Türkiye’de Onurlu Bir Hayatın Hayâli: Yitik Düşü Geri Kazanmak

Tahmini Okunma Süresi: 5 dakika

Ne Türkiye “ölü”dür ne içindekiler “artık iflâh olmaz”dır. Yaşayabileceğimiz onurlu bir hayat vardır. O hayatı burada inşa etmemiz mümkündür. Ama o hayatı inşa etmek için “yas elbiseleri”ni çıkarmak, “surat asmak hakkımız!” deyip somurtmanın şairane büyüsüne kapılmadan eyleme imkânını sahiplenmek gerekir. Yurtseverce Sözümüz’de belirtilmişti: “Yurtseverliğimiz yurdun hâlihazırda ve her haliyle sevilmeye layık olduğuna dair bir milliyetçi önkabulden kaynaklanmıyor; biz ‘bir ihtimal’in, inandığımız bir potansiyelin yurtseverleriyiz.”

Türkiye’de insanların kendi toplumlarıyla alakalı meselelerde belirli ölçüde inisiyatif alma imkânları, yaratılan tedhiş ortamının doğal bir sonucu olarak büyük ölçüde kısıtlanmış durumda. Sansürün “sansür olmak” dışında ve belki de ondan da büyük bir günahı çok uzun süre uygulandığı ve sabit prosedür şekline büründüğünde tek tek bireylerin içindeki otosansür mekanizmalarını da kendi tekdüzeliğine benzer biçimde işlemeye hazır hâle getirmesi. Sansürün norm olduğu yerde, otosansür bir ayak uydurma faaliyetine dönüşüyor. Türk insanı otosansürü artık bir ara tedbir olarak uygulamıyor –otosansür onun huyu hâlini alıyor. Canın mı huyun mu daha zor çıktığına dair yargı bildiren atasözünü hatırlayacak olursak durumun arz ettiği vahamet biraz daha anlaşılır olacaktır. Artık iç dünyamızın iktidarında tahtının temelini iyiden iyiye berkitmiş vaziyetteki bu otosansüre bir de siyasete ilişkin edindiğimiz asırlık “hikmet”ler ekleniyor: Adamsendecilik, iş bilirlik, âlemin enayisi olmama azmi ve nihayet “vîrân olası hânedeki evlâd ü ıyâl” – hepsi yerli yerinde.

Bütün bunlar siyaseten felçli bir topluluğu vücuda getiriyor. Nihayetinde felçli bir topluluğun kendi arasında bahis mevzuu edinebileceği tek bir konu kalıyor: Felcin kendisi. Damdan düşenin damdan düşenle yalnız damdan düşmek üstüne sohbet etmeye eğilimli olduğu aşikâr. Bugün Türkiye toplumu için siyaseten felçli olma hâli asgarî, fakat asgarî olmasına karşın son derece hayatî bir müşterek. Hepimiz sabah akşam, mesele haşlanmış pirinç tüketmekten usanmayan türden bir papazın elindeki temcit pilavına dönesiye kadar, bu asgarî ve hayatî müştereğimiz hakkında ve yalnızca bunun hakkında söyleşen bir kalabalığa evriliyoruz. Birbirlerini dinlemeksizin birbirlerine hastalıklarını anlatan iki şikâyetçi ihtiyarın akşamüstü sohbeti, Türk insanının bugün “politik eylem” olarak sürdürdüğü yegâne eylemin en kolay anlaşılabilir misali. Bütün politik inisiyatifleri elinden alınmış bir topluluğa -zırlaması kesilsin diye eline tablet tutuşturulan bebek misali- azıcık oyalanabileceği bir şikâyetlenme hakkı terk edilmiş durumda. O da “haddini hududunu” bilmek kaydıyla, aksi takdirde bu şikâyetlerin sonu da Cumhurbaşkanı’nın avukatlarının geçim kapısı hâline geliveriyor.

Bütün bunlar, memleketin politik iklimi akılda tutulduğu takdirde, “zorluklardan bir zorluk” mesabesinde algılanabilir. Nüfusunun yarıdan fazlasını ancak karın tokluğuna çalışan insanların oluşturduğu bir ülkede her sorun tali kalabiliyor. Fakat bahsedilen durum bu “esas sorun”un üstesinden gelinmesi yolunda yurttaşların elindeki yegâne imkânın boylu boyunca musalla taşına yatırılması manasına geldiğinden bir kenara itilemez. Siyaseten felçli hâle getirilmiş aç yurttaş, aç olduğunu haykırabilme imkânından, dolayısıyla sorununu gündeme getirebilme olanağından mahrum bırakılıyor. Bunun yerine ona eş-dost arasında hâline yazıklanma, duyulmayacak şekilde olana bitene sövme, duyulabilecek şekilde homurdanma gibi çeşitli opsiyonlar sunuluyor.

