylemlerin yükselişi, siyasi düşmanı yanlış işaretleyen milliyetçi sapmalar da bu eleştiriye dahil edilebilir. Ancak eski MHP’li Ülkücü profilin giderek aşındığı yeni bir ideolojik yapılanmanın türediği de not edilmeli.

Son yıllarda ön plana çıkan bir yeni melezlenme biçimi olarak İlker Aytürk’ün ortaya attığı Post Post-Kemalizm tartışmalarından bahsetmek gerekir. Genel olarak tüm siyasal kesimleri etkisi altına almaya başlayan bu yeni tutum kendini “Yetmez Ama Evet” karşıtlığı ve sol-liberal aydınlara karşı katı eleştirel tutumda gösteriyor. Türkiye’deki tüm siyasal çarpıklığı ve ekonomik eşitsizliği Kemalizm’e fatura etme kolaycılığına bir tepkiyi içeren bu akım, Müslümanlardan sosyalistlere, seküler milliyetçilerden, liberallerin bir kısmına pek çok kesimi giderek etkisi altına alıyor. Son haftalarda sol-liberal ve anti-Kemalist tutumlarıyla nam salmış aydınların bile bu trene katılma çabaları, Kemalizm’le kendilerince bir yüzleşme ve apoloji geliştirme denemeleri Aytürk’ün tespitlerinin haklılığının ispatı gibi. Post Post-Kemalizm’in tökezlediği yer ise esasen giderek bir Kemalizm apolojisine dönüşme riskini taşıması. 1930’ların iktidar pratiği olarak Kemalizm’i tarihselleştirmek ve o tarihselliğin sonrasına olan etkilerinin kısıtlılığını tespit etmek bakımından doğru bir çizgi tutturan Post Post-Kemalizm, 1930’larda rayları döşenen rejimin çarpıklıklarını da görmezden gelme riskini barındırabilir. Yine de 15 Temmuz darbe girişimine ve öncesindeki iktidar ve “cemaat” arasındaki ortaklığa dair kaygıların bir ürünü olması nedeniyle reaksiyoner bir tutum olmasının doğal olduğunu da belirtmek gerekir.

Yeni Günün Şafağında

Toplumu büyük çöküntüye uğratan depremler, yeni bir toplumun inşa imkanını da içinde barındırır. Kayan toprağın altından çıkan yeni ve cılız kökler, daha evvel hiç görmediğimiz ağaçların, bitkilerin habercisi olabilir. Son on yılın gelişmeleri milliyetçileri, İslamcıları ve solcuları büyük bir meydan okumaya tabi tuttu. Şimdi milliyetçiliğin bir kolu kendine iktidar kanadının dışında yeni bir yol arıyor, İslam’a referansla antikapitalist arayışlar -eski gücünü yitirse de- sürdürüyor, solda ise Türklük[1] ve Kemalizm’le olan tarihi “mesele” yeni bir hesaplaşmaya tabi tutuluyor. Henüz tamamlanmamış bir oluşun içindeyiz. O nedenle bugünden kendine yol arayan insanları mahkum etmek doğru değil. Topluma dair derin bir inançsızlık ve umutsuzluk da çözüm değil. Bu oluşun sonunda kimse kendini eski ideolojik aidiyetiyle, ya da o pek muhafazakar deyimle “mahalle”siyle tanımlayamayacak. Tanımlamayı sürdürenler ise giderek arkaikleşecektir. Devletin oligarşik basıncı altında yepyeni, melez ve yatay kimliklere bürünecekler, bürüneceğiz. Gelecek toplumundur; topluma inanç, geleceğin teminatıdır.

[1] Bu alanda önemli bir örnek olarak https://odakdergisi.com/sosyalist-solda-turkofobi/ adresindeki yazı gösterilebilir.

Milli Demokratik Devrimden Radikal Demokratik Devrime: Ulus Belasından Kurtulmak

Tahmini Okunma Süresi: 10 dakika

Bu yazı daha önce Teori ve Politika dergisinin “Bahar-Yaz 2021” sayısında aynı başlıkla yayınlanmıştır.

Geçmişi tarihsel olarak kurmak “onu gerçekten olmuş olduğu gibi”
tanımak değil, tehlike ânında birden parlayıveren anıyı ele geçirmektir.
Tarihsel maddeciliğin meselesi, tehlike ânında tarihsel öznenin karşısında
beklenmedik bir şekilde beliriveren geçmiş imgesini alıkoymaktır.
Geleneğin hem kendi varlığı, hem de onu devralanlar tehlikededir.
Her ikisi de aynı tehdit altındadır: Hâkim sınıfın aleti durumuna düşmek.
Geleneği, onu hükmü altına almak üzere olan konformizmin
elinden çekip almak, her dönemde yeni baştan girişilmesi gereken bir
çabadır.

Walter Benjamin, Tarih Kavramı Üzerine

Türkiye devrimci hareketinin tarihine dair oturmuş anlatıları sorgulamaya yönelik bir eğilimin 2000’ler sonrası dönemde belirginleşmeye başladığı görülüyor. Gittikçe artan sayıda sosyalist araştırmacı, akademisyen ve örgüt Türkiye sosyalist/devrimci hareketinin tarihinin Mustafa Suphi ve TKP ile başlatılmasına itiraz ediyor. İtirazda bulunanlar, Osmanlı coğrafyasında sosyalist ve Marksist fikirlerin entelektüel ve politik etkisinin yayılmasında gayrimüslim toplulukların ve özellikle Ermeni radikal örgütlerin oynadıkları öncü rolün altını çiziyorlar.[1] Bu rolün bugüne kadar tanınmamış ya da hakkıyla tanınmamış olmasını ise Türkiye sosyalist hareketinin Kemalizmle ya da Türk milliyetçiliği ile hesaplaşmasını tamamlayamamış olmasına bağlıyorlar.[2]

Bu yazıda hangi tarihsel anlatının Türkiye devrimci hareketinin tarihsel gerçekliğini daha iyi temsil ettiğine dair klasik türden bir tarihçilik yargılaması içine girmeyeceğim. Tartışmaya esas olan şeyin olguyu bihakkın temsil meselesinin çok ötesine uzandığı da, aslında tarihyazımının bir temsil değil inşa faaliyeti olduğu[3] da aşikar. Türkiye devrimci hareketinin tarihinin kurucu anını Mustafa Suphi TKP’sinden ya da İştirakçı Hilmi’den 19. yüzyılın son çeyreğinde aktifleşen Ermeni devrimci/milliyetçi örgütlerine ya da mekansal olarak Balkanlara taşıyanlar basitçe bir tarihyazımı tartışması yapıyor değiller. Bu tarihyazımsal işlemin, Türkiye devrimci hareketinin, milli demokratik devrime ya da aynı anlama gelmek üzere ulusal kurtuluş paradigmasına içkin olan komünal ulusal tahayyülden nihai kopuşunun ve “artık sadece” Marksist olmak, ulus-sonrasında konumlanmak arzusunun sembolik ifadesi olduğu söylenebilir.

Bilindiği üzere, Türkiye devrimci/sosyalist hareketinin ana gövdesini milli demokratik devrim paradigmasının türevlerine bağlı örgütler oluşturdu. Bu paradigma esasen iki farklı sosyalizm ve sosyalizme geçiş anlayışının bir sentezine dayanıyordu. Milli demokratik devrim esasen ulusal kurtuluşçuydu. Şöyle ki, emperyalizme karşı tam bağımsızlık ve oligarşiye (“işbirlikçilere”) karşı halk egemenliği (“Gerçekten Demokratik Türkiye”) üzerinden ileri sürülen ulusal egemenlik fikri MDD paradigmasının merkezi iki fikrinden biriydi. Emperyalizme karşı tam bağımsızlığı  ve oligarşiye karşı egemenliği ileri sürülen siyasal özne ulustu. Bu 1968’te Türk ulusuydu, 1970’lerde Türkiye ulusu/halkları (Türk ve Kürt halkları) oldu.

Milli demokratik devrim paradigmasının ulusal tahayyülü  kendi kaderini belirleme kabiliyeti olan birey fikrinin doğal bir uzantısı olan liberal ulusal tahayyülden büsbütün ayrıydı. Ama emperyalizme karşı bağımsızlığı ve oligarşiye karşı halk egemenliğini, ırkla, kültürle, tarihle gerekçelendirmeye kalkan bir etnik milliyetçiliğin ürünü de değildi. Milli demokratik devrimin (Türk/Türkiye/Türk ve Kürt Halkları) ulusu, emperyalizme ve oligarşiye karşıtlıkla, kendi kendini yönetme kabiliyeti olan bir eşitlikçi topluluk fikrine yapılan komünal bir ütopik yatırımla belirlenmişti.[4] Yani milli demokratik devrimin ulusu, emperyalizmde ve işbirlikçisi/uzantısı oligarşik azınlıkta cisimleşen özel çıkara ve zor esasına dayalı bir toplumsallığa karşı halk sınıflarının barışçıl ve eşit ortaklaşmasının mümkünlüğüne yapılan ideolojik-politik bir yatırımdı. Şunu söylemek yetineyim ki, MDD’nin bu düzeyi Marksizmle büsbütün ilişkisizdi.

