İzmir Saldırısı Üzerine

Tahmini Okunma Süresi: < 1 dakika

HDP İzmir il binasının basılarak parti çalışanı Deniz Poyraz’ın vahşice öldürülmesi üzerine Müteşekkir Türk Yurtseverleri olarak bu cinayeti ve bu cinayete zemin sunan söylemleri kabul etmediğimizi duyurmak üzere bu kısa açıklamayı yapma gereği duyduk.

Muhalifleri şiddetle susturma yolunda bir süredir artarak devam eden girişimlerin yeni ve son derece tehlikeli bir aşamaya geldiği endişesi içindeyiz. Provokatif cinayetle elde edilmek istenen siyasi iklimi ve kutuplaşmayı boşa çıkarmanın ancak Kürt sorununa bakışta bir perspektif değişikliğiyle mümkün olabileceği kanısındayız. Kürt sorununun kavgayla çözümünde ısrarcı olanlara itirazımız iki sebeptendir:

Müteşekkir bir varoluş bilinciyle; bu toprakların, kaynakların ve imkânların Türklerin ve Kürtlerin hak ve hukuklarıyla barış içinde eşitçe yaşayabilmelerine yettiğini düşünüyoruz. “Sen sana ne sanırsan ayruğa da onu san/ Dört kitabın manası budur eğer var ise” diyen Yunus Emre’nin yoldaşlarıyız.

İtirazımız anti-oligarşik, anti-emperyalist iddiamızın bir gereğidir de. Kürt meselesinin kavgayla çözümünde ısrar etmenin Türk halkına hiçbir yararı olmamıştır, bundan sonra da olacağı yoktur. Ulus olarak binlerce evladımızı, milyarlarca liramızı, hamasetle geçen yıllarımızı kaybettik. Kazananlar sermaye-siyaset-bürokrat oligarşisi ve emperyalizm oldu.

Bu ülkenin Kürt sorununa üretebildiği en iyi çözüm Aybüke öğretmeni, asker ve polislerimizi, adını sanını bile bilmediğimiz Kürt gençlerini ve son olarak Deniz Poyraz’ı hayatta tutamıyorsa o çözüm bizlere uzak olsun. Türklerin ve Kürtlerin anlaşana kadar konuşmaktan ve tartışmaktan başka bir yolu yok. Biz bu yolun hala açık olduğu düşünüyoruz, düşünmek istiyoruz, başka da yurtseverce bir yol olmadığı kanısındayız. Zira kanın kanla yunmayacağını söyleyen Türk halk bilgeliğinden öğreniyoruz.

Deniz Poyraz’a Allah’tan rahmet diliyoruz. Keşke onu bu genç yaşında kaybetmeseydik.

Ailesine ve partisi HDP’ye de sabırlar diliyoruz.

YURTSEVERCE

“MİLLET GERÇEĞİ”

Tahmini Okunma Süresi: 21 dakika

Mihri Belli’nin 1969 yılına ait bir konuşmasının dökümünü Yurtseverce’de iktibas ediyoruz. Bu yazı, milliyetçi bir dili benimseyen yapısına şerh düşülmek koşuluyla ulus temelli siyaset ve antikapitalizm arasında bir ilişkiyi kuran vurguları bakımından öncü bir nitelik taşıyor. Genel olarak literatürde bu yazıda da yer alan “milli”, “millici”, “gerçek milliyetçi” gibi kavramların kullanılışında söz konusu kavramları sahiplenen sağ siyasetlere hitap edilerek bir tür popülist strateji izlendiği varsayılmaktadır. Ancak burada Belli’nin, alternatif kavram geliştirememek ya da geliştirmeyi tercih etmemek yönünden bu dile müracaat ettiğini gösteren vurgular görmekteyiz. Daha evvel Hikmet Kıvılcımlı milletçi ara kategorisini ortaya koymadaki üretkenliği ile buradaki pragmatizmin temelde aynı meseleye atıf yaptığını düşünüyor, radikal bir ulus temelli yurtseverlik siyasetini tartışmaya açan erken metinlerden biri olarak gördüğümüz bu yazıyı sizlerle paylaşıyoruz.

Türkiye’de hangi meselelerin tartışılacağını ve hangi konuların konuşulacağını, emperyalizmin işbirlikçisi statükocu güçler değil, devrimciler tayin edecektir. Halkımızın milli’ demokratik devrim mücadelesinin zafere ulaşması için, tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye için, gün ışığına çıkması gereken konular, Aydınlık’ta birbir ele aIınacaktır. Buna engel olmaya çabalayan baskı ve yıldırma tedbirleri bizi yolumuzdan alıkoyamaz.

İkinci Dünya Savaşında Doğu Cephesinde en çetin, en kanlı savaşlar verildiği, Sovyet topraklarına derinliğine giren Alman Nazi orduları Stalingrad’a dayandıkları bir sırada, Sovyetler Birliği resmi marşını değiştirmek gereğini duydu. 1943′e kadar Sovyetler Birliğinin marşı enternasyonal di. 1943′ten sonra bugünkü milli marş kabul edildi. Enternasyonalin sözleri ve müziği Fransızlarındı. Onu ilk söyleyen Fransız işçileri olmuştu. Adı üstünde bütün dünya proleterlerinin marşıydı. “Uyan! Dünyanın lanetle damgalanmış açları, köleleri!» diye başlıyordu enternasyonal.

İkinci Dünya Savaşından bu yana SSCB marşı şöyle başlar:

«Büyük Rus ulusunun perçinlediği
Özgür Cumhuriyetlerin parçalanmaz birliği,
Yaşasın halkların iradesiyle kurulmuş olan
Yüce ve güçlü Sovyetler Birliği»

1917 Ekim İhtilalinin baş sloganı, “Bütün dünya işçileri birleşiniz!». sloganıydı. 1941-1945 savaşına Sovyetler «Anayurt savaşı» adım verdiler. Ve bu savaşta baş slogan, «Alman istilacılarına ölüm» sloganıydı. Bu savaşta 12. yüzyılda yaşamış aziz AIeksander Nevski’den sosyalist ihtilalin Çapayev’ine kadar Rus tarihinin kahramanlarını yücelten afişler, yazılar, cephede ve cephe gerisinde savaşanların bilinçlerini biledi.

Bütün bunlar neyi gösterir? Sosyalist ihtilalin koptuğu 1917′den çeyrek yüzyıl sonra Sovyetler Birliğinin «Büyük Rus ulusu» diye başlayan bir marşı milli marş olarak kabul etmesi neyi gösterir? Avrupa’da tarih ve kültür bakımından Ruslara en yakın olan Bulgarların, sosyalizm yolunu tuttuktan sonra da Koburg hanedanından Kral Ferdinand zamanında kabul edilen milli marşlarını ve üç renkli milli bayraklarını muhafaza etmeleri neyin kanıtıdır? Sosyalist düzene geçen ulusların kendi ulusal değerlerine dört elle sarılmaları, ulusal kültürlerinin engelsiz açılıp gelişmesi için seferber olmaları neyi gösterir? Yalnız sosyalist ülkelerde değil, kapitalist dünya sistemi içindeki ülkelerde de yığınları harekete getiren en güçlü etkenin ulusçuluk olması neyi kanıtlar?

Çağımızın en büyük gerçeğinin millet gerçeği olduğunu.

Millet gerçeği çağımızın en büyük gerçeğidir. İçinde yaşadığımız tarihi dönem, halkların uluslaşma Sürecinin dünya ölçüsünde yer aldığı dönemdir.

Uluslaşmak, özgür vatandaşlar topluluğu olarak, ulus olma yolunda baş engel olan emperyalizmin boyunduruğunu kırmak; feodal parçalanmaya son vermek; toplumdaki bireyleri özgür vatandaşlar payesine yükseltecek olan demokratik dönüşümleri gerçekleştirmek; ulusal kültüre tam bir açılıp gelişme ortamı sağlamak; kısacası, kelimenin en derin’ anlamıyla ulus olmak. İşte içinde bulunduğumuz aşamada dünya halklarının, özellikle ezilen halkların birinci davası budur.

