Türkiye’de Tarihsel Olarak Merkeziyetçiler Milletçiler Çatışması

Tahmini Okunma Süresi: 9 dakika

İdris Küçükömer’in önemi, problemlerin çözümünü geniş halk kitlelerinde görmesindedir. O dönemin memleketteki sol dünyasının ekseriyeti özellikle zinde güçler denilen ordu ve bürokrasinin ele ele vererek yapacağı bir ihtilalle memleketin düzeleceğini düşünürken, Küçükömer tam aksine halk kitlelerinin kendi göbeklerini kendilerinin kesmesinden yana bir tavır almıştır. Onun esas değeri tam da bu anlayışındadır.

Türkiye kusurların fazilet diye
yutturulduğu bir ülkedir.
İdris Küçükömer, Cuntacılıktan Sivil Topluma

İnsanlar, belirli bir ölçüde iyilik,
yetenek ve kişilik sahibi olmanın
yeteceğini, fakat servet, erk, mülk, ün
ve benzerlerinin ardında koşulmasına
konulmuş bir sınır bulunmadığını sanırlar.

Aristo – Politika

(1)

Bu yazıyı yazmaya hazırlandığım günlerde Danıştay İdari Dava Daireleri Başkanlığı, Belediyelerin İştiraklerine yönetici atama yetkisini Belediye başkanlarının elinden alarak o ilin belediye meclisine devredildiğine dair karar aldı. 31 Mart ve 24 Haziran 2019 tarihlerinde yapılan ve iktidarın ülkenin önemli şehirlerini kaybettiği yerel seçimin ardından, Cumhurbaşkanı elindeki anketleri de görerek halkı muhalefete oy vermekten caydırmak için ‘Seçilseler ne olur, onlar zaten görev yapamayacaklar. Hepsi topal ördek olacak’ minvalinde sözler söylemişti. Muhalefeti yerelde çalıştırmamak için seçimin hemen ardından başlayan HDP’nin elindeki belediyelere yapılan kayyum atamaları bunun ilk adımı olmuştu. Muhalefet belediyelerine kamu bankalarından kredi verilmemesi, sonra da pandemi başladığında belediyelerin elinden alınan yardım toplama yetkisi ve toplanan yardımlara el konulması bunun ikinci adımı oldu. Bu gelen mahkeme kararı da bu işin en son adımı oluyor. Bunun bir adım sonrası da belediyeye ait taşınmazların mahkeme kararları ile merkezi kurumlara ya da bir takım vakıflara devridir. Nitekim Gezi Parkının ismi cismi bilinmeyen bir vakfa devri böyle bir iş olmuştur. Tabi iktidar batı illerinde, HDP belediyelerine kayyum atamada kullandığı terör gerekçesini muhalefetin elindeki belediyelere uygulayamıyor ama onları çalıştırmamanın yollarını dolaylı olarak bu şekilde yapıyor. ( Geçmiş dönemde FETÖ gibi ya da yolsuzluk gibi bir takım gerekçelerle bazı belediye başkanları görevden alındı.) Şimdi bu konuda da itirazlar ve karşı çıkışlar olacak fakat günün sonunda bu işin geri dönüşü olmayacak gibi görünüyor. İşin kısacası 31 Mart’ta el değiştiren belediyeler aslında el değiştirmemiş olacak. Bu ise ülkemizdeki siyasetin ve sistemin ne kadar merkeziyetçi olduğunu bir kez daha hepimize gösteriyor.

Peki, bu olanlar bugüne dair bir şey midir? Elbette ki hayır, bu bizim aşağı yukarı iki yüz yıllık siyasi tarihimizin yeni bir aşamasıdır. İdris Küçükömer ( 1 Haziran 1925-5 Temmuz 1987), benim çok etkilendiğim ve fikirlerinden yararlandığım önemli bir düşünce insanıdır. 1960’lı yıllar boyunca Yön ve Ant dergilerinde yazıları yayınlanmış, 1973 yılında ara verdiği yazılarına on yıl sonra Yeni Gündem’de devam etmişti. Özellikle eleştiri oklarını Cumhuriyetin kurucu partisi olan CHP üzerinde yoğunlaştırması, o günün devlet ve akademisinde tepki ile karşılanmıştı. Öyle ki Profesörlük hakkı, İstanbul Üniversitesi Senatosunca onaylanmamış ve ancak on yıl sonra mahkeme kararı ile bu unvanı alabilmişti.

Aslında İdris Küçükömer, ülkemizde ârafta kalmış, derdini çok da anlatamamış biridir. Kendisine Allah’tan rahmet diliyorum. Bu yazımızda ve takip edecek yazılarda onun düşünceleri ve fikirleri çerçevesinde bir tarih turu yapmak niyetindeyim.

Öncelikle o meşhur kitabı ‘Düzenin Yabancılaşması’ üzerinden yapmış olduğu sınıflandırmayla başlayacak olursak. Aşağıda ki tabloda görüleceği gibi kendince Türkiye için siyasi yelpaze oluşturuyor.

“SOL YAN

  • Yeniçeri-esnaf-ulema birliğinden gelen doğucu- İslamcı halk cephesine dayanan:
  • JÖN TÜRKLERİN PRENS SABAHATTİN KANADI HÜRRİYET VE İTİLAF
  • İKİNCİ GRUP (Birinci Büyük Millet Meclis’inde Müdafaai Hukuk Cemiyeti’nde)
  • TERAKKİPERVER FIRKA SERBEST FIRKA
  • DEMOKRAT PARTİ ADALET PARTİSİ

SAĞ YAN

  • Batıcı-laik bürokratik geleneği temsil eden:
  • JON TÜRKLERİN TERAKKİ VE İTTİHAT KANADI
  • İTTİHAT VE TERAKKİ (Önce cemiyet sonra fırka)
  • BİRİNCİ GRUP (Birinci Büyük Millet Meclisi’nde Müdafaai Hukuk Cemiyeti’nde)
  • H. FIRKASI (PARTİSİ)
  • H.P-M.B.K. (Milli Birlik Komitesi)
  • H.P. (ORTANIN SOLU)”

Bu yelpazeyi oluşturduktan sonra şöyle devam ediyor:

“Bu tabloda gerek sol yandaki, gerek sağ yandaki blokta birbirini kronolojik sıra ile izleyen kuruluşları görüyoruz. Her blokta aşağıya doğru (zamanımıza kadar) taşınan tarihi bir misyon vardır. Tablonun sol yanı, yeniçeri-esnaf-ulema birliğinden gelen, gerçek ve büyük kitlesiyle İslamcı-doğucu cepheye dayanan kuruluşları göstermektedir. Sağ yanda ise devleti kurtarmak için daha çok batıcı-laik bürokratik geleneğin temsilcileri olan kuruluşları görüyoruz. Dikkat edilirse, sağ yanda bulunan grup için temsil eden, sol yanda bulunan grup için de dayanan ifadelerini kullandım. Gerçekten her iki tarafın başında da, bürokratları görmek kâbildir.”1

Bu tabloda kendine göre tarihsel bir sol ve sağ taraf sınıflaması yapıyor. Peki, ama o yıllarda genellikle sol olarak tanınan ve halen aynı ifadeyi bulan CHP’yi sağda, Demokrat Parti ve Adalet partisi gibi kapitalist ve liberal politikaları öne çıkardığı bilinen partileri solda göstermesinin altında yatan neydi, niye böyle kışkırtıcı bir şey yapmıştı?

Aslında yapmak istediği şey merkez, çevre kavgasını gündeme taşımaktı. Yani ülkeyi merkezden yönetmek isteyen bir azınlıkla, Âdem-i Merkeziyetçilerin kavgasını anlatmaya çalışıyordu. O yıllar için bu söylemler son derece radikal söylemlerdi. Yukarıda kendisinin ifade ettiği gibi aslında her iki tarafın temsilcileri ve kurucularının ağırlıklı bölümü sivil ve askeri bürokrasinin içinden gelen kişiler tarafından oluşturulmuştu. Benim için İdris Küçükömer’in önemi, problemlerin çözümünü geniş halk kitlelerinde görmesindedir. O dönemin memleketteki sol dünyasının ekseriyeti özellikle zinde güçler denilen ordu ve bürokrasinin ele ele vererek yapacağı bir ihtilalle memleketin düzeleceğini düşünürken, Küçükömer tam aksine halk kitlelerinin kendi göbeklerini kendilerinin kesmesinden yana bir tavır almıştır. Onun esas değeri tam da bu anlayışındadır. Çözümü milletin bulacağına olan inancındadır. Görmekteydi ki bu ülkede demokrasi, özgürlükler, eşitlik gibi kavramlarda bir dönüşüm yaşanacaksa bu halka rağmen olmayacaktı. Ancak milletin vereceği onay bu işin çözülmesini sağlayacaktı.