Milli demokratik devrim paradigmasının diğer bir merkezi fikri, “gerçek” kapitalizmi burjuva toplumla ve sosyalizmi de burjuva toplumun içerilip aşılmasıyla özdeşleştiren aşamacı bir Marksizmdi. MDD esasta ulusal kurtuluşçuydu; üstüne kurulu olduğu platform komünal ulusal tahayyülün platformuydu, ama kendi hakikati hakkında teorik bir kavrayışı yoktu. Marksist-Leninist teorik hegemonyanın belirleyiciliği  altında devrimci/sosyalist hareket ulusu bünyevi olarak burjuva bir siyasal öznellik olarak tanımladı. Ulus; kapitalizmin gelişmesi, iç pazarın oluşması, feodalizmin çözülmesi ve cumhuriyetçi devrim bağlamında ilerici, ama sınıfların ve sınıf mücadelesinin üstünü örttüğü için de gerici, nesnel temelleri olan bir yanlış bilinç biçimiydi. Emperyalizm çağında burjuvazi ulusal-demokratik devrime liderlik edemeyeceği için tarihi ileri taşımak sorumluluğunun ağırlığı emekçi sınıfların omuzlarına binmişti. Üstelik ulusal-demokratik devrim emperyalizmi ve işbirlikçisi/uzantısı oligarşiyi de hedeflemek zorunda kalacağından artık sadece burjuva bir görev olarak da tanımlanamazdı.[5]

Bu aşamacı Marksist ilerleme anlatısı içinde, devrimci hareket icra ediyor olduğu komünal ulusal arzuyu bir şekilde teorik olarak konumlandırma imkanı bulmuş oluyordu. Bir yandan ulusun esasta burjuva mahiyette bir siyasal öznellik olduğu yönündeki Marksist fikir tekrarlanıyordu,[6] ama öte yandan burjuva-demokratik/ulusal-demokratik devrimin emperyalizm çağında burjuvazi liderliğinde tamamlanamayacağı ve tarihin daha ileri gitmesi için ulusal aşamadan geçmek zorunluluğundan bahisle ulus devrimci siyasete malediliyordu. Dolayısıyla, doğrudan, adı konularak, değil, ama  ulusun sınıfsal statüsüne dair bir belirsizlik yaratmak suretiyle komünal ulusal tahayyül örtükçe, teorik olarak farkında olunmaksızın tanınmış oluyordu.

Bu anlatı, yani ulusun ilericiliği/devrimciliği anlatısı üzerinden komünal ulusal tahayyülü çarpık ve örtük bir biçimde de olsa tanıyabilmek şu varsayım ile mümkündü: Ulus ancak yarı feodal, tam kapitalistleşmemiş bir toplumsal formasyonda ilerici ya da devrimci bir potansiyele sahip olabilirdi. Ulus, emperyalizme bağımlı yarı-feodal bir bağlam ve tam anlamıyla kapitalist burjuva toplum arasındaki mesafenin mümkün ve gerekli kıldığı bir ilerici konum, aşama ya da öznellik olarak anlamlıydı. Zira bu akıl yürütme biçimini mantıksal sınırlarına kadar takip edecek olursak: Yarı feodalizm bir kere geride bırakıldığında, kapitalizm az gelişmişlikten orta gelişmişliğe vardığında ulusal ya da milli olan ilerici barutunu tüketecekti. Bu noktada burjuva toplum meydana gelmeye yüz tutacak, içerisi ve dışarı arasındaki ayrımı iptal eden küresel kapitalist aşamaya varılmış olacak, hem de artık işçi-sınıfı burjuvaziye karşı tek başına karşı koyabilecek bir toplumsal niceliğe ulaşacaktı. Yani ulus aşılmış olacaktı.

Türkiye çoktandır tam anlamıyla kapitalist, ancak Türkiye kapitalizmi bir burjuva toplum meydana getirmedi. Bu demektir ki, kapitalizmin ve dolayısıyla burjuva toplumun gelişmesini engelleyen emperyalizme ve yarı-feodalizme karşı ulusun yol açıcılığı hikayesi artık tarihselliğini tamamlamış bir durumda. Yani devrimci/sosyalist hareketlerin aşamacı Marksizmi içinde ulusa tahsis edilebilecek ilerici bir konum kalmamıştır. Bu, MDD paradigmasının sentezlediği ulusal kurtuluşçuluk ve aşamacı Marksizmin “artık” yollarının ayrıldığı anlamına gelir. Ulus, “artık”, emperyalist küreselleşme ya da küresel kapitalizm çağında, ithal-ikameci ulusal kalkınmacılığın  sona erdiği, Türkiye’nin tam anlamıyla kapitalistleştiği bir dönemde, “geride” kalmıştır ya da daha doğrusu geride kalmalıdır.

Türkiye sosyalist/devrimci hareketi, ulusu tamamlanması gereken bir eksiklik olarak kuran[7] ve esasta radikal ulusal kurtuluşçu MDD paradigmasını “geride” bırakmış, ulusu tüm kalıntı ve izleriyle kurtulunması gereken bir fazla olarak olarak kuran ulus-sonrası Marksizmine “nihayet” kavuşmuştur.[8] Ulusal fazladan kurtularak “artık” sadece Marksist olmanın dolaysız sonuçlarından biri emperyalizmi inkardır. Devrimci/sosyalist hareketlerin hemen hemen hiçbiri bugün artık “tam bağımsızlık” söylemini kullanmıyor. Zira tam bağımsızlık açıkça ulusal siyasete, özel olarak ulusal siyasetin komünal varyantına ait bir kategoridir. Peki ulus ve tam bağımsızlık fikirleri iptal edildiğinde bir lafız olarak hala muhafaza edilen emperyalizm karşıtlığından geriye ne kalır? Aslında hiçbir şey ya da emperyalizmin kapitalizmin belirli bir aşamasının adı olduğu, emperyalizme karşı mücadelenin kapitalizme karşı mücadeleden başka bir şey olmadığına dair bir totoloji.[9] Kapitalizmin açık sömürgeci işgalle işlediği bir dönemde sömürgecilik karşıtı mücadeleye kapitalizm karşıtı bir istikamet vermek üzere ileri sürülen “emperyalizmin kapitalizmin bir aşaması olduğu” tezi küresel kapitalizmin “sömürgecilik sonrası” bağlamında sömürge karşıtlığı problematiğinin ya da aynı anlama gelmek üzere ulusal tahayyülün iptalinin sloganına çevrilmiştir: Emperyalizme karşı ezilen halklar/uluslar şiarının yerini küresel kapitalizme karşı işçi sınıfı ve ezilenler şiarı almaktadır.[10] Onca eleştirilen Negri’nin “emperyalizm çağının geride kaldığı” tezi hiçbir özeleştiri verilmeden sessizce kabul edilmektedir.

Emperyalizm teorisinin bir anlamı vardıysa ve halen var olacaksa o da kapitalizmi ve ulusal egemenlik sorunsalını birbirine bağlaması, sömürgeciliğe, yarı-sömürgeciliğe ve yeni-sömürgeciliğe karşı mücadelelere kapitalizm karşıtı bir müdahale olasılığına teorik-siyasi bir çerçeve sunması olmuştur. Emperyalizmin tekelci kapitalizm ya da mali sermayenin hegemonyası altındaki kapitalizm olmasından çok daha önemli olan husus onun ulusal egemenlik merceğinden görülen kapitalizm olmasıdır. Ulusal egemenliği mesele etmezseniz ortada emperyalizm diye bir şey kalmaz. Kavramı mümkün kılan sorunsalı iptal etmek ama öte yandan kavramın kendisine tutunmanın M-L ortodoksiye sadakat beyanında bulunmak dışında bir anlamı var mıdır? En iyi ihtimalle, kavramı siyasi içeriğinden boşayıp eşitsiz ve hiyerarşik dünya sistemini betimlemek için kullanılan bir zararsız teorik alete indirgemiş olmaz mıyız? Şaşkınlık o düzeydedir ki ulus fikri iptal edildiğinde sanki  halen sömürge kavramının bir hükmü olabilirmiş gibi Türkiye’nin artık yeni-sömürge[11] değil de “mali ve ekonomik sömürge” olduğuna dair teoriler bile uydurulabilmektedir.[12]

Ulus fikrinin, özel olarak komünal ulus fikrinin, devrimci tahayyülden düşmesi anti-oligarşik ulusal egemenlikçi vurgunun devrimci söylem içinde gittikçe zayıflaması süreci içinde takip edilebilir. Anti-oligarşik ulusal demokratik iddia yerini faşizme karşı demokrasi mücadelesine bırakmış gibidir. Faşizme karşı demokrasi mücadelesi söylemi yeni değildir tabi. Ama 1970’lerin “gerçek demokrasi” mücadelesi komünal-kolektif  bir özne olarak tahayyül edilen ulusun anti-oligarşik mücadelesinin bir kategorisiyken, bugünün anti-faşist mücadelesi temel hak ve özgürlükler, politik özgürlük düzeyinde tınlayan burjuva-liberal demokratik bir içeriktedir.

Bu ulus-sonrası yeni konum alış aşamacı Marksizmin burjuva toplum ve oradan doğru sosyalizme uzanan siyasi perspektifini yeniden yapılandırır. Demokratik devrimin artık millisi değil, radikal olanı makbuldür. Ulusu bir eksik olarak kuran ulusal kurtuluşçu MDD’nin aksine RDD (Radikal Demokratik Devrim) ulusu bir fazlalık olarak görür. Burjuva topluma giden yolun ulusal olanla, ulus-devletle, tekçilikle, otoriterlikle (faşizm, tepeden modernleşme, İttihatçılık, sömürgecilik, soykırımcılık) yüzleşerek açılabileceğini savunur. Anti-otoriterlik ve çoğulculuk RDD’nin en temel iki vurgusudur, zira MDD’nin komünal ulusunu değil özerk birey-insanı esas alır.