Çizilen karamsar tabloya eklenebilecek daha da karanlık bir detay mevcut: Toplum da, bir şeyler söyleyebilme konusunda iyiden iyiye “tamtakır kuru bakır” duruma düşmemek için kendisine bahşedilen bu opsiyonları, gönülsüzlükle bile değil, “can baş üzre” kabulleniyor, sahipleniyor ve mahkûm edildiği bu felç hâlini tümden benimseyerek “hiç değilse” arada bir hava almaya çıkarıldığına şükrediyor. Politik bilinç, ivmesi gitgide artan bir hızla ya arkadaş sohbetinde cep yakan fiyatlardan yakınmaya ya da telefona bakınırken rast gelinen bir haksızlık, hırsızlık veya yolsuzluk karşısında “Lanet olsun!” yazmaya eşitleniyor. Türk insanı artık karnının tok sırtının pek olduğu, canı çıkasıya sömürülmediği bir düzenin “düş”ünü kurmaktan, böyle bir düş kurma ihtimalini aklından şöyle bir geçirmekten bile mahrum bir kitleye dönüştürülüyor – hayal gücü, yarının daha güzel olabileceğine dair her türlü umut, sistematik biçimde iğdiş ediliyor.

Günün sonunda Türk insanına “ifade hürriyeti” olarak tanınan tek hak ayaklarını yere vurup homurdanan ufak bir çocuğun tepkiselliğinden hâllice bir eylemden ibaret. Türk insanının kendi mukadderatına, kendi refahına, kendi karın tokluğuna, kendi sırt pekliğine, kendi onuruna ve izzetine ilişkin girişebileceği yegâne “politik” eylem bu. Kalan bütün ihtimaller ya muktedirler eliyle alışkanlığa, o fena deyişte olduğu gibi “ikincil tabiatı”na dönüşmüş otosansürünün, ya işini kaybetme korkusunun, ya “Silivri soğukları” mizahındaki aba altından sopa gösteren tehdidin karşısında mum gibi eriyiveriyor. “Onurlu bir yaşam için mücadele” anlamsız bir kelimeler yığını hâlini alırken “onursuz bir yaşamın kaçınılmaz olduğundan şüphe etmeksizin daima bundan yakınmak” bütün bir politik hayatımızın “kısa bir diyemi” hâlini alıyor.

İnsanın ahir ömründe hayatın getirdiği sıkıntılara karşı “ehl-i rızâ”danmışçasına davranması bir noktaya kadar olağan, ancak bu satırlarının yazarının da bir parçası olduğu gençliğin daha iç açıcı bir görünüm sergilediği de yok. Aynı felç bize de sirayet ediyor, aynı düş sönüklüğü, hayal yorgunluğu bizim de zihnimize yerleşiyor ve nihayetinde aynı otosansür bizim de ikincil tabiatımız olmaya başlıyor. Zaten bu ülkeden ve bu ülkede yaşayanlardan aşağılayıcı bir dille bahsetme hastalığına giriftar edilmiş Türk gençliği, son üç-beş yıldır mukadderatını ille de buraya bağlamak zorunda olmadığına dair ani gelen kitlesel bir aydınlanmanın da etkisiyle, bütün enerjisini kendindeki karamsarlığını bir başka karamsarın aynasına yansıtarak tatmin oluyor. Türkiye, bu yönüyle, duyanın gelmesi sonucu içindeki kalabalığın gitgide arttığı bir tür yas evine dönüşüyor. Herkes ölünün dirilmeyeceğinin “kesin olarak” bilincinde, kimsenin elinden ağlamak dışında bir şey gelmiyor ve birinin derinden, ta ciğerlerinden gelen hıçkırığı diğerinin ağlayışına yeni bir heyecan, yeni bir revnak katıyor. Genciyle yaşlısıyla böylesi bir yas evinin “sızlanma evi” denmeye seza alternatif bir versiyonun daimî pansiyonerleri hâlinde yaşayıp gitmek son birkaç yılımızın özeti olarak sunulabilir.

