Kabotaj Bayramı, Müsilaj Bayramı

Tahmini Okunma Süresi: 4 dakika

Vatanı sadece kullanım hakkı çeşitli ihaleler marifetiyle alınıp satılacak bir mal ya da üzerinde bayrağın dalgalanması ile kutsallaştırılacak bir egemenlikler rekabetinin alanı olarak gören dilin ötesine geçmeyi teklif etmesi bakımından Tanıl Bora’nın bu yazısına* Yurtseverce’de yer veriyoruz. Yurdumuzun toprağını ve sularını kendi ekolojik dengesiyle güzelliğine doyacağımız bir yaşam alanı olarak sahipleniyor, Bora’nın bu yaklaşımına canı gönülden iştirak ettiğimizi belirtmek istiyoruz.

Bahadır Baruter’in on beş sene kadar önce çizdiği bir karikatürü var. Pek nur yüzlü denemeyecek hiddetli bir imam, karşısında dikilen bir gemiciler, tayfalar cemaatini,  “Kabotaj bayramı namazı diye bir şey yok kardeşim, işletmişler sizi!” diye azarlıyor. Ekseriyetle Karadenizli-burunlulardan oluşan cemaat, safdil bir hayal kırıklığıyla bakıyor. ‘Keşke olsaydı,’ der gibiler.

***

Yarın 1 Temmuz, kabotaj bayramı. Müfredatta millî bayramlar kadrosunda sayılıyor, Saatli Maarif Takvimi’nde de yazıyor mesela. Ama yıllık ajandaların birçoğunda yer almıyor. Tatilsiz bayram, neticede; yani, talî bir ‘muayyen gün.’ Vatandaş, “aa, bu perşembe kabotaj bayramı,” demez.

***

Malûm, kabotaj, bir devletin karasularında ve limanları arasında gemi işletme ve her türlü liman hizmetlerini kontrolünde bulundurma hakkı, demek oluyor. Millî egemenlik hukukunun denizlerdeki bir parçası. Lozan Antlaşması’yla kapitülasyonların lağvedilmesinin ardından, 19 Nisan 1926 tarihinde çıkarılan ve 1 Temmuz’da yürürlüğe giren yasa, Türkiye Cumhuriyeti devletinin, ülkesinin limanları arasındaki seyrüseferler üzerindeki imtiyazını tescil etmiş. 1 Temmuz, 1935 yılından itibaren Kabotaj Bayramı ilan edilmiş.

2007 yılında adı Denizcilik ve Kabotaj Bayramı olarak değiştirildi. Bayramın ya da ‘Gün’ün daha ‘sivil’ bir havaya büründürülebileceği sezgisi çıkabilir bu ad değişikliğinden. Öyle bir şey olmadı.

***

Bundan on beş yılı aşkın zaman önce, Yelken Dünyası dergisinin Ağustos 2004 sayısında Sezar Atmaca, -ki ben de bu yazının şevkini, 1 Temmuz’u “aa, kabotaj bayramı” diye hatırlayan Bağış Erten’in yanısıra ona borçluyum-, kutlama “etkinliklerinin” manâsını ve ruhunu kemal-i afiyetle sorgulamış.

Bir kere, 1 Temmuz’un öncelikle ticarî denizcilikle, deniz ticareti ile ilgili bir “kutlama” olduğunu, ticarî-olmayan denizcilik meşgalesini, amatör denizciliği teknesine almadığını, ticarî olmayan denizcilik muhiplerinin de bu ‘Gün’e müdahil olmak için ciddi bir çaba göstermediğini hatırlatmış.

Sonra, büyük şehirlerdeki kutlamaların resmiyetçi havasından, “bayramın” devlet töreni olarak cereyan etmesinden yaka silkmiş. Denizi sahne olarak kullanan bir bürokratizmden dert yanıyor. Küçük yerlerdeki kutlamaların ise “panayır havasında” geçtiğini yazmış Sezar – taşra panayırı, diyelim. Buralarda, yüzme ve yelken yarışları yanında, yağlı kazık ucundan bayrak alma, suda ördek yakalama, kumsalda çuvalla yürüme, halat çekme, dipten tabak çıkarma gibi yarış ve eğlenceler, revaçtadır.

Bir parantez açayım: çocukluğunu gençliğini sahil küçük şehir ve kasabalarında geçirmiş 60’lı ve 70’li yaşlarındaki ahbaplardan, şen şatır 1 Temmuz hatıraları dinlemişliğim var. Tören resmiyetinin berisinde, denizle hemhal olarak, tuzlu su sarhoşluğuyla geçirilmiş neşeli ve biraz da karnavalesk bir gün çıkıyor onların hafızalarından… Galiba, biraz nostalji zevki… Ve galiba, resmiyet, denize alâkasızlık ve elbette ‘sanayi-ticaret,’ diyelim, sahillerin ticarî yağması, olduğu kadarıyla o taşra karnavaleskini de boğdu geçen zamanda.

Kısacası, Sezar’ın dediği gibi, “bayram”da eksik olan, sahici denizcilik muhabbeti ve deniz sevgisi. Gözleri ve gönülleri deniz-insan ilişkisine açmak… Fazla olan, denizi taşıracak kadar fazla olansa, resmiyet ve hamaset.

***

Kabotaj Bayramı’nın “Denizcilik” adıyla ikmalinden sonra da tören protokolü değişmedi.

Bahadır Baruter karikatürü değil, sahiden mehter var mesela; denizcilik deyince ‘yetkililerin’ aklına öncelikle Barbaros Hayreddin cengâverliği geldiği için… (Nitekim Barbaros Hayreddin türbesinde Kur’an tilaveti de var.)… “Deniz şehitleri anısına suya çelenk bırakmak” var… Kıyı Emniyeti Genel Müdürlüğü römorkörlerinin resmi geçidi ve “su takı” gösterileri var… Deniz Kuvvetleri firkateynlerinin ziyarete açılması var… Dalgıçların su altında bayrak açması var… (Geçen sene İzmir-Karaburun’daki dalgıç eğitmenleri, sağlık çalışanlarına teşekkür mesajı vermek üzere maske takmış bayrak açarken.) Refakaten, bazı yerlerde yüzme yarışı, çıpa çıkarma, denizde tabak bulma, yağlı direkten bayrak alma yarışları var…

Fakat öne çıkan, özellikle nutuklarda öne çıkan iki temadan birisi, ticaret: deniz ticaretimizi geliştirmeliyiz, balıkçılığımızı geliştirmeliyiz… Diğeri ve asıl önemlisi, birincisi, denizin altında-üstünde ve yağlı direkte bayrak teşhiriyle de altı çizilen: Egemenlik. Buralar bizim, bu deniz bizim, bu denizin sahibi, bu havalinin denizler hâkimi biziz.

***

Bir parantez daha. Muhalif sahil belediyeleri, birçok sahil büyük şehrinde yerel yönetim mevkiinde bulunan CHP belediyeleri farklı bir şey yapıyor mu? Pek yapmıyor. Askerî ve mülkî erkânla beraber resmî törenlerde yer alıyor, o törenlerin standart içeriğini organize ediyorlar. (Fazladan bir “etkinlik” olarak, dalgıçlar su altında Türk bayrağına ilaveten Atatürk portreli flama açabiliyorlar.)

***

Kabotaj bayramı tören protokolü ve oradaki ‘denizler hâkimi’ gösterileri, “üç tarafı denizlerle çevrili ülkemiz” için denizlerin jeopolitik-jeostratejik önemine dair nutuklar; keza “denizlerin paylaşım mücadelesinden” dem vuran şu meşhur “Mavi Vatan” söylemi, bir vatan olarak denize nasıl bakıldığını gösteriyor bize.

Vatanı bir harita olarak, yüzölçümü olarak gören bir bakış bu. Denizleri de karasular olarak görüyor; teknik tabiriyle, “hâkimiyeti kıyı devletine ait olan deniz alanı.” Vatanla ilgili ve bir vatan parçası olarak denizle ilgili heyecan ve hassasiyet, sadece bize aitliğiyle, egemenlik hakkıyla kaim.

Millî egemenlik hamasetine groston ölçüleriyle büyülenmiş bir para ve mal şevki katan bu söylem, yat limanı ihalelerini, kıyıların gaspını, trol yağmacılığını bir vatan meselesi olarak görmez – biliyorsunuz, sosyal medya trollerinden önce denizlerimizdeki troller vardı ve hâlâ da varlar.

Vatanı –ve bir vatan parçası olarak denizi-, hemhal olduğunuz bir coğrafya olarak, bir ekolojik varlık olarak, bir yaşam ortamı olarak düşünebilmek, bu anlayışın binlerce deniz mili uzağında…

***

CHP’li belediyelerden biri,  Çanakkale Büyükşehir Belediyesi, 2020 kabotaj bayramında değişik bir iş yapmış, Liman Başkanlığı, Sahil Güvenlik Grup Komutanlığı, AFAD ve Çanakkale Üniversitesi Sualtı Araştırma ve Uygulama Merkezi ile beraber, Yat Limanında deniz temizliği çalışması gerçekleştirmiş. En azından bir “farkındalık” hamlesi. Gerçi uzmanlar Marmara Denizi’nin üstünü ve ondan bin beter durumda olan dibini temizlemenin yüzeysel hamlelerle gerçekleştirilemeyeceğini, tek çarenin bir süre nadas ve etkili bir atık yönetimi olduğunu söyleseler de[1] hiç değilse bir farkındalık hamlesi.

Meteoroloji tabiriyle “Denizlerimizde durum” deyince, şu 1 Temmuz’da, Kanal İstanbul’u ve müsilajı anmamak mümkün mü?

Ya Kanal Ya İstanbul Koordinasyonu, son açıklamasında, kanalın –tövbe- yapılması halinde, Karadeniz’den gelecek akıntının ve kanalın çoğaltacağı şehir atıklarının Marmara Denizi’ni tamamen öldüreceğini hatırlattı.

1+1 Forum’da hidrobiyolog Levent Artüz’ün, Mart’tan beri kâbus gibi beliren müsilaj -“deniz salyası”- hakkında anlattıklarını okuyun[2]

Dibini balçığa çevirerek, balıkları ve nice mahlûkatı helâk ederek, tümüyle canlı hayatını boğarak, üstünü salyaya bulayarak denizin haşadını çıkarıyorken, belki de yakışanı, adını “1 Temmuz Müsilaj Bayramı” koymaktır.


* Bu yazı ilk olarak Birikim Haftalık’ta 30 Haziran 2021 tarihinde yayınlanmıştır.

https://birikimdergisi.com/haftalik/10657/kabotaj-bayrami-musilaj-bayrami

[1] https://gazetekolektif.com/denizin-dibi-yuzeyden-cok-daha-fena-durumda/

[2] https://www.birartibir.org/ekoloji/1170-cesedin-curumesidir-bu

Merkeziyetçilik Milletçilik Çatışması 1919-1926

Tahmini Okunma Süresi: 18 dakika

Eğer bu ülkede 1919 yılı ile 1925 yılları arasında o çok olmayan, taban teşkil etmeyen Komünist ve belki Muhafazakâr, belki Liberal muhalefeti ezip yok etmek yerine yaşama şansı verilseydi biz bugün nasıl bir memlekette yaşardık acaba diye kendime sorular soruyorum. O zaman işte tam da bugünlerde yaşadığımız, kutsallık örtüleriyle sarılmış bir devletin içinden böyle pislikler mi fışkırırdı yoksa daha şeffaf ve daha demokratik bir ülkede yaşama şansı mı bulurduk? Bu benim için çok hayati bir soru ve ben bu soruyu sormaya devam edeceğim.

(2)

İlk yazdığım yazıda Türkiye’de Merkeziyetçiler, Milletçiler çatışmasını tarihsel olarak Osmanlı devletinin çöküşü ve Milli Kurtuluş Savaşı yıllarına kadar getirmiş ve orada son vermiştim. Aslında niyetim bu yazıda süreci 1950 yılına yani Demokrat Parti iktidarının başlangıcına kadar getirmekti fakat tarihsel olarak o noktaya gelmeden önce, 1919-1926 yılları arasına daha detaylı bir şekilde bakmaya ve orada yaşanan olayları biraz daha irdelemeye başlamak istiyorum. Çünkü bugün yaşadığımız birçok olayın kökenlerinin o günlere dayandığını düşünüyorum.

MİLLİ MÜCADELE ÖNCESİ

1919 yılına geldiğimizde memleketin iktisadi durumu ile ilgili bir iki ufak tespit yaparak konuya girelim. “1913 ve 1915 yıllarında yapılan sanayi sayımları, bugünkü Türkiye sınırları içinde kalan Batı Anadolu ve Marmara bölgelerinde yani ülkenin en gelişmiş yörelerinde, 1908’den önce kurulmuş sınai tesisleri şunlardı. 20 un değirmeni, 2 makarna, 6 konserve, 1 bira fabrikası, 2 tütün mağazası, 1 buz, 3 tuğla, 3 kireç, 7 kutu, 2 yağ, 2 sabun, 2 porselen imalathanesi, 11 tabakhane, 7 marangoz ve doğrama atölyesi, 7 yün, 2 pamuklu iplik ve dokuma, 36 ham ipek, 1 ipekli dokuma ve 5 “sair” dokuma fabrikası, 35 matbaa, 8 sigara kâğıdı, 5 madeni eşya ve 1 kimyasal ürün fabrikası vardı.”1

Bu kuruluşların bir de memleketin batısında olduğu düşünülürse Anadolu’nun nasıl bir sefalet içinde olduğu daha iyi anlaşılır diye düşünüyorum. Yakup Kadri’nin Yaban romanında bu yoksulluk ve sefalet çok iyi resmedilmiştir. Özellikle İstanbul’dan gelip, Milli Mücadeleye katılanlar bu hal karşısında dehşete düşmekteydiler.

Milli Mücadelenin başlangıcı ile ilgili şöyle kısa bir kronoloji çıkaracak olursak.

30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi yapıldı.

55 savaş gemisinden oluşan İtilaf donanması 13 Kasım 1918’de İstanbul limanına demir attı. Ardından ülkenin belirli bölgelerinde İngiliz, Fransız ve İtalyanlar işgale başladılar.

21 Aralık 1918’de, İttihat ve Terakki Dönemi’nde seçilmiş olan ve çoğunluğu İttihatçı mebuslardan oluşan Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı Padişah Vahdettin tarafından feshedildi.

3 Mart 1919’da Damat Ferit Paşa hükümeti kuruldu.

15 Mayıs 1919’da İzmir Yunanlılar tarafından işgal edildi.

Burada devreye Mustafa Kemal giriyor.