MDD’den RDD’ye bu geçiş yeni bir tarihsel anlatı talep etmektedir. Türkiye sosyalist/devrimci hareketinin, tarihi, ulusal fazladan kurtarmak üzere yeniden yazmaya girişmesi ancak bu arka plan dikkate alınarak anlaşılabilir. MDD tarihyazımını ulus-sonrası RDD tipi bir tarihyazımıyla ikame etmek üzere ulusal kuruluş ve ulus-devlet süreci bir sapma, bir aşırılık olarak paranteze alınır. İttihat Terakki-Kemalizm-Kontrgerilla-Jitem (Derin Devlet) sürekliliği içinde işleyen özde faşist bir devlet geleneği anlatısı RDD tipi tarihyazımının çerçevesini oluşturur. MDD perspektifleri içinde önderliğinin burjuva niteliği nedeniyle tamamlanamamış, eksik kalmış bir ulusal-demokratik devrim olarak şu veya bu düzeyde “ilerici” yönleri tanınan Kemalist devrim[13] yeni bir okumaya tabi tutularak Kürt, Alevi, Pontos, Ermeni katliamcısı ve iddia ettiğinin aksine emperyalizm karşıtı da olmayan bir diktatörlük olarak neredeyse tümden reddedilir. Milli Mücadelenin sembolik başlangıç günü olarak kabul edilen 19 Mayıs 1919’un Pontos Soykırımının başlangıç günü olarak ilan edilmesi Kemalist devrimde kurtarılacak hiçbir şey olmadığı fikrinin en çarpıcı ifadesidir.

Ulusal fazladan kurtulmayı hedefleyen bu yeni tarihyazımı sosyalist/devrimci hareketlerin tarihini de yeniden yazmaya yönelir. Mustafa Suphi TKP’sinin ulusal sorunda yeteri kadar radikal bir tavır almadığının, UKKTH prensibini tanımadığının, Ermeni soykırımcılarıyla iş tuttuğunun altı çizilir. Suphi’nin Türkçü kökenleri hatırlatılır.[14] Bu revizyonist perspektifin programatik düzeyde de karşılığı olur. Bir örnek vermek gerekirse, Türkiye devrimci hareketinin geleneği olan yapılarından TİKB “tarihimizi Mustafa Suphi TKP’si ile başlatan ulusal dar görüşlülük lekesi kadar böyle vahim bir ideolojik kalıntının yıllarca dikkatimizden kaçmasının utancını da duyarak Tüzük’ümüzün ilgili paragrafını… değiştiriyoruz” diyerek 1997 Tüzüğü’ndeki şu paragrafı yeniden formüle eder:

“TİKB, Mustafa Suphi yoldaşın önderlik ettiği TKP’nin mirasçısıdır. Ulusal ve uluslararası planda insanlığın gelişme tarihinin ilerici bütün birikimlerine, ezilenlerin, proletarya ve halkların mücadele tarihinin devrimci geleneklerine sahip çıkar. Komünizm uğruna mücadelenin ateşi içinde ML bir içerik kazandırarak bunları ileriye doğru taşımayı ve zenginleştirmeyi görev bilir.”

Revizyondan sonra ilgili paragrafın son hali şu şekildedir:

TİKB, Osmanlı döneminde 1840’lardan itibaren ortaya çıkan kendiliğinden işçi eylemlerinden farklı olarak bir işçi örgütü (sendika) tarafından örgütlenen ilk grev olan 1905’teki Kavala tütün işçilerinin grevini tarihsel köklerinin başlangıcı sayar. Fakat örgütlü siyasal faaliyet yürüten Ermeni ve Bulgar sosyalistlerini tarihsel öncüleri olarak görür. Bu bağlamda, 15 Haziran 1915’te idam edilen Ermeni sosyalistleri Paramaz (Madteos Sarkisyan) ve 19 yoldaşının açtıkları yolun ve arkasından gelen Mustafa Suphi yoldaşın önderlik ettiği TKP’nin mirasçısıdır.[15]

Evrensel iddiaları olan solun aslında ne kadar Türk olduğu, Türklük sözleşmesinin dışına çıkmakta zorlandığı vurgulanır.[16] 1968 devrimci hareketi Kemalizm ve küçük-burjuva milliyetçiliğiyle malul bir geçiş formu olarak teşhis edilir ve uzlaşmaz bir Kemalizm karşıtı olarak Kaypakkaya yeniden keşfedilir.[17]

Bir yanlış anlamaya yol vermemek üzere şunu söylemem gerek: Devrimci perspektifteki milliyetçi/Kemalist kalıntılarla yüzleşmenin, ulusal siyasetin tahakkümcü biçimiyle hesaplaşmanın özgürleştirici olduğu muhakkak. Burada eleştiri konusu olan hususun, devrimci/sosyalist hareketin, tarihsel köklerini besleyen damarların çoğulluğunu tanımaya başlaması olmadığı da açık. Devrimci/sosyalist hareketin milliyetçi tarih perspektifiyle hesaplaşmasının sorunlu olan tarafı bu hesaplaşmanın büyük oranda Radikal Demokratik Devrim paradigması tarafından çerçeveleniyor olmasıdır. Özerk birey-insanı normatif temeli olarak alan RDD paradigması içinde ulusu (Türklüğü) milliyetçilik dışında düşünebilmek mümkün değildir; ulus (Türklük) kurtulunması gereken bir fazla olarak burjuva-demokratik toplumun/radikal demokrasinin önündeki engeldir. Bu paradigma içinde kalındığı müddetçe ulusal tahayyüller arasındaki farklılıkları araştırmaya değmez. MDD’nin esası olan komünal ulusal tahayyülü teşhis edebilmek de mümkün değildir. MDD’nin ulusa yaptığı vurguda görülebilen tasfiye edilmesi gereken bir Kemalizm kalıntısından fazlası olmayacaktır.

Ulus-sonrası bir konum almak üzere takınılan bu radikal-demokrat ya da aşamacı Marksist jestin Türk halk sınıflarıyla halihazırda varolan mesafeyi daha da açacağı bir sır değildir. Ama sorunun büyüğü bu değildir. MDD içinde komünal ulusal tahayyül üzerinden muhafaza edilen komünal momente RDD paradigmasında bir yer yoktur; Kemalizmin tasfiyesi olarak kutlananın komünal ve devrimci olanın tasfiyesini de içerdiğini söylemek gerekir. 20. yüzyılın marksist devrimciliğinin ulusal kurtuluşçulukla bu kadar iç içe girmesinin kazai bir durum, talihsiz bir karşılaşma[18] olmadığının yeniden ve yeniden hatırlanmasında fayda vardır.

Kaynakça

Ağırnaslı, N. (2018) “Cadı Kazanında Kaynayan Günahlar: Komünist Hipotezi ve Kurtuluşu Yeniden Düşünmek,” https://www.hayalgucuiktidara.com/nejat-makaleleri/cadi-kazaninda-kaynayan-gunahlar-komunist-hipotezi-ve-kurtulusu-yeniden-dusunmek/

Akın, K. (2015) Ermeni Devrimci Paramaz: Abdülhamid’den İttihat Terakki’ye Ermeni Sosyalistleri ve Soykırım, Ankara: Dipnot Yayınları.

Alınteri (2020) “TİKB 5 Konferansı: Tüzük Değişikliği”, http://gazete.alinteri2.com/tikb-5-konferansi-tuzuk-degisikligi.

Belli, M. “Millet Gerçeği,” https://yurtseverce.com/2021/06/16/millet-gercegi/.

Benjamin, W. (2012) “Tarih Kavramı Üzerine,” N. Gürbilek (der.), Son Bakışta Aşk içinde, İstanbul: Metis.

Benlisoy, F. “Kriz Gemisi ve Anti Emperyalizm”, http://yeniyasamgazetesi2.com/kriz-gemisi-ve-anti-emperyalizm/

Can, A. (1991)  Türkiye’nin Toplumsal Maddi Gerçekliği ve Devrimci Strateji, İstanbul: Varyos Yayınları.

Cörüt, İ. (2021) “Hikmet Kıvılcımlı’s History Thesis and the Nation-Form: National Revolutionaries as Modern Barbarians”, İ. Cörüt ve J. Jongerden (der.), Beyond Nationalism and the Nation-State: Radical Approaches to Nation içinde, London and New York: Routledge, s. 23-46.

Çayan, M. (2004) Bütün Yazılar, İstanbul: Boran Yayınevi.

Çelebi, A. (2015) “Mali-Ekonomik Sömürgecilik”, Marksist Teori, Temmuz-Ağustos (16).

Çetinoğlu, S. (2010) “Türkiye “Sol” Hareketlerindeki Milliyetçi Virüs”, https:// ermenistan.de/sait-cetinoglu-yazi-turkiye-sol-hareketlerindeki-milliyetcivirus/.

Kayaoğlu, M. “Kaypakkaya Aslında Liberalin Teki miydi? Türk Kurtuluş Savaşı Örneği”, https://www.teorivepolitika.net/index.php/arsiv/item/947-kaypakkaya-aslinda-liberalin-teki-miydi-turk-kurtulus-savasi-ornegi.

Sayın, M. (2015) “Önsöz: Paramazların Birleştirdiği Kopan Halka”, K. Akın, Ermeni Devrimci Paramaz, Ankara: Dipnot Yayınları, s. 15-30.