Çare? Çareyi işaret etmek ne kadar kolay ve onu bulmak ne kadar zor. Sanki hüdayinabit değil fakat bu toplumun bir ferdi olarak ben bu kolektif sızlanma ve şikâyetlenme döngüsünün dışında kalabilecek irade ve farkındalığa sahip miyim? Zaten irade ve farkındalık derecesi bir kenara, bir insan içinde yaşadığı toplumda bu denli yaygın hâle gelmiş bir durumdan nasıl ve ne dereceye kadar masun kalabilir? Ancak hatırlanması gereken birtakım temel noktaların mevcudiyeti de inkâr edilemez. Bunların en başında, toplum olarak duçar olduğumuz bu felcin “doğal” olmadığı geliyor. Biz elimizde olmayan sebeplerle, kızgın bir Tanrı’nın hışmı, müşfik bir Tanrı’nın sınaması veya sarhoş bir doğanın talih okunun isabeti nedeniyle felç olmuş durumda değiliz. Aksine, bizi toplumsal her türlü meselede sesi soluğu kesilmiş, birtakım hırçınlıklar ve söylenmeler ile oyalanır hâlde görmekten menfaatleri olanların bile isteye uyguladıkları bir siyasî tedhiş ortamı tarafından felç edilmiş vaziyetteyiz. Sorunumuzu doğru teşhis etmemiz gerekiyor. Her teşhisi takip etmesi gereken soru sabittir: Tedavi edilebilir mi? Kuşkusuz, bu “yapay” felçten kurtulmak da mümkün. O felci oluşturan sebeplerin ortadan kaldırılması felcin de ortadan kaldırılmasıyla sonuçlanıyor.

Sorunu teşhis ve onun tedavi edilebilirliğini kabul ettikten sonra hiç değilse eylemde bulunabilecek, inisiyatif alabilecek, bir kımıltı sergileyebilecek duruma, orijinal hâlimize, sıfır noktamıza, daha aşağısında olmayı kabul etmememiz gereken asgarî seviyeye geri dönmüş oluyoruz. Bundan sonrası önce hayal, sonra eylem gücümüzü yeniden kazanmaya yönelik bir mücadele sahasıdır. Türkiye toprakları üzerinde kendimize insan haysiyetine yaraşır bir hayat elde edebileceğimizin hayali bile uzun süredir aramızda yok. Böylesi bir hayalle gözleri parıldayan son kişi Türkiye’de doğmuş olmasını kötü bir talih, Türkiye’de yaşamaya devam etmesini bir lanet, Türkiye’de ölme ihtimalini bir uğursuzluk olarak görmeye başlayalı çok oldu. Bu hayalin yabancı ellere düşmüş bir aile yadigârı gibi yeniden talep edilmesi ve gerekirse bunun için mücadele edilmesi gerekiyor. Bu, yitik bir düştür – başkasının değil, bizim yitik düşümüzdür.

Peşi sıra gelen, bu hayale kavuşmak için eylemektir. Ancak tekrar etmekte yarar var: Öncelikle eylem gücümüzün kaldığına dair inancımızı müstevlilerin elinden kurtarmamız icap eder. Ne Türkiye “ölü”dür ne içindekiler “artık iflâh olmaz”dır. Yaşayabileceğimiz onurlu bir hayat vardır. O hayatı burada inşa etmemiz mümkündür. Ama o hayatı inşa etmek için “yas elbiseleri”ni çıkarmak, “surat asmak hakkımız!” deyip somurtmanın şairane büyüsüne kapılmadan eyleme imkânını sahiplenmek gerekir. Yurtseverce Sözümüz’de belirtilmişti: “Yurtseverliğimiz yurdun hâlihazırda ve her haliyle sevilmeye layık olduğuna dair bir milliyetçi önkabulden kaynaklanmıyor; biz ‘bir ihtimal’in, inandığımız bir potansiyelin yurtseverleriyiz.”

Mehmet Türkmen ile BİRTEK-SEN, İşçi Hareketi ve Sosyalist Siyaset Üzerine

BİRTEK-SEN genel başkanı Mehmet Türkmen ile son dönem işçi direnişleri, sendikalarına yönelik son dönemde yükselen baskılar bağlamında sınıf mücadelesi ve ötesine dair bir söyleşi gerçekleştirdik. Söz konusu söyleşinin ilk kısmını yayınlıyoruz. Yurtseverce: Mehmet Bey, en…

Küçük Adamın Geçim Etiği ile Nasıl Mücadele Etmeli? Türkiye Evimiz, Altı Talebimiz!

Belediye seçimlerinin sonucu AKP’nin çarpıcı kayıplarına, CHP’nin büyük sıçrayışına, YRP’nin yeni bir aktör olarak belirmesine ve DEM’in direnişinin gücüne işaret etti. AKP yıllarının artık sonuna gelmiş olabileceğimize dair umutlar yeşerirken, halkımızın siyasal davranış ve tercihlerini…

1 Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir