Ulus-Devletin Yavaş İntiharı: Doksanlı Yıllarda Türk-İslam Sentezi

Tahmini Okunma Süresi: 8 dakika

Ulus-devletin yavaş intiharı diyebileceğimiz bir süreci ulus-devleti savunduğunu iddia eden bir siyaset gerçekleştirdi. Bunu bu yazıda daha somutlaştırarak Türk-İslam Sentezi olarak adlandırmayı denedim. Burada Türk-İslam Sentezciliği 70’lerdeki entelektüel geçmişinden ayırarak doksanlı yıllarda devlete egemen olan bir siyasal fraksiyon olarak yeniden konumlandırıyorum. Sanılanın aksine Kemalizmin ve Kemalistlerin bu yıllardaki etkilerinin daha zayıf olduğunu, olan bitenin bir biçimde devlet içi güç mücadeleleri etrafında şekillenen bir devlet kurucu şiddet olduğunu tarif etmeye çalıştım.

Önceki yazıyı tamamlayıp yayına verdikten 1-2 gün sonra Sedat Peker’in -bugün artık herkesin malumu olan- ifşaatları her yere yayıldı. Peker, AKP’nin dış politikadaki savrulmalarından, eski Türkiye’nin güvenlik bürokrasisi aktörlerinin başkanlık rejiminde yeniden egemen konuma gelişine birçok konuda bilinmeyenleri açıklıyor. Bir yandan da sözümona eski Türkiye’nin o Türkiye’ye de muhalif olanların zaten farkında olduğu karanlık yüzünü açık ediyor. Kutlu Adalı ve Uğur Mumcu cinayetiyle ipucunu verdiği bu genel tablonun baş aktörleri arasında güvenlik bürokrasisinin merkezinde ve çeperlerinde kendine yer tutmuş olan Türk milliyetçisi (Türk-İslam Sentezci) olduğunu iddia eden aktörler olduğu anlaşılıyor. Bu yazıda kısaca Türk-İslam Sentezi’nin doksanlı yıllar Türk siyasetinin egemen formu halini almasında etkili olan siyasal şiddetin boyutlarını tartışmaya açacağım. Bu siyasal şiddetin temsilcileri, mağdurları ve itirafçılarından oluşan bir tablo ile 12 Eylül sonrası temel çatışma ve çelişkinin nereye düştüğünü yeniden tarif etmeyi deneyeceğim.

Bir Devlet Kurucu Şiddet Dönemi Olarak Doksanlar

İlk yazıda ulus devletin bizzat onu korumak iddiasıyla yola çıkanlar tarafından çıkmaza sokulduğunu ve bunun yavaş intihar kavramı ile açıklanabileceğini ileri sürmüştüm. Doksanlı yıllarda Türkiye’de gördüğümüz de bir ölçüde budur. Esas itibariyle 12 Eylül sonrası neoliberalizmin yerleşmesi sürecinde Türkiye’de yeni bir devletin inşa edildiğine tanık olmaktayız. Zürcher’in de tarif ettiği gibi 12 Eylül 1980 ile kurulan devlet bir “Üçüncü Cumhuriyet”ti[1]. Anayasası, yeni siyasal iklimi ve aktörleriyle yeni bir devletin kuruluş sürecine tanıklık ettiğimizi anlamak gerekir. Bu dönemde yaşanan hadiseler de devlet kurucu şiddet kavramı aracılığıyla anlaşılabilir. Zira her devlet rejimi, sistemli hale gelebilmek için iki ayrı kurucu şiddete yer verir. Bunlardan ilki devletin bağımsızlık savaşı ve sonrasındaki mücadeleleri temsil eden resmi kurucu şiddetidir. Diğeri ise, kitlelerin ajite ve mobilize edilmesi vasıtasıyla elde edilen gayrıresmi kurucu şiddet olarak adlandırılabilir. Devletin kurucu şiddete kitleleri dahil etmesinin farklı sebepleri vardır. Bunlardan en önemlisi, devletin kendi uygulayacağı resmi kurucu şiddete kitleleri hazırlamak ve bu şiddeti meşru kılmak için kitlelerin desteğini almayı amaçlamasıdır. Kitlelerin verdiği destek elbette karşılıksız değildir, belli çıkar motivasyonlarına da dayanabilir. Ancak özellikle gayrıresmi şiddetin ortaya çıkışı, devlet şiddetinin yıkıcı etkilerini görünmez kıldığı gibi kitleleri de bu şiddete bir biçimde zihnen ve fiilen ortak kılar[2]. Devletin uyguladığı resmi şiddetin bir diğer fonksiyonu da devletin ideolojik aygıtlarının başaramadığı bir işi gerçekleştirmesidir. Bu da devletin zihinlerde güçlü ve haklı bir kurucu özne olarak yerleşmesine katkı sağlamasıdır. Şiddetin yakıcı ve korkutucu etkisi ile devleti sorgulama potansiyeli olan sıradan yurttaşlar bu potansiyeli yitirerek devlet gibi düşünmeye koşullanırlar. Bu sayede devletin tanımladığı ötekiler toplum için de öteki haline getirilir. Bu süreçte ideolojik koşullanmanın yanı sıra şiddetin yıkıcı etkilerini hesaba katmak gerekir. Neoliberalizmin atomize ettiği, birbiriyle konuşmaktan ve örgütlenmekten giderek çekinen bireylerin zihninde ortak hafıza ve tarihin üretimi baltalanmış, bu süreçte devlet şiddetinin tayin ettiği anlatıya dahil olmayı daha tercih edilebilir bulmuşlardır[3].

Doksanlı yıllar Türkiye’sinde 12 Eylül sonrasında kurulan yeni devletin belirlediği yeni ötekilerin resmi ve gayrıresmi devlet şiddetinin hedefi haline geldiği bir ortamı görmekteyiz. Esasında bu ötekilerden bir kısmı eski devletten de tevarüs edilmişlerdi. Özellikle sosyalist hareket ve Kürtlerin ötekiliği, Kemalizm’in ve Kemalizm sonrası Türk siyasi hayatının başat unsuru olmuştur. Açıkçası 28 Şubat dönemini milat olarak kabul eden yaklaşımları bir ölçüde kenarda tutmaya çalışacağım. Zira İslamcılığı merkeze alan ve Türkiye tarihini İslamcı demokratlar ve ceberrut Kemalistler arasındaki bir mücadeleye endeksleyen klasik sol-liberal anlatıyı farklı bir eleştiriye tabi tutmayı hedefliyorum. Bir yandan da bu anlatının bir mecburiyetten doğduğunu belirtmek gerek. Devlet içindeki farklı fraksiyonların iktidar mücadelesinin su yüzüne vuran görünüşlerinden derlenerek oluşturulan bu anlatı biraz da akademik yöntemin ispat metotlarına bağlı kalma mecburiyetinin de doğal bir sonucudur. Esasen devlet fraksiyonları arasındaki girift ilişkilere odaklanıldığı takdirde bu hikayeyi ters yüz etmek mümkün olabilir. Ancak baştan söylemeli ki bu zor bir iş. Çünkü alternatif bir tarih anlatısını kurabilmek için zaman zaman tarafların birbirini hedef gösterdiği (birinden biri muhakkak yalan olan) iddialara, zaman zaman çeşitli gazetecilerin araştırmalarına, zaman zaman da eski emniyetçilerin, mafya babalarının itirafvari yazı ve demeçlerine yaslanmak durumundayım. Bu da iddiamı ispat etme yöntemimi belli ölçüde akademik sınırların dışına taşırıyor. Ancak bütün hikayenin, hükümetlerden bağımsız bir vesayet unsuruna dönüşmüş Kemalistlerden halk desteğiyle iktidarı devralmış İslamcıların serüveni biçiminde popülist bir bakış açısına endekslenmesinin artık Türkiye’nin mevcut durumunu izah etme yeteneğini giderek kaybettiği kanısındayım. Zira bu türden bir tartışma biçimi herkesin zalim olmak için sırasını beklediği bir iktidar kuyruğunu zihinlerde canlandırıyor, bu yönüyle aktörlere normatif yaklaşım geliştirme hevesi yarattığından bir analiz sentez kapasitesi taşımıyor. Görünenin altındaki girift iktidar ağlarına girebilmek için ise daha informel verilerle hareket etmek gerekiyor. Bu durumun doğuracağı savrulmalara karşı okurları şimdiden ikaz ediyor ve anlayışlarına sığınıyorum.

Doksanlarda Türk-İslam Sentezi

Türk-İslam Sentezi, yetmişlerde bir aydın ideolojisi olarak tarif edildi ve entelektüel ortamlara egemen olmanın mücadelesini verdi. Eğitim başta olmak üzere, tarih, sosyoloji, ilahiyat gibi pek çok alana sirayet etti ve 12 Eylül’ün ardından kendine yasalarda ve politikalarda yer bulmayı da başardı. Ancak Türk-İslam Sentezi’nin kitlelere mal olması, devlet kurumlarında üretilen entelektüel bilginin biçim değiştirmesi ile mümkün değildi. Zira neoliberal dönemde devletin kurumları ve öğretileri giderek demode oluyor, kitleler daha ziyade popüler kültüre doğru bir akış içine giriyordu. Bu nedenle doksanlı yıllarda Türk-İslam Sentezi’nin kitleler nezdinde benimsenmesi devlet kurucu şiddet mekanizmaları ile mümkün olmuştur. Yani toplum bir biçimde dünyaya entegre olurken onu milliyetçi kabuller etrafında alarma geçirecek nüveyi ancak devlet kurucu şiddetin dağıtıcı ve yeniden toparlayıcı etkilerinde bulmuştur. Bu bakımdan doksanlı yıllarda bilhassa güvenlik bürokrasisindeki bir takım “çürük elmaların” bir takım “yoldan çıkmışların” eylemleri aslında o kadar da sapkın eylemler değildir. Bizatihi bu eylemler, bu eylemlerle hedef alınan kesimler ve kişiler doğrudan yeni devletin kuruluş dinamiklerini ve bu yeni devletin kuruluşuna iştirak edecek toplumsal kesimleri davet edici bir nitelik taşımaktadır.

Doksanların açılışı Kemalist aydınların ardı ardına hedef alındığı suikastler ve Madımak Katliamıyla yapıldı. Bu kanlı açılışın ardından gelen Manisalı Gençler davası, Metin Göktepe’nin öldürülmesi, Susurluk skandalı gibi gelişmeler devletin içinde bir takım yoldan çıkmış unsurların kafasına göre cinayetler işlediği ya da işlettiği düşüncesini doğurdu. Düne kadar bu cinayetler Fetullahçıların[4] kaleminden çıkarılmış bir senaryo dahilinde yine özünde ittihatçı-Kemalist olduğu varsayılan Ergenekon örgütüne ihale ediliyordu. Bugün bu anlatının büyük ölçüde kurmaca olduğunu gördüğümüze göre hikayeyi yeniden düşünmek gerekir.

Bugün Sedat Peker’in iddiaları aracılığıyla[5] bu suçların bir kısmının devletin içinde en üst görevlere gelmş kişilerin göz yummasıyla işlendiğini düşündüren emareler ortaya çıkıyor. Daha doğrusu ilk defa bir takım ezoterik adlandırmalar, suçluyu devlet yapısından sıyıran yaftalamalar yerine (derin devlet, çeteler vb.) doğrudan isim veren bir aktörle karşı karşıyayız. Üstelik Peker’in andığı isimler, rejim içindeki yetkilerini kullanarak, 1992’de emniyette Fethullahçı kadrolaşmaya yönelik açılan ilk soruşturmayı da sümen altı ediyor[6]. Yine Ahmet Şık’ın ortaya koyduğu gibi emniyet teşkilatında yoğun kadrolaşma darbeden sonraki ANAP iktidarları döneminde yaşanmıştı[7]. Bu yoğun kadrolaşma sürecinin ilerleyen yıllarda bir başka mevzi mücadelesini doğurduğunu, 2000’li yılların başında emniyet içindeki ülkücü kadroların fetullahçılar tarafından tasfiye edilme yoluna gidildiğini ise bizzat bu tasfiyelerin muhatabı olan Hanefi Avcı ve Sabri Uzun gibi eski emniyetçilerin yazdıkları kitaplardan anlıyoruz[8].

Güvenlik bürokrasisi içinde doksanlarda yaşanan yoğun sağcı kadrolaşma, doksanların sonuna doğru ganimeti paylaşmaya dönük bir güç mücadelesine evrildi. Özellikle 2002 sonrası Fethullahçıların gücünün pekişmesi bu mücadeleyi tek taraflı bir tasfiye haline getirdi. Kitleler bu güç mücadelesinin görünen yüzüne fetullahçı yargı mensupları ve emniyetçiler eliyle gerçekleştirilen Ergenekon, Balyoz, İzmir Casusluk davası gibi bugün pek çok insanın kumpas olarak nitelediği davalarda tanıklık etti. Ergenekon operasyonlarının ilk elde milliyetçi ordu mensupları (Veli Küçük, Muzaffer Tekin vb.) ile Kemalist öncüleri (Ergün Poyraz, Türkan Saylan vb.) ve ülkücü mafya babalarını (Sedat Peker, Alaattin Çakıcı vd.) aynı anda hedef alması bu bakımdan şaşırtıcı değildir. Bu topyekün “temizlik”, sol liberal bir okuma ile Gladio’nun tasfiyesi olarak tavsif edilecekti elbette. Kemalist aydınların yönlendirdiği, ülkücü milliyetçi güvenlik bürokratlarının icra ettiği, yine ülkücü mafyaların gayrıresmi kanadını yönettiği 100 yıllık bir şebeke olarak tarif edilen Ergenekon’un fetullahçıların devlete egemen olma girişiminin ürettiği bir anlatı olduğunu anlamak için 15 Temmuz tarihine kadar direnen zihinlerin çöküşünü bekledik. Bu direnci besleyen de bir ölçüde Kemalistlerin o yıllara kadar toplumun pek çok kesiminde biriktirdiği antipati duygusu idi. Elbette bu duygu, kendiliğinden oluşmuş değil. Özellikle 28 Şubat sürecindeki anti-demokratik tutumlar, ordunun siyasete müdahalesini gündelik bir hadise gibi yorumlayan yaklaşımlar, Kemalizm’i de arkaikleştirdi ve sorunlu hale getirdi. Ancak bugün serinkanlı bir analizle Ergenekonu bir güç mücadelesinin yüzeye vuran sonucu olarak yeniden yorumlamamız mümkündür. Doksanların da bu türden bir okumaya tabi tutulması pek çok açıdan yararlı olacaktır.

Esas itibariyle Madımak’tan doğu illerindeki faili meçhullere, Gazi Mahallesi’nden, Cumartesi Anneleri’ne, Manisalı Gençler’den, Metin Göktepe’ye kadar sosyalist ve muhalif kesimleri bastırmaya dönük pek çok eylemin içinde güvenlik bürokrasisinin farklı gruplardan gelen mensupları vardı. Bu kadrolar yine aynı ideolojik formasyona sahip yöneticileri tarafından özenle korunuyor ve aklanıyordu. Kemalistler dediğimiz grubu daha ziyade yargının, üniversitenin ve ordunun bir kısmında (orduda daha güçlü olmakla birlikte) görmekteydik. Hatta içerideki güç mücadelesinin bir yansıması olarak zaman zaman bu unsurlar Türk-İslam Sentezcilere karşı hamleler de yapıyorlardı. “Sürekli Aydınlık için Bir Dakika Karanlık Eylemleri”, belli bir noktaya kadar titizlikle yürütülen Susurluk Soruşturması gibi gelişmeler buna örnek gösterilebilir.  Elbette bu durum Kemalistlerin, egemen oldukları ya da olmadıkları devlet kurumlarındaki hukuk dışılığın önünü açan uygulamalardaki sorumluluklarını ortadan kaldırmıyor. Üstelik 28 Şubat süreci ve sonrasında yaşanan gelişmeler Kemalistlerin de bir tür can havliyle demokratik kamuoyunun taleplerine kulak tıkadığını gösteriyor. Ancak devlet şiddetinin topyekün Kemalist bir nitelik arz ettiğini düşünmek bugünü de yanlış tanımamıza ve çözümü yanlış bir sol liberalizmde bulmamıza neden olacaktır.

12 Eylül sonrası ortamın devlet kurucu şiddeti, kitleleri giderek sosyalist sol muhalefetten uzaklaştırmıştır. Üstelik aynı dönemde bilhassa PKK’nın eylemleriyle toplumda sola yönelik mesafe perçinlenmiştir. Bir şekilde ısrarla üstüne gidildiği için ortaya çıkarılan Manisalı Gençler davası ya da Metin Göktepe cinayeti dahi başlangıçta pek çok insan için devletin haklı bir eylemi olarak görülebilmiştir. Sosyalist muhalefet giderek yeni devletin de olağan şüphelisi haline gelmiştir. 12 Eylül’den evvel devlet katında yerleşen bu kabul doksanlardaki yoğun şiddet ile kitlelerin habituslerine işlenmiştir.

Sosyalist muhalefetin ve Kürtlerin bir biçimde kaybı esas itibariyle ulus-devletin ve bir arada yaşam ihtimalinin yavaş intiharı olarak değerlendirilmelidir. Zira Kürtleri batı metropollerinde tanıyarak dışlayan Türklük halleri, bu dönemde giderek güç kazanmış, sosyalist siyasal gruplar ve özneler de devletin yoğun şiddetinin hedefi olmaları bakımından bu toplumsal mesafeden nasibini almışlardır. Merkezde üretilen, savunulan ve kollanan bu şiddetin çeperlerde hangi gayrıresmi şiddet formlarını doğurduğunu örnekleriyle görmek mümkündür. Ancak bilinen en meşhur örneği Madımak Katliamı olarak gösterilebilir. Yine farklı kentlerde Kürtçe konuştuğu, Ahmet Kaya resmi baskılı tişörtler giydiği ya da sadece poşu taktığı için şiddete maruz kalan kişilerin varlığı bu gayrıresmi şiddetin boyutlarını da gözler önüne sermektedir.

Doksanlardan Çıkmak: Ulusun Yükselişi

Ulus-devletin yavaş intiharını ulus-devleti savunduğunu iddia eden bir siyaset gerçekleştirdi. Bunu bu yazıda daha somutlaştırarak Türk-İslam Sentezi olarak adlandırmayı denedim. Türk-İslam Sentezciliği doksanlı yıllarda devlete egemen olan bir fraksiyon olarak yeniden konumlandırıyorum. Sanılanın aksine Kemalizmin ve Kemalistlerin bu süreçteki etkilerinin daha zayıf olduğunu, olan bitenin bir biçimde devlet içi güç mücadeleleri etrafında şekillenen bir devlet kurucu şiddet olduğunu tarif etmeye çalıştım. Hatta bugün ortaya çıkan kimi iddialar bir takım Kemalistlerin dahi Türk-İslam Sentezcilerin hedefi olduğunu yönünde.

Bu kadar yoğun bir şiddet sarmalından çıkış yolu var mı? Bu sorunun net bir cevabını verecek cüreti kendimde bulamıyorum. Ama açıkçası ulusun sosyalizan bir yeniden formülasyonunun çözümün anahtarı olduğunu düşünüyorum. Doksanların ve genel olarak cumhuriyet tarihinin sol liberal bir okuması, bizi uzun erimli AKP iktidarlarına kadar getirdi. Bu bakımdan AKP’nin İslamcılığı seksenlerin Türk-İslam Sentezi’nin değil, doksanların Türk-İslam Sentezi’nin doğal bir sonucu olarak düşünülmelidir. O yıllarda gerçekleşen devlet kurucu şiddet o denli yorucu bir hal aldı ki, o şiddete bir şekilde destek veren ve onaylayan kitleler dahi ilk fırsatta o şiddeti ve o kadroları mahkum etti. Bu yanlış tanıma ve yanlış okumanın yerine yenisini inşa ederken, sol Kemalizme savrulmadan Kemalizmi içeren ve aşan bir ulus tasavvurunun yeniden güçlendirilmesinin doksanlardan gerçek çıkışı yaratacağını düşünebiliriz.

Metin Göktepe’nin yaptığı gibi emek sınıflarının Türkiye’nin ulusal egemenlik siyasetinde başat aktör olduğunu vurgulayan, Uğur Mumcu’nun izlediği şekilde Türkiye’nin “gerici istilaya” teslim olmamasını salık verebilen, Gezi’de, Soma’da, Boğaziçi’nde örneklerini gördüğümüz, kimlikler ve alt kimlik ekseninde ayrışmak yerine bu memleketin bir yurttaşı olarak eşek yerine konmama hakkını savunmada birleşen kitlelerin siyasal dilini kurmak bu sarmalı kıracak güç olabilir. Bunun da ancak sosyalizan eşitlikçi bir zeminde ulusun yeniden yorumlanması, bu yapılırken ulusun tarihindeki devrimci öznelerinin mücadele miraslarının yeniden değerlendirilmesi, İslam inancının taassuba ve karartılmaya değil, hesap sormaya ve şeffaflığa davet eden öğretilerinin hatırlanması, Türklüğün bu memleketin her bir insanını, ağacını, kurdunu, kuşunu, deresini ve boğazını insani bir sevgiyle, kendi doğasıyla barış içinde yeniden sarıp sarmalayacak şekilde tanımlanması ile mümkün olacağı kanısındayım. Halihazırda eşitlikçi olmayan, cinsiyetçi, emperyal, militarist ve kapitalist ulus tasavvurunun bizi bir yere götürmeyeceği aşikar. Zaten yoğun bir şiddet marifetiyle kurulan ve güçlükle ile ayakta duran bu harabeyi yıkalım ve yenisini kuralım.

Anlatılan bizim hikayemizdir.


[1] Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 405.

[2] Ümit Kurt ve Güney Çeğin, Kıyam ve Kıtal Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Devletin İnşası ve Kolektif Şiddet, s. 105.

[3] Şefik Taylan Akman, Devletin Şiddet Araçları Üzerindeki Tekelci Kontrolü ve Meşruiyet Sorunu 12 Eylül 1980 Sonrası Türkiye’de Ordu ve Meşruiyet, Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi, 2006, s. 247.

[4] Fetullahçıları, devlette görev almış pek çok siyasetçi ve bürokrat tarafından yıllarca alenen himaye edilmiş ve 15 Temmuz Darbe girişimi ile terörist nitelikleri kesinleşmiş bir dini cemaat olarak değerlendiriyorum. Bu yazıda devlet içi mücadelenin taraflarından biri olarak 15 Temmuz’a kadar yaşanan gelişmelerde Fetullahçılar, 15 Temmuz sonrası gelişmeleri ele alırken de FETÖ, FETÖ’cüler adlarıyla çağırmayı tarihsel açıdan daha uygun buldum.

[5] https://www.dw.com/tr/sedat-pekerden-mumcu-cinayeti-ile-ilgili-a%C4%9Fara-su%C3%A7lama/a-57634596

[6] Ahmet Şık, Paralel Yürüdük Biz Bu Yollarda, s.103

[7] Ahmet Şık, Paralel Yürüdük Biz Bu Yollarda, s.102

[8] Hanefi Avcı, Haliçte Yaşayan Simonlar Dün Devlet Bugün Cemaat, s. 415-435 &  Sabri Uzun, İn Baykal Kaseti Dink Cinayeti ve Diğer Komplolar, s. 30-41.

Mülkiyetçi Bireycilik ve Ölümlü Dünya

Tahmini Okunma Süresi: 8 dakika

Tablonun karanlığı bizleri çıkışsızlığa sevk etmesin. Bundan kurtuluşun yolu, bu düzenin ilişki ve üretim biçimlerinden sıyrılmaktan geçiyor. Yani büyüme odaklı devlet mekanizmalarının ve kapitalist piyasa ilişkilerinin karşısında antikapitalist müşterek toplumsal ilişkiler kurmalıyız. Karşılıklı olarak birbirimize bağımlı olduğumuzu, kırılganlığımızı ve acziyetimizi görünmez hale getiren, bakım emeğini değersizleştiren mülkiyetçi bireyciliğimiz ve tekno-kapitalizm ile hesaplaşarak, bakım odaklı, birbirimizi gözeten ve yeryüzü ile insan yaşamını hep birlikte gözettiğimiz, toplumsal ilişkileri kurmalıyız.

Covid-19 salgını bir yandan insan hayatının, gündelik yaşamımızın öte yandan devletlerin, altyapı sistemlerinin ve uluslararası düzenin kırılganlığını ve acziyetini dünya çapında bir kez daha görünür hale getirdi. Yeryüzünde birlikte var olduğumuz milyonlarca farklı türden biri olan gözle göremediğimiz bir virüs yüz milyonlarca insanın hayatında, devletlerin ve kapitalizmin kurulu düzeninde ciddi bir sarsıntıya yol açtı. Kimileri bu virüsün bir laboratuvar ürünü ya da insan yapımı olduğu iddiasını dile getirebilir, ancak unutulmamalı ki insan denen varlık dünya ekosisteminin bir parçası. David Harvey’in söylediği üzere dünyanın en yapılaşmış şehirlerinden olan “New York’ta doğal olmayan hiçbir şey yoktur”,[1] başka bir deyişle, insanın yapıp ettikleri de doğaya ve yaşama dahildir.

Yeryüzünün tarih boyunca yaşadığı jeolojik dönüşümlere baktığımızda sanayi devriminden bugüne devam eden süreç İnsanlık Çağı, Antroposen olarak adlandırılıyor. Son iki yüz yıl içinde insanların yapıp ettikleri yeryüzünün jeolojik yapısını değiştirecek boyutlara ulaşmış durumda; insanlık tarihte hiç olmadığı kadar yeryüzünün dengesini zorluyor, kapitalizm fethedilmemiş hiçbir ücra bırakmıyor, bununla da yetinmeyerek sömürgeci keşifleri hatırlatırcasına uzaya yerleşme peşinde. Bu göz alıcı hudutsuzluğa ve kudrete rağmen insan, ölümü ve hastalıkları aşamıyor. Kimilerine göre devletleri ve dünyayı perdeler arkasında parmağının ucunda döndüren İlliminati’nin gediklisi Rockefeller ailesinin reisi David Rockefeller 100 yaşında, kendine koyduğu 200 yıl yaşama hedefinin daha ilk yılında organ yetmezliğine yenik düştü. Dünyayı hükmetmeye adaydı ama kendi bedenine söz geçirmeye kifayet edemedi. Aslına bakılırsa pek çok insanın en temel mülkü olarak gördüğü bedenlerimizin bile mutlak sahibi değiliz. Yapılan çalışmalar bedenimizi milyonlarca bakteri ile paylaştığımızı göstermektedir. Yani bedenlerimiz pek çok canlıyı barındırmakta ya da daha doğrusu, bütün ve tek parça olarak gördüğümüz vücutlarımız pek çok canlının varlığı ile hayat bulmakta. Öte yandan hepimiz doğumumuzdan itibaren belli bir vakte kadar birilerinin bakımına muhtaç olarak bugünlere ulaşabildik. Aslında beşikten mezara yaşadığımız hayatın devamlılığı ve yeniden üretimi için birbirimize bağımlıyız; ancak Federici’nin belirttiği üzere küreselleşme ve kapitalizm ile birlikte küresel düzeyde birbirimize bağımlılığımız giderek artmasına rağmen buna dair olan körlüğümüz de gittikçe derinleşti.[2] Peki, birbirimize olan bağımlılığımıza ve fani, kırılgan varlığımıza dair bu körlüğün sebepleri nedir? Bunun üzerine kafa yormak ibadet kapsamındaki tefekkür bahsine dahil edilebilir kanaatindeyim.

Bu bağlamda liberal paradigmanın ve içinde yaşadığımız tekno-kapitalist maddi düzenin dünyaya ve kendimize bakışımız, kavramlarımız ve eyleyiş biçimlerimiz üzerindeki hakimiyetini göz önünde bulundurmak gerekir. Liberalizmin temel saiklerinden biri C. B. Macpherson’un adlandırılmasıyla “sahiplenici-mülkiyetçi bireycilik”tir.[3] Bu anlayışa göre mülkiyet hakkı kutsal ve en temel haktır ve herkesin en temel mülkü kendi bedenidir. Pek çok mücadeleye sirayet etmiş olan liberal haklar siyaseti de temelde mülkiyet hakkına dayanmaktadır. Bedenimizin sahibi olmamız dolayısıyla başkasının bedenine dokunmadıktan yani başka mülkiyet alanlarına müdahil olmadıktan sonra bedenimiz üzerindeki tasarruf hakkımız kısıtlanamaz, örneğin bir dile sahip olduğumuz için konuşma özgürlüğümüzün kısıtlanması mülke tecavüzdür. Bedeni, sınırları olan şahsi bir mülk olarak görmek neoliberalizmin ve kapitalizmin pompaladığı kimseye muhtaç olmayan, kendine yeten, bağımsız ve özgür birey yanılsamasını ve arzusunu yükseltiyor. Hiç kimseye minnet duymamak bir erdem haline geliyor.

Bu özgür birey heyulası ve birbirimize karşı bağımlılığımıza ilişkin körleşmenin “mülkiyetçi bireycilik” ile kapitalizmin kesişimindeki bir diğer boyutu ise emek gücünün metaya dönüştürülmesidir. Kapitalizm ile birlikte “özgür” bireylerin emekleri, para ile mübadele edilen bir meta haline geldi. İnsanların hayatta ihtiyaç duyacakları neredeyse her tür nesnenin ve hizmetin satın alınabilir bir metaya dönüştüğü bir dünyada yaşıyoruz. Farklı türden insan emekleriyle ortaya konulan ürünler, para ile ölçülen soyut bir insan emeğinin karşılığı haline gelmekte ve böylece ürünler onları üreten insanlardan bağımsızlaşarak kendinde bir değere sahipmişçesine bir varlık kazanarak fetişleşmektedir. “Emek ürünlerinin etrafında bir sis tabakası yaratan büyü ve esrar”[4] dolayısıyla birileri için sahip olunabilir metaların başkalarının sömürülmesi ya da hayatları pahasına ortaya konulduğu görünmez hale gelir. Küreselleşme nesnelerin dolaşımını, insanların iletişim ve ulaşımı hızlandırırken üretim ve tüketim döngülerinin arasını açarak bu krizi derinleştiriyor. Ülkemizde 2000li yılların başında uluslararası markaların kumlanmış kotlarını satın alan birçok insan, bu metaların İstanbul’un merdiven altı atölyelerinde üretim biçimi dolayısıyla silikosiz hastalığına yakalanan işçilerin canları pahasına üretildiğinden bihaberdi.

Benzer bir sorunla, yaşamın şer’i kaidelere göre tasarrufundan çıkıp bir tüketici trendine dönüşen “helal gıda” anlayışlarında da karşılaşıyoruz. Yediğimiz çikolatanın içinde domuz yağı olup olmadığına bakarken, bu metanın kakao çekirdeğinin yetiştirilmesinden çikolatanın imaline kadar nasıl üretim ilişkilerinden geçtiği, önümüze kimlerin haklarının yenerek geldiği bir fıkıh problemi edilmez. İşin aslı meta fetişizmi ve bunu üreten kapitalizm sistematik düzeyde “kul hakkı” yaratmaktadır. Tabi bunun görünmez hale gelmesi sadece bir bilgi sorunu değil. “Para dolayısıyla eşit bir mübadele varmış gibi hissederiz. Para sömürü ilişkisini örtbas eder.”[5] Bu durum satın alabilme gücüne sahip olanların diğer insanlara olan bağımlılığını görünmez hale getirmekte, yaşamını idame ettirebilmek için emek gücünü satmak zorunda kalanlar karşısında sermayedarlara müstağni, bağımsız bir pozisyon sağlamaktadır. Buna karşın hayatın devamlılığını mümkün kılan ve gündelik hayatın döngüsünü sağlayan emeklerin birçoğu sanki kendiliğinden gerçekleşiyormuşçasına önemsizleştirilmekte ve bu emeklere karşı toplumsal bir kayıtsızlık sergilenmekte. Ancak pandemi döneminde de şahit olduğumuz üzere bazı işler var ki bir an dursalar hayatın felce uğraması an meselesi; her gün şehirleri temizleyen çöpçüler, siparişlerimizi teslim etmek için koşturan kargocular, gıda üretimi yapan çiftçiler, en temel insan ihtiyaçları için üretim yapan işçiler, sağlık çalışanları, evlerin içinde yeniden üretim emeğini, bakım hizmetini ortaya koyan kadınlar.[6] Hayatın esenliği ve kendini tekrar üretmesindeki bu en temel işlerin çoğu zaman varlıklarını ve kıymetlerini düşünmekten aciz kalıyoruz, tersine insanlığın ve yeryüzünün esenliğine dönük üretim yapmaktan, katkı sağlamaktan uzak David Graeber’in ifadesiyle “boktan işler”in ya da “tırışkadan işler”in el üstünde tutulduğu bir dünyada yaşıyoruz. Graeber şöyle demişti: “eğer nüfusun %1’i kullanılır varlıkların çoğunu kontrol ediyorsa, piyasa dediğimiz şey sadece onların önemli veya işe yarar bulduğu şeyleri yansıtır, başkalarınınkini değil”.[7]

Bugünlerde de ellerindeki sermaye ile yeryüzünü işgal etmiş ultra zengin sermayedarların uzay yolculuklarını izliyoruz. Kapitalizmin ağa babaları uzaya çıkma yarışı içinde, kapitalizmin yeryüzünde durmadan yeni felaketler yaratması sürdürülemez bir boyuta doğru giderken sömürünün devam edebilmesi için yeni mekanlar ve kaynaklar keşfetmenin peşindeler, tabi tek motivasyon bundan ibaret değil. Geçtiğimiz günlerde uzaya çıkan patronlardan biri, giderken kovboy şapkasıyla poz veren Jeff Bezos. Sahibi olduğu Amazon şirketinde kendisine servet kazandıran emekçileri insani çalışma koşullarına uymayan uzun çalışma saatleri ve düşük ücretler ile çalıştıran, işler yavaşlamasın diye en temel insani ihtiyaçları yok sayan, pandemi sürecinde insan sağlığını hiçe sayarak işçilerine zulmeden bir patron. Peki, bu durumun ana sebebi sadece kişinin para yığma arzusu ya da cimrilik olabilir mi?  Emekçilerin ürettiği değere alabildiğine el koyan bu kişi eşinden boşanmak için yaklaşık 38 milyar doları gözden çıkarmaktan geri kalmıyor. Burada işaret etmek istediğim şu ki; kapitalizm bir istifçilik sorunu değil, sömürü temelli bir iktidar ilişkisidir. Bu bağlamda insanlık tarihi boyunca meselenin devamlılık gösteren boyutu bir kısım insanın diğer insanların üretim ve yeniden üretim emeklerini gasp ederek, onları zayıf bırakarak sanki kendinden bir üstünlüğe sahipmişçesine yeryüzünde ilahlığa kalkışma girişimidir. Sermaye sahipleri yarattıkları ayrıcalıklı haklar ve konumlar ile başka insanların emeklerine olan bağımlılıklarını görünmez hale getirerek kendi erişilemez pozisyonlarını tahkim ederler. Mısır’daki Firavunlar insanları ölümü pahasına çalıştırarak piramit inşa ettiriyordu, bugün bu ihtişama denk düşen ayrıcalık da yeryüzündeki fanilerin dertleri ile muhatap olmaktansa uzaya çıkıp insanlığı üstten seyretmek olsa gerek.

Her ne kadar kapitalist şirketlerin yeryüzünün esenliğini gözetmek ve birbirimize bağımlılığımız çerçevesinde insanca bir yaşamı umursamak gibi bir derdi olmasa da kendilerini “bakımla aklamak”tan[8] geri durmazlar. Toplumu umursadıkları yönünde pr çalışmaları ve sosyal sorumluluk projeleri ile boy gösterirler. Türkiye’de bunun en çarpıcı örneği modern tefecilik olan ve insanların boğazlarına kadar borçlanmasını mümkün kılarak gelecekleri üzerinde ipotek kuran bankaların hayır kurumu rolü yaptıkları reklam filmleridir. Bankalar kendilerini toplumu savunan, toplumsal bağları kuvvetlendirmek ve yeşertmek için çalışan, insanları gözeten, onları karşılıksız destekleyen kurumlar olarak sunmaktadırlar. En azından Akbank’ın 2001 yılındaki “Gerçek dostluk ömür boyu sürer”[9] reklam filminden beri bankalar “iyi duyguların” kaynağı, mutluluk yayan ve insanların hayatını abat eden iyilik elçileri olarak sunulmakta ve böylece toplumun ve insanların umursanmak, yardımlaşmak, gözetilmek yönündeki arzularını hikayelendirerek, fantaziler yaratmaktadırlar. Bu noktada şirketleri bir kenara koyalım ve dünyanın her yerinde insanların vatandaşlık bağı ile bağlı olduğu, kağıt üstünde vatandaşlarının yaşamını korumayı ve yüceltmeyi hedefleyen devletlere bakalım ne görüyoruz?

Devlet mekanizmalarının ve bu mekanizmaları yöneten siyasi ve ekonomik elitlerin toplumun bütününün esenliğini gözetmedeki acziyetini ve umursamazlığını görmek için dünyanın gıpta ile bakılan en “gelişmiş” ve “ileri” devletlerinin “doğal afetler” karşısındaki durumuna bakalım. Daha geçtiğimiz günlerde Almanya’da yaşanan sel felaketinde 160’ın üstünde insan can verdi ve hala sel sırasında kaybolan pek çok kişinin aramaları devam ediyor. Kanada’da ise son bir ay içinde sıcak havalardan dolayı sekiz yüzden fazla insan vefat etti ve yüzbinlerce deniz canlısı öldü.  Bu faciaları “doğal afet” olarak adlandırmak bu olayların ortaya çıkışlarındaki ve yarattığı etkilerdeki politik, ekonomik, çevresel ve toplumsal boyutları görünmez hale getiriyor. Açıkça görüldüğü üzere yaşam kalitesi anketlerinde dünya sıralamasının en üstlerinde yer alan, teknoloji konusunda dünyaya öncülük yapma iddiasındaki devletler yaşanan bu felaketler karşısında kendi vatandaşlarının hayatını korumaktan aciz ya da böyle bir dertleri yok. Daha doğrusu bu felaketlerin bu şekilde cereyan etmesinin müsebbibi hakim kapitalist sistem ve ona uyumlu şekilde sürekli büyüme hedefli yol alan devletlerin politikalarıdır. Kapitalist ve büyüme odaklı sistemler sürekli olarak kar odaklı çalışmakta, üretimi ve tüketimi alabildiğine arttırmak temelinde ilerlemektedir; metalaşmaya hizmet etmeyen, büyümeyi geciktirecek ya da engelleyecek durumlarda toplumu ve yeryüzünü gözetecek çabaları geri plana atarlar. Kanada’daki sıcaklık sorununu irdelediğimizde ısı kubbesi ya da ısı adası etkisi kavramıyla karşılaşıyoruz. Buradaki mesele bugün şehirlerimizi ve dünyamızı yapılandıran ana malzemeler olan beton, asfalt ve karbon salınımı gibi durumların toprak ve bitkilerin aksine güneşten gelen ısıyı tutarak sera etkisi yaratmasıdır. Adeta Rûm suresi 41. ayeti yaşıyoruz; “İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu”.

Ancak bu anlatı “hepimiz aynı gemideyiz” yanılsamasına yol açmamalı. Ekolojik felaketlerin yol açtığı sonuçlar genellikle ekonomik ve politik eşitsizlikleri derinleştiren bir yönde ilerliyor. Ulus-devlet sınırları içinde yoksulların, işçi sınıfının, madunların yaşadıkları bölgeler bu felaketlerden daha çok etkileniyor, çünkü bu felaketleri tetikleyecek kirliliği yaratan faaliyetler, zenginlerin yaşadığı bölgelerin dışına sürülerek, buralarda konumlanmış ve altyapı yatırımları da o düzeyde es geçilmiştir. Aynı zamanda felaketler sonrasında, egemenler için demografik ve mekansal olarak yeni yapılaşma fırsatları oluşur ve eşitsizlikler daha da derinleşir. Neil Smith 2005 yılında Katrina Kasırgası ile Amerika’da bu sürecin nasıl cereyan ettiğini çok sarih bir biçimde anlatır.[10] Ölçeği büyüttüğümüzde aynı durumun bir benzerini uluslararası boyutta görmekteyiz. Ekonomik yetersizlikler içinde olan ülkeler yaşanan felaketler karşısında çok daha kırılgan olmakla birlikte, ucuz iş gücü ve vahşi kapitalizme açık koşullar dolayısıyla “gelişmiş” ülkeler kendi sterilliklerini bu ülkeleri kaynaklarını ve emek gücünü sömürerek ya da çöplük olarak kullanarak sağlarlar. Türkiye’nin dünyanın farklı yerlerinden plastik çöpü ithal etmesi bu minvalde düşünülebilir.

Ekonomik eşitsizlikler bağlamında ise dünyanın en büyük ekonomisine sahip ülkelerinde de toplumun alt kesimlerinin devletler tarafından umursanmadığı, gözetilmediği yakıcı bir gerçek olarak karşımızda duruyor. 2021 yılı itibariyle Amerika’da ekonomik yetersizlikleri dolayısıyla sokağa düşmüş, evsiz kalmış insan sayısı 500 binin üzerinde ve asgari ücretle çalışan bir işçinin ülkenin çoğu yerinde tek yatak odalı bir ev kiralayabilmesi için en az maaşının yarısını ev kirasına vermesi gerekiyor.[11] İngiltere’de ise kira verecek durumu olmayan pek çok kadın, ev sahiplerinin fuhuş karşılığında konaklama sağlaması gibi rezil tekliflerle yüzleşmek zorunda kalıyor.[12] İngiltere’de devlet ve bürokrasinin emekçi sınıfı ve madunları nasıl daha da dibe çektiği ve bu hayatı bir işkencehaneye dönüştürdüğü, Ken Loach’un sigorta sisteminin müşteri hizmetleri ve çağrı merkezleri arasında aklını yitirme raddesine gelen bir işçinin hikayesini anlattığı “I, Daniel Blake” filminde çok gerçekçi ve tahammülfersa bir duyguyla tasvir edilmektedir.

Tablonun karanlığı bizleri çıkışsızlığa sevk etmesin. Bundan kurtuluşun yolu, bu düzenin ilişki ve üretim biçimlerinden sıyrılmaktan geçiyor. Yani büyüme odaklı devlet mekanizmalarının ve kapitalist piyasa ilişkilerinin karşısında antikapitalist müşterek toplumsal ilişkiler kurmalıyız. Karşılıklı olarak birbirimize bağımlı olduğumuzu, kırılganlığımızı ve acziyetimizi görünmez hale getiren, bakım emeğini değersizleştiren mülkiyetçi bireyciliğimiz ve tekno-kapitalizm ile hesaplaşarak, bakım odaklı, birbirimizi gözeten ve yeryüzü ile insan yaşamını hep birlikte gözettiğimiz, toplumsal ilişkileri kurmalıyız. Butler ve Athanasiou “mülkiyetçi bireycilik”e bir itiraz olarak “mülksüzleşmeyi” önermektedir; “egemen benliğin malikiyetinden feragat anlamında mülksüzleşme”, benlik dediğimiz şeyin toplumsal olarak üretildiği, karşılıklı bağımlılıklar içindeki varlıklar olduğumuzun idrakine varmak.[13]

Bir sonraki yazıda İngiltere merkezli Bakım Kolektifi’nin manifestosundan ilham alarak birbirimizi gözettiğimiz bir bakım toplumunun nasıl mümkün olabileceği, bunun nasıl bir alternatif yaratabileceği, içinde bulunduğumuz kapitalist ekonomide ve oligarşik devlet egemenlikleri altında bakım odaklı ilişkiler ve müşterekler inşa etmenin gerilimleri ve olası sorunlarına değinerek, müteşekkir varoluş bilinci[14] içinde diğerkâmlığı şiar edinmiş bir ulus tahayyül etmenin yollarını arayacağım.


* Yazıya katkıları dolayısıyla değerli dostlarım Yunus Babacan, Mustafa Emin Büyükcoşkun, İlker Cörüt ve Uğur Altun’a müteşekkirim.

[1] David Harvey, Justice, Nature, and the Geography of Difference, (Cambridge, MA: Blackwell, 1996).

[2] https://tr.boell.org/tr/2014/11/19/feminizm-ve-musterekler-politikasi.

[3] C. B. Macpherson, The Political Theory of Possessive Individualism: From Hobbes to Locke, (Oxford University Press, 1962).

[4] Karl Marx, Metanın Fetiş Karakteri ve Bunun Sırrı, Kapital: Ekonomi Politiğin Eleştirisi Cilt 1 içinde, (Yordam Kitap, 2011, çev. Mehmet Selik ve Nail Satılgan).

[5] Neoliberalizm ve Refah: Susanne Soederberg ile Söyleşi, 2021. https://textumdergi.net/neoliberalizm-ve-refah-susanne-soederberg-ile-soylesi/.

[6] Buradaki ifadem ile eviçi emeği kadınlığın “doğal” bir parçası ya da kadınlara ait bir görev olarak görmediğimi belirtmek isterim. Yeniden üretim emeğinin ve ev içi emeğin bugüne kadar çoğunlukla kadınlar tarafından yerine getirildiğine dair tarihsel bir tespite dayanıyorum, öte yandan yukarıda referans verdiğim Federici makalesindeki düşünceleri takip ederek siyasi aktivizm ile gündelik hayatın yeniden üretimi arasındaki sınırların ortadan kaldırılarak bakım emeğinin kolektifleştirilmesinde ve müştereklerin inşasında tarihsel konumları gereği kadınların potansiyel öncü rolüne işaret etmek isterim. Bir sonraki yazımda bu konuya farklı boyutlarıyla değinmeye çalışacağım.

[7] https://vesaire.org/boktan-isler-fenomeni-uzerine/. David Graeber, Tırışkadan İşler, (Everest Yayınları, 2021, çev. Burak Esen).

[8] Bu kavramı bir sonraki yazımda daha geniş şekilde yer vereceğim “Bakım Manifestosu: Karşılıklı Bağımlılık Politikası” (Dipnot Yayınları, 2021, çev. Gülnur Acar Savran) isimli kitaptan alarak kullanıyorum.

[9] https://www.izlesene.com/video/akbank-gercek-dostluk-omur-boyu-surer/8408799.

[10] N. Smith (2006). “There’s No Such Thing as a Natural Disaster”. https://items.ssrc.org/understanding-katrina/theres-no-such-thing-as-a-natural-disaster/.

[11]https://edition.cnn.com/2021/07/15/homes/rent-affordability-minimum-wage/index.html. https://www.npr.org/2021/03/18/978244891/hud-growth-of-homelessness-during-2020-was-devastating-even-before-the-pandemic.

[12] https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-43242346.

https://tr.euronews.com/2020/05/22/kira-yerine-seks-covid-19-surecinde-kirac-lara-yonelik-cinsel-taciz-vakalar-artt.

[13] Judith Butler ve Athena Athanasiou, Mülksüzleşme: Siyasaldaki Performatif, (Metis Yayınları, 2017, çev. Başak Ertür).

[14] Bu kavramsallaştırmada temel referans noktam “müteşekkir varoluş bilinci”ni bir mücadele bilinci olarak konumlandıran Yurtseverce Sözümüz metnidir. https://yurtseverce.com/yurtseverce-sozumuz/.

Diyar-ı Rûm Üzerine: Saltık’a İsmini Kim Verdi?

Tahmini Okunma Süresi: 5 dakika

Alpliğini erenlikle mezcetmiş Şerif Hamza, küffar ile ettiği sayısız cenklerden birinde, Alyon-ı Rûmî adındaki bir yiğitle düelloya girişir. Şaşırtıcı olmayan biçimde Alyon’u alt etmeyi başarır ve şayet İslâm’a gelecek olursa canını bağışlayacağını söyler. Alyon, Şerif Hamza’nın teklifini kabul eder, kendisine şahadet telkin edilir, Müslüman olur. Yaygın bir pratik olarak kendisine bir isim de verilir: İlyas. Rum diyarlı Alyon, Rum diyarının yeni sakini Şerif Hamza karşısındaki mağlubiyeti sonucunda “dönüşür”, artık adı İlyas’tır, bu isimle çağrılacak, bu isimle tanınacaktır. Fakat galibin mağlubu kendine benzetmesinde öyle çok şaşılacak bir taraf yok. Asıl ilginç olan, mağlup Alyon/yenice İlyas’ın, Şerif Hamza’ya kendi dilinde “kuvvetli” anlamına geldiğini söylediği “Saltık” ismini önermesidir.

Diyar-ı Rûm üstüne çok yazılıp çizildi. Fâtih’in, Bizans’ın başşehrini ele geçirmekle aynı zamanda “Roma İmparatoru” unvanını, kelimenin Doğu medeniyet dairesi içindeki adıyla “Kayzer-i Rûm” mertebesini elde ettiği (Bizans’ın “kahpe”liğinde bir ıskata gidilmeksizin) gurur vesikası olarak konuyla ilgili hemen her metinde kendine yer buldu. Keza Diyar-ı Rûm’un Türkeli-leşmesi süreci, tarihte karanlık kalmış noktalara ya da milletlerinin kazandığı demografik zaferlere düşkün olanlar tarafından sıklıkla ele alındı. Bu arada Kafadar da imdada yetişti, “Kendine Ait Bir Roma”[1] sayesinde hep aynı şeyleri duymaktan biraz solgunlaşmış, sararmış Diyar-ı Rûm meselesinin çehresine bir kan geldi, yanakları al al oldu. Bugün, Diyar-ı Rûm enikonu gürbüz bir çocuktur. Kimse yanından başını okşamadan, şöyle bir gözü ilişip “Maşallah!” çekmeden, mecaza ne hacet, temas etmeden geçmiyor. Bu yazı da ilgili temas etme isteğinden müstağni kalamamanın bir ürünüdür. Fakat öyle uzun boylu bir temasa kalkışacak hâli yok, yapacağı altı üstü Diyar-ı Rûm’da geçen bir öykünün ne ifade edebileceği üzerine kafa yormaktan ibarettir.

*

Bilindiği üzere Türkler, Diyar-ı Rûm’a çok geliyorlar. Öyle Avrupa Birliği’nin bugünkü gibi endişe mesajlarıyla, oluşturduğu tampon bölgelere ödenekler ayırmasıyla değil, iyice çıldırıp bir set inşa etmeye girişeceği ölçüde geliyorlar. Bunu, gelişlerine tesadüf eden yerli halkın tanıklıklarından biliyoruz.[2] Kuşkusuz bu tanıklıklara sinmiş mübalağa kokusunu gidermek mümkün değil. Zira değişmez, yerleşik insanın gözü göçmen gördü mü şaşılaşır. Fakat nihayetinde bu tanıklıklardaki çokluktan kinayeler ne derece dengeli bir ifadeye çevrilmeye çalışılırsa çalışılsın, kinayelerin “çokluk”a ilişkin olduğu gerçeği değişmiyor. Bu geliş, kısır ve bayağı, kahvehane köşesine pek yakışacak türden bir polemik sayesinde bugün dahi güncel. Bir kısım insan, bu yoğun Türkmen göçünden hareketle Anadolu’yu gerçekte olduğundan on asır önce etnik bir homojenliğe kavuşturuyor (pek acelecidirler); bu insanların mevhum-ı muhalifleri, karbon kopyaları, patates baskıları konumundakiler de on beş tane Türkmen süvarisi bütün bir Anadolu ahalisini Türkleştirmeyi başarmış gibi tuhaf bir geçmiş algısına saplanıyor (pek fantastiktirler). Her ikisi de aynı zayıflıkla malul. Tarihin bir yerinde aidiyetleri, dinleri, dilleri, duygusal yatırımları, kurumları, değerleri farklı iki insan grubu birbirleriyle karşılaştıklarında yalnızca iki ihtimal varsayıyorlar: Ya birbirlerine dönüşecekler ya da dönüşünceye değin çatışacaklar. Her iki taraf da sözlüklerimizde kendine “etkileşim” ismiyle yer bulan, gayet güzel ve öz Türkçe kelimeyi bir tür fantazya sayıyor olmalı. Oysa bu kelimenin bir gerçekliği vardır, onu liyakatle karıştırmamalı. Fakat bulanık zihinlerin hatalarından söz etmekte bir yarar yok. Çünkü aklıselim sahipleri bu nevi iddialardaki çürüklüğü, formasyonları ne olursa olsun, sezebilecek bir göz keskinliğine sahiptir ve sözün değerli olanı aklıselime hitap edenidir.

Dönelim: Diyar-ı Rûm’a yeni insanlar geliyor ve çok geliyorlar. Aralarında erkeği kadını, çoluğu çocuğu, hayvancısı ziraatçısı, göçebesi yerleşiği, hırlısı hırsızı var. Fakat bu kafilenin içinde de bir seçkinler birliği yok değil: Erenler. Dâhil oldukları toplumun hemen her hareketinde nazik meseleleri üstlenen, motivasyon üreten, kolonizatörlük yapan, diğerlerinin zihinlerini kıssalarıyla süsleyen, çarpıcı geçişleri yumuşatan, eğriyi düzelten, “safa-nazar” kılan Erenler. Üstelik gerektiğinde kılıç kuşanıp “alp”leştikleri de oluyor. Erenlerin tarihî biyografileri sıkıcıdır. Tarih sıkıcı olduğu için değil, tarihin diliyle erenlerin dili arasında giderilemeyecek bir uyumsuzluk olduğu için. Erenleri “tarihî” olarak da anlamanın en verimli yolu, bütün mi(s)tik unsurlara, uçup kaçmalara, su üstünde yürümelere, ateşten geçmelere, ölü kuşu diriltmelere, zamanda ve mekânda kırılmalar yaratmalarına, kısacası çizgi romanlardan henüz mahrum insanlara bilumum hayal gücü egzersizini sağlayacak türlü işlere rağmen, yine de menkıbeler. Fakat üzücüdür, menkıbeler akademik olarak tasavvuf çalışanların ve tasavvufu yaşamaya çalıştığı için bu menkıbeler yoluyla “muhabbet”lerini berkitmeye uğraşanların inhisarına terk edilmiştir. Yine üzücüdür, menkıbe ya büyüsünü bozmak ya büyüsüne kapılmak için okunmaktadır. Oysa menkıbe büyüsü bozulduğunda kuru bilgi, büyüsüne kapılındığında edebiyattan ibarettir. Her iki durumda da tarihin işine yaramaz. Sanıyorum buna esaslı olarak ilk defa Yaşar Ocak –Köprülü ilhamıyla- tevessül etti.[3] Takip eden oldu mu? Az. Ocak’ın ihmal edildiğini düşünmüyorum. Muhtemelen tez savunmalarını güçleştirdiği içindir.

Bir kere, Erenlerin ve menkıbelerinin tarihle aralarında bir dirsek teması var. Sırf geçmişe ait oldukları için değildir bu. Devletin teşekkül ettiği her yerde Erenlerin de belirivermesi, yöneticilerin yanlarında yörelerinde nasihatlerini sıralamaları, ikide birde bir “manevî saltanat”tan söz etmeleri, bazı çok kritik kurumların –örneğin Yeniçerilik- müesses nizamlarına sinmiş olmaları, işi dirsek temasından çıkarıp bir “eli beline dolamak” yakınlığına değin götürmemize imkân tanır. Örneğin, şu meşhur Horasan Erenleri-Anadolu Erenleri-Rumeli Erenleri üçlemesi sathî bir bakışta bir coğrafya değişiminden ibarettir:  Bir Erenlik geleneği vardır ve zaman içinde mekânı değişir, yöreye göre birtakım özellikler arz etmeye başlar. Fakat insan bu üçlüyü, Neşrî’nin manevî-olmayan saltanatın sürekliliği konusunda zikrettiği bir diğer üçlüyü aklında tutarak düşünürse görünüm biraz daha berraklaşabilir: a) Ensâb-ı evlâd-ı Oğuz Han, b) Selâtîn-i Selçukiyye-i Rûmiyye, c) Selâtin-i Âl-i Osman Gazi.[4] İlki Horasan’a, diğeri Anadolu’ya, sonuncusu ise Rumeli’ne mekânlanabilecek üç saltanat dairesi.

Saltık, Sarı olan. . Saltık doğduğunda adı “Şerif Hamza” idi, bunu onunla alakalı tüm eserlerde görüyoruz. İsmini değiştirmek üzere bir mahkemeye müracaat edip gerekçesini bildirmediğine göre, bu konuda tarihî bir vesika arama gayreti de boşuna. Öte yandan bu, cevabı meçhul bir soru da değil. Şerif Hamza’nın adının Saltık’a dönüşmesinin öyküsünü bize bir menkıbesi aktarmıştır. Zikredildiğine göre,[5] alpliğini erenlikle mezcetmiş Şerif Hamza, küffar ile ettiği sayısız cenklerden birinde, Alyon-ı Rûmî adındaki bir yiğitle düelloya girişir. Şaşırtıcı olmayan biçimde Alyon’u alt etmeyi başarır ve şayet İslâm’a gelecek olursa canını bağışlayacağını söyler. Alyon, Şerif Hamza’nın teklifini kabul eder, kendisine şahadet telkin edilir, Müslüman olur. Yaygın bir pratik olarak kendisine bir isim de verilir: İlyas. Rum diyarlı Alyon, Rum diyarının yeni sakini Şerif Hamza karşısındaki mağlubiyeti sonucunda “dönüşür”, artık adı İlyas’tır, bu isimle çağrılacak, bu isimle tanınacaktır. Fakat galibin mağlubu kendine benzetmesinde öyle çok şaşılacak bir taraf yok. Asıl ilginç olan, mağlup Alyon/yenice İlyas’ın, Şerif Hamza’ya kendi dilinde “kuvvetli” anlamına geldiğini söylediği “Saltık” ismini önermesidir. Hamza bu öneriyi kabul eder. Karşılaşmanın ne ölçüde dramatik olduğuna dikkat çekmek isterim: Diyar-ı Rum’un bir sakini, Diyar-ı Rum’un yeni bir sakiniyle karşılaşır, iletişime geçerler ve bu iletişimin sonunda artık ikisi de aynı kişi değildir. Diyar-ı Rum’a Şerif Hamza olarak gelmiş kişi Alyon-ı Rûmî’yle ; Diyar-ı Rum’da Alyon-ı Rûmî olarak yaşayan kişi, Şerif Hamza’yla karşılaşıp İlyas olmuştur. Etkileşim budur, bu kelimenin işteşliğiyle ifade edilmek istenen de budur ve bu işteşlik kelime alışverişi, âdet değiş-tokuşu, kız alıp-verişinden ibaret değildir. Yaşanan, “ad” gibi çok aslî bir kimlik öğesine varıncaya değin köklü bir değişimdir, uydurmak gerekirse: Birbiri-leşme. Dolayısıyla, “Rûmî”nin ne ifade ettiğine dair, bu hikâyeden hareketle bir açıklığa erişmek mümkün: Fakat Alyon’dan İlyas çıkaran artık Saltık ismini taşıyan Hamza’dır ve Hamza’dan Saltık çıkaran da artık İlyas ismini taşıyan Alyon.

Rûmî kimliğinde artık bütünüyle Hamza’yı ve bütünüyle Alyon’u aramak fuzulîdir. Rûmî, her ikisinin eski ve yeni isimlerinin bir karışımıdır. Onu, “kâfirle savaşan Müslüman” derekesine indirmenin âlemi yoktur. Rûmî, kâfirle salt cenk eden değil, onunla konuşan, uzlaşan, -Saltık gibi- dillerini tekellüm edebilendir.[6] Dolayısıyla, “Anadolu’nun kimliğini Türklerle kazandığı”[7] yönündeki inanışta kendini açığa çıkaran “kendi olma isteğindeki ümitsizlik”e[8] mesafeli durmak gerekiyor. Çünkü kişisel değer yargılarıyla örülmüşbir  İslâm’dan ve onunla özdeşleştirilmiş bir Türk’ten hareket ederek İslâm’la tanışmış olan Türk toplumunun Anadolu adı verilen topraklar üzerindeki yaşayışını yorumlamak verimsiz bir spekülasyon çabasından öteye varamıyor. Öte yandan, kendini sürekli tekrar etmesiyle can sıkıcı bir hâl almış olan medenîleşme tartışmalarından çıkmak için hayli kolaycı bir yol saptayan, coğrafî talihi tarihî talih hâline de getirerek Yunan tecrübesine kestirmeden bağlanmak isteyen Mavi Anadoluculuk da insanı benzer türden bir yanıltmacaya sürüklüyor. Saltık ve Alyon arasındaki doğrudan ve dönüştürücü etkiyi, artık arkeolojinin çalışma sahası olmuş kentlerdeki tanrıların Anadoluluğu üzerine kurmak hoş bir temenni olmakla birlikte görüş açımızı bulanıklaştırmanın ötesinde bir açıklama ve açımlama gücünden yoksun. Öyleyse, salt “seriyye”lerine indirgemeksizin Hamza’yı ve yalnızca “ihtida”sına odaklanmaksızın Alyon’u anlamak lazım ki böylelikle tamamen Diyar-ı Rûm’un ürünü olan Saltık ile İlyas’ı anlayabilelim. Menkıbe, buna açılan bir kapıdır


[1] Cemal Kafadar, Kendine Ait Bir Roma: Diyar-ı Rum’da Kültürel Coğrafya ve Kimlik Üzerine, İstanbul, Metis Yayınları, 2017.

[2] “Bundan dolayı binlerce ve on binlerce insan, oralardan kaçarak buraya geliyordu. Yeryüzü insanlarla kaplandı. Bunlar, Musa’nın denizden geçirmiş olduğu halktan ve Sina sahrasında beliren bıldırcın sürülerinden pek daha çoktular.”  Hrant D. Andreasyan, Urfalı Mateos Vekayi-nâmesi (952-1136) ve Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1162), Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2000, s. 156.

[3] Ahmet Yaşar Ocak, Kültür Tarihi Kaynağı Olarak Menâkıbnâmeler (Metodolojik Bir Yaklaşım), Ankara, TTK, 1992.

[4] Neşrî, Kitâb-ı Cihan-Nümâ: Neşrî Tarihi I. Cilt, haz. F. R. Unat & M. A. Köymen, Ankara, TTK, 1995, s. 7.

[5] Necati Demir & M. Dursun Erdem, Saltık-nâme, Ankara, Destan Yayınları, 2007, s. 48-49.

[6] Ahmet Yaşar Ocak, Sarı Saltık: Popüler İslâm’ın Balkanlardaki Destanî Öncüsü, Ankara, TTK, 2002, s. 45.

[7] İsmet Özel, Kalın Türk, İstanbul, TİYO Yayınları, 2016, s. 14.

[8] Fethi Benslama, İslâm’ın Psikanalizi, çev. Işık Ergüden, İstanbul, İletişim Yayınları, 2004, s. 23.

Devletçi Olmayan Bir Türk Halk Siyasetinin İmkânları Üzerine (2)

Tahmini Okunma Süresi: 17 dakika

Birbiriyle kategorik olarak uzlaştırılması mümkün olmayan iki ulus ve ulusal egemenlik tahayyülünden bahsedebiliriz: Bir yanda çözülen tanrısal egemenliği ikame eden ve kurulu düzenin yeni teolojik-politik dayanağı olarak ulus ve diğer yanda da geleneksel cemaatlerin geride bıraktığı boşluğu dolduran modern cemaat olarak ulus, bir tarafta egemenlik tahayyülü olarak ulus ve diğer tarafta da egemenlik eleştirisi olarak ulus.

Milliyetçiliğin ulusunun pedagojik ve performatif iki zamansallık arasında bölünmüşlüğünü ve dolayısıyla kendisini gerçekleştirmesinin kategorik imkânsızlığını, milliyetçiliğin iki uzlaşmaz ulusal egemenlik anlayışını ve bu anlayışların temellendiği ulus tahayyüllerini uzlaştırma çabasıyla ilişkilendirmek mümkündür. Hatırlayalım: Anderson (2006) ulusu egemen olarak tahayyül edilen bir cemaat olarak tanımlar, ancak ulusun bir cemaat olması ve egemen olması arasında bir nedensellik görmez. Anderson’a göre (2006: 7) ulus egemen bir varlık olarak hayal edilir, zira kavram “Aydınlanma’nın ve Devrim’in, ilahi buyruklu hiyerarşik hanedan mülkünün meşruiyetini aşındırmakta olduğu bir çağda ortaya çıkmıştır.” Ulusun egemen bir varlık olarak tahayyül edilmesi, özellikle Avrupa tarihi bağlamında, şüphesiz ki egemenliği sekülerleştiren Aydınlanma akılcılığından ve Fransız Devrimi’nden bağımsız düşünülemez. Gelgelelim, kendi kendini yönetme ehliyetinin bir akil grupla, elit ya da burjuva vatandaş topluluğu ile sınırlanmayıp ahalinin tümüne teşmil edilmesinin egemenliğin sekülerleşmesinin doğal sonucu olduğu söylenemez. Yani ulusal egemenlik fikri tek başına ve hatta esasen Aydınlanma akılcılığı ile izah edilemez.

Ulusal egemenlik kavramını daha bütünsel ve radikal bir biçimde izah etmek için kavramın kendisindeki tuhaflık üzerine düşünmek gerekir. “Ulusal egemenlik/halk egemenliği” kavramı bir oksimorondur (Lefort, 1986: 279). Ulusal egemenlik/halk egemenliği fikri,  egemenliğin hiçbir zümre, şahıs, grup tarafından özelleştirilip temellük edilemeyeceğini, hükümran mevkiini işgal eden tikel, ayrıcalıklı unsurların tahliye edilerek bu mevkiin boşaltılması gerektiğini ve siyasal alanın ulusu oluşturan ahalinin tümünü vatandaş kılarak kapsayacak biçimde genişletilmesi gerekliliğini açık bir biçimde ortaya koyar. Yani ulusal egemenlik fikrinin kendisini tamamen gerçekleştirdiği an herhangi bir egemenin olmadığı andır. Ulus ve egemen iki bağdaşmaz, iki bir araya gelmezdir.

Ulus ve egemenliğin bağdaşmazlığı daha genel, tarihsel olmayan bir düzeyde cemaat ve egemenlik arasındaki yapısal antagonizma ile tanımlanabilir. Şöyle ki,  cemaati cemiyetten, bedeviliği hadarilikten ayıran en önemli farklardan biri devlettir (Tönnies, 2001; Haldun, 2016). Devlet, Friedrich Engels’in sözleriyle ifade edecek olursak (2010: 16),  “toplumun kendi kendisiyle çözülmez bir çelişki içine girdiğinin, üstesinden gelmekte yetersiz kaldığı uzlaşmaz karşıtlıklar biçiminde bölündüğünün itirafıdır.” Cemaat ise dışsal zorlayıcı bir müdahale gerektirmeden, kendiliğinden, doğal bir şekilde bir arada durabilen az çok ahenkli bir topluluğa işaret eder (Tönnies, 2001: 17). Cemaat içi eşitsizlikler, sınıfsal yarılmalar devlete yol verecek kadar derin değildir. Büyüklerin, önde gelenlerin, kanaat liderlerinin olabildiği ama özelleşmiş silahlı bir egemen gücün olamadığı bir topluluktur cemaat. Bir diğer deyişle, cemaat ve egemenlik, asabiye ve mülk (Haldun, 2016) arasında kategorik bir orta yol bulunamaz. Devletin çekirdek örgütünün modern öncesi dönemde kapıkullarına, yabancı paralı askerlere ve modern dönemde bürokrasiye ama her durumda cemaatlerinden kültürel ve ideolojik olarak kopmuş, kopartılmış, kopartılmaya çalışılan devşirme bir topluluğun üzerine kurulu olması devlette cisimleşen egemen dayatma ve cemaat arasındaki bu uzlaşmaz çelişkinin ifadesidir.

Cemaat ve devlet arasındaki ilişkinin aracılar vasıtasıyla kurulduğu ve devletin cemaatten beklentilerini düzenli vergi ödemesi ve asgari düzeyde kamu düzenine riayetle sınırladığı modern öncesi dönemde (Giddens, 1985: 59) ve sömürgeci modernliğin Asya ve Afrika’daki dolaylı yönetim pratiklerinde (Hechter, 2000: 50-53) cemaat ve egemen otorite arasındaki uzlaşmaz çelişki kendisi de az çok yerel cemaatin parçası olan aracılar tarafından idare edilebilir sınırlarda tutulabiliyordu. Aracıların tasfiye edilmesi, doğrudan yönetime geçilmesi, devlet ve cemaat arasındaki dolayımlayıcı bütün mekanizmanın kaldırılmasıyla birlikte (Tilly, 2001: 181-203) cemaat ve egemen otorite arasındaki uzlaştırılamaz çelişki ertelenemez bir biçimde gündeme gelecekti. Yani ulusu ve ulusal egemenlik fikrini tahayyül edilebilir kılan çelişki, devletin modernleşerek toplumsallaşması, toplumun yeniden üretim süreçlerine gittikçe daha fazla müdahil olmaya başlaması ve buna karşılık topluma hesap vermeyen, ona dışsal, egemen bir azınlık grubun mülkiyeti olarak kalmaya devam etmesi arasındaki çelişkiydi. Ya da Michael Hechter’in terimleriyle söyleyecek olursak (2000: 26), ulusal egemenliği tahayyül edilebilir kılan çelişki, imparatorlukların doğrudan yönetime geçişiyle birlikte cemaat ve yönetişim biriminin sınırları arasındaki çakışmanın ortadan kalkmasının yol verdiği çelişkiydi. Ulus bu çelişkinin içine, bu çelişkiye bir cevap olarak ve üstelik de Aydınlanmanın akıl ve özgürlük vurgularıyla birlikte doğdu. Dolayısıyla, modern dönemin cemaat biçimi olarak ulus, kaçınılmaz olarak, tek taraflı egemen dayatmaya, egemen dayatmanın monarşik, sömürgeci, yeni-sömürgeci ve oligarşik biçimlerine, yer yer de bu dayatmanın vasıtası devlet aygıtına karşıtlık içinde tahayyül edildi.

Yukarıda da söylediğim gibi, ulusal egemenlik fikri, egemenliğin hiçbir zümre, şahıs, grup tarafından özelleştirilip temellük edilemeyeceğini, hükümran mevkiini işgal eden tikel, ayrıcalıklı unsurların tahliye edilerek bu mevkiin boşaltılması gerektiğini ve siyasal alanın ulusu oluşturan ahalinin tümünü vatandaş kılarak kapsayacak biçimde genişletilmesi gerekliliğini tevile gelmez bir biçimde ortaya koyar. Ulusal egemenlik fikrini mantıksal sonuçlarının sınırlarına götüreceksek, ulusal egemenlik fikrinin en ılımlı ve günümüzdeki en yaygın yorumunu sunan liberal-demokratik çerçevenin çok ötesine geçmemiz gerekir. Zira liberal-demokrasi, ulusal egemenliği, hesap sorulabilir bir hukuk devletine, yasalar önünde eşitliğe ve güçlü bir temsili demokrasiye indirgeyerek ulusal egemenliği devletle uzlaştırır. Oysa bir azınlığın ulusun tamamı üzerinde hükümranlık kurabilmesinin kurumsal güvencesi olan şiddet tekeli (devlet) dağıtılmadan ulusal egemenliğin eksiksiz gerçekleşmesinin mümkün olamayacağını söylememiz gerekir. Tekçi pedagojinin monarşik, oligarşik, sömürgeci ve yeni sömürgeci biçimlerine karşıtlık içinde gelişen ulusal egemenlik fikrinin kavramsal mekânında tekçi pedagojinin kurumsal mümkünlüğü olan devlet fikrini kendiliğinden çağıran hiçbir öğe yoktur.

Ulusal egemenlik fikri de, bu fikre yol veren ulusal cemaat tahayyülü de milliyetçilik tarafından reddedilmez. Gelgelelim, bir pasif devrim, bir elit ideolojisi olarak milliyetçilik, ulusal egemenlik fikrini ulusal cemaati devletle ve sermayeyle uzlaştırmak üzere yeni baştan içeriklendirir ve bir egemenlik eleştirisi olan ulusal egemenlik fikrini yeni bir egemenlik metafiziğine dönüştürür. Bunu, tanrısal surette tasavvur edilen ve dolayısıyla mutlak egemenliğin sıfatları olan bölünemezlik, süreklilik ve mutlaklık ile tanımlı bir iktidarı haiz monarkı (Bodin, 2004: 1-45) ulus ile ikame ederek ve egemenliğin sıfatlarını ulusa ve onun devletine devrederek yapar (Schmitt, 2005: 41). Ulusal cemaat ezeli ve ebedi bir öze, uygun biçimde temsil edilmesi gereken bir tekliğe (Lefort, 1986: 292-306) indirgenir. Böylece ulus ve ulusal egemenlik fikrinin monarkın ya da sömürge valisinin, fakat her durumda elit bir azınlığın hükümranlığına ve hatta bu azınlık hükümranlığını mümkün kılan devlet aygıtına karşı savurmuş olduğu esaslı tehdit yönetici elitler millileştirilerek (Fanon, 1968: 152) ve meşruiyet lügatçesi sekülerleştirilerek savuşturulur. Milliyetçilik de, tıpkı liberalizmin yaptığı gibi ama hayli farklı bir tarzda, ulusu ve ulusal egemenlik fikrini devlete peşkeş çeker.

Demem o ki, birbiriyle kategorik olarak uzlaştırılması mümkün olmayan iki ulus ve ulusal egemenlik tahayyülünden bahsedebiliriz: Bir yanda çözülen tanrısal egemenliği ikame eden ve kurulu düzenin yeni teolojik-politik dayanağı olarak ulus ve diğer yanda da geleneksel cemaatlerin geride bıraktığı boşluğu dolduran modern cemaat olarak ulus (Karatani, 2014: 212-216), bir tarafta egemenlik tahayyülü olarak ulus ve diğer tarafta da egemenlik eleştirisi olarak ulus.

Bu iki ulus ve ulusal egemenlik tahayyülü kabaca iki farklı siyasete karşılık gelir. Çözülen tanrısal egemenliği ikame eden ve kurulu düzenin yeni teolojik-politik dayanağı olarak tahayyül edilen ulusu kendine merkez alan siyaset milliyetçi siyasettir ve bu siyasetin ideal tipi faşizmdir. Geleneksel cemaatlerin geride bıraktığı boşluğu dolduran modern cemaat olarak ulusu kendine merkez alan siyaset ise popülizmin-halkçılığın anarşizan ve sosyalizan akımlarında ifadesini bulur.

Egemenlik tahayyülü olarak ulusu temel alan milliyetçi/faşist siyasetin ideal programının ana başlıkları egemenliğin sıfatları tarafından belirlenir. Bu sıfatların en önde geleni egemenin tekliği ve ortak kabul etmezliğidir. Hayal edilebilecek en katıksız, ideal, mutlak egemen olan Allah’ın nazarında en büyük günahın, en kabul edilemez eylemin egemene şirk koşmak olduğunu hatırlayalım.[1] Egemenlik tevhidi esas alır. Dolayısıyla, ulusu tanrısal egemenliği ikame eden teolojik-politik bir aşkınlık olarak koyutlamak demek ulusu bir teklik olarak ileri sürmek demektir. AKP’nin Rabia’sına bir küçük ek yaparak söyleyecek olursak, milliyetçilik dininin tevhid bayrağında şu slogan yazar: Tek Devlet, Tek Millet, Tek Vatan, Tek Bayrak, Tek Önder. Kaçınılmaz olarak, ulusun tekliği kendisini disipline edici bir norm olarak dayatacaktır. Bu dayatma siyasal ifadesini kültürel tekçilik ve idari merkeziyetçilikte bulur.

Egemenliğin bir başka tanımlayıcı özelliği egemenin çıplak-biyolojik yaşamın üzerinde konumlanmasıdır. Siyasal olan, geleneksel olarak, çıplak yaşamın (kadınlar, köleler, serfler, yoksullar) dışlanması üzerine kuruludur (Agamben, 1998). Mutlak egemen olan tanrının egemenliğine başlıca delilin tanrının doğmamış ve doğurulmamış olması, zamandan ve mekândan münezzeh olması olduğunu hatırlayalım. Dolayısıyla, ulusu tanrısal egemenliği ikame eden teolojik-politik bir aşkınlık olarak koyutladığında milliyetçilik iki şey yapar. Birincisi, ulusal egemenlik söylemi ulusun her ferdini siyasal alana ehil görerek siyasal alanı genişlettiğinden siyasal olan çıplak yaşamın dışlanması üzerinden değil aşılması üzerinden kurulur. İkincisi, ulus tanrısallaştırılarak, ulusun yoksulluklar, yoksunluklar, hastalıklar ve her tür biyolojik belirlenim ve kısıttan mutlak azadeliği mutlak bir prensip haline getirilir. Bu durumun ilk bakışta –ancak sadece ilk bakışta– birbiriyle çelişen iki siyasal ve ideolojik ifadesi vardır. Birincisi, siyaset biyo-politikleşir ve ekonomik büyüme, kalkınma, ilerleme ve doğa üzerinde hâkimiyet fetişleştirilir (Agamben, 1998: 100-101). Erdoğan’ın “kafatası değil hizmet milliyetçiliği” olarak kodladığı ideolojik-politik tutumdur bu. Çıplak yaşamın radikal biçimde aşılmasında, ulusun tanrısallaştırılmasında milliyetçiliğin takip ettiği ikinci yol çıplak yaşamın fedasını yüceltmektir. Anderson’ın meçhul asker anıtlarına değinerek giriştiği tartışmanın da gösterdiği gibi (2006: 23-26), çıplak yaşamın fedasını yüceltirken milliyetçiliğin yücelttiği şey ölüm değildir; aksine, bu fedanın kendisinde açığa çıkan şey ölümsüzlüğe duyulan dinsel bir arzudur. Milliyetçiliğin gözünde en değerli bedenler, sağlıklı ve gürbüz bedenlerden bile daha değerli bedenler, çıplak yaşamın kısıtlarını aşmada sağlıklı ve gürbüz bedenlerin çok ötesine geçen şehit ve gazi bedenleridir.

Şehitlik ve gazilik bahsinin bizi götürdüğü bir başka yer daha var. Hegel’in meşhur efendi-köle diyalektiği tartışmasını hatırlayacak olursak, efendi odur ki tanınma mücadelesi uğrunda korkmadan yaşamını ileri sürer ve köle odur ki yaşamını korumak üzere tanınma talebinden vazgeçer ve boyun eğer. Efendi-köle diyalektiği tanınma mücadelesinin başarısız bir versiyonunu hikâye eder. Zira bir kölede efendisini tanıyacak özerk bir irade olamaz; köle efendisinin iradesinin bir uzantısıdır ve itaat ötesinde efendisine vereceği bir şeyi yoktur (Williams, 1997: 10-13). Gerçek bir tanıma ancak özerk iradelerin birbirlerini karşılıklı tanıması şeklinde ortaya çıkabilir (Williams, 1997: 69-92; Benjamin, 1990). Dolayısıyla, şehitlik ve gaziliğin en ideal milliyetçi konumlar olması milliyetçiliğin kategorik olarak karşılıklı tanımaya kapalı olduğunu gösterir. Milliyetçiliğin ulusu ancak efendi olarak, milliyetçiliğin vatanı ancak ulusun özel mülkü olarak ve bu özel mülkte mukim çeşitli etnik topluluklar da göçe zorlanabilecek, katledilebilecek, asimile edilecek ya da en fazla bir azınlık statüsü içinde ikinci sınıf bir varlık sürmelerine izin verilecek köleler olarak var olabilir. Burada sözü Mahmut Esat Bozkurt’a bırakabiliriz (aktaran Tunçay, 1981: 301): “Benim fikrim, kanaatim şudur ki, bu memleketin kendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmak, köle olmaktır.”

Katıksız milliyetçiliğin vatanı her şeyden önce kan bedelidir, ödenemeyecek bir borçtur, ulusal önderliğin ve şehitlerin-gazilerin alacaklılığı ve diğerlerinin daim borçluluğudur; yuvadaymış hissi veren aşinalıkların ya da ulusun farklılık iddialarına temel oluşturacak bir coğrafi özgünlüğün mekânı değildir, somut göndergeleri yoktur. Recep Tayyip Erdoğan’ın haleflerinden devraldığı ve pek keyifle, sıkça tekrarladığı vatan tanımı işte bu katıksız milliyetçiliğin vatan tanımıdır (2017): “Bir tarla var, arazi var, bir de arsa var. Tarla, arazi, nedir imar girmemiş olan topraklardır. İmar girmiş olan toprağa arsa diyoruz. Ben de diyorum ki vatan, şehit kanlarıyla yoğurulmuş toprağa denir. Onun için tek vatan derken rastgele tarla, arazi değil, şehit kanlarıyla yoğrulmuş olan 780 bin kilometrekareyi kolay kolay vatan yapmadık.” Aman yanlış anlaşılmasın: “Uğruna ölünecek kadar sevdiğimiz, bağlı olduğumuz için vatan sayıyoruz bu toprakları” demiyor Erdoğan; sevgi, bağlılık, evindelik duygusu bu tanımdaki bahsin bütünüyle dışında. Öyle ya, “rastgele tarla, arazi” için, “kuru toprak” için ölünecek değil. Erdoğan’a göre ölümün, ölmeyi göze almanın bizatihi kendisi bu toprakları vatan yapan şey. Yani Erdoğan’ın vatan formülü kan artı topraktan ibarettir. Nazilerin ünlü sloganını hatırlama zamanı: Blut und Boden (Kan ve Toprak). Erdoğan’ın “Kan ve Toprak” sloganıyla Nazilerin “Blut und Boden” sloganı arasında bir önemsiz fark var ancak. Erdoğan’ın vatan tanımında kan ölümün mecazıyken, Naziler için kan ırkın mecazıdır. Her iki durumda da kan üzerinden ulusun toprakla ilişkisi gizemlileştirilir, akıl dışı bir sahiplik iddiasına zemin oluşturulur.[2]

Toplayacak olursak: katıksız milliyetçi ya da aynı anlama gelmek üzere faşist bir siyasetin ideal programı kültürel tekçi, idari merkeziyetçi, şefçidir; bireysel, kültürel, siyasi özerkliğe düşmandır; vatanı ulusun özel mülkiyetine indirger ve ekonomik büyümeyi, kalkınmayı, doğa üzerinde hâkimiyeti fetişleştirir.

Bir cemaat tahayyülü olarak ulusu temel alan anarşizan-sosyalizan bir halkçılığın programı, egemenlik tahayyülü olarak ulusu temel alan milliyetçiliğin programına büsbütün karşıttır. Anarşizan-sosyalizan halkçı siyasetlerin kuramsal yapısı ortaya çıkmış oldukları 19. yüzyılın büyük toplumsal çelişkileri ve ideolojik atmosferi içinde şekillenmiştir. Anarşizan-sosyalizan halkçı siyasetler, yüz yüze ilişkilere ve karşılıklı güvene dayalı, dinsel, kendine az çok yeten, küçük mülkiyete dayanan, geleneksel, kırsal tipte cemaatlerin sınai kapitalizm, şehirleşme ve modern devlet müdahalesi karşısında çözülüyor olmasına karşı gelişen hoşnutsuzluk ve tepki üzerine bina oldu (Kitching, 1982: 19-45). Bu cemaatçi tepkinin bir kanadı, daha sonra faşizme de evrilecek reaksiyoner bir tavrı benimseyerek bireysel özerklik fikrini ve bu fikrin Aydınlanma akılcılığındaki felsefi temellerini sert bir şekilde reddetti, bu reddiyeleri doğrultusunda geleneksel cemaati bireysel özerkliğe ve çoğulculuğa mahal vermeyen bir teklik olarak fetişleştirdi ve ulusu bu teklik suretinde tasavvur etti  (Walecki, 2009: 179-186; Herf, 1998; Zimmerman, 1990: 8-13). Cemaati bireysel özerkliğe ve çoğulculuğa mahal vermeyen bir teklik olarak fetişleştirenler ve ulusu bu teklik suretinde tasavvur edenler böylelikle aslında ulusu bir cemaat olarak tasavvur etmekten de vazgeçmiş oluyorlardı. Zira ulusu tekliğe indirgeyenler, ulusu oluşturan çokluğu bir ve aynı özün farklı bağlamlardaki tikel ifadelerine indirgeyerek ortada cem olacak sahih bir çokluk bırakmıyorlar ve karşılıklı tanı(n)ma meselesinin bizatihi kendisini iptal ediyorlardı. Oysa içindeki türlü türlü eşitsizliğe ve hiyerarşiye rağmen bir insan grubunu cemaat yapan şey, görünürdeki bu eşitsizlik ve hiyerarşilere rağmen daha temel ve esas bir düzeyde grup üyelerinin birbirlerini eşitler ve yoldaşlar olarak tanımaya devam etmesidir; tanı(n)ma ve karşılıklılık bir ilişki olarak cemaatin merkezindedir (Karatani, 2014: Turner, 2001: 147-154). Anarşizan-sosyalizan halkçılık ve milliyetçilik arasındaki fark, karşılıklılık ve teklik, cemaat ve egemenlik, tanı(n)ma ve dayatma arasındaki farktır. Anarşizan-sosyalizan halkçılık, kapitalist modernitenin “katı olan her şeyi buharlaştıran” (Marx ve Engels, 1969: 16) yıkıcılığı karşısında paniğe kapılmaz ve teselliyi hiç var olmamış bir geleneksellik icat edip ona tapınmakta aramaz. Anarşizan-sosyalizan halkçılık, kapitalist modernite karşısında cemaati savunmakla beraber anti-modernist ve Aydınlanma karşıtı bir yol takip etmez. Yerel cemaatleri; iletişim, ulaşım teknolojileri, piyasa ve bürokrasi üzerinden birbirine bağlayan, böylece bu cemaatlerin kendine yeterliklerini ve birbirinden yalıtılmışlıklarını nihayete erdiren modern durumu verili kabul ettiği gibi Aydınlanma’nın birey, özgürlük, eleştirel akıl vurgularına da sahip çıkar. Bir diğer deyişle, anarşizan-sosyalizan halkçılık, yerel cemaatleri birbirine bağlayan ve böylece bir ölçüde tektipleştiren ve daha büyük bir bütünün (ulusun) parçalarına dönüştüren modern toplumsal bağlamda cemaat nasıl mümkün olabilir sorusuna yanıt vermek gayreti ile karakterize olur. Anarşizan-sosyalizan halkçılığın bu soruya verdiği yanıtı özel olarak cemaatçi kılan husus, anarşizan-sosyalizan halkçılığın ulusu (bütünlüğü) tasavvur etme tarzıdır. Tönnies’i hatırlayacak olursak (2001), cemaat, kendini doğallığı içinde yeniden üretebilme yeteneğini haiz, varoluşunu herhangi bir “üst akla”, kurguya, tasarıma, müdahaleye borçlu olmayan bir merkezsiz bütünü tanımlar. Anarşizan-sosyalizan halkçılığın ulusu, merkezi bir kontrole, disipline ve yönlendirmeye ihtiyaç duymayacak kadar varlığını kendisini oluşturan cemaatlerin dayanışmasına, uzlaşmasına, karşılıklı tanı(n)ma adabına dayandıran bir üst cemaattir. Dolayısıyla, ulusal cemaat güçlü yerel cemaatlere dayanan ademi merkezi bir yapı olarak tahayyül edilmek durumundadır.

Ulusun bir egemenlik tahayyülünün değil de cemaat tahayyülünün biçimi olmasının yarattığı farkı mekânsal düzlemde de takip edebiliriz. Ulusun toprakla kurduğu ilişkiyi tanımlamada botanik metaforların oynadığı ayrıcalıklı rol (Malkki, 1997: 56-61; Alonso, 1994: 382-384) bu hususta izah edicidir. Ulusun bir cemaat olarak tahayyülü, onun zamandan ve mekândan münezzeh bir kutsal öz olmadığına, coğrafi ve tarihsel maddiliğine işaret eder. Şöyle ki: belirli bir toprak parçasının otokton[3] ahalisi olmakla o toprak parçasına sahip olmak aynı şey değildir. “Sahip olmak” sahip olunana dışsallığı ima eder, sahip olunanı nesneleştirir ve manipüle edilebilir kılar. Milliyetçiliğin vatanı, onun için ölmeyi göze aldığınızdan üzerinde her türlü tasarruf hakkına sahip olduğunuzu düşündüğünüz özel mülkiyetinizdir. Oysaki belli bir toprağa kök salmış ulus için kök saldığı topraktan bağımsız bir varoluş tasavvur etmek mümkün olamaz. Bu ulusun vatanı uğruna öldüğü topraklar değil, dışında nefes alamadığı topraklardır. Bu vatanın esas savunulacağı zemin de militarist değil, ekolojist karakterlidir.

Cemaatçi ulus tahayyülü milliyetçi ulus tahayyülünden bir diğer temel meselede daha ayrılır. Milliyetçiliğin ulusu, zamandan ve mekândan münezzeh mutlak egemen tanrıyı ikame eden bir egemenlik figürü olduğundan her tür biyolojik belirlenim ve kısıttan mutlak biçimde azade olmalıdır. Dolayısıyla milliyetçilik ekonomik büyümeyi ve kalkınmayı ulusun refahı için gerekli bir araç olarak görmekle yetinemeyerek mutlak bir prensip haline getirir ve fetişleştirir. Keza anarşizan-sosyalizan halkçı çizgi de ekonomik büyümeyi ve kalkınmayı ilkelci anarşistler ya da Amişler benzeri gerici muhafazakârların aksine kategorik olarak reddetmez (Kitching, 1982: 2). İnsan toplumlarının doğaya esaretine ve bireyin geleneksel cemaatlerdeki mutlak tabiliğine son veren/verecek ekonomik üretkenliği, teknolojik gelişmeyi, uzmanlaşmayı destekler. Ancak bu destek ekonomik büyümeyi ve kalkınmayı fetişleştiren şartsız bir destek de değildir. Cemaatçi ulus-çuluk, ekonomik büyümenin ve kalkınmanın ulusal cemaati ve onu oluşturan sayısız, büyüklü küçüklü, farklı biçimlerdeki yerel cemaati tahrip etme pahasına gerçekleşmesine onay vermez (Kitching, 1982: 3). Onay vermez de ne yapar? Doğaya esaretten kurtuluşun doğa üzerinde tahakküm kurma eşiğine vararak ulusal cemaatin habitatı olan vatanı tahrip etmesine karşı vatan toprağı ve ulusal cemaatin ayrılmazlığını ileri sürer ve ekolojist bir itirazda bulunur (Lekan, 2004; Rollins, 1997; Applegate, 1990). İkinci olarak da, ekonomik büyümenin ve kalkınmanın sermayenin genişletilmiş yeniden üretiminin sınır tanımazlığınca belirlenmesine, bireysel özerkliğe alan açmakla sınırlı kalmayarak bireyi özerk olacağı bir cemaatten bile mahrum etmesine, bireyciliğin ve had hudut bilmezliğin önünü açmasına karşı “ahlaki ekonomi” (Thompson, 1971) temelli bir itirazda bulunur (Nyerere, 1968: 1-12; Gandhi, 2009: 156-169; Herzen, 1956: 163-208). Demem o ki, cemaatçi ulus-çuluk ekonomik büyüme ve kalkınma fikrini kategorik olarak reddetmese de fetişleştirmekten kaçar ve cemaat fikriyle uzlaştırma çabası içinde olur.

Toplayacak olursak; anarşizan-sosyalizan halkçılık ademi merkeziyetçi bir ulus anlayışını benimser, vatan ve vatan savunması anlayışı militarist değil ekolojist karakterlidir ve ekonomik büyüme ve kalkınma fetişine karşı ahlaki ekonomiyi savunur.

Bu program 19. ve 20. yüzyıllarda dünyanın dört tarafında son derece güçlü bir biçimde savunulmuştur. Milliyetçilerin, faşizm cinneti sonrası istemeye istemeye, zorunlu da olsa siyasal liberalizmle girdikleri ideolojik uzlaşmayı artık sürdürmeme konusundaki niyetlerini yüksek perdeden, açıkça dile getirmeye başladığı (Orban, 2014; Putin 2019) bir dönemde ulusal siyasetin liberallerin ve kozmopolitlerin iddia ettiğinin aksine milliyetçiliğe indirgenemeyeceğini özellikle hatırlamaya ihtiyaç duyduğumuzu düşünüyorum. Tarihsel deneyim, milliyetçiliğin programına tamamen karşı bambaşka bir ulusal siyasetin mümkün olabildiğini göstermiştir.

19. ve 20. yüzyıl radikal hareketlerine ve milliyetçiliklerine ilham kaynağı olmuş, Çarlık Rusya’sını adeta sallamış narodnizm, temelde anarşizan-sosyalizan halkçı bir akımdır. Plehanov gibi Marksistlerle de Bakunin ve Kropotkin gibi anarşistlerle de etkileşim içinde olmuş Rus narodnizmi sonuç itibarıyla ne Anarşizmle ne de Marksizmle tanımlanamayacak özgün bir siyasal ve ideolojik platform oluşturmuştur. Bu özgünlük temelde Rusya gibi kapitalist sanayileşmenin çevresindeki bir ülkedeki sosyalizm mücadelesinin meselelerinin kapitalist sanayileşmenin merkez ülkelerindeki benzer bir mücadelenin meselelerinden farklılaşmasından ileri gelir. Sosyalizmi kurmak için kapitalist sanayileşmenin yaratacağı yıkımlara katlanmak zorundalığını kabul etmeyen ama sosyalizm ülküsünden de vazgeçmeyen Rus narodnizmi böylece sosyalizmi Avrupa tarihinin özgün güzergâhının ortaya koymuş olduğu bir imkân olarak görmeyi reddetmiş (Walecki, 2009: 599-602) ve sosyalizmi yeniden kavramsallaştırmıştır. Sosyalizmin, üretkenlik, verimlilik ve dolayısıyla bir sanayileşme meselesi olmadığını, esasen cemaat ve onun dayanışmacı-ortaklaşmacı değerleri etrafında örgütlenen bir toplumsallık meselesi olduğunu ileri süren Rus narodnikleri geleneksel köy komünlerine (obshchina) dayanan bir sosyalizm mücadelesinin davasını gütmüşlerdir (Berlin, 1994: 210-237; Venturi, 1960).

20. yüzyılın en önemli ulusal kurtuluş mücadelelerinden biri olan Hindistan ulusal kurtuluş mücadelesinin liderlerinden Mahatma Gandhi’nin temsil ettiği akımı da yine bu anarşizan-sosyalizan halkçı siyaset tipinin içine yerleştirmek mümkündür. “Modern devlet bürokrasisini ve sınai kapitalizmi benimseyelim ki sömürgecilere karşı durabilelim” diyenleri karşısına alan Gandhi, sömürgeciliğin tekniklerini ve yöntemlerini benimseyerek Hindistan’ın değil olsa olsa İngilizistan’ın kurulabileceğini söyler (Gandhi, 2009: 28). Sömürgeciliğe karşı öz-yönetim ve kendine yeterlik mücadelesinin sadece siyasal bağımsızlıkla sınırlanamayacağını ve ahlaki, düşünsel ve ekonomik alanlara da yayılması gerektiğini ileri sürer Gandhi. Bu yüzden, arzu merkezli bir yaşam tarzına karşı ahlaki öz denetimi, kente karşı kendi kendine yeten köyler fikrini, sınai kapitalizme ve üretimde makineleşmeye karşı zanaatkâr emeğini ve güçlü merkeziyetçiliğe karşı gevşek biçimde örgütlenmiş bir ulusallığı savunur (Gandhi, 2009). Gerçek bir Hindistan ancak böyle kurulabilecektir.

21. yüzyılın en önemli devrimci dinamiklerinden biri olan Afrika ulusal kurtuluş mücadeleleri de, ulusa, sosyalizme, ulus ve sosyalizm arasındaki ilişkiye dair milliyetçilik ve Marksizm-Leninizmin önermelerine alternatif perspektiflerle motive olmuştu. Bu alternatif perspektiflere en çarpıcı iki örnek olarak Frantz Fanon ve Julius Nyerere’yi gösterebiliriz. Fanon için ulus ve ulusal kültür bir gerçeklik değil, bir imkândır, zira sömürgecilik geleneksel kültürünü tarumar ettiği ve değersizleştirdiği sömürge halkını, tarihi, geleneği ve kişiliği olmayan “yerli”ye indirger (Lazarus, 1999: 86). Yerli, sömürgeciliği ve dolayısıyla kendini olumsuzlama süreci içinde sömürgeci iradeden özerkleşir, özgüvenini ve özsaygısını kazanır ve nihayet ulusallaşır. Fanon’a göre uluslaşma ve sömürgesizleşme bir ve aynı şeydir (1968: 51). Tanı(n)mayı merkeze koyan bir radikal hümanizm tarafından yapılandırıldığından Fanoncu ulusal kurtuluş siyaseti esasen tikelci ve içe dönük değil, enternasyonalist ve evrenselci bir siyasettir. Afrika ulusal kurtuluş mücadelelerinde özgün bir yeri olan diğer isim 1960’lar ve 70’ler boyunca Tanzanya’da devlet başkanı olarak görevde bulunan Nyerere’dir. Nyerere özetle şu soruyu ortaya atmaktadır: Sosyalizm istiyoruz ama kapitalist aşamadan da geçemeyiz/geçmek zorunda değiliz. Bizim toplumumuz hâlihazırda kolektif kültüre dayanan ve derin sınıfsal yarılmaları olmayan bir toplum. Acaba kapitalist aşamayı es geçip sosyalizmi toplumumuzun temelini oluşturan geniş aile (ujamaa) üzerine bina edebilir miyiz (Nyerere, 1968)? Neden kapitalist yıkımı yaşayalım, neden kapitalizme hak etmediği bir statü atfedelim ki demektedir Nyerere. Nyerere’nin arayışı, Afrika sosyalizmi olarak ifade edilen, milli bir sosyalizm diyebileceğimiz, yani Avrupa-merkezci sosyalizm tasavvurunu benimsemenin savaşarak kovulmuş Avrupa sömürgeciliğini bir başka düzeyde geri çağırmak olduğunu bilen ve sosyalizmi milli bir ihtimal olarak görmeye çalışan arayışın en radikal örneklerinden biridir.

Almanya deneyiminin bu yazıda ileri sürülen argümanı çürüttüğü düşünülebilir. Öyle ya, Nazizm, sınai kapitalizme karşı Alman toplumunun geleneksel harmonik yapısına, doğayla uyumuna, zanaatkâr üretimine duyulan nostaljide temellenen bir tepkiselliğin ifadesi olan Alman halkçılığının içinden çıkmamış mıdır, onun evladı değil midir? Alman halkçılığı Nazizmi önceleyen bir proto-faşizm örneği değil midir? Milliyetçilikten ayrı bir ulusal siyaset tanımlamak da nedir? Bu tarz bir itiraz bu yazıda ileri sürülen argümanın vurguladığı ulusal siyasetler arasındaki ayrımın neden önemli bir ayrım olduğunu daha ince bir şekilde ifade etme gerekliliğini ortaya koyar. Şöyle ki: Belirli bir soyutlama düzeyinde birbirinden net bir biçimde ayırabileceğimiz anarşizan-sosyalizan halkçılığı ve milliyetçiliği gündelik ve somut düzeyde birbirinden ayırmak her zaman o kadar kolay olmaz. Ne de olsa iki siyaset de ulus merkezli olmaklıklarıyla ulus-çu siyasetlerdir, benzer bir terminolojiyi paylaşırlar ve somut tarihsel bağlamlarda çeşitli düzeylerde melezleşebilirler. Örneğin faşizm ulusal cemaati (volksgemeinschaft) yüceltmek ve savunmakla özdeşleştirilir; “köklü olmak”, “köksüzlük” gibi kavramlar akla hemen faşizmi getirir. Oysa faşizme özgül karakterini veren şey ulusal cemaate meftunluğu değildir. “[F]aşist ideolojinin (…) sahici cemaat ve toplumsal dayanışma özleminde (…) faşist (…) ya da ‘gerici’, vs. hiçbir yan yoktur” (Zizek, 2011: 261). Pekâlâ, popülist-halkçı hareketler de ulusal cemaat fikrini, “köklü olmak”, “köksüz olmak” gibi kavramları ağızlarından düşürmezler. Zira ulusal cemaat, kapitalist modernite tarafından sersemletilmiş, ortada sahipsiz, güvencesiz bırakılmış kitlelere lazımdır (Jusdanis, 2001), gerçek bir ihtiyacı ve özlemi ifade eder. Faşizme özgü olan unsur, cemaat ve dayanışmaya duyulan ihtiyacı özgürlük ve birey düşmanı bir tekçiliğe indirgeyerek istismar etmesidir.