Ünlü, B. (2018) Türklük Sözleşmesi, Ankara: Dipnot Yayınları


[1] Akın, K. (2015) Ermeni Devrimci Paramaz: Abdülhamid’den İttihat Terakki’ye Ermeni Sosyalistleri ve Soykırım, Ankara: Dipnot Yayınları; Kaya, M. (2021) “Ermeni Soykırımı ve Sol Tarihyazımı,” R. Ekinler ve F. Erkindik (der.), Suphi Nejat Ağırnaslı’nın Komünist Israrı:Menkıbe’yi Yeniden Düşünmek içinde, https://archive.org/details/suphi-nejat-agirnaslinin-komunist-israri-menkibeyi-yeniden-dusunmek_202101; Ağırnaslı, N. (2018) “Cadı Kazanında Kaynayan Günahlar: Komünist Hipotezi ve Kurtuluşu Yeniden Düşünmek,” https://www.hayalgucuiktidara.com/nejat-makaleleri/cadi-kazaninda-kaynayan-gunahlar-komunist-hipotezi-ve-kurtulusu-yeniden-dusunmek/

[2] Sayın, M. (2015) “Önsöz: Paramazların Birleştirdiği Kopan Halka”, K. Akın, Ermeni Devrimci Paramaz, Ankara: Dipnot Yayınları, s. 15-30.

[3] Benjamin, W. (2012) “Tarih Kavramı Üzerine,” N. Gürbilek (der.), Son Bakışta Aşk içinde, İstanbul: Metis, s. 46.

[4] Komünal ulus tahayyülü üzerine bkz. Cörüt, İ. (2021) “Hikmet Kıvılcımlı’s History Thesis and the Nation-Form: National Revolutionaries as Modern Barbarians”, İ. Cörüt ve J. Jongerden (der.), Beyond Nationalism and the Nation-State: Radical Approaches to Nation içinde, London and New York: Routledge, s. 23-46.

[5] MDD kendi komünal ulusal hakikati hakkında bir teorik farkındalığa sahip olsaydı Kemalist devrimi tamamlamak gibi bir problematik tanımlamazdı. Kemalizmin ulusal siyaseti, zayıf olmakla beraber yine de komünal türden olan bir tahayyüle dayanmıyordu, düpedüz milliyetçiydi.

[6] Belli, M. “Millet Gerçeği,” https://yurtseverce.com/2021/06/16/millet-gercegi/.

[7] “Emperyalizme karşı mücadele bir uluslaşma mücadelesidir.” Çayan, M. (2004) Bütün Yazılar, İstanbul: Boran Yayınevi, s. 190.

[8] MDD paradigmasının sürdürülemez olduğu bir noktada Türkiye sosyalist/devrimci hareketlerinin neden ulusal kurtuluşçuluğu ya da aynı anlama gelmek üzere komünal ulusal tahayyülü yeniden üretmenin yollarında ısrarcı olmadığı sorusu sorulabilir. Devrimci/sosyalist hareketlerin teorik yetmezliklerini bir kenara bırakırsak, ilk söylenmesi gereken meselenin alelade bir tercih meselesi olmadığıdır. Sermaye 1980’lerle başlayan neoliberal süreçte ulus-devletten ulusu tahliye ederek, komünal yapı ve ilişkileri çözerek bir imkan olarak ulusal kurtuluşçuluğun toplumsal maddi zeminini zayıflatırken, “artık” Marksist olmak üzere MDD’yi terk, sermayenin tarihselliğiyle uyum içinde olan ve bu anlamda örtük olarak ulus-devletin çözülüşünü ileriye doğru bir gelişme olarak selamlayan bir yenik ve fakat gerçekçi çıkış yolu olarak belirmişti.

[9] Benlisoy, F. “Kriz Gemisi ve Anti Emperyalizm”, http://yeniyasamgazetesi2.com/kriz-gemisi-ve-anti-emperyalizm/

[10] Çelebi, A. (2015) “Mali-Ekonomik Sömürgecilik”, Marksist Teori, Temmuz-Ağustos (16). Küresel kapitalizm döneminde ulusu iptal eden bu tezin devlet körü bir akıl yürütmeyle malul olduğunu söylemek gerekir. Bu akıl yürütme içinde emperyalizm, ulusal bağlam tam anlamıyla kapitalistleşmediği, görece özerkliğini muhafaza ettiği, yani “içerisi” ve “dışarısı” arasında anlamlı bir ayrım tanımlanabildiği sürece mümkün olan bir sömürü-iktidar biçimi olarak anlaşılmaktadır. Emperyalist küreselleşme ya da küresel kapitalizm döneminde içerisi ve dışarısı arasındaki ayrımın ortadan kalktığından, işçi sınıfı ve ezilenler dışındaki toplumsal kesimlerin çıkarlarının emperyalizmle iç içe geçtiğinden bahisle radikal ulusal kurtuluşçuğun geride kaldığı ileri sürülmektedir. Bu akıl yürütmenin üzerinden atladığı husus “içeri” ve “dışarı” arasındaki ayrımı tanımlayanın sermaye değil, sembolik ve fiziksel sınırlarıyla devlet olduğudur. Bu sınırlar artık sermayenin değilse de halen emekçi kitlelerin gündeliğini ve kimliğini belirlemeye devam eden ülkesel bir bağlam yaratır. Bu ülkesel bağlamın kendini yeniden üretmesinin koşullarının gittikçe daha fazla küresel sermaye birikim süreçlerine tabi olmasının, yani “emperyalizmin içsel bir olgu haline gelmesinin” ulusal egemenlik ihtiyacını neden artırmayıp da iptal ettiğini anlamak mümkün değildir.

[11] Buradaki mesele Türkiye’yi yeni-sömürge olarak tanıyıp tanımamak değil. Söylemek istediğim, “yeni-sömürge” kavramında muhafaza edilen ulusal tahayyülün “mali ve ekonomik sömürge” kavramında olmayışı.

[12] Çelebi, A. (2015) “Mali-Ekonomik Sömürgecilik”, Marksist Teori, Temmuz-Ağustos (16).

[13] “Türk Ulusal Kurtuluş Hareketi’nin oluşturulmasında baştan itibaren önemli bir rol oynayan Mustafa Kemal’in tutarsız davranışları, Osmanlı Saltanatı’nın korunacağını vaat eden “Türkiye’nin başında Hilafe-i İslam olacak ve bir hükümdar Sultan bulunacaktır” şeklindeki demeçleri, bir taraftan işgal kuvvetlerin ülke topraklarından çıkarmaya çalışırken, diğer taraftan işgalci emperyalist devletlerle uzlaşmanın, anlaşmanın yollarını araması, devrimin toprak devrimine dönüşmemesi, burjuva kurtuluş hareketi aşamasında kalması, burjuva demokrasisinin kurulmaması, Kürt ulusuna kendi kaderini tayin hakkının tanınmaması ve üzerindeki baskıların korkunç boyutlarda artması, bu hareketin antiemperyalist ve ilerici yönünün bulunduğu hususunda bizi tereddüte düşürmemelidir.” Can, A. (1991)  Türkiye’nin Toplumsal Maddi Gerçekliği ve Devrimci Strateji, İstanbul: Varyos Yayınları.

[14] Çetinoğlu, S. (2010) “Türkiye “Sol” Hareketlerindeki Milliyetçi Virüs”, https:// ermenistan.de/sait-cetinoglu-yazi-turkiye-sol-hareketlerindeki-milliyetcivirus/.

[15] Alınteri (2020) “TİKB 5 Konferansı: Tüzük Değişikliği”, http://gazete.alinteri2.com/tikb-5-konferansi-tuzuk-degisikligi

[16] Ünlü, B. (2018) Türklük Sözleşmesi, Ankara: Dipnot Yayınları. Her ne kadar Türklük Sözleşmesi devrimci/sosyalist bir perspektifin ürünü değilse de çalışmanın gördüğü ilgiyi radikal-demokratik arzu bağlamında düşünmek gerekir.

[17] Kaypakkaya’nın, liberal tarihyazıcılığına devrimci sahadan bir destek olarak araçsallaştırılmasının pek de mümkün olmadığını söylüyor Metin Kayaoğlu. Kayaoğlu, M. “Kaypakkaya Aslında Liberalin Teki miydi? Türk Kurtuluş Savaşı Örneği”, https://www.teorivepolitika.net/index.php/arsiv/item/947-kaypakkaya-aslinda-liberalin-teki-miydi-turk-kurtulus-savasi-ornegi.

[18] Leninizmi ve Maoizmi tam olarak kapitalistleşmemiş bağlamların zorunlu olarak çarpık Marksizmleri olarak yorumlama eğiliminde olan, “artık” sermayenin imparatorluğunun kurulduğu bu dönemde gerçek Marksizmin zamanının geldiğini ileri süren Ellin Meiksins Wood’un devrimci olmayan Marksizmi ve MDD’yi Kemalist, milliyetçi kalıntılarla malul bir geçiş biçimi olarak mahkum ve terk eden “nihayet” Marksist yaklaşım arasındaki benzerliğe dikkat çekmek isterim.

Sosyalist solda Türkofobi

Tahmini Okunma Süresi: 13 dakika

Doksanlı yıllardan önce Türkiye solunun Türklük ile çok daha yapıcı ve zenginleştirici ilişkilere sahip olduğunu belirten Hamza Yalçın’ın Odak* dergisinde yayınlanan bu yazısını dikkatlerinize sunuyoruz. Yalçın’ın özellikle sol için ulus imgesinin ötekileşmesi sürecinin yeni olduğuna dair vurgusu ve solun yakın tarihinden delillerle bu tartışmayı başlatması dikkat çekicidir.

Türkiye devrimci hareketinin liderlerinden Mihri Belli bir çok insanıyla dost olduğum bir sosyalist örgüt hakkında konuşurken “Türk düşmanları bir araya gelmiş, örgüt kurmuşlar” diye şaka ediyordu. Mihri Belli, şakanın altındaki gerçeği sevecen şekilde ve gülerek ifade ediyordu. Sosyalist solda Türkofobi o yıllarda (1980’li yılların sonları) bugünkü gibi etkili değildi. Bugün Türkiye solunda Dev Yol ve Dev Sol geleneği bile rahatlıkla şovenist ilan edilebilmektedir. Sadece anti-emperyalizm ifadesinden bile “şovenizmin keskin kokusu”nu alan çoktur.

Kurtuluş Savaşı’nı emperyalizme karşı mücadele yerine soykırımlar ve katliamlar manzumesi mi görüyorsunuz? “Kahrolsun İstibdad Yaşasın Hürriyet!” ifadesi sizde de hemen Ermeni katliamını çağrıştırıyor mu? Siz de ABD emperyalizminin Ortadoğu’da işlediği suçlara dikkat çekilmesinin altında hemen  ezen ulus şovenizmi keşfediyor musunuz? Türk kimliği size Nazımlar, Denizler ve Mahirler yerine vatan haini Bahçelileri, Çakıcıları mi hatırlatıyor? Türkofobi ifadesini, sorulara olumlu yanıt veren Türkiyeli sosyalistler için kullanıyorum. İsterseniz “Türk düşmanlığı” ya da “Türk alerjisi” de diyebilirseniz.

1980’den bu yana Türkiye solunda bambaşka bir algılama, düşünme, davranma kalıbı ve refleksi gelişti. Türk kimliği aynen egemen güçlerin istedikleri şekilde algılanıyor. 40 yıldır Türkiye solu kendi kendisini Türk halkından tecrit ediyor. Solda Türk kimliğine alerji, Türkiye tarihinin ilerici birikimine ve Türk kimliği taşıyan insanlara sevgi ve yakınlık duymamaya, hatta antipati duymaya; sonuçta halkın faşizmin etkisine terk edilmesine ve Türkiye’de milliyetçi kutuplaşmaya yol açıyor. Türkofobi Türkiye solundan ayaklarını yere basmaya çalışan devrimcilere karşı kuşku ve güvensizlik yaratılmasına, onların tecrit edilmesine ve Türkiye solunun tasfiyesine çıkmaktadır.

ABD emperyalizmi 1971 sonrasında ve özellikle son on yıllarda Türkiye solunun kimyasını bozdu. Türkiye solunda Türkofobi bu sürecin ürünüdür. 1960’lı ve 70’li yıllarda yurtseverlik devrimciliğin altyapısıydı. Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan yurtsever devrimci gençliğin sembolleri oldular. Başta Kürtler ve Türkiye halkları olmak üzere  tüm dünya halklarına dost-kardeş, emperyalizme düşman devrimci bir Türk kimliği geliştirilmekteydi. Emperyalizm ve işbirlikçilerinin yoğun çabalarıyla bu sürecin 1980 sonrasında tersine çevrildiğini görüyoruz. Bu da Türkiye’nin ve bölgenin çok kötü duruma getirilmesine yol açtı. Düşünmemiz ve tavır almamız gerekiyor.

Türkofobi’nin saf dışı ettiği isim

1960’lı yıllarda yurtseverlikle sosyalizm arasında güçlü bağ kurulması sayesinde yaşanan devrimci yükselişin en etkili ismi Mihri Belli, solda geliştirilen Türkofobi’nin ilk önemli kurbanıdır. O dönemde Türkiye’de bir tek enternasyonalist varsa o da Mihri Belli olabilirdi. Türkofobi Mihri Belli’yi sosyal-şoven olarak damgaladı.

Mihri Belli Marksist harekete ABD’de katıldı. Oraya yüksek lisans öğrencisi olarak gitmişti. Bugün sosyalist geçinen Türklerin önemli bir kısmı gittikleri Batılı ülkelerin genellikle seçkin insanlarıyla ilişki kurmaya çalışır. Ağır ceza yargıcı ve milletvekili oğlu olan ve yabancı diller bilen Mihri Belli ise ABD’de toplumdan tecrit durumdaki Komünist Parti ile ilişki kurdu ve ülkenin en alttakileri siyah tarım işçileri arasında politik çalışmaya girişti. Mihri Belli sosyalizme ilk adımını böyle attı. 1930’ların sonunda yüksek lisans tezini birincilikle tamamlamış ve ünİversitede kalması teklif edilmişti. O ise mücadeleye katılmak için Türkiye’ye döndü. O günlerde Türkiye’nin bütün devrimcilerini kapsayan tek örgüt durumundaki Türkiye Komünist Partisi’ne katıldı; gençlik örgütünün kuruluşuna öncülük etti ve aktif çalışmaları dolayısıyla MK üyeliğine geldi. Sonra Yunan halkının saflarında gerilla eri yani sıra neferi olarak iç savaşa katıldı. Ağır yaralandığında cepheye dönmek için nasıl mücadele ettiği İnsanlar Tanıdım adlı kitabında anlatılır. (1) Sonra Türkiye’ye döndü ve mücadelede yerini aldı. İşkencede direnişi ve hapisliği devrimciler için gurur vericidir. Legal basında Kürt gerçeğini dile getiren ilk devrimci lider oldu. 1960’lı yıllarda militan bir solun temellerinin atılmasında baş rolü oynadı. 1971 darbesi sonrası Filistin’e gitti ve cuntaya karşı direniş için çalıştı. Yasala çıktıktan sonra kurulmasına liderlik ettiği Türkiye Emekçi Partisi, TEP, Kürt gerçekliğini sahiplenmesi nedeniyle kurulur kurulmaz (1975) yasal engele takıldı ve 1979 yılında kapatıldı. Mihri Belli daha sonra Kürt hareketiyle birlikte Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi’nin kuruluşuna (1982) katıldı. Ölünceye kadar Kürt hareketiyle çok yakın ilişkide oldu. İşte bu insanı sosyal-şoven ilan edebildiler. Çünkü o devrimci ve enternasyonalist bir Türk kimliği yaratarak bütün milliyetlerden Türkiye halklarının devrimcileşmesine büyük katkıda bulunuyordu. ABD ve işbirlikçileri onu tehlike görüyordu.

Ömrü boyunca tercihini daima devrimci mücadeleden yana yapmış ve sistemin sunduğu şahsi olanaklara tenezzül etmemiş olan Mihri Belli gibi bir enternasyonalist devrimcinin bile adını şoveniste çıkararak onu, en etkili olacağı döneminde, sosyalist harekette itibarsızlaştırarak yalnızlaştırdılar. Sosyalist hareketin en sağlam unsurlarından Mihri Belli ve Hikmet Kıvılcımlı cuntacı ve milliyetçi ilan edildiler. (2)

Mihri Belli 1970’li yıllarda sistem tarafından nasıl saf dışı edildiğini biliyordu ve bunu sık sık yazdı. Bu konudaki anlatımlarından birinde 1969 yılında temasta olduğu bir şahsın MİT tarafından alınıp kendisine mesaj yollanmasını konu eder. MİT’ten bir albay ilgili kişiye “Söyle ona, bu memlekette Türk yurtseverliğini teke­line alarak biz adama komünist rejim kurdurmayız”. demiştir. Mihri Belli bu mesaj üzerine “Anlamış kerata meseleyi.” diye yorum yapar.

Mihri Belli yurtseverliğin enternasyonalizme ve sosyalizme nasıl açık olduğunu güçlü bir şekilde kavramıştı. O, devrimci-demokratik Türk milliyetçiliğinin Kürt halkının ulusal demokratik haklarını tanımaya, Kürt halkıyla omuz omuza mücadele etmeye açık olduğunu görmüştü. 

Devrimci gençler tarafından arabası yakılan ABD Eski Büyükelçisi Kommer’in tanınmış gazeteci Mete Akyol ile 1969 yılında yapılan söyleşisinde, Mihri Belli hakkındaki ifadeleri ABD emperyalizminin Mihri Belli’ye bakışını göstermektedir. Kommer, gençliğin eylemlerinin gelip geçici olduğunu ifade ederken Türkiye’deki politik kişilikler arasında sadece İnönü ile Mihri Belli’yi önemli gördüğünü söylüyor. Mihri Belli için “Ona çok dikkat etmelisiniz” diye de ekliyordu.

Emperyalizme bağımlı ülkelerde devrimci hareketler, emperyalizmin işbirlikçilerine karşı yurtseverlik bayrağını dalgalandırarak halkın en ileri ve sağlam güçlerinin öncülüğünü elde ettiler. Mihri Belli de Türk yurtseverliğinin devrimci ve enternasyonalist temelde yeniden kurulmasına öncülük etti. Bu süreçte gençlik devrimci harekete aktı; Denizler, Mahirler, İbrahimler yetişti.

Türkiye devrimci hareketi ve yurtseverlik 

Marksizm işçi sınıfının halkın önderliğini ele geçirmesi ve ulusu devrimci temelde yeniden kurması üzerinde durur. Emperyalizme bağımlı ülkelerdeki devrimci hareketler ulusal demokratİk güçlerin öncülüğünü yaparak gelişme stratejisi izlemeye önem verdiler. Bu çizgiyi izleyen Türkiye solu da tarihi boyunca yurtseverliğin en tutarlı savunucusu oldu ve Türkiye’nin ilerici güçleriyle kuvvetli bağlar kurabildi. Mustafa Suphi, Şefik Hüsnü, Reşat Fuat, Hikmet Kıvılcımlı, Nazım Hikmet, Mihri Belli, Deniz Gezmiş, Mahir Çayan gibi devrimcilerin duygu, düşünce ve eylemleri yurtseverlik üzerinde yükselmiştir.

Türkiye solu 1980’li yıllara kadar halk kimliğinin oluşturulmasında aktif davranmaya çalıştı. Bu amaçla Türklerin tarihi, Kurtuluş Savaşı, Alevilik ve İslamiyet; anti emperyalist, yurtsever ve enternasyonalist bir anlayışla yorumlandı. Nazım Hikmet’in “Kurtuluş Savaşı Destanı”, “Şeyh Bedreddin Destanı” gibi şiirleri bu konuda örnektir. Sosyalist hareketin etkili isimlerinden Hikmet Kıvılcımlı ve Mihri Belli yazılarında halkın manevi dünyası ile sosyalizm arasında bağ kurmaya çalıştı. TİP liderleri de bu çizgideydiler. Türkiye’nin emperyalizme bağımlı ve sömürülen bir ülke olduğu gerçeğinin devrimci bilinçlerde yerleşmesine çok önem verildi. Bu tutum 1960’lı yıllarda çok büyük başarı kazandı ve anti-emperyalist bir gençlik hareketi oluştu. 68 gençlik hareketi burjuvaziyi gayrı milli güç ilan etti. Mahir Çayan burjuvazinin emperyalizm çağında vatan millet bayrağını geminin bordosundan denize attığını yazar. Devrimciler bu dönemde Anadolu halklarının, dünya halklarının kardeşliğini esas alan anti-emperyalist, enternasyonalist ve direnişçi bir Türk halk kimliği yarattılar. Aynı süreç devrimci bir Kürt halk kimliğinin oluşmasıyla elele yürüdü. Deniz Gezmiş, Mahir Çayan bu halk kimliğinin sembolleri oldular.

Ulusun önderi olarak işçi sınıfını gören bu kimlik tekelci sermayeyi; askeri, polisi ve bürokrasisiyle devlet cihazını gayrı milli görüyordu. Yani devlete “Türk devleti”, orduya “Türk ordusu” bile demiyordu. Mahir Çayan yazılarında orduyu, polisi ve bürokrasiyi oligarşinin baskı aracı, oligarşiyi de emperyalizmin işbirlikçisi görür. Devrimcilerin yaratılmasına öncülük ettiği halk kimliği Kürdü, Türkü, Ermenisi, Rum’u, Arabı, Müslümanı Hristiyanı, Alevisi, Sünnisi, inananı inanmayanı ile  Anadolu halklarını kardeş görüyor ezilen halkların ulusal demokratik haklarını ve inanç özgürlüğünü savunuyordu. Denizler 1972 yılında idama giderken Türk ve Kürt halklarının kardeşliğini dile getirdiler. (3)

İşbirlikçi burjuvazi ve iktidar ortakları tarihleri boyunca ulusal demokratik yani yurtsever güçleri tasfiye etmeye çalıştılar. İktidar partisi CHP bu tasfiyenin yürütülmesinde büyük rol oynadı. Ancak CHP’nin sağ kanadı kopup Demokrat Parti’yi kurduktan sonra 1950 yılında iktidara gelince CHP kendisini savunmak maksadıyla yurtsever güçleri desteklemeye başladı. 1950’li yıllarda DP iktidarına karşı mücadele özgün bir devrimci-demokratİk bir birikim yaratmaya başladı. Egemen güçler arasındaki bölünme sonucunda 1960 askeri darbesi sonrasında oluşan ortam sol hareketin hızla yükselmesine yol açacaktı.

Devlet ezilen ulus aydınlarındaki Türk düşmanlığıyla oynayarak Türk yurtseverliğini şovenizmle bir göstermeye başladı. Bu yaklaşım, ürünlerini esas olarak AKP iktidarı döneminde verecekti. Bu dönemde aydınlanma düşmanı dinci gericilik ile sol liberalizm ve ezilen ulus milliyetçiliğinin İttifakı sonucunda el ele vererek Kurtuluş Savaşı’nı bile faşizmle bir tutulacağı bir siyasal ortam yaratıldı. Söz konusu liberal aydınlar DP-ANAP-AKP çizgisiyle hep özel yakınlık içinde olagelmiştir. Özellikle örgütsüz Türkiye solu ve yeni kuşaklar bu havadan çok etkilendi.

12 Mart 1971 faşist askeri darbesi Türkiye solunu kendi halkından koparmayı başaramamıştı. Milliyetçi isimle sivil faşist güçler eğitilip devreye sokuldu. Bu, ABD emperyalizminin kontr-gerilla taktiğiydi. 1970’li yılların ikinci yarısında 5 bini aşkın insanın öldüğü 20 bin kişinin yaralandığı kıyasıya bir mücadele yaşandı. 12 Eylül darbesi halkın ümitsizliğe düşmesini bekleyerek işbaşına geldi. Darbe Amerikan emperyalizminin planları doğrultusunda iş başına gelmiş olmasına rağmen devrimcileri vatan haini ilan edecekti. 12 Eylül askeri rejimi kendisine destek edinmek için Türk kimliğini Kürt ve Ermeni düşmanı bir anlayışla alabildiğine kirletti. Cunta Türkiye solunu yasaklarken sol adına Ahmet Altan, Murat Belge gibi liberallerin önü açılmıştı. Özal’ın Başbakan olduğu döneminde bu çizgideki sol liberallerin desteklenmesi sürdü. Bu sol liberal çizgi anti-emperyalizm ve devrimcilikle faşizm arasında paralellikler kurmaya yatkındı. Türkiye’nin emperyalizme bağımlı ve sömürülen bir ülke olduğu gerçeği karartılmaya çalışıldı. Sol liberalizm Kürt halkının haklarını savunuyor görünerek onunla ve dinsel özgürlüklerin savunucusu geçinerek dincilikle bağ kurmaya çalışıyordu. (4)  

Devrimci güçler 12 Eylül sonrasında yurtseverlik davasına eskisi gibi sahip çıkamadılar. Dünyada milli kimliğin öne çıktığı son 40 yıldır Türk kimliği emperyalizm ve yerli işbirlikçilerin yoğun operasyonuyla karşılaştı. Onlar ulusal kimliğe kendi sınıfsal damgalarını vurdular. Baskıcı iktidarlara boyun eğen, anti komünist; Ermeni, Rum, Kürt ve Süryani gibi ülkemiz halklarına ve komşu halklara düşman, din istismarcısı, emperyalist Batı’nın hayranı, hırsız ve demokrasi düşmanı bir Türklük yaratarak onu geniş halk kesimlerine empoze ettiler. Türkiye solunun önemli bir kısmı egemen ulus şovenizminden uzak durma adına ezilen ulus milliyetçiliğine yaklaştı. Türkiye solu, emperyalizmin uşağı faşistler tarafından işgal edilmiş olan ülkenin gerçek sahibi olduğunu unuttu. Türkiye solunun önemli bir kısmı Türk halkının devrimci bir parçası olma iddiasını bir yana bırakarak havlu attı ve “Kemalizmden arınma” adı altında dünyaya ve ülkemize ezilen ulus milliyetçiliğinin penceresinden bakmaya başladı. Hatta çoğunlukla kraldan çok kralcı geçinerek devrimci geçmişe bağlı anti-emperyalist solu sosyal-şoven ilan etti. Türk halk kimliği bütünüyle ezen ulus kimliğine indirgendi. Hakim sınıfların istediği de zaten buydu. Türkiye solu kendi halkına sırt çevirmeye başladı. Önemli bir kısım yeni kuşak bu anlayışla yetişti. Türkiye solunun gururla sahiplendiği anti emperyalist Kurtuluş Savaşı bile tarihimizde utanç kaynağı durumuna getirildi. 

Türkiye soluna büyük haksızlık ediliyor

Emperyalizm ve onun yerli işbirlikçileri 1980’li yıllardan bu yana Türk kimliğini faşizmle ve gericilikle eşitleme doğrultusunda etkili oluyorlar. Türk kimliğine karşı tepkili olan ezilen ulus milliyetçileri bu konuda onlara yardımcı oluyor. Bir kısım sol Kemalizmden bağımsızlaşarak devrimcileştiğini düşünürken Türkofobi içine giriyorlar. Anti-emperyalist Türkiye solu özellikle Kürt sorununda sosyal-şoven olmakla, devlet yanlısı olmakla suçlanıyor. Kürt halkını ve ezilen milliyetlerin ulusal demokratik haklarını on yıllardır işçi sınıfını savunduğumuzdan bile çok savunduğumuz halde sosyal-şoven görülmekten kurtulamadık. 