TARİHSEL SÜREÇ

İsterseniz filmi biraz geriye saralım ve Osmanlının ilk dönemlerine gidelim. Anadolu Türkmenlerinin büyük bölümü, 28 Temmuz 1402 yılında Osmanlılar ile Timur arasında olan savaşta kibirli Yıldırım Bayezit’in karşısında Timur’dan yana tavır almışlardı. 1153 yılında Selçuklu Sultanı Sencer’e karşı başlayan Büyük Oğuz isyanı sonrasında yeni bir yurt kurmak için Anadolu’ya göç etmeye başlayan Türkmenlerin bu toprakları yurt edinmesi ve o topraklar üzerinde kurulan devletlerde kendilerine yer tutma macerası Ankara savaşı sonrası akamete uğramaya başlamıştı. Biraz daha geriye gidecek olursak, arada Babailer isyanı da var. 1239 yılında Malya ovasında son bulan bu olay aslında her şeyin ilk kırılma noktasıydı.

Ankara savaşı sonrası, 11 yıl süren kardeşler arasındaki kavganın Musa Çelebi’ye karşı, Mehmet Çelebi tarafından kazanılmasının ardından Türkmenler yavaş yavaş iktidar çevrelerinden uzaklaştırılmış ve zaman içinde uğradıkları kıyım giderek şiddetlenmiştir.

2.Murat ve Fatih’le birlikte oluşturulan Yeniçeri Ocağı ve Enderûn Mektebinde kendisine yer bulamayan Türkmen, ileriki yüzyıllarda sadece Celali olarak anılmaya başlayacaktır. Kendisinden başka hiç kimseye güç vermek istemeyen saray hem silahlı gücünü hem de ilmi gücünü devşirilen çocuklar vasıtasıyla devam ettirecekti. 16. Yüzyıla geldiğimizde artık sadece sarayın sonsuz bir gücü vardı. Onu denetleyecek, dengeleyecek bir odak kalmamıştı. Şeyhülislamlık dâhil bütün kurumlar sadece Padişahın arzusu dolayısı ile hareket edebiliyordu. Bu da saray ile halk arasında büyük kavgalara yol açacaktı. Türkmenlere sadece tarım, savaşta askerlik ve vergi vermek düşecekti. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın dediği gibi bu halk ‘vergi verecek, ümük verecek, can verecekti.’

Osmanlı’da asıl üretim aracı olarak toprak Allah adına padişaha aitti. On altıncı yüzyılda şahıslara ait özel mülk ya da çiftlikler olsa bile mevcut içinde ihmal edilebilir bir düzeydeydi. Allah adına padişaha ait topraklar, has, tımar, zeamet verilenlerin tasarrufuna bırakılmıştı. Bunlar da padişaha biçimi ne olursa olsun, bu tarım alanlarında bir çeşit belli miktarda vergi verirlerdi. Bu alınan vergi, haslardan doğrudan, tımar ve zeametlerden belli miktarda sefere hazır asker beslemek suretiyle dolaylı olarak alınırdı. Yeniçerilerden ayrı olarak, üretim örgütü üstüne oturtulmuş bu çeşit askeri imparatorluk, devamlı bir yarı seferberlik halindeydi. Bu durum, Osmanlı devletinin üretime dâhil olmadan üretimden vergi alan asker-devlet yapısını göstermekteydi. Bu şekilde vergi toplayan padişah ise bir takım gruplara paye vermekteydi.

Bu paye verilenler öncelikle Ulema (ruhban) grubuydu ki, bunlar şeriatı öğreten ve uygulayanlardı. İkinci olarak yeniçeriler ve yardımcı ordu kuruluşları mensuplarıydı. Son olarak da Tımarlı sipahi, vs. diğer yöneticilerdi. Çalışanlar karşısında toprağın sahibi olarak bir üretim gücüne sahip sadece padişah vardı. Padişah sınıf olmadığı gibi, onun rütbe verdiği ve istediği zaman değiştirebildiği alt gruplara da bir sınıf olarak bakılamaz. Yani bu gruplar emekçi olmadıkları gibi üretim aracı sahibi de değillerdi. Osmanlılarda bu yönetici ve askeri grupların önemli bir özellikleri ise dışa kapalı olmamalarıydı. Yönetici ve askeri gruba girip orada rütbe alabilme yolları daima açık olmuştu. Bu rekabet düzeni o günkü mülkiyet düzeni içinde imparatorluğun gelişme çağında padişahın egemenliğini artırıcı bir unsur olacaktı.2

Üretim aracı sahibi olmadan artık üründen bir kısmı alabilmek ve bunu devam ettirebilmek, padişahla ters düşmemeye, ona sadık olmaya bağlıydı. Bu mevkilerin elde edilmesi kişiler arasında kalıcı değil, değişebilir nitelikte olması, bu yöneticiler arasında işbirliğini değil rekabeti beraberinde getirmekteydi. Bu durum kendi içinde bir denge oluşturuyordu ve dengenin devamı için de bir kural vardı o da sivrilen başın ezilmesiydi. Bu kural zaman zaman hem dengenin sağlanmasına, hem de kişilerde biriken servetlerin hazineye aktarılmasına yarayacaktı.  Tarımsal üretimin sürmekte olan yetersizliği, kalabalık nüfus ile birlikte büyük kitlelerin tüketim meselesini ön plana çıkarıyordu. Bu durumda, artık ürün alabilme konusunda küçük otorite ya da kuvvetlerin arasındaki rekabeti devam ettirememesine yol açıyordu. Ve sonuç olarak merkeziyetçi bir yönetimi ya da devleti zorunlu kılıyordu. Kısaca, Osmanlı mülkiyet biçimi ve ona bağlı insanlar arası ilişkiler, padişahın merkezi egemenliğinin kaynağı durumundaydı.3

Yönetici bürokratların elde ettikleri gelir, yeniden üretime gitmekten ziyade daha çok tüketime yönelik kullanılmaktaydı. Herkese açık olan bu yönetici grup, içlerinde bulundukları rekabetten dolayı elde ettikleri geliri yeniden üretime açmaktansa tüketime yönlendirmeyi tercih etmekteydi. Ulema ise kendi gelirini devam ettirebilmek için mevcut durumu tahkim ederek sürdürmek zorundaydı. O açıdan padişahla aynı menfaat grubu içinde yer alıyorlardı. Yeniçerilere gelince onlar tıpkı ahiler gibi başından itibaren, ayan, eşraf, lonca erbabı ve tekke ve dervişlerle iç içeydiler. Bunların arasında çok uzun süredir devam etmekte olan ticari bir ilişki vardı.

17. Yüzyılda saray içinde yaşanan ölümcül ayrışmalar, askeri ayaklanmalar ve birçok etken nedeniyle yüksek kademelere gelişi güzel atamalar yapıldı. Devlet kendi payını arttırmak amacıyla loncalar üzerinde denetimlerini arttırdı. Daha önceleri loncaların belirlediği üretim, dağıtım ve fiyatların belirlenmesi, devletin denetimi altına girdi. Bu arada enflasyondan negatif olarak etkilenen yeniçeriler, genelde zor kullanarak çeşitli esnaf ve zanaatkârların dükkânlarına ortak oldular. Bu da yetmedi loncalara da girdiler. Böylece yeniçeriler şehirdeki toplumsal tabanlarını genişlettiler. Tüccar, esnaf ve yeniçeri arasında kurulan ittifak, yönetim kadrolarına karşı halkın desteğini kazanmaya başladı. Bu ittifak şehirli alt sınıfların sözcüsü oldu. Dolayısıyla 18. Yüzyıl itibariyle yeniçerilerin görüşleri, tavırları ve talepleri, devletin değil, şehirdeki küçük esnafın halini yansıtıyordu.4

18. yüzyıla geldiğimizde devlet içine düşmüş olduğu krizi yenileşmeyle aşmaya çalışacaktı. 1699 Karlofça ve 1718 Pasarofça anlaşmaları ile toprak kaybına uğramaya başlamıştı. Saray bunun nedeni olarak batılı ülkelerin gelişmeleri olarak görüp, batılılaşma hamlelerine girişti. Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, 1716 yılında Sadrazam olarak görevlendirildikten sonra, barış anlaşmaları imzaladı ve öncelikle devlet kadrosuna atamaları durdurdu. Diğer yandan da girişimci sınıfı teşvik etmek için bir inşaat programına başladı. Matbaa bu dönemde gelmiş, ordunun modernizasyon çalışmaları başlamıştı. Ülkede ekonomik bir canlanma görülmekteydi. Fakat bu dönem Patrona Halil isyanı ile sona erecekti.

İdris Küçükömer, işte bu isyan ve sonrasında yaşanan olaylar etrafında esas bölünmenin gerçekleştiğini ve o günden sonra siyasetin merkezi yönetimden yana olanlar ve karşısındaki Âdem-i Merkeziyetçiler olarak ikiye ayrıldığını söylemektedir. Merkeziyetçi olanların devlet memurları ve asker sivil bürokratlar olduklarını, Âdem-i Merkeziyetçilerin ise Halk, Ayan, Eşraf olduklarını ifade eder. Esas bölünmenin ise Jön Türklerin içindeki tartışma sonucu ortaya çıktığını bildirir.

Kemal Karpat diyor ki, “20. yüzyılın başında Jön Türkler Avrupa’da onlarca cemiyet kuracak, birbirlerine muhalefet edecek, aynı zamanda da ayrılıklarını aşmak amacıyla kongre oluşturacak kadar kalabalıktılar. Tartışma konuları, Abdülhamid rejimine karşı Avrupa’nın müdahalesini talep edip etmeme zorunluluğundan, Osmanlıcılığın tanımına kadar çok sayıda maddeyi kapsar. Tarım mühendisi ve İttihatçıların başı olan Ahmet Rıza’nın dinsel pozitivizminin benimsenmesi söz konusu durumda sessizce geçiştirilmişse de, sultanın denetiminden kaçarak, babası Damat Mahmut Celaleddin ve kardeşi Lütfullah’la birlikte 1900’de Avrupa’ya giden yeğeni Prens Mehmet Sabahattin’in projesi muhalifleri böler. Prens Sabahattin imparatorluğun âdemi merkezileşmesini ve özel teşebbüsü amaçlar ki bu iki yönelim de İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından reddedilmiştir. 1902 yılında Paris’te 47 delegenin katılımıyla 4-7 Şubat tarihlerinde toplanan ilk Jön Türk kongresi kaçınılmaz bir yenilgiyle sonuçlanır ve ardından da nispi bir dağılma meydana gelir.”5

Doktor Bahattin Şakir ile Doktor Nazım’ın ya da aynı özelliklere sahip başka subayların ve birkaç sivilin yönetimindeki yeni İttihat ve Terakki Cemiyeti, Paris’te sürgünde bulunanların aksine ideolojik belirsizliklerden uzaktır. Her türlü yabancı askeri müdahaleye karşı durarak, rejime karşı kendi askeri gücünü kullanmakta tereddüt göstermezler. 9 Haziran 1908’de Çar 2. Nikola ile Kral Edward’ın buluşması cemiyette paniğe yol açar, çünkü iki güç arasında Osmanlıya karşı bir ittifak hazırlığı olduğu düşünülür. Sonuç olarak, Cemiyet süreci hızlandırır ve otuz yılı aşkın süre boyunca askıya alınmış ama kaldırılmamış olan anayasanın resmen ilanını sağlamak ve bir meclisin toplanması için Makedonya’da bir isyan başlatır. 3 Temmuz 1908’den itibaren, ayrılmış olan Osmanlı askeri birliklerinden oluşan ve milli diye adlandırılan taburlar, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin komutası altında direniş hareketine başlar ve İstanbul üzerine bir yürüyüşe geçer. Abdülhamit’in müfettiş olarak gönderdiği bir generalin öldürülmesi artık kaçınılmaz sona gelindiğini gösterir. 23 Temmuz’da, Abdülhamid teslim olur.6

“Eğer bir devrim olarak kabul edilebilirse, çok özel bir devrim söz konusuydu. Fiiliyatta, askerlerin eylemi bir darbeden başka bir şey değildir, fakat sultanı egemenliği altında ikinci kez anayasa ilan etmeye mecbur bırakmaya yeter. Olayın bir adı olacaktır: “Meşrutiyetin ilanı.” İmparatorluk, gerçekten de, çok hoş karşılanan bir özgürlük sarhoşluğuna aylarca tanık olur. Birçok şehirde, imamlar, papazlar ve hahamlar, özgürlüğün gelişini kutlamak için uzun kortejlere el ele öncülük ederler. Onlarca yıldır bu anı beklemiş gayri Müslim topluluklar için de bu büyük bir rahatlamadır.

Aynı zamanda hem gizli hem de aleni olan İttihat ve Terakki Cemiyeti, Selanik’te, aynı zamanda da İstanbul’da muzaffer bir şekilde karşılanırken, siyasal partilere de izin verilir. Aşağı yukarı her yerde, işçi hareketi örgütlenerek grevler başlatılır. Feminist örgütler, etnik cemaatlerin dayanışma kulüpleri, alaycı ve pek cüretkâr hiciv basını… 33 yıllık otokratik bir egemenlikten sonra yeşeren insiyatifler saymakla bitmez. Bu 33 yıl boyunca, otokrasi içinde kendine yer bulamayan toplumsal ve politik aktörler sessizlik içinde, ortaya çıkmıştı. Ardından düzenlenen yasama seçimleri, 17 Aralık 1908’de meclisin açılmasına varmıştı. 226 vekilin bulunduğu ve İttihatçıların çoğunluğu oluşturmaktan uzak olduğu parlamentoda 142 Türk, 60 Arap, 25 Arnavut, 25 Rum, 12 Ermeni, 5 Yahudi, 4 Bulgar, 3 Sırp, 1 Romen bulunuyordu.”7

Fakat bu olayın üzerinden çok geçmeden 31 Mart 1909’da başını rütbeli subayların çektiği bir isyan patlak verir. Aslında daha sonra Derviş Vahdeti ve çevresine yıkılan bu isyanın merkezinde askerler vardır. İsyan, kimileri uzun süredir hizmet ettikleri orduda yükselmiş olan askerler tarafından ateist olmakla suçladıkları çok genç subaylara ve İttihatçı kadrolara yönelir. İstanbul’da bulunan askeri güçlerin direnememesi üzerine balkanlarda kurulan Harekât ordusu Mahmut Şevket Paşa komutasında İstanbul üzerine yürür. İçlerinde Rum, Ermeni ve Yahudi azınlıklarında gönüllü olarak yer aldığı bu ordu isyanı bastırır ve uzun zamandır ortada gözükmeyen darağaçları ortaya çıkar. İsyan çok kanlı bir biçimde bastırılmıştır. Abdülhamit, Şeyhülislama zorla imzalatılan bir azil belgesiyle Selanik’e sürülür, mallarına el konur. Bu isyan, Meşrutiyet’in ilanının ardından devasa kutlamalara rağmen, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin aslında aydınlarla ve politik seçkinlerle sınırlı dar bir toplumsal temele dayandığını göstermişti. Daha sonra yaşanan Balkan savaşları hezimeti sonrası, Balkan devletleriyle barış görüşmeleri bahane edilerek bir hükümet darbesi yapmışlardır ve bu olaydan sonra devlet İttihat ve Terakki’nin mutlak egemenliği altına girmişti. Bir umutla başlayan yolculuk, bütün muhaliflerin susturulması ve öldürülmesi sonucu ele geçirilen iktidarın ülkeyi Birinci Dünya savaşı macerasına sürüklemesi ve sonunda bir imparatorluğun yıkılmasına kadar götürmüştür. Özgürlük ve eşitlik rüzgârlarıyla başlayan rüya bir kâbusla son bulmuştu. Dönemin en çarpıcı ifadesini İttihat ve Terakki Cemiyetinin teorisyeni Ziya Gökalp’in aşağıdaki cümlelerinde bulabiliriz:

“Devrimden önce, doğal haklar felsefesi bizim de ruhumuza egemendi. Devrim bu fikrin etkisi altında cereyan etti. Devrimden sonra vuku bulan kargaşaların nedenlerini ararsak, yine bu fikrin etkisini buluruz. Çünkü herkes, ‘Hakkımı istiyorum’ diye bağırıyordu. Heyecan herkesi ele geçirmişti. Bu tehlikeli akımı durdurmak için hukukçularımızın yeni bir hukuk hazırlaması gerekti. Ne yazık ki, bizde milli düşünür yokluğu böyle bir girişimi imkânsız kılıyordu. Düzen (zapt-u-rapt) ancak ‘Hak yoktur! Ödev vardır!” sloganını ilke edinmiş savaşçı devlet sayesinde gerçekleşebilmiştir.”8

İdris Küçükömer’den yola çıkarak tartıştığım merkeziyetçiler ile Adem-i merkeziyetçiler arasındaki mücadele ile ilgili bir sonraki yazım Kurtuluş savaşından Demokrat parti iktidarına kadar olan dönemi kapsayacaktır.

Kaynakça

  1. Batılılaşma ve Düzenin Yabancılaşması, İdris Küçükömer, Profil yayınları, s. 44.
  2. Batılılaşma ve Düzenin Yabancılaşması, İdris Küçükömer, Profil Yayınları, s. 22.
  3. Batılılaşma ve Düzenin Yabancılaşması, İdris Küçükömer, Profil Yayınları s. 23.
  4. Osmanlı Modernleşmesi, Kemal Karpat, Timaş Yayınları, s. 64-65.
  5. Türkiye Tarihi, Hamit Bozarslan, İletişim Yayınları, s. 195.
  6. Türkiye Tarihi, Hamit Bozarslan, İletişim Yayınları, s.195.
  7. Türkiye Tarihi, Hamit Bozarslan, İletişim Yayınları, s.198.
  8. Makaleler 1, Ziya Gökalp, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, s.156.

Sermaye, Devlet, Ulus Üzerine Kısa Bir Not

Tahmini Okunma Süresi: 6 dakika

Karatani’nin şemasında ulus devletten boşanamaz gibi görünüyor. Oysa, devlet ile ulus arasında bir çelişki olduğu ve 20. yüzyılda bu çelişkinin devrimlerle sonuçlandığı açıktır. Bu tartışmanın bazen tanımsız ve tarifi zor tarafları olmakla birlikte, devletin oligarşik yapısı ve toplumsal içeriği arasındaki çelişkinin ulus ile devletin boşanmasına imkan tanıdığı söylenebilir.

“Padişahı kim bileydi / kul etmese yort savrul.”

 Yunus Emre

Benedict Anderson’a göre, ulusun, milliyetin, milliyetçiliğin tanımlanabilirlik açısından son derece kötü bir şöhreti var. Milliyetçiliğin modern dünya üzerindeki etkisi ile kıyaslandığında, bu konudaki kabul edilebilir teoriler oldukça sınırlı. Anderson, milliyetçilik üzerine İngilizcedeki en iyi ve kapsayıcı metni yazan Hugy Seton Watson’un üzüntüyle şunu kaydettiğini aktarıyor: “Dolayısıyla, ulus için herhangi bilimsel bir tanım yapılamayacağını teslim etmek zorunda kalıyorum; oysa ortada bir fenomen var ve var olmaya devam ediyor.”  Marksist tarihçi Tom Naim’in, “milliyetçilik teorisi Marksizmin büyük tarihsel başarısızlığını temsil ediyor” görüşünü alıntılayan Anderson, milliyetçiliğin Marksist teori içi rahatsızlık veren bir anomali olduğunu ve tam da bu yüzden hesaba katılmaktan çok hasıraltı edildiğini söylüyor (Anderson,1995:17). Anderson’a göre milliyetçilik üzerinde çalışan teorisyenleri üç paradoks şaşırtmış ve hatta kızdırmıştır:

1.Ulusların, tarihçinin gözündeki nesnel modernliği karşısında milliyetçilerin gözünde sahip oldukları öznel kadimlik;

2.Sosyo-kültürel bir kavram olarak milliyetin biçimsel evrenselliği… herkes bir milliyete “sahip olabilir, olmalıdır ve olacaktır” karşısında kavramın somut tezahürlerinin iflah olmaz bir biçimde tikel olması…;

3.Milliyetçiliklerin, siyasal güçleriyle karşılaştırıldığında ortaya çıkan felsefi sefaletleri, hatta tutarsızlıkları.

Başka bir deyişle, diğer -çilik’lerle kıyaslandığında milliyetçilik, kendine Hobbes’ler, Marx’lar ya da Weber’ler ölçeğinde büyük düşünürler yaratamadı. Anderson güçlüğün milliyetçiliği bir ideoloji olarak sınıflandırmaktan kaynaklandığını düşünüyor. Milliyetçiliğin, liberalizm, faşizm gibi ideolojilerle değil de “akrabalık” “din” gibi olgularla bir arada düşünülmesini öneriyor. Buradan yola çıkarak “antropolojik bir ruhla” şöyle bir tanım veriyor bize: “ulus hayal edilmiş bir siyasal topluluktur- kendisine aynı zamanda hem egemenlik hem de sınırlılık içkin olacak şekilde hayal edilmiş bir cemaattir” (1995:19-20). Diğer yandan, bence, ulusu neden ciddiye almamız gerektiğini, ulusun gücünü izah edecek şu cümleyi kurar: “Hayal edilmiştir, çünkü en küçük ulusun üyeleri bile diğer üyeleri tanımayacak, onlarla tanışmayacak, çoğu hakkında hiçbir şey işitmeyecektir, ama yine de her birinin zihninde toplamlarının hayali yaşamaya devam eder” (s.20). Ulus sınırlı olarak hayal edilir, hiçbir ulus kendini insanlığın tümü ile örtüşüyor olarak hayal etmez. Ulus egemen olarak hayal edilir, çünkü kavram, Aydınlanma ve Devrim’in, ilahi olarak buyrulmuş, hiyerarşik hanedanlık mülklerinin meşruiyetini aşındırmakta olduğu bir çağda doğmuştu. Ulus bir cemaat olarak hayal edilir, çünkü her ulusta fiilen geçerli olan eşitsizlik ve sömürü ilişkileri olsa da, ulus daima derin ve yatay bir yoldaşlık olarak tasarlanır (1995:22).

Kojin Karatani, devlet ile ulusu birer üst yapı olarak ele alıp, bu ikisinin farklı türden iki mübadele üzerine kurulu olduğunu söyler. Onun şemasına göre dünyada dar anlamda dört mübadele ilişkisi vardır. İlki (tarımsal topluluklarda) karşılıklı armağan alıp vermektir. İkincisi, (devlet ile tarımsal topluluklar arasında) soygun ve yeniden bölüşümdür. Üçüncüsü meta mübadelesidir. Dördüncüsü ise birliktir. Birlik, geleneksel toplumlarda görülen yardımlaşmaya dayanır, ama oradaki gibi kapalı değildir (2008:344).

Karatani, Anderson’un ekonomi alanının gerçeklik ve ulusun da hayal edilen bir şey olduğunu ileri sürmesinin yanlışlığını vurgular ve Anderson’un hayali cemaatler kavramının ulusu üst yapı (Marksist anlamda) olarak gören eğilimden kaynaklandığını söyler: “Lenin ulusların, kapitalist ekonominin gelişmesinin bir sonucu olarak birleşmiş piyasalarca oluşturulduğunu düşünüyordu. Bu gözlem, kapitalizmin küreselleşmesinin uluslara nihayet son vereceği beklentisi kadar karışıktır. Ama bu kafa karışıklığının sebebi ekonomik indirgemecilik değil, ulusun, devlet ile sermayenin mübadele ilkelerinden farklı mübadele ilkelerine dayalı olduğunun göz ardı edilmesidir. Genel Marksist bakışa karşıt olarak, antropolojik ve psikanalitik yaklaşımlar daha sonra devreye girmiş, ama onlar da üstyapı olarak ulus fikrini sürdürmüşlerdir” (2008:345).

Karatani, Anderson’a itirazını özetle şöyle sürdürür: Ulus “temsil olarak eğitim ve edebiyatla kuvvetlenir, fakat temsile dair bir eleştiri yapılarak ortadan kaldırılamaz; çünkü ulus sadece temsil içinde ve temsil sayesinde var olmaz… Uluslar vardır ve bir de ulusları gerektiren gerçeklik vardır. O gerçeklikler çözülmediği sürece uluslar var olmaya devam edecektir”. Benedict Anderson, ulus-devletin aslen birbirinden farklı şeyler olan ulus ile devlet arasındaki farklı bir evlilik olduğunu söylemişti. Bu mühim bir önermeydi. Fakat daha önce… devlet ile sermaye arasında bir başka evlilik daha olduğu unutulmamalıdır (2008:345-346). Karatani’den özet olarak aktarıyorum:

“Feodal çağlarda devlet, sermaye ve ulus birbirinden açıkça ayrıydı. Hepsi farklı mübadele ilkelerine dayanan feodal devletler (lordlar, krallar ve imparatorlar) şehirler ve tarımsal topluluklar olarak birbirlerinden ayrı bir varlık sürdürüyorlardı. Devletler talan ve yeniden bölüşüm ilkelerine dayanıyordu. Birbirleriyle bağlantısı olmayan ve yalıtılmış halde bulunan tarımsal topluluklara devlet hükmediyordu; ama bu topluluklar kendi içlerinde özerktiler ve yardımlaşma ile karşılıklı mübadele ilkeleri üzerinde kurulmuşlardı.  Bu topluluklar arasında piyasalar ya da şehirler boy vermişti; bunlar da karşılıklı rızaya dayanan para mübadelesi temelinde kurulmuştu. Feodal sistemin yıkılmasına sebep olan şey, kapitalist piyasa ekonomisinin sistem içine sızmasıydı. Bu durum bir taraftan, tüccar sınıfı ile birlikte hareket eden, aristokrasiyi devirerek şiddet aracını tekeline alan mutlakiyetçi Monarşik devletleri doğurdu ve nihayetinde feodal hakimiyeti bütünüyle ortadan kaldırdı. Devletle sermayenin evliliğinin hikayesi böyleydi. Feodal arsa kirası ulusal vergi oldu, bürokrasi ve daimi ordu ise devlet aygıtları haline geldi. Önceden belirli kabilelere, klanlara mensup olanlar, mutlakiyetçi monarşinin tebaası oldu artık; daha sonra ulusal kimlik denecek şey de böyle temellendi. Mutlakiyetçi devlet tarafından himaye gören ticaret sermayesi (burjuvazi) büyüdü ve birleşik bir piyasa yaratmak uğruna ulus kimliğini geliştirdi. Fakat ulusun oluşumu çerçevesinde olup bitenler bundan ibaret değildi. Piyasa ekonomisinin sızmasıyla ve aydınlanmanın şehirleşmiş kültürü ile birlikte dağılan tarımsal topluluklar her zaman ulus temelinde var olmuşlardı. Otarşik ve özerk yapısı olan tarımsal toplulukların her biri paranın yayılmasıyla dağıldığı halde, sahip oldukları ortaklıklar -yardımlaşma ve karşılıklı değiş tokuş- ulus içinde hayali bir şekilde tekrar ele geçirilmişti” (2008:345-347).

Anderson, dinin gücünü yitirmesinden sonra ulusun onun yerine geçtiğine işaret eder. Karatani ise şöyle söyler: ” Bu durumda önemli olan şey, dinin tarımsal topluluk olarak ve onun içinde var olmuş olmasıdır. Dinin zayıflaması, cemaatin zayıflamasıdır. Ulus, Hegel’in (tinden yoksun) anlayış devleti diye adlandırdığı şeyin ya da Hobbesçu devletin aksine, tarımsal topluluklardan tevarüs edilen yardımlaşma duygudaşlığı üzerine kuruludur. Milliyetçilik bu duyguyu canlandırır; aynı ulusa mensup olmak ve birbirine yardım etmek -yardımlaşma duygusu. Ve bu ulus başka ulusları kendisinden hariç tutar… Devlet ile ulusun evliliği denen şey budur” (2008: 347).

Karatani, modern devleti kapitalist ulus-devlet olarak adlandırmak gerektiğini söyler. Sermaye, devlet ve ulusun birbiriyle eklemlenmesi, kendilerini bundan böyle birbirlerinden ayrılmayacak bir güç haline getirmiştir. Bunlar birbirlerini tamamlayıp takviye etmek zorundalardı. Ekonomik özgürlük aşırı hale gelip sınıf çatışması da keskinleştiği zaman, devlet de serveti bölüştürmek ve ekonomiyi düzenlemek için müdahalede bulunur ve aynı esnada ulusal birlik duygusu da (yardımlaşma) çatlakları doldurur. Karatani’ye göre bu korkusuz üçlüyü karşınıza aldığınızda, birinin ya da diğerinin temelini oymak işe yaramaz.

Kapital’de ulusa ve devlete dair bir izah bulunmasa da, ulusu ve devleti ekonomik bir yapı, yani bir mübadele biçimi olarak kavramaya yarayan bir çerçeve bulunduğunu iddia eder Karatani. Bunun için Hegel’in hukuk felsefesine Marx’ın Kapital’inden bakarak düşünmeyi önerir. Sermaye-ulus-devletin evli olduğu yerlerde sivil toplumun kurulması tartışmasıdır bu. Marksistler 1970’lerden itibaren devletin, ekonomik sınıf yapısının basit bir yansıması olmadığının, bir özerkliği olduğunun ve sivil toplumdaki çeşitli çıkarlar arasında bir düzenleyici olarak iş gördüğünün farkına varmışlardı.

Karatani (2008:349), Gramsci’ye işaretle, onun manevra savaşı (cepheden saldırı) ile mevzi savaşı arasında yaptığı ayrımdan  yola çıkarak, manevra savaşının “devlet ile doğrudan karşı karşıya gelinen bir mücadeleyi, mevzi savaşının ise devletin yönetim aygıtlarının arkasında yer alan, sivil toplumun hegemonik aygıtları içinde bu aygıtlara karşı mücadeleyi” ifade ettiğini söyler. “Rusya’da devlet her şeydi, sivil toplum ise ilkel ve peltemsiydi; Batı’da devlet ile sivil toplum arasında uygun bir ilişki vardı; devlet bir sallandı mı, sivil toplumun güçlü yapısı hemen ortaya çıkıyordu. Devlet, arkasında güçlü bir kaleler ve siperler sisteminin durduğu bir dış hendekten ibaretti” (aktaran Karatani:349). Karatani, olgun bir sivil toplumun ancak sermaye-ulus-devletin evli olduğu yerlerde kurulduğunu belirtir. Bu açıdan baktığımızda, tersinden düşünerek, şu soruyu sorabiliriz: Türkiye’de sivil toplumun zayıflığı ya da yokluğu sermaye-devlet-ulus evliliğinin olmadığını gösterir mi ya da Türkiye’de süreç başka bir şekilde mi ilerlemiştir? Bu soru şimdilik burada dursun.

Devlet ve Ulus, uluslararası ilişkilerin yeniden örgütlenmesi ve yoğunlaşması sonucu kaybolacak mıdır? Ulusal ekonomiler küresel piyasa tarafından tehdit edildikleri zaman bir yandan devletten ekonominin korunmasını (yeniden bölüşümü) talep eder ve diğer yandan ulusal kimliğe başvurur. Karatani, sermayeye karşı girişilecek her karşı eylemin devleti ve ulusu da karşısına alması gerektiğini söyler. Çünkü, “kapitalist ulus-devlet oluşturduğu üçlü yapı sayesinde gözü pektir. Üçlüden birini tanımazsınız, diğer ikisinin iktidarı sizi halkanın içine sonunda yine çeker. Çünkü her biri yanılsama üzerinde yükseliyor gibi görünseler de farklı mübadele ilkeleri üzerine dayalıdırlar aslında. Bu yüzden, kapitalizmi düşündüğümüzde ulusu ve devleti de her zaman hesaba katmak zorundayız. Ve kapitalizme yönelen karşı eylem ulus-devleti de karşısına almak durumundadır. (…) Kapitalist ekonominin özerk bir iktidarı vardır. Ama elbette sınırları da. Kapitalist meta ekonomisi bütün nüfusu ne kadar etkilerse etkilesin, kısmidir ve asalak gibidir. Dahası, keyfi nasıl isterse öyle muamele edemeyeceği bir dışsallığı vardır- toprak (geniş anlamda doğal çevre) ve emek gücü metasının failleri olarak insanlar. Kapitalist piyasa ekonomisinin, insanları ve doğayı yeniden üretebilmesi için ulus devletin müdahalesi zorunludur” (2008:350).

Karatani’nin şemasında ulus devletten boşanamaz gibi görünüyor. Oysa, devlet ile ulus arasında bir çelişki olduğu ve 20. yüzyılda bu çelişkinin devrimlerle sonuçlandığı açıktır. Bu tartışmanın bazen tanımsız ve tarifi zor tarafları olmakla birlikte, devletin oligarşik yapısı ve toplumsal içeriği arasındaki çelişkinin ulus ile devletin boşanmasına imkan tanıdığı söylenebilir. İlker Cörüt, “ulusun bir radikal-devrimci öznellik hâli olarak tarihsel mümkünlüğünün koşulları”nı şöyle ifade eder: “ … ulusu/ulusal egemenliği çağıran/ tahayyül edilebilir kılan yapısal çelişki de modern devletin toplumsal içeriği ile oligarşik biçimi arasındaki, yani devletin tarihte hiç olmadığı kadar insanların gündelik hayatlarına nüfuz etme eğilimi içinde olması ile bu toplumsallaşmış devletin hayatlarına müdahil olduğu insanlara hesap vermeyen bir azınlık dayatması olarak kalmaya devam etmesi arasındaki  çelişkidir. Demem o ki, başka devletlerle ve yerel aktörlerle rekabet içinde kendisini oluşturduğu süreçte sembolik ve fiziksel sınırlarla “içeri”yi ve “dışarı”yı, “dostlar”ı ve “düşmanlar”ı tanımlayan, bu kurucu dışlamayla birlikte “toplum”u mümkün kılan, mümkün kıldığı toplumu üretken bir nüfusa dönüştürmek üzere ona sayısız kamusal ve özel kurumla müdahil olan, bütün bu sınır inşaları ve biyo-politik müdahillik boyunca toplumsallaşan devletin tam da devlet biçiminin oligarşik karakteri nedeniyle bir egemen azınlık tarafından yönetiliyor olmasının yarattığı meşruiyet krizinin ulusu ve ulusal egemenlik sorununu sürekli gündeme getirdiğini söylüyorum” (2020:67).

Türkiye açısından düşündüğümüzde ise burada sermaye-devlet, devlet-ulus evliliği tarihi süreç açısından hayli tartışmalıdır. Her bir kavram için (sermaye, devlet, ulus) ayrı bir başlık açmak gerekir. Türk tarihinin ancak anaokullarında okutulabilecek, mucizenin temel açıklayıcı olduğu egemenlerin bakışıyla değil milletin tarafından bir bakışla yapılacak bir okuması da baştan beri devletle milletin zıtlık içinde olduğunu gösterecektir. Bu iki tartışmaya şimdi girmeden, bir ihtimale ve umuda işaretle şöyle bitireyim: devletçi ve milliyetçi olmayan, Hikmet Kıvılcımlı’nın kavramsallaştırmasıyla “Milletçi” bir siyasetin imkanları üzerine düşünmek ile ulusun bir radikal-devrimci öznellik hali olarak mümkünlüğü tartışmasını birbirine bağlamak, ülkemizin geldiği noktada sadece bir hakikat arayışı değil aynı zamanda bir zorunluluk ve görevdir.

Kaynaklar
  1. Benedict Anderson, Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması. İstanbul: Metis Yayınları,1995.
  2. İlker Cörüt, “Türklük Sözleşmesi mi Devlet Sözleşmesi mi?”, Birikim (369-370), 2020.
  3. Kojin Karatani, Transkritik: Kant ve Marx Üzerine. İstanbul: Metis Yayınları, 2008.

Schrödinger’in Definesi

Tahmini Okunma Süresi: 5 dakika

Defineciliği, hukuki olarak değerlendirebiliriz, ahlaki olarak yargılayabiliriz ama onu yalnızca ontolojik olarak tanımlayabiliriz; bu ontoloji temelde bir insanın ya da bir grup insanın kendisini muhayyel bir gerçekliğe ikna etmesi, kendisini kandırmak için gerçekliği eğip bükmesi, muhayyel işaretler (rahmani ya da fiziki) toplamasıdır. İşte bu ontoloji, kişiyi Shrödinger paradoksuna götürür.

Cumhurbaşkanı geçtiğimiz yıl bu zamanlarda, Türkiye’nin coğrafi konumu ve AKP’nin işbilirliği sayesinde, dünyanın içine düştüğü Covid-19 krizinden başarıyla çıkacağını, krizi fırsata çevireceğini; dünya kapitalizmi içinde kartların yeniden karıldığını, mevcut sistem çökerken, Türkiye’nin özellikle üretim zinciri ve lojistik ağlarında daha önemli mevziler kazanacağını iddia etmişti.

Geride bıraktığımız bir yıl boyunca, Cumhurbaşkanı, ekonomiden her söz açıldığında, Türkiye’nin ekonomisinin daha önce hiç iyi olmadığı kadar iyi olduğunu, 20 bin civarında yeni şirketin kurulduğunu, 100 bin civarında yeni işyerinin açıldığını ihracatın da önceki yıllara göre istikrarlı bir şekilde arttığını ve Türkiye’nin dünya kapitalizmi içindeki pozisyonunun her geçen gün güçlendiğini söyledi.

İktisattan anlayan daha bağımsız araştırmacılar ise, Türkiye’de işlerin gıda, hijyen, sağlık, bankacılık vb. bir kaç sektör hariç, özellikle hizmet sektöründe, hiç de iyi olmadığını söylediler.

Formel sektörlerde gelişme bu yönde iken, informel sektörde de, özellikle underground dünyada, kazananlar ve kaybedenler oldu, örneğin kahvehanelerin kapatılmasından dolayı kumarhaneler tümüyle yeraltına indi ve sektör büyük bir darbe yedi; aynı şekilde kafe-bar sektörünün kapanmasıyla, gazino/pavyon sektörü de büyük bir tıkanma ile karşı karşıya, genel anlamda topluluk önünde icra edilen horoz dövüşü, köpek dövüşü, kuş mezatı vb. yeraltı dünyasının daha “sofistike” eğlenceleri de zor günler geçiriyor.

Pandemi döneminde informel sektörlerde temelde iki alanda yükseliş oldu, birincisi narkotik, ikincisi de definecilik. Narkotik, yeraltı dünyasının bitcoini, Afganistan-İran-Suriye hattındaki biteviye savaşların üzerine pandemi tüy dikti ve geleneksel narkotik maddelerin yükselişi neredeyse bitcoin ile doğrusal bir hattı takip etti.

Öte yandan, definecilik ise yeraltı sanatları arasında diğer hiç bir sektörün almadığı kadar büyük bir yol aldı. Öncelikle covid-19 kapanmaları özellikle taşrada, insanların yıllardır kafalarının bir yerinde duran imkan olsa da şu gavur mezarını kazsam, şu işaretli kayanın altındaki mağaraya bir girsem hayaline büyük bir zaman yarattı, dahası AKP elitinin iddialarının tersine, memleketin her yerinde büyüyen işsizlik definecilik gibi meşakkatli bir iş için gerekli olan büyük iş gücünün taşrada merkezileşmesini sağladı ya da daha önceden, defineciliği bir tür aşk-ı memnu gibi sürdüren, ek iş ya da hobi olarak icra eden insanların birdenbire asıl mesleği haline geliverdi. Birbirine güvenen iki arkadaş ya da aynı taşeronun altında zaten amelelik yapan 8-10 kişilik inşaatçı, harfiyatçı ekipleri artık bir kenarda kendi hayallerinin peşinden gidiyor.

Defineciliğin böylesine gelişmesinin pek çok sebebi var, internet bilgisi, dedektör cihazlarındaki gelişme, insanların özellikle pandemi döneminde bol bol zaman ve işgücüne sahip olmaları gibi pek çok etken bunlar arasında sayılabilir. Öte yandan derinlerde daha derin meseleler var gibi görünüyor; öncelikle sağ muhafazakar dünyanın özellikle cumhur ittifakı cephesi için Türkiye maalesef talan edilmesi gereken bir dar’ül harp, fethedilmesi gereken bir küffar toprağı; ikinci olarak post-truth denilen sürecin formel epistemolojiye yapmış olduğu maskulen aşı, yani “ne diyorsak o” durumu; üçüncü olarak parti/devletin genel durumu, iyi kötü siyasetten anlayanların trollerle tasfiye edilmesine benzer bir şekilde, iyi kötü teknokrasi bilen siyaset erbabının da defineci mantığıyla iş yapan kişiler lehine tasfiye edilmiş olması (ki kariyerine, Suriye-Irak hattında kaçak mazot işiyle başlayan damat bunun güzel bir örneği). Tüm bunlar parça parça, defineciliği şu ya da bu düzeyde geliştiren, besleyen olgular.

İşte, definecilerin bu muhayyel dünyası, AKP-MHP’den mürekkep Cumhur İttifakı’nın yalnızca Türkiye’yi getirdiği yer bakımından değil, devr-i AKP’nin yarattığı kuşak/öznelliğin arzularının inşa edilişi, mental dünyasının epistemolojisi ve post-truth sonrası devlet ontolojisinin bize işaret ettikleri bakımından (şimdilik) ele alınmayı hak ediyor.

Arzu(lar)ın Mental Dünyası

Anadolu’da kökleri Bizans dönemine dayanan büyük bir definecilik damarı, bilgisi (alternatif bir ikonografi ve mitoloji), meşruiyet sistemi (Kuran ve hadislerden gelen defineciliği bir mesleğe dönüştüren kıssalar), arama yöntemleri (cin, muska, çubukla arama vb…) var. Bu bilgi kümülatif ve senkretik olarak kültürden kültüre nesilden nesile aktarılıyor zaten.

Fakat covid-19 pandemisinden sonra, definecilik bir tür maceraperestlik ya da berduşluk bahanesi/hülyası olmaktan çıkıp, informel sektörler arasında tanımlı hale geldi. Örneğin benim yaşadığım ilçede, (Rakım 950, Nüfus 3500) pek çok işyeri kapanıp bilinen sektörlerde iş yerleri açılmazken, pandemi sürecinde açılan tek işyeri, her türlü maden ve değerli taş dedektörleri satan bir dükkân oldu.

Elbette ki bu, herşeyden önce bir neslin arzularının ve mental dünyasının hangi türden epistemolojiler ile inşa edildiği ile ilgili. 24 Ocak kararları, 12 Eylül, Özal ve 90’lı yılların semeresi olarak değerlendirilebilecek olan devr-i AKP’nin yetiştirdiği kuşakların, kolektif ya da kamusal olana ilişkin ne arzu, ne mesuliyet ne de arayış içinde olmamaları, dünyanın üzerinden umutlarını tümüyle kesip bütün dikkatlerini yerin altına (define), bilinmeyen gaibe (cin, fal, büyü, muska) vermeleri, dahası şüheda edebiyatıyla vatan kılınmaya çalışılan bu toprağı her fırsatta talan etmeleri bir yana önlerine çıkan ilk fırsatta onu terk edip küffar toprağında (AKP belediyeleri ve hizmet pasaportlarını hatırlayalım) mülteci, köle olmak için rüşvet vermeleri, bu insanların vatan denilen bu toprak parçasına karşı herhangi bir duygusal bağları olmadığı gibi onu bir tür dar’ül harp gibi yağmalanıp geçilecek bir yer olarak gördüklerini gösteren en önemli emarelerden. Elbette burada bir, İmam-cemaat diyalektiği var; parti-devlet memleketin üstünü satarken, parti-devletin etrafında kümelenmiş olan sadaka ekonomisinin yoksul kuşakları, parti teşkilatının önünde dağıtılan patates çuvalından Audi’lerdeki kokain partilerine terfi edebilmek için memleketin altını talan etmeye soyundular.

Epistemoloji

Definecilik ile ilgili bir diğer mesele, define ile uğraşan kişilerin kendi alternatif folklor anlatıları ve kendi semiyotikleri ve ikonografik sistemleri olmasıdır. Bilimin kendisinin ne kadar bilimsel olduğu ve bilimselliğin sınırları üzerine post-modern sapaktan sonra epey kelam edildi ama arkeoloji ve yer bilim gibi bilimlerin, kendi mecralarındaki bulmacaları bir bir hayli çözüldüğünden, özellikle Anadolu’da bir sikkenin ya da bir heykelin ikonografisi ve formu üzerinden hangi döneme ait olduğu ve semiyotik olarak ne tür iktidar ilişkilerini hangi mitolojinin içinden gönderme yaptığı vb… biliniyor. Ama defineci gerçek anlamda hurafe katmanları, muskacı hikayeleri ve yerel folklorik anlatı enkazının altında iğneyle kuyu kazar, onu motive edense elbette umutlarıdır; definecilik Durkheim’in tabu için söylediği gibi toplumsal bir suç ortaklığı iştirakine benzer bir şekilde, büyük bir hurafeden büyük bir umut büyütmektir. Tıpkı Procrustes’in yatağı konuğa göre değil, konuğu yatağa uygun hale gelene kadar bacaklarının (yataktan büyükse) kesildiği ya da (yataktan küçükse) gerildiği operasyona benzer bir şekilde, işaretler arzu edilen şeyi işaret eder hale gelene kadar, kesilir, uzatılır, icat edilir…

Bir defineci bir sahaya girdiğinde, oradaki zenginliği yalnızca değerli madenlerden (altın gümüş), sikkelerden, tarihi materyalden (kap kacak, heykel vb..) ibaret görür, o maddeye ulaşana kadar toprağı deler, deşer, tecavüz eder. Bir arkeolojik kazıyı ya da maden araştırmasını resmi kılan ise ulusal ya da uluslararası kurumların belirli bir alandaki çalışmaya hep birlikte olur vermesi ve kazıyı yapan ekibin kazı alanındaki tüm ekosistemi ve ören yerindeki bütün tarih katmanlarını palimsetik olarak hesaba katmasıdır. Zemin etüdü, ÇED raporları, Orman izinleri vb…

Post-Truth Devlet Ontolojisi

Devleti hukuk sahasında çeteci olmaktan çıkaran şey Aurelius’un deyişinde olduğu gibi “adalet”se, onu defineci olmaktan kurtaracak olan şey, kurumsal hukuk ve rasyonelliktir.

Öte yandan, devlet özellikle maden sahalarında uzunca bir zamandır, bizzat kendi kurumları tarafından verilen raporları göz ardı ediyor ve bilinen müteahhitlik şirketlerine toprağı peşkeş çekiyor, dahası yandaşlara dağıtılan bu maden arama ruhsatlarının, mermer işletmelerinin durumları da çok manidar. Halktan defineciler kendi yaptıkları işin müstearı olarak maden arama ifadesini kullanırlarken, hemen hepsi yandaş firmalar olan maden arama şirketlerinin faaliyetlerini de aslında define aramanın bir kisvesi olarak görüyorlar. Benzer bir şekilde, asıl kaçak kazıyı kendilerinin değil, devletin ve yandaşların yaptığını söyleyip hemen geçtiğimiz yıllarda Tarsus’ta yaşanan ve bir özel harekat polisinin ölümü, bir mahallenin göçmesi (iki manada göçme, popülasyonun taşınması ve evlerin temellerinden sarsılıp göçmesi) ve o mahallenin aylarca girilemez olması hikayesi etrafında büyük bir din, devlet, masonluk, Vatikan vb… hikayesi anlatıyorlar.

Burada definecilerin söylemine sinmiş olan, devlet talan ediyorsa elbette biz de edebiliriz anlayışını, halkın kendisini devlete bakarak kuruyor olmasının en güzel numunelerinden birisini görüyoruz. Halkı defineciliğe onun mental dünyasına, arzularına, kendisini kandırma mekanizmalarına davet eden de gene bizzat post-truth devlet ontolojisi dediğimiz şey.

Defineciliği, hukuki olarak değerlendirebiliriz, ahlaki olarak yargılayabiliriz ama onu yalnızca ontolojik olarak tanımlayabiliriz; bu ontoloji temelde bir insanın ya da bir grup insanın kendisini muhayyel bir gerçekliğe ikna etmesi, kendisini kandırmak için gerçekliği eğip bükmesidir, muhayyel işaretler (rahmani ya da fiziki) toplamasıdır. İşte bu ontoloji, kişiyi Shrödinger paradoksuna götürür. Kutunun içindeki kedinin yaşayıp yaşamadığının bilinemediği gibi, yerin altında bir zenginliğin olup olmadığı da bilinemez ama işaretlerin arzuların gölgesinde şekillenmiş olan belirli bir epistemolojiye göre yorumlanması, Shrödinger’in paradoksunu, her zaman definenin varlığına (üstelik tonlarca) götürür. Hükümetin, bütün 20 yıllık icraatının son deminin Covid-19 pandemisiyle birleşmesi, bütçenin vurgunlarla sıfırı tüketmesi, elde satacak bir şey kalmaması, MHP’li faşistlerin RemisRemulus kardeşler gibi iktidarın memesine yapışmaları, büyük bir görgüsüzlükle 20 yıldır memleketin her yanını talan eden mücahit/müteahhitler… ve bunlara hamilik eden saray rejiminin tek kişilik dev kadrosunun devlet ontolojisi ile kurmuş olduğu ilişki herhangi bir definecininkinden çok farklı değil, daha doğrusu, defineciler bu bakış açısını herşeyden önce devlet erkanına bakarak edindiler. Zira, devlet erkanı nereye baksa, zenginlikler ve o zenginlikleri doğrulayan fizik ve metafizik işaretler görüyor: Karadeniz’de doğalgaz, Akdeniz’de mavi vatan, Emevi Camii’nde cuma namazı, Libya’da Türkmen yurtları, Kıbrıs’ta türbedarlar; Kanal İstanbul da işte bu definecilik ontolojisi dediğimiz mental dünyanın bir kaç semptomu yalnızca.

Devletçi Olmayan bir Türk Halk Siyasetinin İmkânları Üzerine

Tahmini Okunma Süresi: 5 dakika

Tüm pedagojik tekçi anlatısına rağmen milliyetçilik esasen çok da devletçi bir olgu değildir. Zira milliyetçiliğe verilen kitlesel destek milliyetçi anlatıya verilen entelektüel ya da duygusal destekte temelleniyor değildir. Milliyetçiliğin ulusun her ferdini siyasal alana ehil görerek siyasal alanı genişletmesi, önceden siyasal alanın dışında bulunan halk sınıflarının özneleşmesinin yolunu açar ve fakat bu özneler elitist pedagojik söylemin sunduğu özne konumlarına sığmaz ve ulusal öğeleri yeni baştan içeriklendirerek kendi yaşam dünyalarına mal eder.

(1)

Ulus-devletin siyasal biçim olarak genelleşmesi, ulusal egemenliğin ve ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin nihai ve ideal olarak devlette cisimleşeceği kanaatini de genelleştirdi ve normalleştirdi. Devletçi olmayan bir Türklüğün mümkün olabileceği iddiası, ulusun kategorik olarak devleti çağırmak zorunda olmadığını, ulus-devlet ve ulusal egemenliğin zorunlu değil olumsal/tarihsel bir eşleşme olduğunu ima eder ve bu normalleştirmeyi kabul etmez. Dolayısıyla, devletçi olmayan bir Türklüğün imkân dairesinde olup olmaması sorusuna nihai bir cevap vermek için, Türk ulusunun ve Türk devletinin soy kütüklerinin ne kadar iç içe geçtiği bahsinden yola çıkmak (Küçükaydın, 2017) ve bu bahse ışık tutacak tarihsel belgeleri göz önüne sermek tek başına yeterli olmayacaktır. Soruya tam bir cevap için ulusun ve ulusal egemenliğin tatbikatının devleti şart koşup koşmadığını gösterecek teorik bir tartışmaya girişmek zorunludur.

Homi Bhabha’nın (1990) ulusun performatif ve pedagojik boyutları arasında yaptığı ayrım bu tartışmayı derinleştirmek açısından verimli bir mecra sunmaktadır. Bhabha’ya göre milliyetçiliğin ulusu uzlaşması mümkün olmayan iki zamansallığın içinde var olur, bu iki zamansallık tarafından çekiştirilir ve dolayısıyla bir yarılmayla maluldür. Bu zamansallıklardan biri, ulusu kendini oluşturan öğelerin çoğul ve çatışan tarihlerinden soyutlayarak onu temsil edilebilir bir teklik, kadim bir geleneksel-kültürel öz, “a priori tarihsel bir varlık” (1990: 299) olarak geçmiş-bugün-yarın doğrusallığı içinde evrilen bir nesne olarak kuran pedagojik tarihsel anlatının zamansallığıdır. Öte yandan, ulusu pedagojik tarihsel anlatının zamansallığına bütünüyle tabi kılarak nesneleştirmek de mümkün değildir. Zira bu nesneleştirmenin-tektipleştirmenin bugünde-şimdide vuku bulabilmesi için ulusun bir özne olarak sahneye çıkması ve pedagojik anlatının ortaya koyduğu senaryodaki rolünü icra ederek kendi kendini nesneleştirmesi gerekir. Ancak ulusun sahneye çıkması, ulusun marjında (kenarında köşesinde) yer alanların, öznelliği pedagojik anlatı tarafından tüketilmemiş olanların da sahne alması ve pedagojik anlatıdan dışlanan çoğul ve çatışan tarihlerin senaryonun icrasına dâhil olması demektir (1990: 299). Senaryo asla yazıldığı gibi icra edilemez, olay örgüsü bozulur, senaryo bütünlüğünü kaybeder. Netice: Milliyetçiliğin ulusu asla kendini kapatamaz. (Ya da: Türklük zaten o kadar da devletçi değildir).