Alman halkçı hareketinin ana gövdesinin Nazizme evrilmesini bünyevi bir zorunluluk, ulus merkezli siyasetin kaçınılmaz bir sonucu olarak görenlere Alman halkçı hareketinin bir kanadının özellikle Birinci Dünya Savaşı öncesindeki ekolojist vatan (heimat) tahayyülünü hatırlatmak gerekir. 1880’lerden itibaren Almanya’nın sayısız kasabasında ve şehrinde vatan kavramına sürekli göndermede bulunan ve küçük-burjuva kesimler tarafından örgütlenen güçlü ekolojist hareketler ortaya çıkmaya başlar. Bu halkçı-ekolojist hareketler Almanlığın içinden ve vatan toprağının kutsallığına göndermeyle konuşmakla birlikte Nazizmle neticelenmesi kaçınılmaz bir proto-faşist karakter taşımazlar. Sınai kapitalizme ve merkeziyetçiliğe karşı olan bu hareketler için vatan son derece somut bir içeriğe ve yerel bir bağlama sahiptir (Applegate, 1990). Sınai kapitalizmin yaşam alanlarını tahrip edici etkilerine karşı mücadele eden bu hareketlerin en örgütlü ve büyük olanının adının vatan savunması (heimatschutz) olması da şaşırtıcı değildir (Rollins, 1997). Bu halkçı-ekolojist hareketlerin vatanı, ulusun özel mülkiyetinden fazlasını ifade etmeyen bir soyutluk ve siyasal coğrafyadan ziyade ekolojik bir maddiliğe ve yerel bir somutluğa işaret ediyordu. Dolayısıyla, bu halkçı ekolojist hareketlerin nasyonal sosyalizme evrilmesi söylemsel bir sürekliliğin değil, Birinci Dünya Savaşı’yla birlikte siyasal alanın ve vatan tahayyülünün militaristleşmesiyle ortaya çıkan bir söylemsel kesintinin ürünüdür (Lekan, 2004: 12-13). Alman halkçı hareketleri savaş öncesinde Almanlıkla vatan toprağı arasında kurdukları ilişkiyi coğrafya, ekoloji ve estetik üzerinden izah ediyorken,  savaşla birlikte bu ilişki biyoloji ve ırk üzerinden anlatılmaya başlanmıştı (2004: 167-168).

En genel düzlemde tanımlayacak olursak, anarşizan-sosyalizan halkçılık, ulusun, kapitalizmi ve devleti kategorik olarak çağırıp çağırmadığı sorusuna net bir hayır cevabı vermekle kalmaz, ulusun bir cemaat oluşunun onu kapitalizm ve devlet tarafından asla tümüyle zapturapt altına alınamaz kıldığını ileri sürer. Ulus, kapitalist modernitenin cemaatleri köksüzleştirdiği, yersiz yurtsuz kıldığı, kimliksizleştirdiği, atomize ederek ve sınıfsal hatlar boyunca parçaladığı bir dönemde cemaat fikrini ayakta tutarak kaybolanın, kaybedilmekte olanın adını koyabileceğimiz, davasını güdebileceğimiz, hesabını sorabileceğimiz, kapitalizm sonrası bir temelde ihyası için mücadele vereceğimiz bir platform, bir perspektif sunar. Dolayısıyla, anarşizan-sosyalizan halkçılık, bizleri ulus ve sosyalizm arasındaki ilişkiyi içsel bir ilişki olarak düşünmek, bu ilişkiye dair bilindik araçsalcı-stratejik Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı kavrayışının ötesine geçmek, sosyalizmi burjuva modernliğini içerip aşmakla tanımlayan Avrupa-merkezci tahayyülü sorgulamak hususlarında teşvik eder.

19. ve 20. yüzyılda anarşizan-sosyalizan halkçı tasavvurları mümkün kılan en büyük faktör devlet ve kapitalizm dışı toplumsallıkların, yerel cemaatlerin, kırsal hayatın, küçük mülkiyetin güçlü olmasıydı. Rus popülizmi obshchina denilen köy komünü üzerine kurulu kolektif kültür içinden bir yol aramaktaydı, Afrika sosyalizmi ve Nyerere akrabalığın, geniş ailenin dayanışmacı ve eşitlikçi yapısına referansla konuşmaktaydı. Keza Kürt hareketi Kürt toplumunun hâlâ diri sayılabilecek geniş aile gibi geleneksel yapılarına referansla milli bir sosyalizm arayışını sürdürüyor. Peki, Türklük anarşizan-sosyalizan bir Türk halkçılığına benzer toplumsal imkânlar sunuyor mu? Türk milliyetçiliği, Türklüğü coğrafyadan ve tarihten soyutlamakta, egemenlik imleyen bir boşluğa indirgemektedir. Bu indirgeme 80-90 senedir hükmünü icra etmekte, kalkınmacı bir fetişizmle coğrafyayı düzlemekte, tarihi bir mite dönüştürmekte ve cemaatleri çözmektedir. Dolayısıyla anarşizan-sosyalizan bir Türk halkçılığının toplumsal imkânları hayli zayıflamış durumda. Ancak aynı zaman dilimi paradoksal bir gelişmeye de şahitlik etti. Türklüğün devlet ve kapitalizm dışı toplumsallıklarının (mahalle, köy, çarşı, geniş aile, akrabalık) tahrip edildiği süreçte Türklük bir kimlik olarak inşa edildi. Ya da daha doğru bir ifadeyle, Türk ulus-devleti, bugün geri dönüşlü bir biçimde Türk etnikliği ya da toplumsallığı olarak tanımlayacağımız yaşam-dünyalarını tasfiye ederek Türk ulusal kimliğini bugün bu topraklardaki en güçlü ve kapsayıcı “biz” olarak inşa etti. Netice: milliyetçi olmayan radikal bir Türk yurtsever siyaset esasen muhafazakâr bir siyaset olamaz, çünkü Türklük adına muhafaza etmeye değer pek az şey kalmış durumda. Öte yandan, buradan kalkarak Türklüğü bir kenara koymak da kolay değildir. “Biz” merkezli, cemaat merkezli bir siyaset bağlamsız ve tarihsiz bir siyaset olmayacaksa, “bizi” kafasına göre tanımlama hürriyeti olamaz, kendi konuşma ve eyleme konumunu kendi dilediği gibi belirleyemez. Akrabalığın, aşiretin, mahallenin, konu komşuluğun, köyün, çarşı pazarın çözülüşünde bir beden olarak çöken cemaat ancak bir ruh ve tahayyül olarak dahi olsa sönmeye yüz tutmuş bir köz misali “Türk milletinde” mevcuttur. Bir hayal gerçeksiz ne kadar ayakta durur, bu köz yeniden ateş alır mı denemeden bilmek mümkün değildir.

Kaynakça

Agamben, G. (1998) Homo Sacer: Sovereign Power and Bare Life, Stanford: Stanford University Press.

Alonso, A. M. (1994) “The Politics of Space, Time and Substance: State Formation, Nationalism, and Ethnicity”, Annual Review of Anthropology, 23 (1): 379-405.

Anderson, B. (2006) Imagined Communities: Reflections on the Origin and Spread of Nationalism, London: Verso.

Applegate, C. (1990) A Nation of Provincials: The German Idea of Heimat, Berkeley: University of California Press.

Berlin, I. (1994) Russian Thinkers, London: Penguin Books.

Bodin, J. (1992) On Sovereignty: Four Chapters from The Six Books of the Commonwealth, J. Franklin (der.), Cambridge: Cambridge University Press.

Fanon, F. (1968) The Wretched of the Earth, New York: Grove Press.

Gandhi, M. K. (2009) Hind Swaraj and Other Writings, A. Parel (der.), Cambridge: Cambridge University Press.

Giddens, A. (1987) The Nation-State and Violence: Volume Two of A Contemporary Critique of Historical Materialism, Cambridge and Oxford: Polity Press.

Haldun, İ. (2016) Mukaddime, çev. S. Uludağ, İstanbul: Dergah.

Hechter, M. (2000) Containing Nationalism, New York: Oxford University Press.

Herzen, A. (1956) From the Other Shore and The Russian People and Socialism, London: Weidenfeld and Nicolson.

Jusdanis, G. (2001) The Necessary Nation, Princeton: Princeton University Press.

Karatani, K. (2014) The Structure of World History: From Modes of Production to Modes of Exchange, Durham ve Londra: Duke University Press.

Kitching, G. (1982) Development and Underdevelopment in Historical Perspective: Populism, Nationalism and Industrialization, London: Methuen.

Lazarus, N. (1999) Nationalism and Cultural Practice in the Postcolonial World, Cambridge: Cambridge University Press.

Lefort, C. (1986) “The Logic of Totalitarianism”, J. B. Thompson (der.), The Political Forms of Modern Society: Bureaucracy, Democracy, Totalitarianism içinde, Cambridge, MA: MIT Press.

Lekan, T. M (2004) Imagining the Nation in Nature: Landscape Preservation and German Identity, 1885-1945, Cambridge, Mass.: Harvard University Press.

Malkki, L. H. (1997) “National Geographic: The Rooting of Peoples and the Territorialization of National Identity among Scholars and Refugees”, Gupta, A. ve J. Ferguson (der.), Culture, Power, Place: Explorations in Critical Anthropology içinde, Durham, N. C: Durham University Press, 52-74.

Marx, K. ve F. Engels (1969) Marx/Engels Selected Works, Vol. One, Moscow: Progress Publishers.

Nyerere, J. K. (1968) Ujamaa: Essays on Socialism, London: Oxford University Press.

Orban, V. (2014) “Full text of Viktor Orbán’s speech at Băile Tuşnad (Tusnádfürdő) of 26 July 2014”, http://budapestbeacon.com/public-policy/full-text-ofviktor-orbans-speech-at-baile-tusnad-tusnadfurdo-of-26-july-2014/10592, indirilme tarihi: 25 Nisan 2017.

Putin, V. (2019) “Vladimir Putin says liberalism has ‘become obsolete’”, https:// www.ft.com/content/670039ec-98f3-11e9-9573-ee5cbb98ed36, indirilme tarihi: 1 Temmuz 2019.

Rollins, W. H. (1997) A Greener Vision of Home: Cultural Politics and Environmental Reform in the German Heimatschutz Movement, 1904-1918, Ann Arbor, MI: University of Michigan Press.

Schmitt, C. (2005) Siyasi İlahiyat: Egemenlik Kuramı Üzerine Dört Bölüm, çev. E. Zeybekoğlu, Ankara: Dost.

Thompson, E. P. (1971) “The Moral Economy of the English Crowd in the Eighteenth Century”, Past & Present, (50): 76-136.

Tilly, C. (2001) Zor, Sermaye ve Avrupa Devletlerinin Oluşumu: 990-1992, çev. K. Emiroğlu, Ankara: İmge.

Tönnies, F. (2001) Community and Civil Society, J. Harris (der.), Cambridge: Cambridge University Press.

Tunçay, M. (1981) Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931), Ankara: Yurt.

Turner, V. (1990) “Liminality and Community”, Alexander, Jeffrey C. ve S. Seidman (der.), Culture and Society: Contemporary Debates içinde, Cambridge, UK: Cambridge University Press, 147-154.

Venturi, F. (1960) Roots of Revolution: A History of the Populist and Socialist Movements in Nineteenth Century Russia, New York: Knopf.

Walecki, A. (2009) Rus Düşünce Tarihi: Aydınlanma’dan Marksizme, çev. A. Şenel, İstanbul: İletişim.

Williams, R. R. (1997) Hegel’s Ethics of Recognition, Berkeley: University of California Press.

Zizek, S. (2011) Kırılgan Temas: Slavoj Zizek’ten Seçme Yazılar, çev. T. Birkan, İstanbul: Metis.


[1] İntiharın İslam nazarında en büyük günahlardan biri olması, intihar edenin cenaze namazının kılınmaması ve ilelebet cehennemde kalacağı hususundaki hükümler intihar edenin intihar eylemi dolayısıyla Allah’ın can alan ve veren mutlak egemen statüsüne kastetmesiyle doğrudan ilişkilidir.

[2] Türkiye sosyalist solunda vatan kavramına güçlü bir biçimde sahip çıkarak bir istisna teşkil eden Halk Cephesi çizgisinin vatan tanımı dökülen kanı merkeze koyduğu oranda ne yazık ki milliyetçiliğin mülkiyetçi vatan tahayyülünün sınırları içerisinde kalmaktadır. Dökülen kanın emekçi sınıfların kanı olduğunu vurgulayarak ve kanın yanına emekçi sınıfların döktüğü alın terini de ekleyerek sol-popülist/milliyetçi bir vatan tanımı geliştiren Halk Cephesi için vatanseverlik emperyalizmden bağımsızlıktır, yoksa “vatanseverlik toprak parçasını sevmek değildir” (Kalsen, 2016: 134).

[3] Anadolu’yu Türklüğün vatanı olarak tanımlarken Türk Tarih Tezi’nin Anadolu’nun kadim halklarının Türk olduğu tezlerine yaslanıyor değilim. Türklükle Anadolu’nun beşeri ve fiziki coğrafyası içinde ortaya çıkmış ve dolayısıyla Anadolu öncesi bir varoluşa sahip olmayan Anadolu Türklüğünü kastediyorum.