Türkiye Marksist hareketi Kürt sorununda uzun süre iki arada bir derede kalmanın zorluğunu yaşadı. Devlet Kürt gerçeğine karşı aşırı baskı uygulamaktaydı. 1960’lı yıllarda Kemalist adı verilen ve Türkiye solu ile ittifak halindeki küçük-burjuva ilerici aydınlar Aleviliği kendilerine yakın görürken Kürt sorununda resmî görüşün daha çok etkisindeydiler. Türkiye solu hem Kürtlerin hakkını savunmak hem de ilerici aydınlar ve halk arasındaki şoven milliyetçi önyargılarla karşı karşıya gelmemek arasında zorlandılar. Ağır yasal baskılar da Kürtlerin ulusal haklarını savunmanın önündeki engellerden biriydi. Bir başka zorluk ise Kürt yurtseverliğinin uzun yıllar ilkel milliyetçiliğin ağır etkisi altında olmasıydı. İlkel milliyetçiliğin dinci ve gerici eğilimler taşıyor olması da Türkiye solunu tereddüde düşürüyordu. Kürt sorunu yaygın olarak 1960 sonrası devrimci yükseliş sürecinde gündeme geldi. Sosyalistler bu konuda öncü rol oynadılar. Kürt emekçileri ve gençliği de kendisini ağırlıkla Türkiye solunda ifade edecekti. 1970 sonrasında Kürt siyasal hareketi sosyalizm iddiasıyla gelişince Türkiye solunun tutumu hızla olumlu yönde değişecekti. (5)

Kürt siyasal hareketiyle Türkiye solu arasındaki mücadele biraz da örgütler arasındaki rekabet ve güç mücadelesiydi. Bu mücadelede Türkiye solunda bir süre yanlış tutumlar gelişti. Bizler Kürt siyasal hareketinin milliyetçi tutumunu ve sol içinde şiddet uygulama çizgisini eleştirirken diğer yandan 12 Eylül sonrası Türkiye solundaki tasfiyeciliğin Kürt siyasal hareketine karşı tahammülsüzlüğünü eleştiriyorduk. (6)

Türkiye solu 1980 darbesiyle dağıtılınca 1984 yılında silahlı mücadele başlatan Kürt siyasal hareketi hızla gelişti. Diyarbakır hapishanesinde yapılan faşist zulüm Kürt siyasal hareketinin gelişmesinde çok önemli rol oynayacaktı. 1980’li yıllarda sınıf mücadeleleri ve sosyalizm gerilediği halde Kürt siyasal hareketi gelişmesini sürdürdü. 1989-90 sonrasında reel-sosyalizmin yıkılması sosyalist harekete yeni bir darbe olurken Kürt siyasal hareketine yeni bir dinamizm sağladı. Ancak Kürt siyasal hareketi 1990 sonrası reel-sosyalizmin çökmesiyle birlikte  farklı bir zeminde gelişmeye başladı.

Kürt siyasal hareketinin gelişmesinde onun liderliğinin 12 Eylül sonrasındaki kararlı tutumu çok önemli rol oynadı. Ancak ezilen ulus sosyalizmi Türkiye devrimcileri ile Kürt halkı arasında güvensizlik yayarak gelişmiştir. Kemalist Cumhuriyet, 1925 sonrası süreçte Kürt gerçekliğini inkar etmiş, 1937 yılında da Dersim’de katliam yapmıştı. Kemalizme haklı bir tepki duyan Kürt solu bununla yetinmeyip Kürt halkının Türklere yakınlığını tehlike gördü. Kürt siyasal hareketi Kürt kimliğini Kemalizm eleştirisi adı altında Türkiye soluna karşı kötüleme kampanyası üzerinde kurdu. Türkiye solu şovenist gösterildi. Bu kampanya Türkiye solunda yer alan bütün Kürt kökenli sosyalistleri etkilemeyi amaçlıyordu. Türkiye solu zayıf düşünce, bu yaklaşım çok etkili oldu. Zayıf düşen Türkiye solu içindeki bir kesim Kürt hareketinin etkisine girerken Türkiye’ye Kürt hareketinin gözüyle bakmaya başladı. 

ABD emperyalizmi Sovyetler Birliği’nin çöküşünü fırsata dönüştürerek 1991 yılında Irak’a müdahale etti. Türkiye’ye Çekiç Güç adıyla bilinen askeri kuvvet yerleştirerek Kürtlerin hamiliği iddiasını hayata geçirmeye başladı ve Güney Kürdistan’da bir manda yönetimi kurdu. Bu süreç Kürt hareketini derinden etkileyecekti. Bugün benzeri bir durum Suriye’de yaşanıyor.

Şovenist gösterilen Türkiye solu Kürt halkının ulusal demokratik bilincini aktif olarak destekledi. Türkiye solunun yükselişi Kürt halkının devrimcileşmesini sağladı. Kürt siyasal hareketinin yükselişi ise 1990 sonrası ne yazık ki farklı etki yarattı. Çünkü Kürt ulusal hareketi milliyetçi kutuplaşma hattı izledi. Kutuplaşma hattı Türklerin devletin safına itilmesine katkıda bulundu. Türkiye solu Kürt kimliğini meşru görür, onun gericilikle ve İngiliz işbirlikçiliğiyle bir tutulmasından uzak dururken Kürt ulusal hareketi Türk kimliğini faşistlerle eşitledi. Kürt siyasal hareketinin izinden giden bir kısım örgütler bu konuda kraldan daha kralcı tutumla Kurtuluş Savaşı’nı ezilen halkların katliamından ibaret görüyor. 

Türkofobi sosyalist solun bazı yapısal zaafları nedeniyle devrimci harekete çok zarar veriyor.

Türkiye solu manipülasyonların kolay hedefidir 

Sosyalist hareket güçlü bir devrimci eleştiricilik ve ortak etik geliştiremediği, ortak bir etik örgütlenme yaratamadığı ve sosyalist solda iletişim zayıf olduğu için, sol hareket içinde dolaşıma sokulan iftiralara kolaylıkla inanılmaktadır. Burjuvazi sol hareketin bu zaafını kullanarak Türkiye solu içindeki güven ilişkilerini sürekli zayıflatmış, sol hareket içindeki çatışmaları kışkırtmış, beğenmediği devrimcilere kolaylıkla zarar vermiştir.

Türkiye solu 1960’ların sonları ve 1970’li yılların başlarından itibaren devletin kolay operasyon alanıdır. Devrimci eleştiricilik zayıftır. Sol hareketin geneli daha reel-sosyalizmden bu yana adının kötüye çıkarılması tehdidine adeta boyun eğmeye koşullandırılmıştır. Mesela otoriteler Troçki faşisttir, demiş; Komünist hareket, Ortaçağ insanlarının Engizisyon’a boyun eğmesi gibi, onu faşist bellemiştir. Bugün dahi örgüt üyeleri ve taraftarlar örgütlerin söylediklerini ve yazdıklarını sorgulamaksızın kabul etmeye koşullandırılırlar. Diğer yandan ise her bir sol grup kendisi dışındaki sol örgütler ve sosyalistler aleyhine iddialara sorgulamaksızın inanmaya eğilimlidir. Sosyalist hareketin çevresindeki örgütsüzler ise örgütlü sol aleyhine atılan iftiraları sorgulamaksızın kabul etmeye eğilimlidir. Üstüne üstlük sol hareketin genelinde birbirine karşı saygısızlık ve sevgisizlik kültürü söz konusudur. Bu koşullarda bir kişiye sadece çamur atılması bile onun değersizleştirilmesi için çok zaman yeterli olmaktadır. Bu yüzden solda gerçek devrimciler sık sık itibarsızlaştırılır önleri kesilirken yüzüne bakılmayacak insanların muteber hale gelmelerinin önü açılır.

Yukarıda belirtildiği gibi Mihri Belli gibi bir insan devletin manipülasyonuyla solda aforoz edilerek etkisiz hale getirildi. Sol güçler ve özellikle ezilen ulus milliyetçiliği bu operasyonun aracı oldu. 1970’lerin başlarında Denizler idamla yargılanırken yurt dışından TKP adına yayın yapan “Bizim Radyo” onları hala emperyalizmin ajanları gösteriyordu. Sol örgütler birbirini “sosyal faşist”, “Maocu faşist” ilan ediyordu. Kürt ulusal hareketi kendisine engel gördüğü bütün solu “devletin ajanı”, “sosyal-şoven” ve “sömürgeciliğin uzantısı” ilan etmişti.  İşte bu şartlarda CIA destekli olduğu açıkça bilinen ve askeri cuntalarla işbirliği yapmış olan Gülen Cemaati bile Taraf adlı yayın organıyla sosyalist solu etkisi altına alabilmişti.

Türkofobi, özellikle AKP iktidarı döneminde sol liberallerle Kürt hareketi arasında kurulan ittifakla geliştirildi. Sonuçta 1950’li, 1960’lı hatta 70’li yıllarda ilerici bir anlam taşıyan milliyetçilik; Devlet Bahçeli’nin, Alaaddin Çakıcıların, faşist katillerin ve hatta Tayyip Erdoğan’ın ideolojisi durumuna getirildi. Solun önemli kısmı “Kürt düşmanı”, “darbeci” damgası yememek için laiklik davasını bile savunmaya çekindi ve AKP’nin ABD’nin planları doğrultusunda iktidara yerleşmesine seyirci kaldı.

Halk gerçekliğimize yüzümüzü dönmeliyiz

Ulus olgusu emperyalizm çağında bağımlı ve sömürülen ülkelerde güç kazanmış ve 1990 sonrası süreçte coğrafyamızda daha da önemli hale gelmişken Türkiye solu 1980 sonrası Türk halkının ulusal şekillenmesini egemen güçlere terk etti.  Onlar da Diyarbakır Cezaevi’ndeki zulümle başlayarak Suriye’de IŞİD ve El Kaide ile süren, Türklük adına alçağın alçağı bir ulusal kimlik yarattılar. Bir kısım Türkiye devrimcisi ve demokratı bu koşullarda Türklüğe baktığında sadece egemen güçlerin iğrenç dünyasını görüyor ve haklı olarak lanet okuyor.

Türklüğün alabildiğine aşağılandığı bu süreç emperyalizmin güdümünde gelişti. Türk halkının ulusal onuru Diyarbakır Cezaevi’nde Türklük adına yapılan zulümle, Ermeni-Türk kardeşliğinin sembolü Hrant Dink’in Türklük adına katledilmesiyle, Hendek savaşlarında binlerce Kürt evladının alçakça öldürülmesiyle, çocukların din adına istismar edilmesiyle, Türklerin Suriye’de ve Ortadoğu’da dünya gericiliğinin en rezil unsuru durumuna düşürülmesi ve Türkiye’nin dünyada dinci gericilik merkezi haline getirilmesiyle, dinci çetelerle elele Suriye’nin yakılıp yıkılması ve işgal edilmesiyle, vatanın yandaş şirketlere yağmalattırılmasıyla aşağılandı. AKP ve MHP başta olmak üzere Türklük adına çalıp, çırparak ve zulmederek Türklüğü aşağılıyorlar. Emperyalist güçler süreci Türkiye’nin daha beter duruma gelmesi yönünde teşvik ediyorlar.

AKP bugün Türkiye’yi ve bölgeyi bu hale getiriyorsa bu esas olarak Türk halkının kimsesiz olması nedeniyledir. Kürt siyasal hareketinin gelişmesi, süreci tersine çeviremiyor. Kürt siyasal hareketi ilerici bir güçtür ama milliyetçi körlük nedeniyle ulusal kutuplaşmadan da beslenen bir dinamiğe sahiptir. Kürt siyasal hareketinin yörüngesinde dönülerek sürecin tersine çevrilemeyeceği gerçeği sürekli kendisini açığa vuruyor. Emperyalizm Kürt sorununun çözümünü Irak’ın ve Suriye’nin mahvolmasına bağladı. Bu süreç Türkiye’yi de tehdit etmektedir. Kürt siyasal hareketi bu tehlikeye dikkat çekilmesini Kemalizm-şovenizm görüyor. (7) ABD Kürt halkına diğer halkların kahrolması pahasına bir gelecek sunuyor. Bu yol sadece bölge halkları için değil Kürt halkı için de çok risklidir.

Türkiye solu ise ancak, başta Türk-Kürt kardeşliği olmak üzere, enternasyonalizm yoluyla gelişebilir. Biz Türk, Kürt, Ermeni, Rum, Arap her milliyetten Türkiye devrimcileri halklarımızın birbirini aşağıya iteceği değil yükselteceği yolu tutmalıyız. Bu yol Türkiye solunun Türkofobik etkiden  bağımsızlaşmasından ve cesur davranmasından geçiyor.

İlerici Türk ulusalcıları Kürt siyasal hareketine düşman olmamızı istiyor. Kürt siyasal hareketi ilerici Türk ulusalcılarına düşman olmamızı ve her şeyimizle onları izlememizi istiyor. Biz her iki kesimi de ittifakımız görüp bağımsız devrimci yolumuzda yürümeliyiz.

Türkiye solu kendi ilerici değerlerine sahip çıkmak için hiç değilse Kürt siyasal hareketinin ulusal kahraman gördüğü Şeyh Said’i anmasına bakmalı, halkın ilerici ve demokratik değerlerine korkmadan sahip çıkmalıdır. Kürtlerin ve Türkiye halklarının ulusal-demokratik hak ve özgürlüklerine saygılı, emperyalizme karşı mücadelede onlarla birlik halinde bir demokratİk halk kimliği yaratma mücadelesine devam etmelidir. Türk gerçekliğine sırt çevirmeyip ona yüzünü dönmelidir.

Türkiye solu ulusal bayrağa kırmızıyı görmüş boğa gözüyle bakarsa halktan kopar ve egemen güçler onunla çok rahat oynar. Bir ulusun kimliği egemen alçakların kimliğine indirgenmemelidir. Devrimcilik ve ilericilik, türkofobiklerin zannettikleri gibi sadece Türklerin dışımdaki halklara özgü bir  erdem değildir. Kaldı ki halkımız emperyalizme karşı ilk başarılı kurtuluş savaşını yapmış, dünyada devrimciliğin, ilericilerin başını çeken Sovyetler Birliği’nin en yakın müttefiki olmuş, bağrından 68 ve 78 devrimci kahramanlarını çıkarmış, 16 Haziran 1970’te ve 2013 Haziran direnişinde bayrağı faşizme karşı yükseltmiştir. 60 milyon insanı faşiste boyarsak karşı devrimcileri memnun ederiz.

Türkiye solu eğer anti-emperyalist bir devrimci yaklaşımla ulusun önderliğini ele geçirmeye önem vermezse bugünkü koşullarda Türklük adına çok kötü sonuçlar yaratacak bir süreç gelişecektir. Yurtsever duyarlılığı olan insanlara  bu bilinçle ve kendimize güvenerek gitmeliyiz. Onları faşizmin elinden kurtarabiliriz ve kurtarmalıyız. Türkiye’nin emperyalizm tarafından ezilen ve sömürülen bir ülke olduğu gerçeğini çeşitli boyutlarıyla anlamaları; ezilen milliyetlerin ve ezilen inançların demokratik özgürlüklerini savunmanın kendi özgürlüğümüzün temel koşulu olduğunu kavramaları için inançla ve ısrarla çalışmalıyız. Tarihimizdeki bütün ilerici ve direnişçi değerlere korkusuzca sahip çıkmalıyız. Barış, demokrasi, özgürlük isteyen her milliyetten devrimcileri Türkiye solunun toparlanmasına yardımcı olmaya çağırmalıyız. Türkiye’yi faşizme teslim etmeyelim. Türkiye; Irak ve Suriye durumuna düşmesin.

Türkiye solunu ve Türklere sevgi duyan Kürt, Arap, Rum, Ermeni vb her milliyetten arkadaşları Türkofobiye karşı duyarlı olmaya çağırıyoruz. Halklarımızın yücelmesinin yolu bağımsız ve güçlü bir Türkiye solunun yaratılmasından geçiyor.


*Bu yazı ilk olarak Odak dergisinin internet sitesinde yayınlanmıştır. Orjinal yazıya erişmek için tıklayın.

Notlar:

(1) Belli, Mihri. (1988). Rigas’ın dediği, İç savaş anıları. Dönem yayıncılık.

(2) Kıvılcımlı daha sonradan Kürt siyasal hareketine yaklaşan “Doktorcular” tarafından “amaca uygun” olarak yeniden yaratılacaktı.

(3) Ben de sosyalist harekete esas olarak yurtsever düşüncelerle katıldım. Türkiye’yi yönetenler kendilerinin Türkiye’yi ve Türkleri düşündüklerini bizleri ise Sovyetler Birliği’nin uşakları göstermeye çalışıyorlardı. Onların Türklük ve milliyetçilik edebiyatının ABD emperyalizmine hizmetkarlığa programlanmış olduğunu biliyorduk. Türk kimliğimizle barışıktık. Doğan Avcıoğlu, İlhan Selçuk, Uğur Mumcu, Şevket Süreyya gibi anti-emperyalist, halkçı ve laik yazarlarımızı ilgiyle okuyorduk. Bu aydınların milliyetçiliğindeki şovenizm bizi etkilemiyordu. Emperyalizme karşı verilmiş olan Kurtuluş Savaşı’nı, Ermenilere ve Rumlara düşmanlık duymaksızın, sahipleniyorduk. Kürt halkı başta olmak üzere ulusların hak eşitliğini zorlanmadan kabul etmiştik. Saflarımızda Aleviler ve Kürtler özellikle sevgi ve saygı görürdü. Ermeni arkadaşlarımızla ve Türkiye’nin halklar mozaiği olmasıyla gurur duyuyorduk. İran ve Arap devrimcilerine ilgi duyuyorduk. Nazım Hikmet, Enver Gökçe, Ahmet Arif, Can Yücel gibi şairleri okur Ruhi Su, Zülfü Livaneli, Şıvan Perver  gibi sanatçıların türkülerini dinlerdik. Mustafa Kemal’in ilerici ve anti emperyalist yönlerini taktir ederdik. Marks, Engels, Lenin, Stalin, Dimitrov, Mao, Ho Şi Mihn, Fidel Kastro, Che Guevara ve dünyanın diğer devrimcileri ise en çok önem verdiğimiz insanlardı. Marksizm bize kendi ülkemizi ve halkımızı derinlemesine incelememizi ve ilerici değerlerimize sahip çıkmamızı tavsiye ediyordu. Kürt hareketi ile 1979 yılında hapishanede karşılaştım. Onunla devrimci yakınlık kurmakta zorlanmadık. 1980 sonrası gelişen sol liberalizme Kürt hareketinin 1984 yılında başlattığı direnişi mücadeleye bağlılık görüp sevinçle karşılayanlar arasında olduk. Bugün bizleri sosyal-şovenizmle suçlayan ezilen ulus sosyalistlerinin çoğu o zamanlar Kürt hareketiyle kanlı bıçaklıydı ve hatta onu faşist görüyordu.

(4) Yanardağ, Merdan. (2019). Liberal İhanet. Kırmızı Kedi Yayınevi.

(5) Kürt halkına karşı ilgisiz ve sosyal şoven gösterilen Türkiye solu anti-emperyalist görmediği Türk ulusal hareketlerinden de uzak durdu. Balkanlar’da, Orta Asya’da ve Ortadoğu’da bu türden hareketler az olmamıştır. Türkiye solu emperyalizmin dünya Türklerini birleştirme demagojisine karşı mücadele etti ve ırk temelindeki Turancı örgütlenmeye karşı durdu.

(6) Can, Ç. (1987). Sosyalist Hareketin Yakın Geçmişi ve Bugünü. Direniş Yayınları.

(7) Kürt siyasal harekete gene de pragmatiktir. Ne istediklerini bildikleri için onlarla daha kolay konuşulabilir. Çoğu Kürt siyasal hareketinin yörüngesindeki türkofobik sosyalistler ise genellikle bağnaz tutumdadırlar.