19 Mayıs 1919’da Ordu Müfettişi olarak Samsun’a geliş, 22 Haziran 1919’da Amasya genelgesi, 23 Temmuz – 4 Ağustos 1919 tarihleri arasında yapılan Erzurum Kongresi, 4 Eylül – 11 Eylül 1919 tarihleri arasında Sivas Kongresinin yapılması. Bu arada Anadolu ve Trakya’da kurulmuş olan bütün direniş teşkilatlarının Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adı ile birleştirilmesi sağlanıyordu.   İtilaf Devletleri 16 Mart 1920’de İstanbul’u resmen işgal ederek, Meclis-i Mebusan’ı basıp milletvekilleri ve aydınları tutukluyorlar ve 23 Nisan 1920’de Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi toplanıyordu.

İşte resmi olarak Milli Mücadele, Meclisin kurulması ile başlamış oluyordu. 26 Ağustos 1922 tarihinde başlayan Büyük Taarruz ile son savaşını yapan Birinci Meclis, 24 Temmuz 1923 günü Lozan Barış anlaşması ile uluslararası meşruiyetini kazanmış, 29 Ekim 1923 yılında da Türkiye Cumhuriyetini kurmuştur. Fakat iş orada bitmiyor, 1925 yılında başlayan Şeyh Sait isyanı ile birlikte 4 Mart 1925 yılında ilan edilen Takrir-i Sükûn kanunu sonucu yapılan operasyonlarla, bugünkü rejimin temelleri atılmış oluyordu. Görüldüğü gibi çok fırtınalı geçen yıllardan sonra imparatorluğun yıkıntıları arasında ortaya çıkan bir cumhuriyet var. Şimdi o günlerde biraz gezinti yapalım.

İTTİHAT VE TERAKKİ FIRKASININ MİLLİ MÜCADELEDE ETKİLERİ

Siyasi olarak ise ülkenin en etkili siyasi kuruluşu olan ve 1908’den itibaren kısmi, 1913’ten sonra ise tam anlamı ile iktidarı elinde tutan İttihat ve Terakki Fırkasıydı. Bu fırka ve uygulamaları 1908’den itibaren ülke siyasetini belirlemeye başlamış ve ülkenin siyasi ufkunda gezen bir gölge haline dönüşmüştür. Devlet uygulamalarının günümüze kadar neredeyse tamamında bu fırkanın imzasını görüyoruz.

Şüphesiz ki Cumhuriyetin en önemli karakteri ve kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’tür. Öncelikle onun bizim tartıştığımız başlık olan Milletçiler, Merkeziyetçiler yönünde nasıl bir yerde durduğuna bakalım. Bir hakkı teslim ederek başlayayım, o yılların bütün karmaşası içinde çok önemli bir zekâya ve pratiğe sahip olan Mustafa Kemal ortaya çıkan Cumhuriyetin kuruluşunda ve yapılanmasında her noktada vardır ve hiçbir şekilde ikinci plana atılmaya müsaade etmemiştir.

Mustafa Kemal Paşa’nın nasıl bir merkeziyetçi yerden baktığının ilk belirtilerini Sivas Kongresi sırasında memleketteki direniş hareketlerinin tek bir çatı altında birleştirilmesi konusundaki ısrarında görüyoruz. Hiçbir şekilde bu örgütlenmelerin ARMHC çatısı dışında kalmasına müsaade etmemiştir.

Meclis ilk kurulduğunda, yasama, yürütme ve yargı erklerini kendi uhdesine almıştı. İlk Mecliste, Mustafa Kemal Paşa, Meclis Reisi seçilmiştir.  Meclisin ilk kanunları, Meclisin Ülkeyi ve Saltanatı kurtarmak adına kurulduğunu, buna itiraz edenlerin Vatan Haini olarak ilan edileceğini ve bu kişilerin idam ile cezalandırılacaklarını, idamın meclis tarafından onaylandıktan sonra yürürlüğe gireceğini hüküm altına almıştır. Bu kanunun en önemli tarafı daha önce de söylediğimiz gibi Meclisin, Yasama, Yürütme ve Yargı erklerini beraberce ifa etmesidir. Mecliste 2 Mayıs 1920 tarihinde yapılan toplantıda Meclis Başkanı Yürütmenin başı sayılmış, kurulacak olan Heyet-i Vekile’nin ilk yürütme organı olacağı kabul edilmişti. Heyet-i Vekile’ye girecek olan Mebusların Meclis tarafından aday gösterilmesi ve yapılacak oylamada oylamaya katılanların yarıdan bir fazla oyunu alan adayın Vekil tayin edileceği karara bağlanmıştı. Fakat bu durum 4 Kasım 1920 tarihinde bir teklifle değiştirildi. Daha önceki uygulanan Meclis içinden aday gösterilmesi yöntemi sona ererken yerine Vekil adaylarının Meclis Reisi tarafından aday gösterilmesi hususu kabul edildi. Bu mesele ilk meclisin sonuna kadar tartışmalı bir konu olmaya devam etmiştir. İşin esası şuydu. 4 Eylül tarihinde Dâhiliye vekilliğine Tokat Mebusu Nazım Bey seçilmiştir fakat kendisi Mustafa Kemal’in baskısı sonucunda sağlık durumunu gerekçe göstererek istifa etmek zorunda kalmıştır.

“Görüldüğü gibi asıl sorun seçimlerde sonuç alınamaması değil, Mustafa Kemal Paşa’nın Nutuk’ta da vurguladığı gibi, yürürlükteki yöntemle, istenmeyen kişilerin de vekil seçilebilmesidir. Hükümetin desteklediği adaydan daha çok oy alarak Dâhiliye Vekili seçilip ardından istifaya zorlanan Nazım Bey, Birinci Meclis Dönemi’nin sol akımlarından Yeşil Ordu Cemiyeti ve Türkiye Halk İştirakiyûn Fırkası içinde etkin bir şahsiyetti.”2

Mustafa Kemal Paşa’nın ilham aldığı kişi Ziya Gökalp’ti ve o tabiatta kuvvetler ayrılığı değil kuvvetler birliği olduğunu savunuyordu. Mustafa Kemal Paşa 21 Aralık günü yapmış olduğu konuşmada mealen ne tabiatta, ne dünyada güçler ayrılığı diye bir şey yoktur diyordu. Aksine, var olan güçler birliğidir ve milli iradeden kasıt bu birliktir. Meşrutiyet, milleti aldatmak için icat edilmiştir. Çünkü tarihsel olarak güçler ayrılığı ilkesi ‘müstebitle uzlaşmak’ ve ona boyun eğmek anlamına gelir diyordu.

Aslında bu kadar merkeziyetçi olan Mustafa Kemal Paşa, ortaya koymuş olduğu mücadeleler ve taktikleriyle bu hedefine ulaşacaktı. Peki, bu yoldaki engelleri nelerdi ve onlarla mücadele biçimi nasıl olmuştu. Öncelikle rakipleri ve hedeflerini gözden geçirelim.

Milli Mücadele başladığında öncelikle merkez heyeti yurt dışına firar eden İttihat ve Terakki Fırkasının memleketin her köşesinde yer alan üyeleri ve aynı ekibin oluşturduğu Teşkilat-ı Mahsusa grubu bu mücadelenin ön saflarında yer almak için hem kongrelere, hem de Meclisin kuruluşuna katılmışlardı. Ana vasıfları Komitacılık olan ve kurulduğundan itibaren bütün işlerini şiddet kullanarak çözmeye çalışan, muhalif hiçbir harekete yaşama şansı vermeyen İttihatçılar, Mustafa Kemal Paşa’nın hem etrafında hem de ona karşı muhalefette yer almışlardır. Peki, bu komitacılık ne demekti? Bu soruya Balkanlarda savaşan bir Teşkilat-ı Mahsusa üyesi olan Fuat Balkan şöyle cevap vermektedir.

“Vatanseverliğin en müfridine Komitacılık denir. Ve Komitacı Vatan davası karşısında her şeyini, hatta canını dahi feda eden; gözünü budaktan sakınmayan, tepeden tırnağa feragat kesilmiş insandır. Memleketinin ve milletinin menfaati gerektirdiği zaman merhamet bilmez, yakmak lazımsa gözünü kırpmadan yakar, yıkmak gerekirse yıkar, kırar, döker! Taş üstünde taş, omuz üstünde kelle bırakmaz! Kaç defa böyle vaziyetler karşısında kaldık ve yapılması lazım olanı yaptık.”3  

Mustafa Kemal, kendisinin de üyesi olduğu fakat hiçbir şekilde sivrilmediği, ana ekibi içinde birçok arkadaşının yer aldığı İttihat ve Terakki üyelerine karşı devamlı olarak kuşku içinde yaklaşmıştır. Meclis ilk açıldığı zaman, Talat Paşa Almanya’da, Enver ve Cemal Paşalar Rusya’da idi ve Mustafa Kemal Paşa, Talat Paşa Almanya’da suikaste uğrayıp öldürülene kadar onunla mektuplaşmaktaydı. İttihat Terakki’nin içinde, Mustafa Kemal’in muhatap aldığı kişi Talat Bey’dir ve ona yazdığı mektuplarda, kendileriyle yapılacak olan ittifakın şartlarını şu şekilde belirlemiştir.

“Benim onayım ve düşüncelerim haricindeki girişimlere karşıyım;

Türkiye’nin dışındaki ve ikincil öneme haiz kararlarda da görüşüm dâhilinde hareket edilmesini isterim;

Yabancılar da dâhil, her türlü temas ve anlaşmalarda son söz ve karar buraya bırakılmalıdır;

Münasebet yalnız benimle olmalıdır;

Sulhtan sonraki ortak çalışma için daha esaslı projeler yapılabilir.”

Talat Paşa, Mustafa Kemal’e gönderdiği mektupta, barış sağlanıncaya kadar Anadolu’da inisiyatifi tamamen ona bıraktığını göstermiştir. Suikast sonucu öldürüldükten sonra Mustafa Kemal Paşa’nın özellikle Talat Paşa’ya yakın İttihatçılar üzerinde daha çok etkisinin arttığını görüyoruz.4

Mustafa Kemal Paşa, işte bu çok yakından tanıdığı ekiple birlikte yola çıkıyordu. Onların varlıkları kendisi için bir yandan gerekli iken, bir yandan da son derece tehlikeliydi. Doğu Cephesinde Kazım Karabekir, Batı Cephesinde Ali Fuat Cebesoy Paşaların desteğini alan Mustafa Kemal Paşa, Ankara’da ise Fethi Okyar ve Rauf Orbay, Refet Pele, Adnan Adıvar, Yunus Nadi gibi İttihat Terakki Fırkasının önemli isimleriyle birlikte hareket ediyordu.

BOLŞEVİKLER, İŞTİRAKİYUNCULAR VE YEŞİL ORDU CEMİYETİ

Diğer yandan ise memlekette bir Bolşevik rüzgârı esiyordu. Ülkenin batılı güçler tarafından istila edilmesi, Rusya’da meydana gelen Ekim devrimi sonucu iktidara gelen Bolşeviklerin ise Türklerle savaş istememesi hatta batılı Emperyalist güçlere karşı Ankara’nın mücadele etmesine sempati ile bakmaları sonucunda özellikle iktidarı ve ülkeyi kaptırmış olan İttihatçılar, Komünistlere kurtarıcı gözüyle bakmaya başlamışlardı. Zaten Ankara hükümeti de hem doğu cephesini garanti altına almak hem de Sovyetlerden gerekli lojistik yardımı alabilmek için Bolşeviklere karşı son derece hoş görülü görülüyordu.

Sovyet orduları Bakü’ye girmek üzeredir bir yandan da Ermenistan ile çatışmalar devam etmektedir. İşte bu ortamda hem Sovyet ordularının Bakü’ye girmelerini engellemek hem de Ermenistan’la Sovyetlerin yakınlaşmasını engellemek maksadıyla Kazım Karabekir, Ankara’ya Lenin’e gönderilmek üzere üç maddelik bir mektup hazırlamış, biraz düzeltme ve gecikme ile bu mektup Moskova’ya gönderilmişti. Bu arada Sovyet ordusu Bakü’ye girmişti. İşte bu olaydan dolayı daha sonra hatıralarında Kazım Karabekir bu mektubun gecikmesinin Bakü işgaline yol açtığını anlatmakta ve Mustafa Kemal Paşa’yı suçlamaktadır.5

O günler o kadar ilginç günlerdi ki, Yeşil Ordu Cemiyeti’nin kurulduğu günler olan Mayıs 1920’den, Ankara Hükümetinin Londra Konferansına davet edildiği ve İngilizlerle görüşmeye başladıkları Ocak, Şubat 1921’e kadar memleketin birçok yerinde ve birçok mahfilinde Bolşeviklik ve Komünizm lehinde propagandalar yapılıyor. Moskova’ya heyetler gönderiliyor. Ankara’ya, Sovyet temsilciler geliyorlar ve o elçilerin gözetiminde Komünist Parti faaliyeti yürütülüyordu. Kazım Karabekir’den, Ali Fuat Cebesoy’a, Mustafa Kemal Paşa’dan, Adnan Adıvar’a kadar Bolşevikliğin ve Komünizmin ezilen milletler için nasıl bir can yeleği olduğu ve Komünizmle, İslam’ın ahlakının nasıl birbiriyle uyumlu olduğu anlatılıyordu. Yeşil Ordu’nun kurucuları arasında Tokat Mebusu Nazım Bey ve Bursa Mebusu Şeyh Servet gibi samimi komünistler yanında, Yunus Nadi, Celal Bayar, Adnan Adıvar gibi Mustafa Kemal’e yakın ittihatçılar da bulunmaktadır fakat en önemli şey bu kurucuların hepsi Sovyet Rusya ile bir işbirliği, ittifak yapmak yönünde hem fikirdirler. 6

Ülkenin çok değişik yerlerinde örneğin, Erzurum, Trabzon, Kastamonu ve Eskişehir gibi illerinde Komünizm ve Bolşeviklik lehinde yayın yapan gazete ve dergiler çıkarılmaya başlamıştı. İstanbul’da Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist partisi kurulmuştu. Fakat iki ülkenin birbirine kuşku ile bakması, Sovyetlerin güney sınırında Ermeniler için Van, Ardahan gibi şehirleri istemesi, yardım konusunda Ankara hükümetini oyalaması, Ankara’nın da, Rusya’dan gelip Türkiye Bolşevik Komünist Partisi’ni kuran ve devamlı şekilde Sovyet temsilciliği içinde faaliyette bulunan Şerif Manatov’u casus olduğu gerekçesiyle yurt dışına çıkarması, aynı zamanda isyan eden Çerkes Ethem’e destek verdikleri kuşkusu üzerine ve üstelik Ankara hükümetinin heyetini bekletip, Enver Paşa ve Rusya’da bulunan ittihatçıları dikkate almaları bu ilişkileri gerginleştirmiş ve Ankara’nın Komünist muhalifleri tasfiye etmesiyle sonuçlanmıştır.