Devletçi olmayan bir Türklüğün imkânlarını soruştururken Bhabha’nın argümanında önemli bir kuramsal destek bulabiliriz. Bhabha’nın ulusun performatif boyutu üzerine yürüttüğü tartışmayı, parçayı bütünün tecelli vesilesi olarak gören milliyetçi parça-bütünlük anlayışının eleştirisi olarak da okuyabiliriz. Ulusal simgeleri, törenleri, kültürel öğeleri, kuralları, kurumları kendiliğinden milliyetçi pedagojinin tarihsel anlatısına bağlayan bir zorunluluk yoktur. Dolayısıyla, ulusun simgelerini taşıyanların, törenlerini icra edenlerin, kültürünü yaşayanların, kurallarını uygulayanların, kurumlarını kullananların ulusal öğelere atfedilen ulusal öze ve bu özün tarihine dair bütünsel bir kavrayışa ve onaya doğal olarak sahip olmaları gerektiği gibi bir iddiada da bulunulamaz. Her ne kadar milliyetçiliğin pedagojik tarihsel anlatısı devletin kurumsal imkânlarına dayanarak ulusal öğeleri kendi anlamlandırma zincirine hapsetmeye çalışsa da, çoğu zaman, sıradan insanlar gündelik hayatları içinde ulusal öğeleri küçük, yerel anlamlandırma zincirlerinin parçası haline getirirler. Bir diğer deyişle, ulus asla ulus inşacılarının öznel niyetlerine ve tasarımlarına indirgenemeyecek çoklu belirlenmiş bir gerçeklik düzlemidir (Ahıska, 2010: 11-14). Örneğin, bayraklar ve flamalarla süslenmiş ilkokul salonlarında düzenlenen şiirli, marşlı, danslı 23 Nisan törenleriyle devletin başlıca amacı TBMM’nin açılışı ve bunun Türk ulusu için tarihsel önemini yeni nesillere kavratmaktır. Oysa aynı gösteri, çocuğu gösteride görev alan bir anne baba için güzel bir aile hatırasıdır, çocuk için kimin daha iyi dans edeceği ya da şiir okuyacağına dair sınıf içi rekabetin bir parçasıdır, gösteriyi hazırlayan öğretmenler için müdür, protokol ve aileler nezdindeki itibara dair bir meseledir, törenlerde görev almayan ama izleyici olarak okulda bulunmak zorunda olan öğrenciler için hafta sonu okula gitmelerine neden olan can sıkıcı bir şeydir. Ya da, dağda çatışmaya hazır bir Türk askerinin birincil motivasyonu geçenlerde “şehit” olan arkadaşının intikamını almak, kendi köyünde kasabasında bir yerel kahraman muamelesi görmek ve “adam yerine konmak”, düğün ve evlilik harcamaları için ihtiyaç duyduğu parayı en kısa sürede biriktirmek değil midir?  Yani haddizatında Türklük çok da devletçi değildir ve asla kolayca sabitlenemez.

Aslında herhangi bir ulusallık da çok devletçi olamaz. Şöyle ki: Ulus dolaysız biçimde deneyimlenebilir ve adı konulabilir bir somutluk düzeyinde var olmaz; ulus muhayyel bir cemaattir (Anderson, 2006: 20). Peki, zihinsel emekle iş gören entelektüeller, politikacılar, devlet yetkilileri, politika yapıcılar dışındakiler; yani düşünce ve hareket tarzı bütünlükler, kategorik tutarlılıklar ve üst düzey soyutlamalar tarafından yönlendirilmeyen madunlar (Chakrabarty, 2002: 34-36) diyebileceğimiz geniş kitleler bir bütünlük olarak ulusu muhayyilede nasıl kurabilirler? Üstelik ulusal bütünlüğü hayal edip edememek de değildir tek mesele. Ancak hayal düzeyinde tasavvuru mümkün bir cemaatle aidiyet bağı nasıl kurulabilir ki? Milliyetçi bir özcü perspektifi benimseyerek bireyin muhayyel ulusal bütünlüğe kendiliğinden, doğal bir duygusal bağla bağlı olduğunu düşünmeyeceksek, bireyi ulusa bağlayan duygusal dolayıma bir başka açıklama getirmek durumundayız. Tam da bu noktada, ulusal öğelere milliyetçi pedagoji tarafından atfedilen bütünsel anlam ve bu öğelerin icra edilirken kaçınılmaz biçimde eklemlenmiş oldukları bütünsel olmayan, duygulanımsal küçük anlamlandırma zincirleri içinde kazandıkları anlam/lar arasındaki farkın gördüğü işleve değinmek gerekir. Söz konusu fark pedagojik anlatıyı büsbütün ıskartaya çıkartmaz. Hatta denilebilir ki, pedagojik anlatı tam da bu fark sayesinde hükmünü yürütür. Bu fark, pedagojik anlatıyı sorgulatan bir skandal olarak belirmediği müddetçe anlatının hegemonyasını temin etmek üzere görmezden gelinecek, katlanılacak, idare edilecek bir fazlalık/eksiklik olarak görülür milliyetçi pedagoglar/devlet elitleri tarafından. Zira soyut pedagojik temsiller, icra edilirken yakalandıkları duygulanımsal küçük paralel anlamlandırma zincirleri sayesinde “küçük dünyalarda” somut bir yer edinir ve hegemonik bir değer kazanırlar.[1] Totaliter rejimler tam da her türden sapmayı bir yozlaşma olarak yaftaladıkları ve hiçbir sapmaya katlanamayacak kadar pedagojik oldukları için hegemonik olamazlar.

Demem o ki, tüm pedagojik tekçi anlatısına rağmen milliyetçilik esasen çok da devletçi bir olgu değildir. Zira milliyetçiliğe verilen kitlesel destek milliyetçi anlatıya verilen entelektüel ya da duygusal destekte temelleniyor değildir. Milliyetçiliğin ulusun her ferdini siyasal alana ehil görerek siyasal alanı genişletmesi, önceden siyasal alanın dışında bulunan halk sınıflarının özneleşmesinin yolunu açar ve fakat bu özneler elitist pedagojik söylemin sunduğu özne konumlarına sığmaz ve ulusal öğeleri yeni baştan içeriklendirerek kendi yaşam dünyalarına mal eder. “Halk siyasetinin” elit siyasi kurgulara indirgenemez bir özerkliği vardır (Guha, 1988: 40). Milliyetçiliğin kitle desteğini bu dinamikte aramak daha doğru olacaktır. Gelgelelim, bu dinamikten kalkarak milliyetçiliğin tekçi pedagojik anlatısının önemsiz olduğu, Türklüğü devletten ayırmak çağrısının anlamsız olduğu sonucuna da varılamaz. Zira milliyetçilik, siyasal sahneye buyur ederek özneleştirdiği halk sınıflarının özerkleşerek bağımsız aktörler olarak belirmesine asla tahammül edemez. Halk sınıflarının siyasallığı, ulusun birliğinin tecessümü ve güvencesi olan milliyetçi elitlerin kontrolü, denetimi ve yönlendiriciliği altında vuku bulmalıdır ki ulusun birliğini zedeleyecek alternatif güzergâhlar takip etmesin. Milliyetçilik, kitlelerin özneleşmesi karşısındaki tahammül eşiğini konjonktürel olarak yükseltebilir ya da alçaltabilir, halk sınıflarının ulusal kurumlara, süreçlere, törenlere kendi damgasını vurmasını şu veya bu düzeyde kabul edebilir, hatta sömürge karşıtı milliyetçiliklerde görüldüğü üzere halk sınıflarının özlemlerine, mitlerine, tasavvurlarına teorik bir alan dahi açabilir, fakat milliyetçi elitlerin pedagojik otoritesinin temelini oluşturan ulusun tekliği iddiasını şüpheye düşürecek bir siyasallaşmaya asla mahal vermez. Vivek Chibber’in (2013) Maduniyet Okulu’na ve Partha Chatterjee’nin (1986: 50) pasif devrim ve sömürgecilik karşıtı milliyetçilik bahsindeki iddiasına yönelttiği eleştirinin doğrultusunu takip ederek söyleyecek olursak, sadece sömürgecilik karşıtı milliyetçilik değil milliyetçiliğin bizatihi kendisi bir pasif devrim biçimidir.

Dolayısıyla, Türklüğü devletten boşamak gerekir dediğimizde tekçi pedagojiye tabi olmayan bir Türklük siyasetinin imkânlarına dair bir soruşturmanın gerekliliğini vurgulamış oluyoruz. Tabi ki, böyle bir siyasete dair tartışma, tekçi pedagojiye dayanmayan bir ulus temelli siyasetin nasılına dair daha genel bir tartışmanın parçası olmak durumundadır.

Kaynakça

Ahıska, M. (2010) Occidentalism in Turkey: Questions of Modernity and National Identity in Turkish Radio Broadcasting, London and New York: I. B. Tauris Publishers.

Anderson, B. (2006) Imagined Communities: Reflections on the Origin and Spread of Nationalism, London: Verso.

Bhabha, H. K. (1990) “DissemiNation: time, narrative, and the margins of modern nation”, Bhabha, H. K. (der.), Nation and Narration içinde, Londra ve New York: Routledge, 291-322.

Chakrabarty, D. (2002) Habitations of Modernity: Essays in the Wake of Subaltern Studies, Chicago: The University of Chicago Press.

Chatterjee, P. (1986) Nationalist Thought and the Colonial World: A Derivative Discourse?, London: Zed Press.

Chibber, V. (2013) Postcolonial Theory and the Specter of Capital, London and New York: Verso.

Guha, R. (1988) “On Some Aspects of the Historiography of Colonial India”, Guha, R. ve G. C. Spivak (der.), Selected Subaltern Studies içinde, New York: Oxford University Press, 37-44.

Küçükaydın, D. (2017) “OHAL ve KHK’ların Ekonomi Politiği”, https://demirden-kapilar.blogspot.com/2017/05/ohal-ve-khklarn-ekonomi-politigi.html, indirilme tarihi: 15 Mayıs 2017.


[1] Ahıska (2010), ulusal kimliğin gerçekle tüm bağlarını koparmış bir kurguya dönüştüğü tek parti dönemi Türkiye’sinde resmi kurgu ve gündelik icra arasındaki kaçınılmaz farkın, kurgusallığın yapaylığı, hatasızlığı ve soğukluğu karşısında kendini tanımlayan bir samimiyet alanı olarak paralel bir Türklüğe yol verdiğini anlatır.