Yukarıda söz edildiği gibi, 2 Mayıs 1920 tarihinde Tokat Mebusu Nazım Bey’in Dâhiliye Vekili seçilmesi meclisteki Yeşil Ordu taraftarlarının gücünü ortaya çıkarmıştı bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa’nın Nutuk’ta daha sonra anlatacağı gibi bir halkçılık programı hazırlanmıştı.

“13 Eylül’de hazırlanarak 18 Eylül’de Meclis’e sunulup görüşülen ve siyasal edebiyatımızda “Halkçılık Programı” olarak anılan program Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun kaynağını oluşturmaktadır. Bununla birlikte, bu program da aslında 3 Eylül’de hazırlanıp 8 Eylül 1920’de Anadolu’da Yeni Gün gazetesinde yayınlanan Halk Zümresi Siyasi Programı’nda yer alan ilkelerden esinlenerek hazırlanmıştır.

‘Halk Zümresi’nin açıklanan siyasal görüşleri, tıpkı Yeşil Ordu gibi, İttihatçı Pan-İslamizmi ile toplumsal içerikli bir ekonomi politikası tasarımının bileşimine dayanıyordu. Zümre’nin 3 Eylül tarihli siyasi programının ilk maddesi, Meclis’in açılışından beri vurgulanan hilafet ve saltanat makamının kurtarılması amacını bir kenara iterek, Zümre’nin halkı kayıtsız şartsız egemen kılmak üzere kurulduğunu ilan ediyordu. Dahası, 28 maddeden oluşan programda hilafet ve saltanata ait tek bir kelime yer almıyordu. Program’da Meclis yerine Şura terimi benimseniyor, yasama ve yürütme yetkilerini bünyesinde toplayan Şura’nın, livalardan 18 yaşını doldurmuş kişilerin genel oyuyla, 2 yılda bir seçileceği belirleniyordu.

Mustafa Kemal Paşa, Halk Zümresinin İttihatçı bir grup olarak Meclis’e egemen olmasından çekinerek, Zümre’nin başlıca görüşlerini hükümete mal etmiştir.”7

16 Ekim 1920 tarihinde, Dâhiliye vekili Adnan Bey’in yayınladığı 1640 sayılı genelge ile tüm Komünist faaliyetlerin izne tabi tutulduğu ilan edilir. 18 Ekim 1920’de kurulan Resmi TKF’nin mührünü taşımayan tasdik belgesi olmayan kişilerin hiçbir gerekçe ile komünizm propagandası yapamayacağı ve Yeşil Ordu Cemiyeti’nin bu partiye dönüşüp onun emrine girdiğini duyurur. Yani YOC bu genelge ile kapatılır. Bu genelge sonrasında Türkiye’ye gelme kararı alan Mustafa Suphi’de ancak bu partinin üyesi olarak çalışabilecektir. Kimler yoktur ki üyeler arasında, Kör Ali İhsan, Celal Bayar, Yunus Nadi, Hamdullah Suphi, Besim Atalay, Mahmut Esat Bozkurt, Kılıç Ali gibi isimler kurucular listesinde yer almaktadır. Daha sonra Mustafa Kemal, İsmet bey, Refet Bey, Fevzi Paşa ve Karabekir’de üye olacaktır. Tamamen Halk zümresinin ve Yeşil Ordu Cemiyetinin etkisini yok etmek için atılmış adımlardır bunlar.8

Ağustos ayı sonunda Bakü’den Süleyman Sami’nin gelişi ile birlikte YOC ile yollarını ayıran ve artık TKF adını kullanmaya başlayan Türkiye Bolşevik Komünist Partisi Sovyet Temsilcisi Upmal’in gelişi ile yeni bir merkez komitesi seçip, çalışmalarını sürdürmekteyken, 18 Ekim’de Resmi TKF’nin kurulması ve diğer bütün partilerin ve faaliyetlerin yasaklanması üzerine büyük bir çelişki içinde kalmışlardır. İllegal olarak faaliyetlerine devam edeceklerdir ya da resmi partinin içinde yer alıp eriyeceklerdir. Nazım Bey ve arkadaşlarına resmi TKF içinde yer almaları için çok ciddi baskı yapılmıştır. Yeşil Ordunun çöküşünün tanığı olan ve kendisinin de çökmekte olduğunu gören gizli TKP, YOC’nin geri kalan merkez komitesi üyeleri ile Mecliste radikal politika izleyen kimi halkçı mebuslarla anlaşarak açıktan çalışmaya geçmeye karar vermişlerdir. Resmi TKF’ye gitmeyen Mebuslar gizli bir partinin üyesi olamazlardı bu yüzden yasal bir parti gerekliydi. 7 Aralıkta Dâhiliye Vekâletinin verdiği izinle Türkiye Halk İştirakiyun Partisi kuruluyordu. İsimde hem Halk Zümresinin vazgeçemediği Halk sözcüğü yer almaktaydı hem de Azerbaycan’da Komünizm yerine kullanılan İştirâkiyun kelimesi yer almaktaydı. Fakat bu adımlar Nazım Bey ve Şeyh Servet’in ileride başını çok ağrıtacaktı.9

O tarihlerde taktiksel olarak atılan bu adımlar, doğu sınırındaki vilayetlerin alınması, Sovyetlerle yapılan anlaşma ve Londra Konferansına Ankara hükümetinin çağırılması sonucunda rüzgâr tersine dönecektir.

MUSTAFA SUPHİ VE ARKADAŞLARININ KATLEDİLMESİ

Bakü’de kurulmuş olan TKP ise ülkeye dönüş yapmak istemektedir. Bolşeviklere yaptıkları ilk müracaatı reddedilen TKP bir sefer daha Mustafa Suphi Başkanlığında bir heyet ile dönüş için izin ister. Doğuda Türk ordusunun yürüyüşü karşısında telaşlanan Bolşevikler, 23 Kasım’da Kafkas Bürosunu toplantıya çağırırlar. Bu toplantıda konuşan Orçonikidze, kendi sınırlarına yanaşan Türk ordusu ve Mustafa Kemal Paşa’ya hiç güvenmemektedir. Ankara’nın Gürcüler ile anlaşma yaptığını, Ermenileri de anlaşmaya zorladığını düşünmektedir. Bu telaşla ilk kez Mustafa Suphi’yi muhatap almaktadırlar. Ankara ve Mustafa Kemal ile ilgili sorular sormaya başlarlar. İşte bu fırsattan istifade eden Mustafa Suphi dönüş iznini koparmıştır. Aynı zamanda Moskova 30 Kasım’da iyi niyet göstergesi olarak Ankara’ya 50.000 Ruble yardım göndermiştir.10

Mustafa Suphi 1913 yılında Sinop’a sürülmüş, 1914 yılında buradan Kırım Bahçesaray’a kaçmış, Rusya’da kalmıştı. 1917 yılında onu devrimci bir kimlikle görüyoruz. 1920 yılı Mayıs ayında Türkmenistan’dan Bakü’ye geliyor ve faaliyetlerine orada devam ediyordu. 10 Eylül 1920’de Bakü’de “Türkiye Komünist Teşkilatları Kongresini” düzenleyerek Türkiye Komünist Partisinin kuruluşunu yapıyordu. Bu Parti Enternasyonal tarafından tanınan bir partiydi ve bir defa reddedilmesine rağmen artık Anadolu’ya dönüp orada açık faaliyet yürütmek istiyordu. Fakat işin kötü tarafı durum Suphi’nin zannettiği gibi değildi, Ankara’da hava Komünistlerin aleyhine dönmeye başlamıştı. İşin ilginç yönü Mustafa Suphi’ye ne Ankara güveniyor ne de Komintern güveniyordu. Sultangaliyev bunu kendi hatıralarında açıklıkla ifade ediyordu.11 Bu koşullar altında TKP heyeti 19 Aralık’ta Bakü’den yola çıkıyordu. 28 Aralık’ta Rusya’nın ilk resmi Büyükelçisi Mdivani ile birlikte Kars’a varıyorlardı.12

Bu arada Ankara’da bulunan Sovyet temsilcisi Upmal’in dönmeden önce Mustafa Kemal’le yaptığı görüşme çok gergin geçmiş ve iki tarafta birbirine sert sözlerle ithamlarda bulunmuşlardı. TKP heyeti 18 Ocak 1921’e kadar Kars’ta bekletilmişlerdi. Ankara, Kazım Karabekir’e verdiği talimatla, onları önce Erzurum’a göndermesini istemiş. Daha sonra ise Erzurum’dan Trabzon’a gönderilerek, sınır dışı edilmeleri talimatını vermiştir. 18 Ocak’ta zorla trene bindirilerek Erzurum’a gönderilen heyet 22 Ocak’ta Erzurum’a varmıştır.

Bu arada THİF’na karşı operasyonlar başlar, 11 Ocak tarihinde Yeni Dünya ve Emek gazeteleri kapatılır. Parti üyeleri tutuklanmaya başlar. Partinin üyesi olan Bursa Mebusu Şeyh Servet hakkında 22 Ocak tarihinde görevlendirildiği Diyarbakır İstiklal Mahkemesine giderken yol boyunca Komünizm propagandası yaptığı gerekçesi ile Mecliste gizli görüşme yapılır ve alınan kararla geri çağırılır.

Bu arada Mustafa Suphi ve arkadaşları askerler eşliğinde yol boyu o kış günlerinde yaya bir şekilde Trabzon’a doğru yola çıkarlar. Yol boyunca birçok yerde saldırılara maruz kalırlar. Hemen hemen aç ve susuz şekilde Trabzon’a varırlar. Jandarmanın topladığı bir kalabalık onları karşılar. 28 Ocak günü Trabzon’dan dayak ve hakaretlerle, aç susuz zorla motora bindirilen heyet, 29 Ocak akşamı Karadeniz’de katledilir13 2 Şubat 1921 yılında Türkiye Halk iştirakiyun Fırkası kapatılır ve Nazım Bey’in dokunulmazlığı kaldırılır. 21 Şubat’ta yapılacak olan Londra Konferansına davet edilen Ankara hükümeti, konferans öncesi mıntıka temizliği yapmıştır. Tokat Mebusu Nazım Bey yargılandığı İstiklal Mahkemesi tarafından, 12 Nisan tarihinde tutuklanır. Üstüne atılı suçlardan birisi de hem Ruslara hem de İngilizlere casusluk yapmasıdır. Mehmet Şükrü ve Şeyh Servet Efendiler ise tutuklanmazlar ama milletvekillikleri düşer.

TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİNDE MUHALEFET

23 Nisan 1920 tarihinde açılan Birinci Meclisin en önemli yanı belki de Cumhuriyet tarihinin en renkli meclisi olmasıdır. Ülkenin her yerinden insanlar çok değişik fikirlerle ama ana gaye ülkede var olan işgalin bitirilerek bağımsızlık mücadelesini vermek üzere toplanmışlardır. Hiçbir üyenin bunun dışında bir amacı olacağını düşünmüyorum. Her üye kendi bildiğince bu mücadelenin içinde yer almıştır. Öncelikle bu mücadelenin içinde yer alan vekillerle ilgili birkaç istatistiki bilgi vererek başlayayım.

Toplam 437 mebusun 349’u yeni seçilmiş üyelerden oluşurken, Meclis-i Mebusan kökenli mebusların sayısı 88’dir. Bir başka deyişle, TBMM üyelerinin % 79,9’u yeni seçilmiş, % 20,si de İstanbul’dan gelmiştir. TBMM’ndeki mebuslar toplam 66 seçim çevresini temsil etmektedir. Seçim çevreleri livalardır ve bunlar da coğrafi açıdan 9 bölgeye ayrılmaktaydı. Orta-Kuzey Anadolu, Ege Bölgesi, Marmara Bölgesi, Akdeniz Bölgesi, Kuzey-Doğu Anadolu, Güney-Doğu Anadolu, Karadeniz Bölgesi, Orta-Doğu Anadolu ve Orta-Güney Anadolu Bölgesi. TBMM üyeleri içinde işgale uğrayan livaları temsil eden mebusların oranı % 43.7, işgale uğramayan livaları temsil edenlerin oranı ise % 56.3’tü. 355 mebusun yaş ortalaması 42.8 olarak belirlenmektedir. Tüm mebusların % 25.4’ü bir Yüksek Öğretim kurumunu bitirmiştir. % 4.8’lik bölüm harp akademisi mezunudur. Rüştiyeyi bitirenlerin oranı % 20.8 iken, medreselerde öğrenim görenler % 18.5’lik bir grup oluşturmaktadır. TBMM üyelerinin % 8.7’si İdadi, % 2.3’ü Sultani, % 1.6’sı Meslek Okulu, % 6.9’u Harbiye bitirmiş, % 7.3’ü Özel Eğitim görmüştür. Herhangi bir eğitim kurumunu bitirmeyen ya da eğitim düzeyleri hakkında bilgi olmayan mebusların oranı da % 14,6’dır.14

İlk Meclis kategorik olarak şöyle bir ayrıma tabi tutulur. İlk Grup Mustafa Kemal Paşa ve onun çevresinde hareket eden 1. Grup; Diğeri Muhalif durumda bulunan 2. Grup ve son olarak da zaman zaman oylamalarda her iki tarafta da hareket etmekte bir beis görmeyen fakat genelde bağımsız kalan bir grup vardır.

Aslında bu bölünme daha Meclisin açıldığı ilk günlerden itibaren başlamıştır diyebiliriz. Her iki grubun içinde de İttihat ve Terakki fırkasından gelenler vardır. Her iki grubun içinde hem yeni seçilenler hem de Meclis-i Mebusan’dan gelenler vardır. O yönden her iki grupta bir heterojenlik ihtiva ederler.

“Birinci Meclis, kuvvetler birliği ilkesinden hareketle, yasama, yürütme ve yargı gücünü Meclis’in elinde bulunduran meclis hükümeti sistemini benimsemiştir. Tunaya’nın da belirttiği gibi, ‘1920 yılında, Türklerin bağımsızlık savaşını yürütebilmek, yeni bir devlet kurabilmek için seçtikleri hükümet şekli, Meclis Hükümeti sistemidir. Fransız ihtilalinin ünlü meclisi Convention’dan (Konvansiyon) adını alan bizim sistemimiz, aslında bir ihtilal rejimidir ve Convention’dan fazla sürmüştür.”15

24 Nisan 1920’de Mustafa Kemal Paşa, Mütarekeden Meclis’in açılışına kadar geçen süredeki gelişmeleri özetlediği ünlü nutkunu okumuştur. Mustafa Kemal Paşa, nutkunun sonunda hükümet kurulmasına yönelik önergesini açıklamıştır. Aynı gün, açık olarak yapılan 5. oturumda Meclis Başkanlık Divanı seçimleri yapılmıştır. Erzurum Kongresi’nden başlayarak, tüm yerel direniş örgütlerini A-RMHC bünyesinde merkezileştiren, Heyet-i Temsiliye başkanı olarak sivrilen ve ulusal direniş hareketinin tartışmasız lideri konumuna ulaşan Mustafa Kemal Paşa, kullanılan 120 oyun 110’unu alarak, Meclis Reisi seçilmiştir. Meclis ilk kanun olarak da Hıyanet-i Vataniye kanununu çıkarmıştır. İlk tartışmalar Hükümet edecek olan İcra vekillerinin seçimi usulü meselesinde olmuştur.

Mecliste daha sonra muhalefette yer alacak ve onun liderliğini yapacak olan Hüseyin Avni Bey, Salahattin bey gibi mebuslar seçilecek adayların meclis tarafından aday gösterilmesi ve yarıdan bir fazlanın oyunu alan Vekillerin seçilmesini isterlerken, birinci grup Meclis başkanının göstereceği adaylar arasından seçilmesi ve onlar arasında en çok oyu alanın Vekil olarak görev yapmasını istemişlerdir.

Daha önce de bahsettiğim gibi birinci usulde yapılan oylama sonucu seçilen Tokat Mebusu Nazım Bey, Mustafa Kemal tarafından istifa ettirilerek yerine Refet Bey seçilmiştir. Burada muhalefetin özellikle üzerinde durduğu husus Meclisin iradesinin yerine hiçbir gücün geçmemesi hususudur. Meclis iradesinin bir kişiye devri konusunda başından itibaren hep itiraz etmişlerdir. 2 Mayıs 1920’den, 4 Kasım 1920’ye kadar Heyet-i Vekile’nin seçimi, değiştirilmesi, yerine vekâleten yapılan atamalarda usul Meclisin aday göstermesi iken 4 Kasım itibarı ile bu sistem Yürütmenin de başı olan Meclis Reisinin göstereceği adaylar arasından yapılacak olan seçimlerle belirlenmeye başlamıştır ve bu muhalefet tarafından çok yoğun bir eleştiriye tabi tutulmuştur. Aslında Birinci Meclisin tartışma konularının en önemli maddelerinden biri haline gelmiştir. Meclisin nasıl seçileceği ve Meclisin görevleri ile ilgili kanun yapılırken Meclisin yetkileri konusu görüşüldüğünde Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey şöyle bir konuşma yapmıştır.

“Meclis’in yetkilerini saymak yerine Meclis’i her şeye hâkim kılmak, buna karşılık Heyet-i Vekile’nin görevlerini saymak gerekir”16

Mustafa Kemal Paşa bir lider olarak sivrilmişti. Meclis Başkanı olarak hem yasama, hem de Anayasa’nın 9. maddesinin verdiği yetkiye dayanarak yürütmenin başkanlığını elinde bulunduruyordu ve bu sıfatla gerek Meclis gerekse Heyet-i Vekile’nin kararlarını onaylama hakkına sahipti. Ayrıca, vekillerin seçilme şekline ilişkin kanunda yapılan değişiklikle, sadece birlikte çalışmayı arzu ettiği kişileri vekil seçtirme imkânını da elinde bulunduruyordu. Mustafa Kemal Paşa, bu ortam içinde, başından beri Meclis’in büyük çoğunluğundan destek görmekle birlikte, Meclis’te kendisine yakın mebuslardan bir grup oluşturarak, Meclis desteğini örgütlü bir yapı içine sokmayı tasarladı.

“Meclis’te particilik reddedilmekle ve tüm mebuslar tek bir gaye etrafında toplanmakla birlikte, birbirlerine yakın mebuslar zamanla bir araya gelerek, ortak hareket etmek üzere çeşitli gruplaşmalar içine girmiştir. Mustafa Kemal Paşa, Nutuk’ta 1920 yılının ikinci yarısında Meclis’te kurulan bu ilk grupların Tesanüd Grubu, İstiklal Grubu, Müdafaa-i Hukuk Zümresi, Halk Zümresi ve Islahat Grubu olduğu belirtmekte ve bu grupların isimlerini saydıktan sonra bunların dışında, isimsiz olarak, özel amaçlı kimi küçük örgütlerin de faaliyet gösterdiklerini anlatmaktadır.”17

Mecliste başından beri bir muhalif grubun bulunması bunların birçok konuda, özellikle yetkilerin tek elde toplanıp kullanılması yönünde hassasiyet göstermeleri ve engel çıkarmaları Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları tarafından engellenmek isteniyordu ve böylece mecliste bu yönlü bir gruplaşmaya gittiler ve üstelik gruplaşmaları hiç hoş karşılamadıklarını söylemelerine rağmen böyle bir işlem yapmış oluyorlardı! Bunu niye yaptıklarını 1923 yılında İzmir’de gazetecilere verdiği mülakatta şöyle anlatır.

“Blok halinde bulunan bir Meclis bir gün oldu beş parçaya ayrıldı. Fakat böyle sağ ve sol cenah şeklinde değil, hissi, şahsi, fikri, çeşitli nedenlerden dolayı çeşitli parçalara ayrıldı ve hiçbirisinde de bir karar sağlayabilecek çoğunluk mevcut olmadı. Zaman zaman bazen birleşirlerdi. Fakat çoğunlukla birbirlerinden ayrı olarak çalışırlardı. Ve hükümet mevkiinde olan ve Heyet-i Vekile içinde bulunan arkadaşlar olağanüstü zor durumlarla karşılaşıyorlardı. Çünkü yürütme yetkisine sahip olan bu Meclis’e birçok önemli meseleleri danışmak, oradan karar almak zorundaydılar. Hâlbuki en basit meselelerde bile Meclis’ten karar almak imkânı kalmıyordu. Ben bunu çok tehlikeli gördüğümden bir tedbir düşündüm ve hatırıma gelen şey bu ufak parçaları birleştirmek ve bir grup haline koymak oldu. Ona teşebbüs ettim. Bunlarla önce teker teker ve ardından toplu halde görüşmek suretiyle Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu ile bir grup yaptık. Ve o gruba esas program olmak üzere gösterdiğimiz iki nokta vardır. Birincisi Misak-ı Milli, ikincisi Anayasa.”18

“Grubun amacı, içtüzük tasarısının program olarak kabul edilen esas maddesinde, Misak-ı Milli çerçevesinde ülkenin tamamını ve milletin istiklalini sağlayacak barışa ulaşmak; bu amaçla bütün maddi ve manevi kuvvetleri gereken hedeflere yöneltmek ve devlet ve milletin teşkilatını Teşkilat-ı Esasiye Kanunu dairesinde şimdiden peyderpey tespit ve hazırlamaya çalışmak olarak açıklanıyordu.

Oysa açılışından beri Meclis’te bu gayeye karşı çıkan herhangi bir mebus olmadığı gibi, Lozan Konferansı sırasında Misak-ı Milli’den taviz verilmesine karşı çıkanlar grup dışında bırakılan ve daha sonra İkinci Grup’u kuran mebuslar olmuştur. Tek parti döneminin bütün katılığıyla sürdüğü 1934’te yayınlanan resmi bir tarih kitabında bile, o dönemle ilgili olarak şöyle denilmektedir: ‘Birinci Büyük Millet Meclisi böyle maksat ve cereyanlara kapılmış ve muhtelif grup ve zümrelere ayrılmış bulunduğu zaman bile esaslı bir noktada yekpare bir kütle halinde bulunuyordu; o esaslı nokta, malum olan milli hudut dâhilinde Türk Vatanının tamamiyeti ve Türk Devletinin tam istiklali umdesi idi.” 19

İşte yukarıda sayılan gerekçelerle kurulan bu grup 10 Mayıs 1921 günü hayata geçirilmiştir. Aslında grubun kurulmasının ana gayesi muhalefeti oylamalarda çoğunluk yoluyla devre dışı bırakmaktı. Tabi bu durum muhalefette büyük bir tepkiye yol açmıştır. Hüseyin Avni Ulaş, önce konuyla ilgili bir önerge vermiş ve sonra kürsüye gelerek şunları söylemiştir.

“Yarın Anadolu’da Millet Meclisi’nde bu gayeye muhalif insan varmış diye başka bir şekilde zehap hâsıl olur. Hâlbuki Meclis’te buna muhalif kimse yoktur. Bu gaye etrafında ben ve bütün arkadaşlarım bu ana kadar çalıştık. Yoksa şimdiden sonra çalışılacak değil. Bugüne kadar meclis o gaye üzerinde çalışmıştır. Bu program Heyet-i Umumiyemize aittir. Biz bunu kabul ederiz. Cihan bilsin ki, mecliste buna muhalif kimse yoktur. Bunu ilan ediyorum. Bu benim için en esaslı bir vazifedir.”20

İşte Birinci Mecliste yani Cumhuriyetin kurucu meclisinde durum bu şekilde cereyan ediyordu. Mustafa Kemal paşa ve arkadaşları mecliste bulunan azınlık bir muhalefete dahi tahammül edemeyip böyle bir grup kurma yoluna gidiyorlardı. Bütün bir meclis dönemi boyunca bu itirazlar durmamıştır. Muhalefet hep bir tek adam diktatörlüğüne gidildiğine dair şüphe taşımıştır. İşte belki de o yüzden çok hassas dönemlerden geçerken Başkumandanlık Kanununa, Sakarya Savaşı öncesi destek veren grup, daha sonra her uzatma isteminde tartışmayı daha da arttırmıştır.

Bu dönem boyunca İkinci Grubun en etkili Mebusları, Erzurum Mebusu Hüseyin Avni (Ulaş) Bey, İçel Mebusu Salahattin (Köseoğlu) Bey, Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey, Sivas Mebusu Kara Vasıf Bey, gibi mebuslardır.

“İkinci Grup’un kurucularından Mersin mebusu Salahattin (Köseoğlu) Bey, 1946 yılında Mesuliyet dergisine yazdığı ‘Birinci Büyük Millet Meclisi’nde İkinci Grup’ başlıklı makalesinde, İkinci Grup’un kuruluş nedenini ve amaçlarını tamamen Birinci Meclis içindeki uygulamalar çerçevesi içinde açıklamaktadır. Salahattin Bey, İkinci Grup’un ‘otokrat şef usulü bir idareye’ karşı çıktığını, esas ilkelerinden birinin ve başlıcasının ‘şahsi hâkimiyetler yerine kanuni hâkimiyetler ikamesi’ olduğunu belirtmektedir. Salahattin Bey, Grup’un Başkumandanlık Kanunu ve vekil seçimlerinde aday gösterme yöntemi başta olmak üzere Meclis’te bu ilkelere aykırı bulduğu uygulamalara karşı çıktığını da anlatmaktadır.

İkinci Grup’un bir başka kurucusu Hüseyin Avni (Ulaş) Bey, 30 Nisan 1923’te Tevhid-i Efkar gazetesine verdiği demeçte Grup’un, üye sayısı 35’e ulaşınca, 16 Temmuz 1922’de, ‘hal için gaye ve maksat olmak üzere’ üç maddelik bir program yaptığını açıklamıştır. Bu üç madde şunlardı:

  1. Misak-ı Milli dairesinde vahdet ve istiklal-i millinin istihsal ve temini,
  2. Kavanin-i mevcudenin hakimiyet-i milliye esasına göre tadil ve ıslahı,
  3. Hukuk-ı umumiyenin masuniyet ve muhteremiyeti.

Programın Misak-ı milli çerçevesinde milli birlik ve bağımsızlığa ulaşılmasını amaçlayan ilk maddesiyle, mecliste tüm mebusların üzerinde görüş birliği içinde bulundukları ve Birinci Grup’un programında da yer alan ilke bir kez daha vurgulanmaktadır. Mevcut kanunların Milli egemenlik ilkesine göre değiştirilmesi ve düzeltilmesini öngören 2. maddenin asıl hedefi, Başkumandanlık ve İstiklal Mahkemelerine ilişkin kanunlarla, vekillerin seçim şekline ilişkin kanundur. Bu konunun programda ayrı bir madde olarak yer alması, muhaliflerin bu kanunlara karşı tepkilerindeki kararlılıklarını göstermektedir. Herkesin hukukunun dokunulmazlığı ve saygınlığını sağlamayı hedefleyen 3. madde ise, muhaliflerin temel hak ve özgürlükler konusundaki duyarlılığının, Grup programına yansımasıdır.”21

Birinci Meclis, Kurtuluş savaşını kazanmış, Lozan barış anlaşmasını yapmış ve Cumhuriyeti kurmuş bir meclistir. Belki de Cumhuriyet tarihinin kuruluş evresini bugüne kadar görülmedik biçimde demokratik bir ortamda geçirmiştir. Ülkenin o kritik dönemlerinde yer alan ve muhalefet ederek daha demokratik bir ülkenin önünü açmaya çalışan bu küçük gruba dahi tahammül edilememiştir. Ali Şükrü Bey’in 27 Mart 1923 tarihinde ortadan kaybolması ve 2 Nisan’da cesedinin bulunması bu tahammülsüzlüğün en önemli göstergelerinden birisidir. Sonuç itibariyle bu muhaliflerin bir daha seçilmemesi için her türlü ortam hazırlanmış ve hiçbir muhalif bir daha mecliste yer alamamıştır. Yapılan seçim kanunu tam da bu ortamı hazırlamıştır.

Terakkiperver Serbest Cumhuriyet Fırkası kurulduktan sonra onun içerisinde siyaset yapmak isteyen Hüseyin Avni Bey gibi kişiler olmuşsa da önce Şeyh Sait isyanının patlak vermesiyle getirilen Takrir-i Sükun Kanunu ile birlikte parti kapatılmış ve Hüseyin Avni Bey’de bir çok diğer muhalif gibi tutuklanmıştır. Üstüne İzmir Suikasti davasıyla, Kazım Karabekir ve diğer İttihatçı muhaliflerde denklemin dışına çıkarılmış, Ziya Hurşit ve Canpolat gibi fedai İttihatçılar asılarak, İttihat Terakki’nin muhalif kanadı da susturulmuştur ama İttihat ve Terakki’nin ruhu asla ölmemiş ve bir gölge halinde Türkiye Cumhuriyeti üzerinde dolaşmaya devam etmektedir. Bunu daha sonra tek parti iktidarında da, bu partinin içinden çıkan Demokrat parti iktidarında da görmeye devam edeceğiz.

SONUÇ

Buraya kadar, Mustafa Kemal Paşa ve etrafındakilerin Cumhuriyeti kurarken muhaliflere karşı mücadelelerinde herhangi bir muhalif mecra ya da organa karşı tahammül gösterememelerini ve onları siyaseten yok etmelerini anlatmaya çalıştım. Bu noktada şunu belirtmekte fayda var, örneğin o gün azınlıkta olan Komünistlerin ya da muhaliflerin çoğunluk oldukları takdirde aynı şekilde davranmayacaklarının hiçbir garantisi yok hatta belki de daha şiddetli bir şekilde davranacaklardı. O zaman insan ister istemez ülkenin esas derdinin eleştiriye tahammülün olmaması yani demokrat tavrın, diyaloğun gelişmemesi olduğu görülüyor. Önemli olanın güçlerin birliği değil, güçlerin çatışmaları aşarak ortak bir noktada buluşmayı becerebilmelerinin olduğunu düşünüyorum.

Sonuç olarak eğer ülkede 1919 yılı ile 1925 yılları arasında o çok olmayan, taban teşkil etmeyen Komünist ve belki Muhafazakâr, belki Liberal muhalefeti ezip yok etmek yerine yaşama şansı verilseydi biz bugün nasıl bir memlekette yaşardık acaba diye kendime sorular soruyorum. O zaman işte tam da bugünlerde yaşadığımız, kutsallık örtüleriyle sarılmış bir devletin içinden böyle pislikler mi fışkırırdı yoksa daha şeffaf ve daha demokratik bir ülkede yaşama şansı mı bulurduk? Bu benim için çok hayati bir soru ve ben bu soruyu sormaya devam edeceğim.

Kaynakça

Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi, s.20, Devrim ve Savaş Yılları: 1908- 1922

Birinci Mecliste Muhalefet, İkinci Grup, Ahmet Demirel, Vekillerin seçilme yönteminde değişiklik, s.178

Emel Akal; Mustafa Kemal, İttihat terakki ve Bolşevizm; İttihat terakki ve Komitacılık, s.42

Emel Akal; Mustafa Kemal, İttihat terakki ve Bolşevizm; Mustafa Kemal ile Talat Paşa Mektuplaşması, s.210-211

Emel Akal, İştirakiyuncular, Komünistler ve Paşa Hazretleri, Mustafa Kemal’den Lenin’e Mektup, s.49

Emel Akal, İştirakiyuncular, Komünistler ve Paşa Hazretleri, Yeşil Ordu Cemiyeti, s.61

Ahmet Demirel, Birinci Mecliste Muhalefet, İkinci Grup, En büyük adım,Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, s.185-186

Emel Akal, İştirakiyuncular, Komünistler ve Paşa Hazretleri, Resmi TKF, s.281

Emel Akal, İştirakiyuncular, Komünistler ve Paşa Hazretleri, Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası, s.290

Emel Akal, İştirakiyuncular, Komünistler ve Paşa Hazretleri, TKP toplantıya çağırılır, s.322

Emel Akal, İştirakiyuncular, Komünistler ve Paşa Hazretleri, Şark Harekâtı, s.320

Emel Akal, İştirakiyuncular, Komünistler ve Paşa Hazretleri, Suphi ve yoldaşları Kars’ta, s.341

Emel Akal, İştirakiyuncular, Komünistler ve Paşa Hazretleri, TKP üyelerinin Trabzon’da öldürülmesi, s.420

Ahmet Demirel, Birinci Mecliste Muhalefet, İkinci Grup, İstatistiklerle Birinci Büyük Millet Meclisi, s.85

Ahmet Demirel, Birinci Mecliste Muhalefet, İkinci Grup, BMM Rejiminin temelleri, s.155

Ahmet Demirel, Birinci Mecliste Muhalefet, İkinci Grup, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, s.202

Ahmet Demirel, Birinci Mecliste Muhalefet, İkinci Grup, Mecliste ilk gruplaşmalar, s.210

Ahmet Demirel, Birinci Mecliste Muhalefet, İkinci Grup, ARMHC Grubunun kurulması, s.213

Ahmet Demirel, Birinci Mecliste Muhalefet, İkinci Grup, Gruba Alınanlar, Grup Dışı kalanlar, s.217

Ahmet Demirel, Birinci Mecliste Muhalefet, İkinci Grup, Gruba Alınanlar, Grup Dışı kalanlar, s.219

Ahmet Demirel, Birinci Mecliste Muhalefet, İkinci Grup, İkinci Grup’un Temel Görüşleri ve Programları, s.396

Vatan Kavramı ve Yurtseverlik Üzerine Bazı Dikkatler

Tahmini Okunma Süresi: 11 dakika

Türk milleti, hürriyetine kapitalist kuşatmayı aşarak kavuşabilir. Hür olmadığını biliyor mu, emin değilim. Bunu bilmek ve kuşatmayı kırmak üzere harekete geçmesi aynı zamanda bir millet olduğunun kanıtı olacak. Türkçemizin çok güzel bir deyimi var: Ayak diremek. Ayak diremeyen millet ise köleleşir.

Vatan ve milleti tanımlarken ve anlam katmanları üzerine düşünürken, iki kavramın, birbirini izah etmekte zorunlu bir bağı olduğunu söyleyebilir miyiz? Biri diğerini mutlaka gerektirir mi? Bu sorulara verilecek cevaplar zamana ve mekâna göre muhtelif. Bu yazının hedefi, konuyu ihata etmekteki zorluğu da düşünerek, yukarıdaki sorular ile buna bağlı imâlar ve notlarla vatan ve yurtseverlik bahsinde birkaç temayı dile getirmek ve tartışmak.

Bu kavramların modern öncesi dönem ile  modern dönemdeki anlamları, algılanışları, biçimi arasında ciddi farklar var. Fakat yine de Cemal Kafadar’ın belirttiği üzere,” Geçmişin en az bizim kadar incelikli insanlarının bu kavramların içini nasıl farklı şekillerde doldurduklarına, sürekli dönüştürdüklerine yakından eğilmek gerekir. Vatan ve millet anlayışlarımızın çağdaş dünyada aldığı farklı şekillerin ne kadar yeni olurlarsa olsunlar yoktan var edilmeleri mümkün olamazdı. Hem sadece tercih edilen değil, edilmeyen, zaman içinde terk edilen, unutulan görüşleri de tanımlamakta yarar vardır. Hem tarihi hakikate sadakat açısından hem de içine düştüğümüz çıkmazlarda bize alternatif sunma potansiyeli taşıdıkları için.” (Kafadar, 2017: 19)

Hafızaya Bakmak

Abdal Musa, Toroslar’ın Teke ilinde tekkesini kurmuş, Kaygusuz Abdal’ın da bulunduğu dervişlerle yaşamaktadır. İran tarafından gelen bir abdal ,”Bu Sultan hangi soydandır” diye sorar. Tekke’ nin Abdalları,” Biz Sultan’ın ötesini sormayız yalnız didarın aşığız” derler.  Abdal Musa ise,

“Kim ne bilir biz nice soydanız

Ne bir zerre oddan ne hod sudanız”

diye yanıtlar.

Bu cevapta Anadolu’nun dervişlerle birlikte oluşmuş tarihine, kimliğin oluşum sürecine dair bir işaret vardır. Aynı zamanda dervişlerin yeni geldikleri toprağa (Diyar-ı Rum) gösterdikleri özen, orada toprağı şenlendirerek, insan haysiyetini koruyacak ilkeler etrafında oluşturdukları iklim ile ilgilidir. Bu yurtlaşma sürecinde, soydan önce gelen, insanların bir toprak parçası üzerinde kurdukları eşitlikçi ve özgür ilişkidir. Burada toprakla insanın buluşması, toprağın insanı kabulü, bu kabul ve buluşma ile ortaya çıkan yaşam ve anlayış, Anadolu Türklüğünün oluşumunda, Anadolu’nun  yurt olmasında çok temel bir etkendir.

Süreç kabaca, yurtsuz ve devletsiz Oğuzlar ve merkezi devletlerin İslam’ı yozlaştırması sonucu çevreye giden dervişlerin eşitlikçi arayışlarının bir buluşmasıdır. Derviş, şeyh ve babaların ütopyacı sentezi, bizim için hâlâ keşfedilmesi ve geliştirilmesi gereken  zengin bir tarihi miras olarak durmaktadır. Milliyetçi tarihçiliğin aksine Anadolu’nun Türkler için yurt olması Grousset’in de belirttiği gibi, “Selçuk hanedanının eseri olmaktan ziyade onlara sık sık baş kaldıran başı bozuk asi Oğuz aşiretlerinin ve küçük emirliklerin ( gazi beylikler) eseridir.” (Bingül, 2016: 65) Buna rağmen Milliyetçi tarihçiliğin insansız, mekânsız, yaşamsız anlatısı bugün de vatan ve millete bakışı büyük oranda belirliyor. Yurtsever bir bakışta ve anlayışta ise, şiiri ,türküyü, deyişleri ,destanları, kargışları, masalları, dansları; dayanışmayı, doğa ile insanın uyumunu, gönül kırmamayı, sultan sofrasına oturmamayı, yetmiş iki millete aynı nazarla bakmayı, fütüvveti, Ahiliği, Melamiliği, Nasrettin Hoca’yı Yunus Emre’yi buluruz.

Melamilik, fütüvvet ve tasavvufun hayata dönük aktif versiyonu ile şekillenen derviş, baba ve şeyhlerin anlayışında, kurmak istedikleri düzende, toprak çok önemlidir. Belki de Mevlana ile Ahi Evren arasındaki mücadelenin temelinde yaslandıkları “sınıfları” da belirleyen temel fark buydu. Mevlâna büyük bir şair ve mutasavvıf olarak devlet yöneticilerini cezbedecek bir ilmi kuvvete ve kabiliyete sahipti. Kendinden emindir, ikna kabiliyeti yüksektir. Moğolların gelişini “hoş” karşılamış, Moğol komutanlarının bazıları müridi olmuştur. Müritlerinin başında Ahi Evren ve ahileri Kayseri isyanı sebebiyle katleden Nureddin Caca da gelmektedir. Mevlâna’nın ortağa koyduğu pratik daha çok yönetenleri ikna etmek şeklindeki bir tarzdı, halksız ve topraksızdı. Ahiler içinse, müstakil yaşama olanağı tanıyan, üzerinde eşitlikçi bir yaşamı kuracak toprak şarttı. İster koyunları otlatmak için olsun, ister ekin ekmek, isterse de ahilerin zanaatlarını icra etmesi için. Saray tarihçisi İbn Bibi’nin “Koyunlarına bile müşfik davranırdı. Kimsenin yardımını kabul etmezdi.” demek durumunda kaldığı Baba İlyas, Sulucakarahöyük’e yerleşerek toprağı şenlendiren Hacı Bektaş, gündüz çalışıp gece kazandıklarını tasadduk eden zanaatçıların piri Ahi Evren ve ahiler ve yüzlerce köyü kuran babalar böyleydi.  İnsanın kendisini kurarken şehrini kurması toprakla insan arasındaki müthiş bir ilişkidir bu. Hacı Bayram Veli, “taş ü toprak âresinde” şehirle beraber kendisinin yapıldığını söyler:

Çalabım bir şâr yaratmış İki cihan âresinde 

Bakıcak didar görünür olşârın kenâresinde

Nagehan ol şâra vardım ol  şârı yapılır gördüm

Ben dahi bile yapıldım taş ü toprak âresinde”

Hacı Bayram Veli şâr derken kalbi, gönlü kast ediyor olsa bile şâr şehir demektir ve Veli’nin seçimi bilinçlidir, pekala politiktir de diyebiliriz. Yine, Yunus Emre de en az Dante kadar politiktir. Dante, İlahi Komedya’ yı  Toskanaca yazmış, yerel bir dili kurtarmak ve yeniden kurmak istemiştir. Yunus da Türkçe yazarak o dönem Arapça ve Farsça’nın hakimiyetine karşı aslında yerel bir dili, zaten canlı olan bir dili şiire dökmüştür. Sadece dil bahsi bile başlı başına bir politik müdahaledir. Veli’ye dönecek olursak şehirle kendisini inşa etme, insanların bir şehirde gelişimlerini ortaya koyabilecekleri fikrini ifade etmiştir.

Aristo, “İnsan siyasal bir hayvandır.” diye yazmıştı. Paul Mason, bunun doğru çevirisinin “İnsan bir site, kent hayvanıdır veya insan ancak yasalarla yönetilen bir toplulukta gerçek potansiyelini gerçekleştirebilen bir canlı türüdür” şeklinde olması gerektiğini söyler. Aristo’ya göre insanların kentlerde yaşamaları doğaldı. Çünkü kentler insanın yaşamına sırf yemenin, üremenin ve çalışmanın ötesinde gelişme olanağı veriyordu Kent ekonomisi MÖ. 350 lerde bile insanların kültür, mutluluk ve belirli ölçüde özgürlük deneyimi tatmaları için zenginlikten yeterli bir pay ve yeterli boş zaman sağlayabiliyordu. Aynı mantığa göre bir kentin yasalarına bağlı kalmadan yaşamak ya da dinlencenin ve kültürün getirdiği iyi yaşamı tepip para peşinde koşmak isteyen bir adam Aristo’nun gözünde ya tam insan değildi ya da zaten Tanrı gibiydi – “ya zavallı bir varlık ya da insandan daha yüksek bir varlık”tı. (Mason,2020:198-199)

Buradan baktığımızda da Anadolu’da şeyh, derviş ve babaların ortaya koyduğu anlayışta şehir kurmanın ne denli önemli bir yer tuttuğunu anlayabiliriz.

Nasrettin Hoca’nın mizahında da çarşının, pazarın, toplumsal hayatın muhtelif yönlerinin canlı bir anlatımını görebiliriz. Halkın neşesinin, zaaflarının, tavırlarının, tutumlarının keskin bir zekâ ile dile getirilişi, aynı zamanda yaşamakta olduğu yerin sıhhati ile ilgili değil mi? Hocanın  neşesi aynı zamanda insanın gerçek potansiyelini ortaya koyduğu bir mekanda gerçekleşmiştir. Hocada mizah ve gülmek halkın durumu ile doğrudan ilgilidir. Belki Edip Cansever’in dizesinde dile getirdiği gibi, “gülemiyorsun ya gülmek bir halk gülüyorsa gülmektir.”

Nasrettin Hoca yani Ahi Evren, fütüvvetin insanı geliştiren yönünü (ritm melekesi,inisiyasyon (süluk)) temel alarak kurduğu yapıda, meslekli olmanın, müstakil yaşamanın, dayanışmanın, cömertliğin yolunu göstermiştir. Mizahı ile insan özgürlüğünü ve haysiyetini koruyan/kuran anlayışı arasında kopmaz bir bağ vardır. Nasreddin Hocamızın da dediği gibi,” anahtarı düştüğü yerde arayacaksak” bu tarihle yurtseverce bir arayışı beraber değerlendirmek gerekir.

Mazzini: Patria ve Özgürlük

Maurizio Viroli “Vatan Aşkı” adlı kitabında yurtseverliğin temelleri, tarihi gelişimi ve milliyetçilik arasındaki farka dair çok referanslı bir tartışma yürütmektedir. Bu tartışma yurtseverlik ve milliyetçilik tartışmasının bize özgü olmadığını göstermektedir. Zira tartışılan temalar nitelik ve tarihi süreçler farklı olmakla beraber, büyük oranda ortak. Daha doğrusu yurtseverlik bahsinde serdedilen fikirler bizim içinde ufuk açıcıdır. Türkiye’de biriciklik vurgusu, biz bize benzeriz yargısı Arif Dirlik’in “kendini oryantalize etmek” dediği kavramla örtüşüyor. Burada konumuz bağlamında Giuseppe Mazzini’nin görüşlerini Viroli’den özetleyerek aktarıyorum. Giuseppe Mazzini,ondokuzuncu yüzyıl cumhuriyetçi yurtseverliğinin, milli engelleri aşan özgürlüğe bağlılık temelinde bir yurtseverlik idealinin en başta gelen temsilcisidir. Hayatını, İtalyan yurtseverliğine ve özgür bir patria kurmaya adamıştır.

Mazzini, Avrupa’nın manevi gelişmesinin tarihinin henüz yazılmadığını söyler. Mazzini’ ye göre, milli kültüre duyarlılık bunun zorunlu bir ön koşuludur, ama milli kültür Avrupa’nın özgürlük yönündeki manevi gelişimi gibi geniş bağlamda araştırılmalıdır. Patria (vatan), Herder’in millet tanımında olduğunu düşündüğü gibi hiyerarşik olarak dizilmiş farklı parçalardan oluşan bir organizma değil, özgür ve eşit bireylerin demokratik bir birliğidir. Mazzini, patria kavramına demokratik bir anlam yükler. O halkın patria’sını Kralların patria‘sının  karşısına koyar ve gerçek bir patria‘da bütün yurttaşların eşit politik haklara sahip olması gerektiğini vurgular. Yoksulları,kadınları ya da siyahileri politik haklardan dışlayan bir cumhuriyet ilkelerine karşı çıkar.

Gerçek bir patria‘nın içinde yabancı diye bir şey olamaz. Kardeşlik ve sevgi bağlarıyla sürdürülen bir cemaat olması gerektiğinden, patria herkese yurttaş olmaktan gelen itibar, eğitim ve çalışma hakkının sağladığı saygı ve özsaygı temin etmelidir. Yalnızca yurttaşlar başarılı bir biçimde sosyal adalet taleplerinde bulunabilirler. Ezilenlerin ve sömürülenlerin ve yoksulların sesi, yurttaş olarak konuşamadıkları, aynı patria’nın ortak üyeliğine hak kazanmadıkları sürece, duyulmayacaktır. İşçiler, vatanı sevgileriyle, neşeleriyle ve üzüntüleriyle ve kanlarıyla kendilerinin yarattığını, güzelleştirdiğini söyleyebilirlerse talepleri güçlü olacaktır.

Mazzini açısından patria halk evidir. Bununla birlikte o eşi değerindeki diğer evler arasında bir evdir. Hayat şartları gereği diğer evlerde yaşamamız gerekiyorsa insanlık görevimizi yapmalıyız. Baskı altındaki halk bizim halkımız olmasa bile özgürlüğü savunmak her zaman, asli görevimizdir. “Nerede olursan ol, şartlar seni hangi insanlar arasında yaşamaya isterse itsin,o devir içinde yaşadığın halkın özgürlüğü için mücadeleden kaçma.” …insan onuru davasını desteklemek için yurtseverliğimizden vazgeçmesi gerekmez, aksine insanlık davası patria’mızı kurduğumuzda daha etkin savunulabilir.

Özgürlük hem içeride hem de dışarıda her patria’nın politikasının yönlendirici ilkesi olmalıdır. İçerde özgürlüğü kutsal belleyip dışarıda onu sistematik olarak çiğneyen Avrupa ülkelerinin politik mesihçiliği dayanılmazdır. Mazzini için, gerçek yurtseverlik kardeş milletlere saygı ve kim olursa olsun, kendilerini dünyanın efendileri olarak görenlere korkusuzca karşı durma cesareti ister. Ve Mazzini’ nin vardığı sonuca göre insanlık için ölmeye hazır olduğunuz için, “ülkenizin hayatı sonsuza dek sürecektir.”

Mazzini Alman dostlarına Alman olmanın birden fazla yolu olduğunu anlatmak istiyordu. Onun için iki Almanya vardı; ezen bir Almanya ve aklın gücünü temsil eden bir Almanya. Bu ikinci Almanya’nın yayılmaya ihtiyacı yoktur; onun yalnızca kendi manevi mirasını keşfetme ve geliştirmeye ihtiyacı vardır. Onun sıradan bir milliyetçiliğe ihtiyacı yoktur. Herder’in kozmopolitlik ve kültürel kısırlığa karşı sağlıklı bir panzehiri anlatmak için kullandığı aynı “milliyetçilik” sözcüğü, Mazzini için, milliyetçilik ilkesinin yozlaşması anlamına gelir

Millet bağlılığı, “bir halkın özgürlüğü herkese özgürlük hakkı tanıyan inanç dışında kazanılamaz ve savunulamaz” ilkesi unutulduğunda ya da çiğnendiğinde, iğrenç bir milliyetçiliğin batağına sürüklenir. Özgürlükten koparılmış milliyetçilik, Mazzini için, gayrimeşru otorite ya da adaletsiz yönetimin yeni bir maskesinden başka bir şey olamaz. (Viroli, 1997: 159-166)

Vatan(toprak), Millet (insan) ve Yurttaşlık

Eric Hobsbawm, milletin toprak parçası ile ilgili bir anlamının olmadığını söyler. Çünkü farklı milletlerin fertleri aynı eyalette hatta çok küçük bir devlette birlikte yaşayabilirler. Milletlerin toprak parçasıyla özel bir bağ olsaydı, Almanya’daki Wend’lere Alman demek gerekirdi, oysa Wend’lerin Alman olmadıkları çok açıktır. (Hobsbawm, 1993: 33)  Bu tartışma esasen devletle milletin eşitlenemeyeceği tartışmasıdır. Aynı zamanda Avrupa’da milletlerin ve milli devletlerin oluşum süreci ile ilgilidir. Hobsbawm bu ve buna bağlı pek çok temayı büyük bir vukufiyetle ve pek çok örnekle izah eder. Hobsbawm’ın yaptığı diğer bir önemli tartışma devrimci-millet kavramı üzerinedir. “Halkçı-devrimci bakış açısıyla “millet”in ortak bir yanı varsa bu, temel bir anlamda etnik köken, dil ve benzeri unsurlar değildir. (ama bu unsurlar da kolektif aidiyetin göstergeleri arasında yer alabilirler)”  Pierre Vilar’a işaretle, aşağıdan bir bakışla milli halkı karakterize eden şey, özel çıkarlara karşı ortak çıkarı, ayrıcalığa karşı ortak yararı temsil etmesiydi. Bu devrimci demokratik bakış açısıyla etnik grup farklılıkları ikincil düzeyde bir anlam taşıyordu ( ve daha sonra sosyalistler de böyle göreceklerdi).  Amerikan kolonicilerini Kral George ile yandaşlarından ayıran kriter, açıkça ne dil ne de etnik kökendi; buna karşılık, Fransızlara göre Anglo-Amerikan kökenli Thomas Paine’nin Milli Meclis’e seçilmesini zorlaştıran hiçbir etken yoktu. Bu yüzden devrimci “millet” terimini etnik köken, ortak dil, din, toprak parçası ve ortak tarihsel anılar gibi kriterler çerçevesinde tanımlanan topluluğa uygun milli devletler kurmayı amaçlayan, daha sonraki milliyetçi programa benzer bir şekilde yorumlayamayız. (1993,36)

Vatanı toprak, milleti insan topluluğu olarak görürsek, bu ikisi arasında önemli bir “fark” vardır. Veysel Batmaz, Arif Dirlik’in “Global Modernite ve Sosyalizm” kitabına yazdığı girişte,” global kapitalizm içinde toprağı savunmak mı kapitalizme uygun yoksa milleti mi” diye sorar. Batmaz, toprağı savunmanın devletçilikle milleti savunmanın hak ve özgürlüklerle ilgili olduğunu ve böyle anlaşılınca meselenin açıklığa kavuşuyor gibi görünse de Türkiye bağlamında karıştığını söyler.

Toprağı savunmak Ulus devleti ve ulusal orduyu gerekli kılıyor. Global Modernitede ve onları yaratan neoliberal politikalarda pek hoşlanılmayan iki olgu bunlar. Ayrıca modernist devlet jakoben ve ceberrut bir Hegelcilikten müzdarip. Yani milletin hak ve özgürlüklerine ya kapalı ya da sadece gerektiği kadar açık.” Buradan yola çıkarak “yurt ile millet sadece ideolojik olarak değil jeopolitik ve ekonomik olarak da birbirine karşıt” sonucu çıkıyor: “Oysa ve ayrıca millet insanlar dediğimizde onların toprakları olsa da oluyor olmasa da. Türk milletinin üç milyon kadarı Almanya topraklarında yaşıyor; sadece yaşamakla kalmamış Alman yurttaşı olmuş. Dirlik’in birinci dünyadaki üçüncü dünya dediği olgunun bir boyutu Türkiye açısından budur.” (Batmaz, 2006: 32-33)

Türkiye’de sağın, milletin “hakkı ve hukukunu” yurttaşlık statüsünün üzerine koyduğunu biliyoruz. Millet yurttaşlarla -belki bize özgü karmaşık bir durum olarak- karşı karşıya. Cumhuriyetin yurttaşı ile halk ayrımı gibi. Bir açıdan bakınca Demokrat Parti “Yeter Söz Milletin!” derken tam da bu gerilimi kastediyordu. Kanaatimce millete seslenen bu çıkış, ulus olarak ortaya çıkmak şeklinde de değerlendirilebilir pekala. Fakat millet maalesef sağcı programın -bunu Türkiye’nin kapitalistleşme sürecinden ayrı tutmamak gerekir- hakları olmayan bir kütlesi haline gelmedi mi? Mesela bugün, küçük bir azınlığın (sermaye, bürokrasi mafya vb.) ülkeyi yağma ve sömürüsü yine bu talan edenler tarafından, millete, muhalifleri “sefih bir hayat yaşayan azınlık” olarak gösterebilmesiyle kendini meşrulaştırmıyor mu? Yani bu durumda millet, sağın yozlaştırıcı manipülasyon ve operasyonlarıyla sürekli küçük bir azınlıkla kavga eden (aydınlar, solcular, sanatçılar, bohemler vs.) fakat esas sömürücü azınlığın kütlesi haline gelmedi  mi?  Yoz hep ezeni savunandır. Bütün bu manipülasyon, vatan ve millet kavramlarının yanlış kullanımı üzerinden devam edebiliyor. Amaç ise talan düzeninin devam etmesi. İdeolojik plandaki saldırı ise, cumhuriyetçi yurttaşlığın kısıtlayıcı, dayatan, üstenci bir yanı olduğu şeklinde gelişti ve yağma hissiyatını harekete geçiren dinsel ve milliyetçi söylemin millete yüklediği “anlam” ve “misyon”la yerleşti.

Bununla birlikte aslında tartışmanın bir tarafı da uygarlık meselesidir. Norbert Elias, uygarlaşma sürecini ana hatlarıyla, daha fazla duygu denetimine ve özdenetime yol açan, toplumsal ve bireysel yapıların, toplumsal farklılaşma ve kapsamlı insani iç içe geçme bağıntılarıyla tanımlanan bir dönüşüm olduğunu söylemişti. Günümüzdeki semptomlar göz önüne alındığında açıkça tehlikeli bir gerileyici uygarlık dışına çıkma süreci yaşadığımız anlaşılıyor. Duygu denetimi birçok yerde aşındı internette, sokakta, gündelik ilişkilerde. Sağcı popülist politikacılar, yurttaşlık hakları ve evrensel değerlerin karşısına ilkel dürtülerden beslenen sürüleştirme siyasetini koyarak sermayenin saldırısını örttüler ve insanlığın büyük kazanımlarını aşındırdılar. Slavoj Zizek’in belittiği gibi, “ milyarder Trump’un stratejik pozisyonu, mülksüzlerin kendilerini savunmasını engellemek” ti. (Zizek, 2017: 216) Fakat yine de popülist öfkenin tek kaynağı sıradan insanların gösterdiği bir ilkellik değildir. Sağ popülist siyasetçiler mülksüzlerin sesi olmak adına bu duyguları kullanırlar. Liberaller ise problemin yine Zizek’in belirttiği gibi, “artık rıza üretemeyen hegemonik liberal ideolojinin zayıflığının bir işareti olduğunu göremiyor.” (2017, 217)

Türkiye’de de dünyada olduğundan pek farklı değil, “millet adına konuşanlar” yurttaşlık bilincini anlamsızlaştırarak  ve milleti sömürü düzeninin bir parçası haline getirerek, milletin hak ve özgürlüklerini gerilettiler. Neoliberal düzenin kuralsızlığı ve her türlü yağmanın önünü açacak meşrulaştırıcı mekanizmaları beraber düşünürsek, yurttaştan sürüye geçiş aslında teorik tartışmanın merkezindedir. Aynı zamanda cumhuriyetçilik,yurttaşlık, ulusal egemenlik gibi  başlıkların, son dönemde doruğa ulaşan ideeolojik saldırının yarattığı atmosferin dışına çıkarak yeniden ele alınması gerekir.

Kul,yurttaş, kul-müşteri olarak ilerleyen bu süreci anlamak için barbar içgüdüleri açığa çıkaran sürüleşmeyi de görmek gerekir.

Slavoj Zizek, 2010 ve 2011’de İngiltere’deki isyanlar, Paris’te kitlesel bir öğrenci gösteriler ve dünyanın dört bir yanındaki isyanlar sonucu kentlerdeki karışıklığa yönelik hem muhafazakâr hem de liberal tepkilerin tam bir fiyasko olduğunu söyler. Muhafazakâr tepkinin vandallığa karşı düzenin yeniden sağlanması için müsamaha ve sosyal yardım değil, daha çok disiplin, sıkı çalışma ve sosyal sorumluluk duygusu telkin eden yaklaşımını sorunlu bulur:

“Bu tarifin sorunlu tarafı, gençleri bu kadar şiddetli patlamalara iten feci toplumsal durumu ıskalamasından da öte, bu tarz patlamaların bizzat muhafazakâr ideolojinin gizli öncülerini yansıladığını gözden kaçırmasıdır. Muhafazakârlar 1990’larda o bednam “esaslara dönüş” kampanyasını başlattığında, Norman Tebbit bu kampanyanın iğrenç ilavesini şu sözlerle ortaya koyuyordu: “Muhafazakâr bilinçdışının kirli sırlarını açığa vurmaktan asla çekinmeyin’ – “İnsan denen hayvan toplumsaldır, üstelik genelde belli bir yeri yurdu da vardır; bu yüzden insanın kabilesi ve yeri-yurduyla ilgili temel içgüdülerin tatmini meselesini gündemimize almamız gerekir”. “Esaslara dönüş” asıl bununla, yani medeni burjuva toplumu suretinin ardına gizlenmiş barbar “temel içgüdülerin”  yeniden ortaya koyulması ile ilgiliydi o zaman. Bu şiddet taşkınlıklarında da aynı “temel içgüdülerle” karşılaşmıyor muyuz – temel sosyal haklardan mahrum olan alt tabakanınkiler değil de hegemonik kapitalist ideolojinin “temel içgüdüleri” değil mi bunlar? 1960’larda Herbert Marcuse cinsel özgürlüğe yönelik geleneksel engelleri kaldıran “cinsel devrim”i açıklamak için “baskıcı alçaltma” kavramını ortaya attı: İnsanın dürtüleri alçaltılıp yücelikten çıkarılabilir, medenilik kisvesinden soyunabilir, yine de “baskıcı” niteliğini koruyabilir – bugün İngiltere sokaklarında karşımıza çıkan da bu “baskıcı alçaltma” değil mi? Yani bu insanların “tabii mahlukat” konumuna gerilemeleri değil burada söz konusu olan, bizzat hegemonik kapitalist ideoloji tarafından tarihsel olarak özgül bir “tabii mahlukun” üretilmesi, sıfır noktasındaki kapitalist özne.” (Zizek,2015: 211-212)

Kapitalizm geldiği aşamada nasıl bir millet ve yurttaş üretiyor. Bunu tartışmak kapitalizmi aşmak için hayati anlam taşıyor.

Sonuç: … ey didarı Hürriyet

Ondokuzuncu Yüzyıl boyunca Vatan ve Hürriyet kavramları yan yanaydı Hürriyet mücadelesinin Merkezi’nde Vatan vardı. Namık Kemal’in “Vatan Kasidesi” şiirinin en bilinen mısraı Hürriyet deyince ilk aklımıza gelendir.

Ne efsunkar imişsin ey didarı hürriyet

Esiri aşkın olduk fakat kurtulduk esaretten

Namık Kemal döneminde vatan padişahın mülkü değil, milletin yaşadığı yer olarak, Hürriyet mücadelesinin merkezinde yer alıyordu. Bugün vatan kapitalistlerin toprak ve insana yönelik saldırısına karşı savunulması ve özgürleşmesi gereken yerdir. Vatan ve millet kavramları çoğu zaman ,özellikle Türkiye için, kapitalistin dilinden düşürmediği bir araçtır. Burjuvalar milliyetçilik maskesi altında, ulusu temsil etme zorunluluğunun bir sonucu olarak, tahâkkümlerini sürdürmek isterler. Wallerstein şöyle söyler:

Kuşkusuz burjuvalar milliyetçi hatta yurtseverdirler. Kuşkusuz her türlü etnik olaydan fayda sağlarlar. Ama… daha çok işler yolundayken milliyetçidirler. 18.yüzyılda İspanyollara karşı bağımsızlık savaşı sürdürürken bir yandan da onlara silah satan Amsterdam burjuvalarını unutmayalım. Büyük, gerçekten büyük kapitalistlerin, gerileme dönemlerinde sermayelerini ülkelerinden nasıl hiç tereddütsüz kaçırdıklarını unutmayalım. Küçük delikanlılar (burjuvalar), belki de, manevra kabiliyetleri daha az olduğundan ülkelerine bağlı gibi görünüyorlar ama bu, olgunun gerçekliğini değiştirmiyor. Bu demektir ki, ulus,ırk ve sınıf, evet sınıf bile, bu kapitalist dünya ekonomisinde ezilenler için birer sığınak olarak kalırlar; kavram olarak popülerliklerinin temelini oluşturan da budur.” (Wallerstein, 2000: 286)

Geldiğimiz noktada, eğer durdurulmazsa, geri dönülmez bir biçimde doğayı ve insanı tahrip eden kapitalizm, doğal bir ekonomik düzen değildir. Üstelik sadece ekonomik altyapıyla izah edilemez. Karatani bunu belirtir: ” Bence kapitalizm, ekonomik altyapı gibi bir şey değildir. insanlığı, onun niyet ve maksatlarını hiç hesaba katmadan düzenleyen, onları birbirinden ayırıp yeniden birleştiren, bir güç, dinsel-türeyimsel (religion-generic) bir oluşumdur. Marx’ın tüm hayatı boyunca şifresini çözmeye gayret ettiği şey de budur: ” İlk bakışta meta son derece aşikar, önemsiz bir şey olarak görünür. Ama bu meta çözümlendiğinde, metafizik incelikler ve teolojik esrarlarla dolup taşan çok garip bir şey olduğu ortaya çıkar.” (Karatani, 2008: 29)

Türk milleti, hürriyetine kapitalist kuşatmayı aşarak kavuşabilir. Hür olmadığını biliyor mu, emin değilim. Bunu bilmek ve kuşatmayı kırmak üzere harekete geçmesi aynı zamanda bir millet olduğunun kanıtı olacak. Türkçemizin çok güzel bir deyimi var: Ayak diremek. Ayak diremeyen millet ise köleleşir.

Kaynakça

  1. İlyas Bingül, Türk Düğümü/ Turchia’da Tarih Düğümü, İstanbul: Gram Yayınları, 2016
  2. Cemal Kafadar, Kendine Ait Bir Roma, İstanbul: Metis Yayınları, 2017.
  3.  E. Balibar ve I. Wallerstein, Irk,Sınıf,Ulus: Belirsiz Kimlikler, İstanbul: Metis Yayınları, 2000.
  4.  E.J.Hobsbawm, 1780’den Günümüze Milletler ve Milliyetçilik/ “Program, Mit, Gerçeklik”, İstanbul: Ayrıntı,1993.
  5. Kojin Karatani, Transkritik/ Kant ve Marx Üzerine, İstanbul: Metis Yayınları, 2008.
  6. Paul Mason, Apaydınlık Bir Gelecek/ İnsanın Köktenci Bir Savunusu, İstanbul: Yordam Kitap, 2020.
  7. Maurizio Viroli, Vatan Aşkı/ Yurtseverlik ve Milliyetçilik Üzerine Bir Deneme, İstanbul: Ayrıntı, 1997.
  8. Slavoj Zizek, Komünizm Yeni Bir Başlangıç içinde,  “Sorusu Olmayan cevaplar” Haz. Slavoj Zizek, İstanbul: Metis Yayınları, 2015
  9. Slavoj Zizek, “ Popülist Cazibe” ,Büyük Gerileme/ Zamanımızın Ruh Hali Üstüne Uluslararası Bir Tartışma içinde, Haz. Heinrich Geiselberger, İstanbul: Metis Yayınları, 2017
  10.  Veysel Batmaz, “Arif Dirlik’i Okumak: Global Ekonomi ve Politik, Radikal Geçmişler ve Türkiye“, Arif Dirlik, Global Modernite ve Sosyalizm/ Üçüncü Dünya Hayaleti, Globalite ve Çin Halk Cumhutiyeti içinde,  İstanbul: Salyangoz Yayınları, 2006.

Dünden Bugüne Bağımlılık ve Dünya-Sistemi Teorileri – Hala Geçerli mi? (I)

Tahmini Okunma Süresi: 7 dakika

Hem bir kalkınma politikası olan hem de gelecek tahayyülü sunan bağımlılık teorisine olan inanç, 1970lerden bu yana yavaş yavaş azaldı. Öte yandan, bağımlılık ekolünün mirasçısı, modern dünya-sistemi perspektifi canlılığını bir nebze de olsa korudu; kurucu isim Wallerstein’ın ölümüne değin teoriyi güncelleme gayretleri kısıtlı da olsa belli Marksist çevrelerde ilgiye mazhar oldu. Yine de bugün hem bağımlılık hem de dünya-sistemi teorileri oldukça marjinalleştirilmiş durumda.

Bu yazı serisinde, ilk olarak, günümüz kapitalist ilişkilerini anlamlandırmak için, bağımlılık (“dependency”) ve modern dünya-sistemi (“world-systems”) teorilerinin ne ölçüde geçerli olduğunu sorgulayacağız; ikincisi, bu teorileri, neoliberal kapitalizmin belli momentlerini ele alarak (sanayisizleşme, metalaştırma, mülksüzleştirme, finansallaşma ve borçlandırma) tekrar yorumlamaya çalışacağız. Tartışmanın sonunda söylenmesi gerekeni başa çekecek olursak, bu yazı serisi, en azından son 40 yılda, merkezdeki ileri kapitalist ülkeler ile az gelişmiş ülkeler[1] arasında hiyerarşik bağımlılık ilişkilerinin tekrar tesis edildiğini öne sürüyoruz. Bunun yanında, bu yazı serisi, 1950lerde hâkim olan modernist kalkınma iktisadı diskurunun bugünkü izdüşümü olan neoklasik iktisat diskuruna, bağımlılık ekolü çerçevesinde (korumacılık, sermaye kontrolleri, borçların tasfiye edilmesi başta olmak üzere) karşılık verme niyeti taşıyor.

Hikâyeye baştan başlamak gerek: İktisat tarihi anlatılarında, bağımlılık teorisinin, modernizasyon ve kalkınma teorilerine karşı bir cevap olarak, 1960’larda Latin Amerika’da ortaya çıktığı söylenir.[2] En basit haliyle, Küresel Güney ülkelerinin ekonomik kalkınmada yaşadığı sorunlar –yani, azgelişmişlik (“underdevelopment”)– geçmişteki uzun erimli sömürgecilik tarihinin ve sonrasında gelişen uluslararası kapitalist hiyerarşilerin bir sonucudur (Frank, 1966; Frank, 1998). Yine, bağımlılık ekolünün mirasçısı olan dünya-sistemleri ekolüne göre, ülkeler ve bölgeler arasındaki kapitalist eşitsizlikleri anlamak için, küresel sistemde geçmişten günümüze devam eden yapısal dinamiklere bakmak gerekir. Modern dünya-sistemi teorisi, parçalara değil, bütüne bakmayı tavsiye eder; mikro düzeyden makro düzeye, bir ilişkiler ağı çerçevesinde iktisadi eşitsizliklerin ve hiyerarşilerin nasıl oluştuğunu ortaya koyma derdindedir. Öte yandan, iki ekol arasında önemli bir farkın da olduğunun altını çizmek gerekir: Bağımlılık okulu analiz birimi olarak belli bölgeleri ve toplumları ele alırken (örneğin, X bölgesini veya ulus-devletinin kalkınamaması), dünya-sistemciler analiz birimi olarak uluslararası ya da küresel sistemi ele alır (örneğin, X-Y-Z-… arasındaki hiyerarşik ilişki dinamikleri).

En yalın hali ile hem bağımlılık hem de modern dünya-sistemi teorileri, bizlere merkez-çevre-yarıçevre (“core-periphery-semiperiphery”) arasındaki üretim, sömürü ve birikim ilişkilerine bakmayı salık verir (Chase-Dunn, 2007).[3] Merkez ve çevre arasındaki ilişkilerin, burjuvazi ile proletarya arasındaki sömürü ilişkilerinin mekânsal iz düşümü olduğunu söyleyebiliriz. Bu anlamda, her iki teorinin de Marksist politik ekonomi geleneğinden etkilendiğini -aralarında yakın akrabalık olduğunu- söylemek yanlış olmaz; her iki teori, sınıflar arası sömürü ilişkilerini, kapitalizmin küresel mekânsal-tarihsel ilişkilerine tahvil ederek okuma yaparlar. 1960lardan itibaren bağımlılık okulunun pek çok teorisyeni ve alt-şubesi zuhur eder (yapısalcılar, neo-Marksistler, Latin Amerikacılar, Güney Asyacılar, vd.), fakat esas olarak Samir Amin, Andre Gunder Frank ve Immanuel Wallerstein’ın 1970lerde yazdıklarının bağımlılık ekolünün ve modern dünya-sisteminin analitik çerçevesini oluşturduğunu söylemek yanlış olmaz (Kvangraven, 2020).

Kapitalist sistemin gelişimini bir bütünsel yapı olarak ele alan Frank’e (1966) göre, iktisadi gelişme ve azgelişmişlik (ya da kalkınma ve kalkındırılmama) eş zamanlı oluşan süreçlerdir. Frank, tarihsel veriler ışığında, “kalkınmış” metropol ile “kalkınmamış” uydu (“satellite”) coğrafyalar arasında geçmişten günümüze devam eden sömürü ilişkilerini faş eder. Elbette, 16.yüzyıldan 20.yüzyıla kadar süren ve açık şiddete dayanan sömürgeleştirme süreci –bilhassa, İngilizlerin, Amerika’da, Afrika’da ve Asya’da kurduğu sömürge rejimlerini dikkate alırsak– eşitsiz kalkınma sürecine damgasını vurur. Batılılar, bu süre boyunca, denizcilik ve askeri alanlardaki teknolojilerini kullanarak sömürge topraklarındaki doğal hammaddelere el koyarlar. Hammaddeler yok pahasına Avrupa’ya akarken, Batılı kapitalistler işlenmiş ürünleri katma değerle kolonilere satılır; bu yolla Avrupa’ya muazzam bir servet aktarımı gerçekleştirilir.[4] Ardından, Latin Amerika başta olmak üzere çevrede tecrübe edilen uydulaşma süreci, küresel kapitalizme entegrasyon arttıkça giderek derinleşir. Kapitalist merkezlerle ticari bağları kuvvetli olan uluslar, zayıf bağlara sahip olanlara göre daha fazla yara alır[5]; yerli üretim yabancı firmaların rekabeti karşısında ezilir, sermaye giderek belli ellerde tekelleşir ve doğal olarak gelir dağılımı giderek bozulur.

1929 Büyük Buhran’ından sonra bilhassa Kuzey yarımkürede yeni bir dönem başlar; krizin derinleşmesi ile ortaya çıkan işsizlik ve sefalet kamuoyunda liberal fikirlere olan itikadı sarsar, devletin piyasaya müdahale etmesi fikri akla yatkın görünmeye başlar. Bu süreçte, tabiri caizse, Polanyi’nin (1944) “çifte hareketi” devreye girer,[6] 1930’lardan itibaren Küresel Güney’de korumacılık adımları atılır, Dependistas’ın[7] da devreye girmesi ile İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra “ithal ikameci endüstrileşme,” yani basitçe, küresel rekabet karşısında ithalatı sınırlama ve yerel sanayiyi teşvik etme politikaları devreye girer. Bu dönemi, elbette, siyasi gelişmelerle de birlikte okumak gerekir. İki dünya savaşı ve sonrasında faşizmin yükselişi ile milli ekonomi fikrinin önem kazanması, Sovyetler tecrübesi ile planlı kalkınma deneyiminin örnek olması, Küresel Güneydeki korumacı kalkınma adımlarını etkilemiştir. Bunun yanında, “Üçüncü Dünya”da kapitalizmin en yüksek aşaması emperyalizme karşı yükselen anti-kolonyal hareketlerin ve çeşitli özgürlük hareketlerinin bağımlılık ekolü ile yakından akraba olduğunun altını çizmek gerekir. Son olarak, belki de en önemlisi, 1970lere kadar tüm dünyada hâkim olan anaakım iktisadi yorumun, Keynesyenizm olduğunu hatırlatmakta fayda var, zira ekonomide kamunun rolünün önemsendiği, kamu iktisadi teşebbüsleri ile istihdam yaratıldığı bir dönemden bahsediyoruz. Dönemin ruhuna bir bütün olarak bakıldığında, tüm bu gelişmelerin arasında, belli alışverişlerin ve etkileşimlerin mevcut olduğunu söylemek mümkün; örneğin Keynesyen müdahalecilik çerçevesi, Dependistas’ın siyasal-ekonomik fikirlerine anaakım iktisatçılar nezdinde bir parça meşruiyet kazandırmıştır, denilebilir.

Modern dünya-sistemi ekolünün en önemli temsilcisi olan Wallerstein’a (1976) göre, hegemonik kapitalist ülkelerin ve ulusların konumunu, merkez, çevre ve yarı-çevre ülkeler arasındaki küresel iş bölümü tayin eder.[8] Bunun en açık örneği, 19.yüzyılda sanayi kapitalizmi üzerinden hegemon konuma yükselen İngiltere ve 20.yüzyılda finansal kapitalizm üzerinden hegemon konuma yükselen Amerika’dır. Modern dünya-sistemi perspektifinin en belirgin özelliği ekonomik uzmanlaşma üzerinden vuku bulan mekânsal hiyerarşilere odaklanmasıdır. Sınıfsal sömürü ilişkileri, bölgeler üzerinden okunur hale gelir: küresel servet, bölgelerin içinde ve arasında, çevredeki düşük-ücretli, düşük-karlı, yoğun-emek gerektiren sektörlerden ve üreticilerden, merkezdeki yüksek-ücretli, yüksek-karlı, yoğun-sermaye gerektiren sektörlere ve üreticilere doğru akar. Daha basit ifade etmek gerekirse, merkezdeki ülkeler yüksek-beceri gerektiren sermaye-yoğun üretimle ve çevredeki ülkeler düşük-beceri gerektiren emek-yoğun üretimle iştigal ederler. Modern dünya-sistemciler bu nevi eşitsiz mübadelelere odaklanırlar.

Merkez ülkeler, çevre ülkelerin değerli hammaddelerini ve ucuz işgücünü sömürürken, karşılığında işlenmiş metalarını çevre ülkelere satarlar. Bu yolla, merkez ülkelerde sermaye birikimi gerçekleşir – ki takip eden süreçte, sermayenin reel üretimde kopup, finansal sermaye halini almasının, merkez ülke ekonomilerinin bu süreçte sanayisizleşmesinin kökenleri burada yatmaktadır. Madalyonun bir tarafında, kapitalist iş bölümü ve üretim sürecindeki sömürü ilişkileri, diğer tarafında, merkez ülkelerde metaların aşırı birikimine çare olarak yeni pazar arayışı bulunmaktadır. Nitekim, Marksist politik iktisatçıların dediği gibi, kapitalist merkezlerdeki aşırı birikimi sorunu, “yeni pazarlar, yeni üretim kapasiteleri, yeni kaynaklar, toplumsal olanaklar ve emek olanakları” açarak, “mekânsal yer değiştirmeler” yoluyla aşılabilir (Harvey, 2004). Günümüzde, çevre ülkelerde henüz metalaşmamış alanların merkezi kapitalistler tarafından keşfedilmesi ve zapt edilmesi, doğrudan yabancı yatırımlarla çevre ülkelerde toprağın talan edilmesi bunun yalnızca ufak bir örneğidir.

Hem bir kalkınma politikası olan hem de gelecek tahayyülü sunan bağımlılık teorisine olan inanç, 1970lerden bu yana yavaş yavaş azaldı. Bu düşüşün ardında bir dizi sebep mevcuttu: Keynesyenizmin gözden düşmesi, karşı-devrimci neoliberalizasyon ve hemen akabinde küreselleştirme projesi, oyun kurucu IMF ve Dünya Bankası’nın (yoksul ülkeleri) borçlandırma siyasetinde el yükseltmesi, bunlardan birkaçı. Ampirik olarak bakınca, “Doğu Asya mucizesi” ve ardından 1990lı yıllardan itibaren Çin’in yükselişi, bir takım Marksist ya da heteredoks yorumcuları bile heyecanlandırdı; öyle ki kalkınmanın ardındaki eşitsiz/hiyerarşik dinamikler göz ardı edilebildi. Bunların bazıları, bağımlılık ekolünün totolojik ve mekanik olduğunu, Güney’deki aktörlerin failliğini es geçtiğini iddia ettiler (Kvangraven, 2020). Öte yandan, bağımlılık ekolünün mirasçısı, modern dünya-sistemi perspektifi canlılığını bir nebze de olsa korudu; kurucu isim Wallerstein’ın ölümüne değin teoriyi güncelleme gayretleri kısıtlı da olsa belli Marksist çevrelerde ilgiye mazhar oldu. Yine de bugün hem bağımlılık hem de dünya-sistemi teorileri oldukça marjinalleştirilmiş durumda.

Önümüzdeki yazılarda, bu iki teorinin güncelliğini, son 40 yıldaki siyasal-ekonomik süreçleri (sanayisizleşme, metalaştırma, mülksüzleştirme, finansallaşma, borçlandırma, vb.) göz önüne alarak tartışmaya devam edeceğiz.

Kaynakça

Arrighi, Giovanni. Adam Smith in Beijing: Lineages of the Twenty-First Century. Verso Books, 2007.

Chase‐Dunn, Christopher. “Dependency and World‐Systems Theories.” The Wiley Blackwell Encyclopedia of Race, Ethnicity, and Nationalism, 2015: 1-4.

Frank, Andre Gunder. “The development of underdevelopment,” Monthly Review, 18 (4) 1966: 17-31.

Frank, Andre Gunder. ReOrient: Global Economy in the Asian Age. University of California Press, 1998.

Harvey, David. “The ‘New’ Imperialism: Accumulation by Dispossession,” Socialist Register, 2009.

Kvangraven, Ingrid Harvold. “Beyond the stereotype: Restating the relevance of the dependency research programme.” Development and Change 52 (1) 2021: 76-112.

Polanyi, Karl. Büyük Dönüşüm: Çağımızın Siyasal ve Ekonomik kökenleri. İstanbul: İletişim Yayınları, (1944) 2006.

Wallerstein, Immanuel. “A world-system perspective on the social sciences.” The British Journal of Sociology, 27 (3) 1976: 343-352.


[1] İleri kapitalist ya da az gelişmiş gibi kategorileri kapitalistleşme sürecindeki hiyerarşileri tekrar kurmak için kullanmadığımı ifade etmem gerekiyor; en azından Marksist literatürdeki kullanımla özdeşlik kurmak için bu kategorileri kullanmak gerekiyor. Bunun yanında, anaakım iktisatçıların, sözde “objektif” olduklarını ispat etmek için gelişmekte olan ülkeler (“developing countries”) ya da yükselen piyasalar (“emerging markets”) terimlerini kullanmayı tercih ettiğini belirtmek gerekiyor. Bu tür terimlerin altında birtakım güç ilişkilerinin ve imaların olduğunu anlamak güç değil: kapitalist piyasa ilişkilerinin tam olarak tesis edilmesi ile, gelişmekte olanlar ileride bir gün gelişecek ve muasır medeniyetleri yakalayacak, yükselen piyasalar bir gün yerleşik, kuralları belli, dört başı mamur piyasa haline gelecek – aynı Batı’da olduğu gibi. Anaakım iktisatçılar bugün hala, kalkınma yolunda aynı ezberi tekrarlıyorlar: yapısal reformlar!

[2] Dönemin, modernizasyon ve kalkınmacı teorileri, tarihin lineer-ilerlemeci basamaklardan teşekkül ettiği ön kabulüne dayanmaktadır. Evet, halihazırda, bazı uluslar diğerlerinden daha fazla “gelişmiş”tir, fakat “az gelişmiş” uluslar aynı kurumsal izlekleri takip ederek zaman içerisinde -şüphesiz- gelişecektir. Nihayetinde, sonradan gelen uluslar da (“late-comer nations”) gelişmiş ulusları kalkınma açısından yakalayacaktır. Bu batıl inanışın, klasik iktisat teorisinde de kökleri olduğunu söylemek mümkündür: Modern iktisadın kurucu babası Adam Smith, uluslararası iş bölümü sonucunda (kar oranlarının) nihayetinde eşitleneceğini, ulusların aynı düzeye erişeceğini farz eder. Nitekim, dünya-sistemi ekolünün iki iddialı ismi, Frank (doğu Asya’nın yeniden yükselişi, bahsinde) ve Arrighi (Adam Smith Pekin’de zuhur ederse, bahsinde) bu argümanı tarihsel veriler eşliğinde etraflıca işler (Frank, 1998; Arrighi, 2007). Her ne kadar farklı pozisyonları olsa da her iki isim de Çin’in ekonomik yükselişi karşısında, on yıllarca tartıştıkları, bağımlılık ve dünya-sistemi tezlerinden şüphe duymaya başlar.

[3] Zaman zaman değişen üretim teknolojisine göre statüsünü kaybetse de Osmanlı-Türkiye genel olarak semi-periferi konumunda kalmıştır. Bu başlı başına ayrı bir tartışma konusu olduğu için bunu söylemekle iktifa ediyoruz.

[4] Örneğin, metropol uydunun tarımsal ürünlerini talan ederken, bunun karşılığında sanayi ürünleri satar.

[5] Bu bağlamda, belki, Japonya’nın “başarılı” kalkınma deneyiminde, Meiji modernleşmesi, kurumsal, kültürel ve tarihsel özgüllükler yanında, kapitalist merkezlere uzak olmasının etkili olduğunu da öne sürmek mümkündür.

[6] Çifte hareket kuramında, piyasanın genişlemesi ve tahribatının artmasına karşı bir müddet sonra toplumsal koruma mekanizmaları devreye girer. Büyük Dönüşüm’den bugüne, 1929 Buhran’ından sonra refah rejimlerinin ve ithal-ikameciliğin devreye girmesi, 2008 finansal krizinden sonra uygulamaya konulan regülasyon hamleleri buna örnek verilebilir.

[7] Dependistas, Latin Amerika’da az gelişmişlik çalışan radikal ekonomistlere verilen isim; bunların arasında Frank ve Cardoso gibi ünlü isimler var. Ben burada daha geniş anlamda, Amerikancı kalkınma kavramlarını reddeden bütün iktisatçıları işaretlemek için kullanmayı öneriyorum. Bu konuda epey tartışma bulmak mümkün. Bir örnek için, bkz http://www.alternautas.net/blog/2015/7/27/underdeveloped-economists-the-study-of-economic-development-in-latin-america-in-the-1950s

[8] Şunu da hatırlatmak gerek: Wallerstein’a (1976) göre geçmişten günümüze üç dünya-sistemi mevcuttur. İlk ve en erken dünya-sistemi, karşılıklılık-soy (“reciprocal-lineage”) ilkesine dayanmaktadır. Bunun örneği, ilkel kabile topluluklarıdır. Bu mini-sistemlerdeki temel ilke hayatta kalmak ve geçimi temin etmektir, dolayısıyla, oldukça kısıtlı bir uzmanlaşma ve mübadelenin mevcut olduğunu söylemek mümkündür. İkinci dünya sistemi, dünya imparatorluğudur. Avrupa feodalizmi, Roma İmparatorluğu (hakeza, Osmanlı) bunun tipik bir örneğidir. Zanaatçı sınıfı olsa da üretim esas olarak tarıma dayanır; tarımsal artığa yönetici/bürokrat kesimi el koyar. Yerel piyasalar gelişkindir. Tahmin edileceği üzere, ilk ve ikinci dünya-sistemlerinde amaç maksimum çıktı ya da fayda değildir; ekonomi-dışı itkiler ön plandadır. Üçüncü dünya sistemi, modern dünya sistemi, küresel kapitalist üretim ilişkilerine dayanır. Piyasa baskındır; toplumsal artığa piyasa yoluyla el koyulur. Erken dönemde, ulus-devletler piyasaları şekillendirmeye muktedirdir, zaman içerisinde bu etki kaybolur. Modern dünya-sisteminde, piyasa mübadelesi ve karlılık esastır.