Dünya halkları biliyorlar ki, ancak yabancı boyunduruğunu atarak ve feodal bölünmeye son vererek’ tam anlamıyla uluslaştıkları takdirde mutlu bir geleceğe yönelmiş olacaklardır. Uluslaşmak, insanın insan tarafından sömürülemeyeceği sosyalist toplum yolunda atılan ileri bir adımdır. Çünkü uluslaşmadan, demokratik devrimin, bu sonucuna varmadan sosyalizme gidilemez. Kestirme yol yoktur.

Millet; kavramı, milliyetçilik kavramı, üzerinde; önemle durmamız; gereken bir konudur. Bu kavramlara açıklık getirmek ve bu konuda gayri milli güçlerin kasıtlı olarak yaydıkları sisi dağıtmak devrimci görevimizdir. Ortalığı kaplamış olan bu sis yüzündendir ki, emperyalizmin ve işbirlikçilerinin emrinde bazı demagoglar meydanı boş bulmakta, birçok iyi niyetli, fakat yeteri kadar uyanık olmayan genci sahte milliyetçi sloganlarla kandırıp milliciler saflarının daha da sıklaşmasına engel olabilmektedirler. ABD vesayeti altında bağımlı bir Türkiye, milliyetçi Türkiye olabilirmiş gibi, «Tam bağımsız Türkiye» sloganının karşısına «milliyetçi Türkiye» sloganıyla çıkılması olgusu, sisin ne kadar yoğun olduğunu tek başına göstermeye yeter. Millet gerçeği konusunu bilimsel açıklığa kavuşturduğumuz ölçüde bu sis dağılacaktır. Kısa tanımlamaların sakıncalarını bilmekle beraber, bir tanımdan hareket ederek konumuza girelim.

Nedir ulus? Sosyalist literatürde ulus kavramı en özet şekilde şöyle tanımlanır. «Ulus, tarihi olarak teşekkül etmiş istikrarlı insan topluluğudur ve şu dört karakter birliği esasına dayanır: Dil birliği, toprak birliği, iktisadi hayat birliği ve ulusal kültürde birlik içinde beliren ruhi şekillenme birliği.»

Ulusun meydana gelebilmesi için dört karakter birliğinin dördü de gereklidir. Örneğin yalnız dil birliğiyle ulus teşekkül etmez. Dünyada aynı dili konuşan ayrı uluslar vardır, İngilizlerle Kuzey Amerikalılar gibi, Almanlarla Avusturyalılar gibi.Dil birliğiyle toprak birliğinin birleşmesi de yetmez. Feodal parçalanmaya son veren ulusal pazarın gelişmesi ve iktisadi yaşantı birliğinin kurulması gerekir. Ve ulusun bu üç temel karakterinin birleşmesiyle, dil birliğinin, toprak birliğinin, iktisadi yaşantı birliğinin kurulmasıyla ruhi, şekillenme birliği, «milli ruh» dediğimiz şey meydana gelir ve ulus bu dört temel karakter birliği üzerinde kurulur.

Ulus tarihi olarak teşekkül etmiş insan topluluğudur diyoruz. Ulus sonsuzluktan gelip, sonsuzluğa kadar sürüp giden bir kategori değildir. Her tarihi kategori gibi, ulus da tarihin gelişim kanunlarına tabidir. Bir başlangıcı, bir sonu vardır. Şairin «Tarihten önce vardık, tarihten sonra varız» mısraını, milli heyecanın şairane bir ifadesi olarak olumlu karşılayabiliriz ama mesele bilimsel olarak böyle konamaz.

Hiç şüphe yok ki, ulusu teşkil eden unsurların geçmişi çok eskidir. Bunlar birdenbire gökten yere inmedi. Örneğin Türk dili ufak tefek farklarla bin yıl önce de konuşulan bir dildi. Dede Korkutun dili bugünkü Türkçe’ye çok yakın bir dildir. Ama Türklerin uluslaşma sürecine girmeleri yakın bir geçmişte olmuştur. Bu on dokuzuncu yüzyılda kapitalist pazarın, Osmanlı İmparatorluğunun Türkler tarafından meskun topraklarına yayılmaya başlayıp buralarda iktisadi yaşantı birliğinin gerçekleşmeye başlamasıyladır. Aynı şey Osmanlı İmparatorluğunda yaşayan öteki halklar için de söylenebilir.Nitekim Türkiye’de ümmet bilincinin, millet bilincine dönüşmesi, vatan, millet sloganlarının ilk olarak ortaya atılması bu döneme rastlar.

Bir ulusun meydana gelmesi için dört temel karakter birliğinin, toprak, dil,iktisadi yaşantı ve ruhi şekillenme birliğininvarlığı şart olduğuna göre, uluslaşma süreci içine giren bir halkın tam anlamıyla ulus olabilmesi, bu dört temel karakter birliğini derinliğine gerçekleştirmesine bağlıdır. Ve kim, toplumdaki hangi şahıs, çevre, sınıf; yada zümre katkıda bulunuyorsa, o, uluslaşmaya katkıda bulunan gerçek ulusçudur.

Alman ulusal dilinin başlıca kurucusu diye bilinen bir Goethe, Rus ulusal dilinin başlıca kurucusu sayılan bir Puşkin, Alman ve Rus uluslarının kurucularındandırlar. Onlar en büyük ulusçulardır. O halde kim tüm ulusun malı olan bir Türk dilinin gelişmesi uğrunda çaba harcıyorsa,kim buna katkıda bulunuyorsa, en derin anlamıyla millici olan da odur.

Bugün Türk dilinin gelişmesine katkıda bulunanların’ ön safında devrimcilerin ve özellikle sosyalistlerin yer aldığını biliyoruz. Ters doğrultuda çaba gösterenlerin ise gericiler olduğunu da biliyoruz.

Ulusun temel karakterlerinden biri olan toprak birliği, ulusun üzerinde yaşadığı toprak üstün~eki egemenliğini, toprak bütünlüğünü kapsayan bir kavram olarak anlaşılmalıdır. Bu kavram, iç (feodal), yada dış etkilerle üzerinde yaşanılan toprağın, bölünmesine karşı mücadeleyi de kapsar. O halde, ulusun kendi toprağının gerçek sahibi olması uğruna mücadele eden kimsedir, gerçek ulusçu olan. Ve kim Türkiye toprağı üzerinde Türk halkının egemenliğine gölge düşüren durumlara karşı çıkıyorsa, örneğin kim toprağımızın bir parçasını kapsayan Amerikan askeri üslerinin kaldırılması uğruna; mücadele ediyorsa, millici olan odur.

Bugün Türkiye toprağı üzerinde “Türkiye halkının kayıtsız şartsız egemenliği uğruna, Türkiye’nin toprak bütünlüğü uğruna bilinçli olarak mücadele edenlerin devrimciler olduğunu” ve bunların ön safında proleter devrimcilerinin geldiğini biliyoruz. Bu ulusal, mücadeleye karşı duranların gericiler olduğunu da biliyoruz. .

Ulusun temel karakterlerinden biri olan iktisadi yaşantı birliği, ulusal pazarın ülkeyi kucaklamasını ve feodal parçalanmanın sona erdirilmesi için ülkenin feodal ilişkilerden arınmasını ifade eden bir kavramdır. Feodal bölünmenin her türlü tezahürlerine karşı mücadele, uluslaşma uğruna mücadeledir;’ve bu mücadeleyi veren kimse gerçek’ ulusçudur. O halde, kim Türkiye’de ülkenin feodal kalıntılardan arınarak iktisadi yaşantı birliğinin gerçekleşmesi uğruna mücadele ediyorsa, örneğin kim köklü bit toprak reformu için savaşıyorsa, odur gerçek Türk milliyetçisi olan.

Bugün Türkiye’de anti – feodal mücadelenin ön safında sosyalistlerin yer aldığını biliyoruz. Feodal güçlerle çıkar birliği durumunda olanların ve Türkiye’de gerçek iktisadi yaşantı birliğine dolayısıyla da uluslaşmaya karşı duranların, gericilerin olduğunu da biliyoruz.

Ulusun temel karakterlerinden biri olan ulusal kültür birliğini ve bunun içinde beliren ruhi şekillenmede birliği, ulusun dil, toprak, iktisadi yaşantı birliğinin doğal bir sonucu, bir sentezi olarak ele almalıyız. Elbette ki etkiler karşılıklıdır ve bu sonuncu temel karakteri de ulusun öteki temel karakterlerini etkiler: Ulusal dil için ulusal topraklar için, uluslaşma önüne dikilen feodal engellerin kaldırılması için mücadele, dolayısıyla ulusal kültür birliği için ve ulusal ruhi şekillenme uğruna mücadeledir. Ulusal kültür birliğine ve ulusal ruhi şekillenmeye böyle dolayısıyla olduğu gibi, doğrudan doğruya bireyin katkısı da burada söz konusudur. Ulusal kültürün açılıp; gelişmesine yardımcı olan uluslaşma süreci bu suretle de hızlandırılmış olur. O halde kim ulusal kültürle bağdaşmayan feodal kültüre karşı çıkıyorsa, kim kültürümüzü yozlaştıran, onu baltalayan batı kozmopolitizmine karşı mücadele ediyor, ulusal değerlerimizi olanca gücüyle savunuyorsa, kim ulusal edebiyata, ulusal müziğe v.b katkıda bulunuyorsa, odur gerçek ulusçu olan.

Bugün Türkiye’de, ulusal değerleri savunanların, ulusal kültüre katkıda bulunanların ön safında devrimcilerin yer aldığım ve bunların ön safında sosyalistlerin bulunduğunu biliyoruz. Feodal ,kültürü hortlatmak, isteyenlerin ve madalyonun öteki tarafı olan batı kozmopolitizmini yayanların ve ulusal kültürün açılıp gelişmesine engel olanların ise, gericiler olduğunu da biliyoruz.

Türkiye halkının, en derin anlamıyla uluslaşması uğruna mücadelede sosyalistlerin öncü durumunda olmaları neyi ifade eder? Sosyalistler şehir ve köy proletaryasının özlemlerine tercüman olduklarına göre, Türkiye proletaryasının toplumda sadece en devrimci değil en ulusçu güç olduğunu.

Ya, Türkiye’de ulusal dilin gelişmesini baltalayan, Amerikan vesayetinden medet uman, feodal bölünmeyi perçinleyen kanunlara arka çıkan, ulusal kültürün açılıp gelişmesine çeşitli yollardan engel olan, kısaca uluslaşmaya karşı çıkan batıcı yada doğucu tipte gericilerin bu davranışları ne anlam taşır? Gericilerin tenkit ettikleri emperyalizmin işbirlikçisi sermayedar sınıfının ve onun müttefiki durumunda olan feodal taşra mütegallibesinin, sadece karşı devrimci değil, aynı zamanda gayri-milli bir sınıf ittifakını temsil ettiklerini…

Bilindiği gibi. «millet», «vatan» sloganları ilk olarak burjuva demokratik devrimlerin sloganları olmuştur. Bu sloganları ilk olarak ileri süren, devrimci çağında burjuvazi oldu. Engels, «milli bağımsızlık olmadan herhangi bir ülkede burjuvazinin egemenliği mümkün değildir» der. Geçmişte henüz proletarya bilinçli bir güç olarak tarih sahnesinde yerini almadan ve emperyalist dünya pazarı teşekkül etmediğine göre, bugünkü gibi burjuvazinin geniş çevreleri yabancıların işbirlikçisi durumuna düşmemişti. Bu sınıf; milli bir nitelik taşıdığı ve toplumda en devrimci güç olduğu dönemde, milli pazarı bölerek’ çıkarlarını baltalayan feodallere karşı ve yabancı tahakkümüne karşı mücadelede öncü rolü oynuyordu.

Uluslaşma, burjuva – demokratik devriminin sona erdireceği bir süreç sayılıyordu bu dönemde. 17., 18.,19. yüzyıllar Avrupa’da burjuvazinin hegemonyası altında demokratik devrimler ve uluslaşma çağı oldu. Ama burjuvazinin solunda ondan çok daha büyük bir devrimci potansiyele sahip olan proletaryanın ortaya çıkmasının, burjuvazinin devrimci ve ulusçu niteliği üzerinde derin etkileri oldu. Emperyalizm çağında en geniş ve en güçlü çevreleri milli niteliğini yitirmiş olan burjuvazi, artık burjuva devrimini tamamlamaya yanaşmaz. Yarı yolda er geç karşı devrimci güçlerle uzlaşır. Burjuvazinin demokratik’ devrime karşı tutumu değişmiştir. Bunun da zorunlu olarak bu sınıfın milli niteliği üzerinde olumsuz etkileri olmuştur. Burjuvazinin geniş ve çok güçlü bir bölümü, işbirlikçi sermaye niteliğine bürünmüş, yabancı emperyalizmle birlikte ve onunla kader birliği eden içteki karşı devrimci sınıf ve zümrelerle ittifak kurmuştur. O halde bir zamanlar burjuvazinin ortaya attığı ve bir süre sahip çıktığı «millet», «vatan» sloganlarına toplumun en devrimci ve aynı zamanda en milli gücü olan emekçiler sahip çıkmaktadırlar. Ve millicilik bayrağını olanca gücüyle yüksek tutmak, emekçilerin gerçek özlemlerini temsil etmek durumunda olan sosyalistlerin tarihi görevi olmuştur. Bu görevi küçümsemek, millet gerçeğinin, çağımızın en büyük tarihi etkeni olarak önemini’ değerlendirememek, kozmopolitizme sapmak, belli tarihi şartlarda proletarya temsilcilerinin burjuva şovenizmine karşı çıkışlarını zamanı ve mekanı hesaba katmadan, bambaşka tarihi şartlarda taklit etmek sosyalistçe bir davranış değildir.

Proletarya, sömürü düzeninin yerini sosyalist düzenin almasından yanadır. Sosyalizm ise ancak bağımsız bir ülkede, uluslaşmış bir toplumda kurulabilir. Sosyalizmin malzemesi, ulusun bireyi özgür vatandaştır. Sosyalizme varmak için demokratik devrimi derinliğine gerçekleştirmek şarttır.

Dünya emperyalist sistemi içinde sömürülen geri bir ülkede, emperyalizm; genellikle asalak sınıfları hoş tutmayı,bunların önüne, ezilen ülke halkının sömürüsünden bir sus payı atmayı çıkarı gereği sayar. Buna karşılık emperyalist boyunduruk altında emekçi, daha da yoğun bir sömürü altında ezilir, çalışan insanın kaderi büsbütün kötüleşir; Emekçi yığınların bilinçlendikleri ölçüde milli bağımsızlık mücadelesinin ön safında yer almalarının bir iktisadi temeli vardır; ve vatanın en yiğit savunucularının mülksüz emekçilerin olması tabiidir.

Dünyanın bütün ezilen ülkelerinde milli kurtuluş savaşlarının, ya şehir ve köy proletaryasının (Vietnam), ya da küçük burjuvazinin en yoksul kolunun (Cezayir) öncülüğünde verilmekte oluşu bir rastlantı değildir. Bizim ilk milli kurtuluş savaşımız da bu bakımdan bir istisna olmamıştır. Genellikle küçük burjuva kökenden gelme asker-sivil-aydın zümre o günlerde en halkçı, emekçiye en yakın bir şartlanma içindeydi; ve hegemonyası altında kurulan milli güç birliği saflarında Türkiye köylüsünün büyük ağırlığı vardı.

Emeğe övgü niteliğinde sözler, o günlerde rast gele söylenmiş sözler değildir. Ve sonraki dönemde bu sözlerin pek tekrarlanmaması da rastgele değildir. Cephenin cephane ikmalinin sağlanmasında büyük rol oynamış olan Ankara’daki İmalat-ı Harbiye’nin, İştirakiyun Partisi üyesi sosyalist işçilerin, eldeki topların namlularına uysun diye dolu top mermilerini torna da çaptan düşüren ve bu yüzden sık sık şehitler veren bu proleterlerin Başkumandan Mustafa Kemal ile doğrudan doğruya temasları vardı. Savaş yıllarında Çankaya’nın kapısı bu sanayi işçilerine her zaman açıktı. İç ve dış dalgalanmaların birleşmesi sonucu sonraki dönemde küçük burjuva bürokrasisinin emekçi yığınlardan uzaklaşmış olması olgusu, Kurtuluş Savaşının halk savaşı niteliğini gölgelendirmemelidir.

Ulusun tarihi bir kategori olduğunu belirttik. Ulus, «kapitalizmin şafak vakti ortaya çıktı», kapitalizmin gelişmesiyle o da gelişti. Ama ulus kapitalist sömürü düzeniyle birlikte ortadan kalkmıyor. Bir zamanlar, özellikle geçen yüzyılda, sosyalist düzenin, ulusal çitleri, ulusal imtiyazları ortadan kaldırmasıyla, ulusların da ortadan kalkacağı inancı devrimci çevrelerde yaygındı.

Sosyalist bilimin gelişmesi, zenginleşmesiyle ve sosyalist devrimlerin gerçekleşmesiyle, bu görüşün sosyalizmin ilk aşamasında ye emperyalizmin yaşadığı bir dönemde gerçekleşmeyeceği anlaşılmıştır. Sosyalizme geçişle ulusal imtiyazlar, büyük ulusların küçükleri ezmesi önlenmektedir, ama sosyalist devrim, hiç değilse ilk aşamasında ulusların ortadan kalkması sonucunu vermesi şöyle dursun, uzunca bir süre için ulusların, ulusal kültürlerin tam bir açılıp gelişme olanağına kavuşmalarım sağlamıştır.

Elbette ki böyle bir gelişme, Aleksey Tolstoy’un sözleriyle «Ulus denen nehirlerin bir gün gelip insanlık okyanusunda birleşecekleri» görüşünün gerçeklere uymadığının kanıtı sayılamaz. Hiç şüphe yok ki ulusal nehirler insanlık okyanusunda birleşeceklerdir. Ulusal sınırlar içinde hapsedilmiş durumda kalmakla yetinmeyecek olan insanlar, tüm insanlığın katkılarıyla bir insanlık kültürü yaratacaklardır. Ama bu, ancak, emperyalizm çağının ve daha önceki sömürü düzeninin, ulusal baskı altında tuttuğu ulusların tam bir ulusal gelişme olanaklarına kavuşmalarından ve kendi ulusal kültürlerinin bütün olanaklarını geliştirmelerinden sonra, bunları yeterli bulmamaları ve ulusal sınırları kendi iradeleriyle aşmalarıyla olabilir.

Okyanusun kıyılarına henüz varmadığımıza. göre, içinde yaşadığımız çağın en büyük gerçeği millet gerçeği olduğuna göre, bu çağın devrimci görevi, Türkiye toplumunun tam uluslaşmasını, bütün engelleri yıkarak gerçekleştirmektir.

Bu, dünya: yüzünde bütün ülkelerdeki devrimci güçler arasında dayanışmayla çelişen bir şey değildir. Burjuva sosyalizmine, dar görüşlülüğe kaçmayan en derin anlamıyla milliyetçilik,küçük burjuva insaniyetçiliğine, kozmopolitizme kaçmayan, gerçekten devrimci enternasyonalizmle çelişmez. Büyük Fransız sosyalisti Jean Jaures’nin ünlü sözünü’ burada tekrarlamanın yeri var.

«Milliyetçiliğin azı seni enternasyonalizmden uzaklaştırır, milliyetçiliğin derini seni enternasyonalizme götürür. Enternasyonalizmin azı, seni milliyetçilikten uzaklaştırır, enternasyonalizmin derim seni milliyetçiliğe götürür.»

Jean Jaures

Gerçekten, bugün ulusunun başı dik, insanca bir yaşantıya kavuşması için saldırgan Amerikan emperyalizmine karşı savaşan Vietnamlı savaşçı en derin, en saf anlamıyla milliyetçidir. Ama Vietnam milli kurtuluş savaşı bu dünyada yer almaktadır ve bütün ülkelerin’ devrimci güçlerinin bu savaş karşısında bir tutumu vardır, karşı devrimci güçlerin de olduğu gibi. Kore’den Cezayir’e kadar, Küba’dan Filistin’e karlar emperyalizmle mücadele halinde olan halkların olsun, sosyalist gelişme olanaklarına kavuşmuş olan halkların olsun, kendisiyle uluslararası devrimci dayanışma durumunda olduklarının bilincindedir.

O, Fransa’da fabrikaları işgal eden işçilerin Amerikan üniversitelerinde polisin copuna göğüs gererek Vietnam’da barış için gösteride bulunan Amerikalı genç aydınla, Jean Paul Sartre’larla, Bertrand Russel’larla dayanışma halinde olduğunun bilincindedir. Bu bilinç en derin en saf anlamıyla milliyetçi olan Vietnamlı savaşçıyı, aynı zamanda en derin anlamıyla enternasyonalist; yapar.

Bizim milli kurtuluş savaşımızda da, Türkiye’nin millicileriyle bütün dünyadaki devrimci güçler arasında uluslararası dayanışma kendiliğinden kuruldu. Sosyalist devrim bayrağını açmış olan Sovyetler Birliğinin varlığının, Doğu cephemizi emniyete almamızı kolaylaştırması ve bu; komşu ülkenin bizim için maddi ve manevi bir dayanak teşkil etmesi; batı proletaryasının kesin olarak yeni askeri maceralara; karşı çıkmasının, Karadeniz’de Fransız donanmasındaki isyan v.b. gelişmelerin Batılı emperyalistlerin elinde zinde kuvvet olarak; yalnız Yunan ordusunu bırakması; Yunanistan içinde bile ilerici güçlerin Anadolu savaşına karşı çıkmaları, ilk başarılı milli kurtuluş savaşını vermekte olan Türkiye’ye Doğunun ezilen halklarının derin bir sevgi ve bağlılık duymaları gibi uluslararası etkenler, Türk zaferi’nin elde edilmesinde bir ölçüde rol oynamıştır. Ve kurtuluş savaşımızın su katılmamış yurtsever. savaşçısı, aynı zamanda Türkiye toprağına saldıran askeri kuvvetin arkasında duran emperyalist sisteme dünya ölçüsünde karşı devrimci güçlerin kendi safında savaştıklarının, bilincindeydi. Bu bilinç milliciyi aynı zamanda enternasyonalist yapıyordu.

Adı üstünde, enternasyonalizm, millet gerçeğine dayanan bir kavramdır. Uluslararasıcılık diye çevirebileceğimiz, enternasyonalizmin ilkel maddesi, ulustur. Ulus gerçeğine dayanmayan bir enternasyonalizm havada kalır. Çok kez ulus gerçeğini. inkara kadar varan küçük burjuva insaniyetçiliğinin, yada. ümmetçiliğe dönüş özlemini yansıtan dini nitelikte kimi akımların, gerçek devrimci enternasyonalizmle ortak bir yanı yoktur.

Fikret’in «Ruy-i; zemin vatanım — Nev-i beşer milletim» (Yeryüzü vatanım – İnsanlık milletim) mısraını , zamanının şoven tahriklerine karşı şair tarafından öfkeyle söylenmiş bir söz olarak, hoşgörü ve anlayışla değerlendirebiliriz, ama millet gerçeğini atlayan böyle bir enternasyonalizmin bilimsel bir yanı yoktur.

Aynı şeyi Avusturyalı işçilerin türküsündeki «Anamız amele sınıfıdır – Yurdumuz bütün cihandır bizim» beyiti için de söyleyebiliriz.

Sosyalizmin bilimi meseleyi bambaşka şekilde koyuyor. Bu bilimi sindirmiş ve en derin anlamıyla devrimci enternasyonalizmi benimsemiş olan devrimcinin vatanı, kendi memleketidir ve milleti de kendi milletidir.

Ulus kavramını başka türlü yorumlayanlar ve ırk birliğini ulusun temel karakteristiği sayanlar var. Ulus ne bir ırk topluluğudur, ne de klanın genişlemesiyle. Teşekkül etmiş, tek bir kökenden gelen bir topluluktur. Örneği bugün Fransız ulusu, Galliler, Romalılar, Bretonlar, v.b. gibi ayrı ayrı ırkların birleşmesiyle meydana gelmiştir. Örneğin, özel bir. durumu olmak la birlikte, Amerikan ulusu dört kıtanın halklarının Kuzey Amerika’da toplanmasıyla ve kapitalist gelişmenin bu ülkede dil, toprak ve iktisadi yaşantı birliğini gerçekleştirmesi ile meydana gelmiştir. Uluslaşmış öteki halklar için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Tarih boyunca birçok uygarlıkların beşiği, çeşitli kavimlerin yurdu olmuş Anadolu’da yaşayan Türk ulusu da bu, bakımdan bir istisna değildir.

Bizde ırkçı ulus kavramı, Turancılık, ilkten Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküp dağılması döneminde Osmanlılık bilincine karşı bir tepki olarak belirmiştir. 19. yüzyılda toplumdaki gerici güçlerin dayanağı, feodal, teokratik bir devlet yapısına bağlılığı ifade eden Osmanlılığa karşı gelen imparatorluğun öteki kavimlerinin, örneğin; Yunanlılar, Bulgarlar gibi Balkan halklarının Bab-ı Aliye baş kaldırmaları, uluslaşma sürecine girmiş olmalarının bir sonuçuydu. Büyük toprakların, Türk ağalarının elinde bulunması, ve bunların yerini alacak sıra bekleyen bir derebeyler sınıfının, olmayışı sonucu, bu ülkelerde otomatik olarak, siyasi bağımsızlığa, feodal ilişkilerden arınmada ve uluslaşmada en önemli adım olan toprak reformu eşlik ediyordu.

Türkler için durum değişiktir. İmparatorluğu kuran kavim durumunda olan, imparatorluk nüfusunun büyük bir kısmını teşkil eden, teokratik devletin resmi dininden olan müslüman Türkler için, Osmanlı devletinin parçalanması görünüşte bir felaketti. İmparatorluğun Türk olmayan halkları için durum basitti: Kapitalist pazarın Osmanlı topraklarına girmesiyle ulus bilincine varmaya başlayan bu halklar, imparatorluğun savunucusu durumunda olan Türk çoğunluğa karşı savaşarak siyasi bağımsızlığa ve dolayısıyla, ulusal açılıp gelişme olanağına kavuşacaklardı.

Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünde çıkarı olan Avrupa’nın büyük devletleri kendilerine bunda destek almaktaydılar. Türklerin durumu çok daha çapraşıktı. Onlar, bir yandan tebaa ve ümmet olarak kendi kaderlerini imparatorluğun kaderine bağlı sayıyorlardı. Ama öte yandan ulusal bilinç Türkler arasında da kök tutmaya başlamıştı.

Yenilgiler Osmanlılık bilincinin gelişmesine ve Türk ulusçuluğunun ilerlemesine sebep oldu. Ama Türkler, imparatorluklar ölçüsünde düşünmeye alışıktılar; Ve yeni fikir akımı da bu alışkanlığı hesaba katmak zorundaydı. Ulusçuluk ülküsü, imparatorluğun Türklerin yaşadığı topraklarına hapsedilemezdi. Bir aşiretten başlayarak dünyanın en güçlü imparatorluğunu yaratmış olan Osmanlılığın yerini alacak olan yeni ülkü, yüce hedeflere yükselmeli, hayalleri tutuşturmalıydı.

Osmanlı İmparatorluğunun Türk olmayan ulusları bize karşı döndüklerine ve ayrı uluslar olarak kendi kaderlerini tayin etme yolunu tuttuklarına göre, Türk ırkından olanlar Balkanlardan Orta Asya’ya kadar birleşmeli, güçlü Turan imparatorluğunu kurmalıydılar. Dünyadaki Türk aslından çeşitli halklar arasında, ulusun temel karakteristiklerinden olan toprak ve iktisadi yaşantı birliği olmadığına göre, Turancılık gerçekler temeline dayanmıyordu, hayaldi. Turancılık, feodal teokratik Osmanlılık bilincine karşı milletçilik bilincini temsil ettiği ölçüde olumlu, ilerici bir akımdı. Kısas-ı Enbiya’nın yerini Türk mitolojisinin alması yolunda çabalar bizce olumlu, ilerici nitelik taşır. Ama Turancılık gerçek ulusçuluktan ayrıldığı, Türkiye Türk’ünün, feodal ilişkilerden arınmış demokratik bir ülkenin özgür vatandaşı olması anlamında uluslaşması davasını, doğru yolundan saptırdığı” bakışları Anadolu insanının meselelerinden başka yöne çevirdiği, gerçekçi olmayan bir hayale doğru yönelttiği ölçüde olumsuz, gerici bir akımdır.

Turancılık hakkında bir hükme varırken, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içindeki Türk olmayan halkların, hiç değilse bir kısmını kendi saldırgan emperyalist amaçlarının bir aracı olarak kullanma çabasında olan ve kaleyi içinden fethetmede oldukça başarı sağlayan İngiltere’nin, Fransa’nın ve Çarlık Rusya’sının ve bunların karşısında yer alan Almanya’nın, geçen yüzyılın sonlarında ve yüzyılımızın başlarındaki politikalarını doğru değerlendirmek gerekir. Gene bu akım hakkında, doğru bir değerlendirmeye varabilmek için, kırk milyonun üstünde Türk asıldan halkların yaşadığı Sovyetler Birliği’nde Ekim 1917 ihtilalini ve iki dünya savaşı arasında Almanya’da Nazizmin zaferinin bu bakımdan etkilerini göz önünde tutmak gerekir.

Türk mitolojisine dönmenin olumlu, ilerici bir davranış olduğunu belirttik. Ümmetçilikten çıkmağa ve uluslaşmaya başlayan bir halkın, kendi öz kültür kaynaklarına dönmesi tabii bir şeydir. Ve sınıfsız barbar bir toplumun üst- yapısı olan Türk mitolojisi, özünde, emeği ve emekçiyi yücelten unsurlar taşır. Örneğin Ergenekon Destanında topluma kara gününde yol gösteren, bir demircidir. Bey değil han değil, bir emekçi. Ve toplumun kurtuluşu, toplumdaki bütün fertlerin kollektif çalışmasıyla gerçekleşmektedir. İnsanin kollektif emeği Ergenekon’da demirden dağlar eritmektedir. Ergenekon Destanı özünde devrimci bir destandır, ama ona bugün Türkiye’de sahip çıkanların davranışlarını devrimci olarak nitelendiremeyiz. Bugünün Turancılarının yaptıkları şey, objektif olarak, demagojik bir sözcük olarak kullandıkları milliyetçilik sloganı altında milli güçler saflarını bölmeye çalışmak ve dolayısıyla Türkiye’nin Amerikan vesayeti altında sömürülen geri ülke durumundan çıkar sağlayan gayri milli unsurların ekmeğine yağ sürmekten başka bir şey değildir.

Gerçek Türk milliyetçisi, Türkiye’nin bugünkü bağımlı, geri durumunu hazmedemeyen ve Türkiye’nin insanının başı dik, insanca bir yaşantıya kavuşması için tek çıkar yolu, bilimin Ve gerçeklerin emrettiği yolu, devrim yolunu tutmak kavrayış ve yürekliliğini gösteren kimsedir, Ve bu milliyetçilik, misak-ı milli sınırları içinde yaşayan Türkiye vatandaşlarının ve Türkiye ile doğal bağları olup bunun bilincinde olanların eylemleriyle ispat edenleri kapsar.

Turancısına, Ergenekoncusuna şu soruyu sormak gerekir: Acaba niçin çarların ortaya attığı Slav Birliği ideali (pan slavizm) 1917′den önce Rusya Bati kapitalistlerinin bir yatırım ve sömürü alanı iken gerçekleşmemiştir de, bugün gerçekleşmiştir? Acaba niçin Almanya Cermen birliği sloganını, dünya savaşına doğru bir adım niteliği taşıyan bu sloganı ortaya attığında ortalık karışır ve böyle bir sloganı dost düşman herkes ciddiye almak zorunda kalır da, hatta anti- emperyalist bir niteliğe büründüğü sürece Arap Birliği davası bile ciddiye alınır da, bugünün Türkiye’sinde Turancılık sloganı kimse tarafından ciddiye alınmaz? Ve yurt dışındaki Türkleri bile uzun boylu ilgilendirmez.

Bu soruyu doğru cevaplandırmak gerekir. Ve doğru cevap bize, gerçek milliyetçiliği, Anadolu insanını başı dik, uygar ve mutlu bir, yaşantıya kavuşturma davasına sarılmaya yöneltecektir. Birçokları bunu yapmışlardır. Turancılıktan sosyalistler safına gelenler çoktur.

Turancılık konusu üzerinde dururken meselenin şu yanını da düşünmemiz gerekir: Tam bir ulusal açılıp gelişme şartlarına kavuşan ulusların, kendi ulusal kültürlerini bütün yönleriyle geliştirdikten sonra ulusal kültür sınırlarını aşmanın gereğini duyacaklarını belirttik. «Bir gün gelecek ulus denen nehirler İnsanlık okyanusunda birleşeceklerdir» sözünü tekrarladık. Ulusal kültür çitlerini aşma gereğini duyacak olan özgür ulusların ilk önce kendilerininkine en yakın kültüre sahip olan uluslara yaklaşmaları tabiidir. Örneğin Latin kökenden gelme dilleri konuşan ulusların ilk önce birbirleriyle kaynaşmaları akla yakındır. Slav ulusları, Arap ulusları v.b. için de aynı şeyi söyleyebiliriz.

Hiç şüphe yok ki, o aşamada, çağın uygarlık düzeyine çoktan ulaşmış ve ulusal kültürünü tam olarak geliştirmiş Türk ulusu ile, dünyadaki öteki gelişmiş Türk toplulukları arasında tabii bir yakınlaşma, bir kaynaşma yer alacaktır. O şartlarda, tarih boyunca Türk kavimleri içinde en büyük hayatiyeti göstermiş olan büyük bir tarihin, büyük bir kültürün mirasçısı olan Türkiye’nin Türklerini, doğu halkları, ilk milli kurtuluş savaşında emperyalizmi yendiğimiz ve milli kurtuluş savaşları çağını açtığımız zamanki gibi sevgi ile, saygı ile bakacaklardır. Ve elbette ki o şartlarda Türkiye dışında yaşayan Türkler de sosyalist Türkiye’mize yüzlerini çevireceklerdir. İnsanlık tarihinin daha ileri bir aşamasında, insanoğlunun ulusal kültür çitlerini aşma gereğini duyacağı bu aşamada, özel bir durumu olan Türkiye’nin, sözünü ettiğimiz o insanlık okyanusunun gerçekleşmesinde ilk mihrak noktalarından biri olması pekala mümkündür; yeter ki bugünden devrim yolunu tutabilelim. Henüz treni kaçırmış değiliz.

Bu söylediklerim sosyalizmin bilimi ile çelişen bir hayal değildir. Ve Türk devrimcisinin gerçek Türk ulusçusunun, Türkiye’nin geleceği için böyle hayaller kurması iyi bir şeydir, sıhhatli bir şeydir.

Gerekli devrimci adımları atarak, tam bir ulusal gelişme olanaklarına kavuşan bir Türkiye’de, etnik toplulukların durumu ne olacaktır? Özellikle Kürt meselesi nasıl bir çözüme bağlanacaktır?

Türkiye’de ulus gerçeğini ele alan bir konuşmada, sayıları, resmi istatistiklere göre (ki bunların abartılmış sayılar olduğuna inanmak için sebepte yoktur), iki buçuk milyonu bulan Türkiye Kürtlerinin bu bakımdan durumunu ele almamak, bilimsellikle, ağırbaşlılıkla bağdaşan bir davranış olamaz. Türkiye’de bir Doğu meselesi vardır ve bu mesele üzerine eğilmek ve Türkiye’nin çıkarlarına uygun çözüm yolları aramak bir yurtseverlik görevidir. Biz, uzun yıllar bu görevi yerine getirmedik, bu meseleyi tabu saydık. Bu yüzden öyle bir durum meydana gelmiştir ki, bugün Türkiye’nin bu en önemli meselesiyle, Türklerden gayrı hemen herkes ilgilenmektedir. Belli başlı Batı üniversitelerinde Kürdoloji kürsüleri vardır. Örneğin CIA’nın kadro ikmalini yaptığı önemli bir kaynak olduğu söylenen Amerika’nın Harvard Üniversitesi’nde,ya da Washington’daki George Town Üniversitesi’nde, yabancı diller arasında Kürtçe, en az Türkçe kadar önemli bir dil sayılmaktadır. Batıda olduğu gibi SSCB’de de Kürdoloji önemli bir araştırma alanıdır. Dünyanın en ünlü Kürdologları Rus’tur. Kürtler adına konuştuğunu iddia eden birçok örgütler, gruplar v.b. Almanya’dan Amerika’ya kadar yoğun bir faaliyet içindedirler ve bunların meseleyi (Kürtler dahil) Türkiye halkının gerçek çıkarları açısından koydukları ve petrol kaynakları bakımından pek önemli sayılan dünyanın bu bölgesinde, emperyalizmin uzun vadeli çıkarlarına uygun biçimde davranmadıklarını söylemek zordur.

Bu durumda biz, millet konusunu inceleyen bir konuşmada tabulara uymayı ve en önemli bir memleket meselesini susarak geçmeyi, gerçek yurtseverlikle bağdaşmayan bir taviz sayıyoruz. Ve kısaca da olsa, bu konu üzerinde duracağız.

Biz tarihimizin en çetin günlerinde, Sivas Kongresi sırasında, Kurtuluş Savaşı süresince ve Lozan’da Misak.ı Milli sınırları içinde yaşayan bu iki kardeş kavmi, Türklerin ve Kürtlerin varlığını resmen kabul ettik ve bu tutumumuz, Türkiye halkının birliğini zedelemedi, tersine bu birliği perçinledi. Biz Sakarya’da, Afyon’da, düşmanla kesin savaşlara giriştiğimiz zaman Doğu’da bir meseleyle karşılaşmadık. Kurtuluş Savaşında ülkenin Kürtlerle meskun bölgelerinde bir Çapanoğlu isyanına, bir Delibaş isyanına, Çerkez Ethem olayına benzer hareketler olmadı. İsyanlar diyarı Doğu Anadolu’da tarihimizin en çetin günlerinde isyan olmamıştır. (*)

(*); Buraya Ulus gazetesinde yayınlanmakta olan «İnönü’nün Hatıraları» başlıklı tefrika yazısından Kürtlerin Milli Mücadelede davranışlarını anlatan kısmı aktarmayı gerekli buluyoruz. İnönü bu konuda şöyle diyor:

«… Milli Mücadele esnasında ve Lozan müzakereleri devam, ederken, Kürtler umumi olarak Türk camiasında bulundular ve memleket birliğini muhafaza etmek, milli hükümeti kuvvetli bulundurmak için arzu İle yardımcı oldular. (…)

«BİZ TÜRKLER VE KÜRTLER»

** «Sevr Muahedesiyle Kürtler, Türkler gibi vatanı tehlikeye maruz gördüler. Çünkü Sevr Muahedesi hükümlerine göre, Doğu Anadolu’da Ermenistan hududu bitişiğinde bir Kürdistan Devleti kurulacaktı. Kürtler, Türk vatanının, bilhassa Doğuda, Ermeni tehlikesine maruz kalacağını biliyorlardı. Milli Mücadelenin devamınca canla başla beraberlik gösterdiler. Sonra Lozan Muahedesi yapılırken de, Kürtler, vatansever olarak Türklerle beraber bulunmuşlardır. Kürtler, Ermeniler gibi Lozan’a gelip bize müracaat etmediler.’ Hatta biz Lozan’daki konuşmalarımızda, milli davalarımızı’Biz Türkler ve Kürtler’ diye bir millet olarak müdafaa ettik ve kabul ettirdik. Şeyh Sait İsyanı, Kürtlerin bu umumi tutumundan ayrılan bir sapmadır…» (Ulus, 31 Mart 1969), [Aydınlık’ın notu.]

Aynı şey, imparatorluğun çöküp parçalandığı daha önceki dönem için de doğrudur. 1806′da, Abdurrahman Paşa isyanıyla başlayan 19. yüzyıl Kürt isyanları zinciri, Bab-ı Ali’nin merkezi otoriteyi güçlendirme çabasına karşı Doğu derebeylerinin direnmesinden doğmaktaydı. Osmanlı yönetimini merkezileşmeye doğru iten başlıca etken, kapitalist pazarın Anadolu’ya yayılmaya başlamasıydı. 1806′dan önce, yüzyıllar boyunca, Osmanlı ile Doğu Anadolu’nun Ekrat beylikleri ahenk içinde yaşamışlardır.Ekrat beyleri nisbi bağımsızlıkları karşılığında, gönüllü olarak imparatorluğun Doğu sınırlarının bekçiliğini ediyorlardı.

1880 Nehri isyanının, 19. yüzyıl boyunca birbirini izleyen Kürt isyanları serisini sona erdirmesinden, 1925′te Şeyh Sait isyanına kadar geçen 45 yıl içinde, Doğu Anadolu’da kayda değer bir isyan hareketi olmamıştı. Oysa bu dönem, imparatorluğu teşkil eden öteki ulusların Osmanlı Devletine baş kaldırma hareketlerinin yoğunlaştığı dönemdir. Bu dönem sonunda imparatorluk yıkıldı ve Misak-ı Milli sınırları içine çekilen Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Sivas Kongresinde ve Lozan’da ifade edildiği gibi, Misak-ı Milli sınırları içinde yüzyıllar boyunca kader birliği etmiş ve aralarındaki birlik, en çetin tarihi sınavlarda denenmiş iki kardeş kavim yaşar: Türkler ve Kürtler.

Burada, 1925′ten bu yana Doğu’da gütmüş olduğumuz asimilasyon (Türkleştirme) politikasına, Türk hükümetini iten sebepleri ayrıntılı olarak incelemenin gereği yok. Hiç şüphe yok ki, Şeyh Sait isyanı dolaylı olarak da olsa, İngiliz emperyalizminin çıkarları paralelinde bir irtica hareketiydi. Hilafetin ve Saltanatın başlıca dayanaklarından Nakşibendi tekkesi Şeyhinin, Türkiye’de hilafetin yeniden kurulmasını amaç edindiğini ilan eden Arapça fetvasıyla başlayan, dünya tarihinde emperyalizmi bir milli kurtuluş savaşında ilk olarak yenmiş bir devrimci düzene karşı bir Şeyh Sait isyanı, özünde, gene Nakşibendi tekkesinin kışkırttığı bir Menemen isyanından farklı değildir.

Şeyh Sait isyanına, milli nitelik yakıştırma yolundaki çabaların gerçeklere uymadığı ve ilericilikle bağdaşmadığı görüşündeyim. Kürt isyanlarında, tenkil kuvvetlerinin bazı hallerde aşırı sertliğe başvurmalarının gereksizliği, bu isyanların niteliğini değiştirmez. Çağımızda milli hareketler emperyalizme karşı ve öteki milli kurtuluş hareketlerinin paralelinde, onlarla dayanışma içinde olur. Bir milli kurtuluş savaşından muzaffer çıkmış olan Mustafa Kemal Türkiye’sini parçalamayı ve zamanın tek sosyalist ülkesi Sovyetler Birliği çevresinde Batı emperyalistlerinin kurmaya çalıştıkları «Sağlık Kordonu», bir kukla tampon devletle güçlendirmeyi amaç edinen emperyalizmin desteklediği bir hareket, milli hareket değildir. Ve hele, milli hareket, özünde anti – feodal köylü hareketidir. Şeyhlerin, İngiliz muhibbi seyitlerin önderliğinde milli hareket olmaz.

Ama Şeyh Sait isyanının niteliği ne olursa olsun, bu isyan, Doğuda,1925′ten sonra izlenen asimilasyon (Türkleştirme) politikasının gerekliliğinin kanıtı olamaz. İsyan kışkırtıcılığı eden gerici feodal güçler, ancak, feodalizme karşı mücadeleyle, toprak emekçisini özgür vatandaş payesine yükseltmeyi hedef tutan demokratik devrimle tasfiye edilir. Asimilasyon politikası ise, demokratik mücadeleyi gölgelemiştir. Çünkü feodal ilişkilerden arınmış bir toplumda, özgürlüğe kavuşan toprak yöneticisi, kendi anadilini kullanmakta, kendi etnik değerlerine sarılmak ta da özgür olduğunun bilincine varacaktır ve asimilasyon politikasına karşı direnecektir. O halde, asimilasyon politikasını uygulama çabasında bir iktidar, ister istemez anti-feodal mücadeleyi gevşek tutacak, demokratik özlemlerini karşılayamayacağı, özgür köylü sınıfının oluşmasına engel olacak, feodallerle uğraşacaktır. Nitekim Doğuda bu olmuştur. Doğunun, ülkenin öteki bölgelerine kıyasla, daha da geri bırakılışının açıklanmasını hiç değilse kısmen, bu asimilasyon (Türkleştirme) politikasında aramak gerekir. Üstelik asimilasyon politikası, çağdaş tarihte dünyanın hiç bir ülkesinde bu politikayı uygulayan ulusun lehine sonuç vermemiştir. Çarlık Rusya’sının güttüğü Ruslaştırma politikasının tam bir başarısızlığa uğraması, bunun en tipik örneğidir. Türkiye’de bu bakımdan bir istisna olmamıştır. Bugün valilerin tercümanla dolaştığı Doğunun altı ilinde, Türkçe bilmeyenler nüfusun çoğunluğunu teşkil etmektedir ve 1925′ten bu yana haberleşmede, ulaştırmada ve eğitimde gelişmelere rağmen Türkçe bilmeyen nüfus oranında bir azalma olmadığını tahmin edersek, gerçeklerden pek ayrılmış olmayız. Asimilasyon politikasını, Doğunun demokratik gelişmesine engel teşkil ettiği, bu bölgenin nisbi geriliğine sebep olduğu ve üstelik tam tersi sonuçlar verdiği, Türkiye’de milli birliği güçlendirmek şöyle dursun, Doğu Anadolu’yu, Türkiye’ye karşı emperyalist fesat planları için elverişli bir alan haline getirdiği besbellidir. Biz, Sivas Kongresinde, Lozan’da olduğu gibi, Türkiye’de kardeş Kürt topluluğunun varlığım kabul etmenin ve merkezi, laik bir cumhuriyet maarifi denetiminde, Kürtlere kendi anadillerini kullanma olanağını sağlamanın, emperyalist fesat kaynaklarını kurutacağı, Türklerle Kürtler arasındaki tarihi kardeşlik bağlarını, ulusal birliği daha da güçlendireceği inancındayız. Buna paralel olarak, bütün ülkeyi kapsamına alan köklü bir toprak reformu ve bu reforma paralel olarak atılacak demokratik devrim doğrultusunda adımlar, ülkenin bu geri bölgesini, feodal ilişkilerden arındıracak, derebey ve şeyh, sömürü ve tahakkümüne son verecek, Doğunun çilekeş toprak emekçisini toprak köleliğinden kurtaracak, onu vatandaş payesine ulaşmış özgür köylü durumuna yükseltecek, özgür köylünün bu bölgede de toplumsal gelişmeye ağırlığını koyabilmesi olanağını sağlayacaktır. Ayrıca sınai yatırımlar alanında, Türkiye’nin Batısıyla Doğusu arasında eşitliğin gerçekleştirilmesi, Doğuda işçi sınıfının gelişmesine yol açacak ve devrimci gücün, Doğuyu gerilikten kurtarmada önemli bir etken olabilmesi şartlarını yaratacaktır. Bu, Doğuda Türkiye’nin tam bağımsızlığının gerçekleştirilmesiyle birlikte, milli demokratik devrimin belli başlı görevlerinin yerine getirilmesi demektir ve Doğu için biricik demokratik, biricik devrimci ve aynı zamanda (gerçek; milliyetçilik anlamında) biricik milli politika budur.

Belirtmenin gereği yok: Türkiye’de milli güçlere dayanmayan onları temsil etmeyen bir iktidar, böyle bir politikayı izleyemez. Böyle bir politikayı ancak milli demokratik devrimi gerçekleştirmeyi, Türkiye’yi tam bağımsız ve gerçekten demokratik bir ülke durumuna yükseltmeyi kutsal amaç bilen, Türk toplumundaki bütün milli güçlerin temsilcisi bir halk iktidarı yürütebilir. Onun için bu söylediklerimiz, AP iktidarına hitap eden bir uyarma değildir. Bir yandan «Amerika’nın Türkiye’deki varlığını azaltmasından yana olmayan», öte yandan nüfusun % 65′i okuma-yazma bilmeyen bir ülkede, sınırlı eğitim imkanlarını her ilde imam-hatip okulları açmaya tahsis edeceğini resmen ilin eden bir AP iktidarının, Doğu meselesine el atmasından hayır ummak safdillik olur. Beterin beteri vardır. Ve Doğu Anadolu’da, petrol şirketlerinin emrinde bir ikinci Kuveyt şeyhliğinin kurulması, Kürtler dahil bütün Türkiye için çok daha büyük bir felaket olur.

Türkiye’de etnik topluluklar için ve özellikle Kürtler için, anadil ve kültür eğitiminin, merkezi, laik, devrimci bir cumhuriyet maarifi yönetiminde olmasını gerekli gördüğümüzü belirttik. Rum, Ermeni ve Yahudi azınlıklar için eğitimin yönetimi, aslında bir dini kurum olan cemaate bırakılmıştır. Bu, laiklik ilkesiyle çelişen bir durumdur. Bu çelişkinin ortadan kaldırılması, söz konusu azınlıkların Türk çoğunluğu ile kaynaşmasını olumlu biçimde etkileyecektir.

Ama, anadil ve kültür derslerinin, bugün ağa ve şeyh tahakkümü altındaki Doğuda başıboş bırakılması, demokratik gelişmeye aykırı düşen durumlara sebep olabilir. Arapça fetva ile isyana girişen Şeyh Sait’in izinde yürüyen gerici tutumun, Doğuda laik okul yerine medrese açması pekala mümkündür. Köylünün demokratik mücadelesinin, bağımsızlık ve toprak reformu için mücadelesinin Söke’de, Akhisar’da, Ödemiş’te, Elmalı’da görülmesi ve çok daha yoğun bir sömürünün sürmekte olduğu Doğuda toprak emekçisinin henüz sesini yükseltmemiş olması, Doğuda feodal boyunduruğun ağırlığını ve bizim bu konudaki tutumumuzun doğruluğunu kanıtlar.

Bizim bu konudaki görüşümüz, sosyalist teorinin ulusların kendi kaderlerini tayin etme ilkesiyle bağdaşan bir görüştür. Ulusların kendi kaderlerini tayin etme ilkesi, mutlak bir şey değildir ve şartlar ne olursa olsun her ulusun mutlaka ayrılarak ulusal devlet kurması gerektiği anlamını taşımaz. Yüzyılın başlarında ulusların kendi kaderlerini tayin etme ilkesinin, Rus Sosyal Demokrat Partisinin programında çıkarılmasını savunan Polonyalı Marksistleri en sert biçimde eleştiren ve bu ilkeyi savunan Lenin, örneğin Polonya’nın Çarlık Rusya’dan ayrılarak bağımsız devlet kurmasına kesin olarak karşıydı. Ulusların ayrılıp devlet kurma hakkı, boşanma hakkına benzetilir. Vatandaşın boşanma hakkı Medeni Kanunda yazılı bir haktır ve boşanmak için kesin sebepler olduğunda, vatandaş bu hakkını kullanabilmelidir. Ama bu, boşanma hakkından yana olan bir kimsenin, boşanmadan yana olduğu, herkesin bekar yaşamasından yana olduğu anlamına gelmez.

Tarihi köklere dayanan, Türklerle Kürtler arasındaki kardeşliğin, Türkiye’de ulusal birliğin, Türkiye’nin toprak bütünlüğünün, hangi biçimde olursa olsun baltalanması, hem Türklerin, hem Kürtlerin gerçek çıkarlarına aykırı sonuçlara varır ve dünyanın bu bölgesinde emperyalizmin durumunu güçlendirir. Doğu meselesi, ancak misak-ı milli sınırları içinde, hem Batıyı hem Doğuyu kapsayan milli demokratik devrimi gerçekleştirmekle çözüme; bağlanabilir.

Şimdi özetleyelim:

Bir tarihi kategori olan ulus, dil, toprak ve iktisadi yaşantı birliğine ve ulusal kültürde birlikten gelme ruhi şekillenme birliğine dayanır. Ulus bu olduğuna göre, gerçek ulusçu bütün ulusun malı, ulusal dil uğruna; ulusun üzerinde yaşadığı toprağın bütünlüğünü, o toprağı ancak o ulusun bir bütün olarak tasarrufunu ve ulusal bağımsızlığı kapsayan toprak birliği uğruna; feodal,bölünmeye son verilmesi ,anlamını taşıyan iktisadi yaşantı birliği uğruna; ulusal kültür uğruna; ulusal ruhun, ulusal bilincin tüm ulusça benimsenmesi uğruna mücadele ,eden kimsedir.

Kısacası gerçek milliyetçi, ulusal bağımsızlık, gerçek demokrasi, ümmetçiliği ve kozmopolitliği reddeden ulusal kültür uğruna savaşandır.

Buna karşılık, ulusun bağımlı ve feodal bölünmeye uğramış durumda sınıf çıkarı olan, ulusal kültürün açılıp gelişmesi önüne engeller diken kimsenin ağzında ulusçuluk, gerçekliği olmayan demagojik bir sözcüktür.

Her ne kadar ulus sloganını ilk ileri süren, devrimci çağında burjuvazi olmuşsa da, bugün artık bütün dünyada ulusçuluk bayrağı, emekçilerin ellerinde dalgalanmaktadır

Ulusçuluk, devrimci enternasyonalizmle çelişen bir kavram değildir. Ama ulusçuluk, ulus gerçeğini reddeden kozmopolitizm ile bağdaşamaz. En derin anlamıyla ulusçuluk, insanı enternasyonalizme götürür. Devrimci anlamıyla enternasyonalizm, insanı ulusçuluğa götürür. Ulus gerçeğini inkar eden, yüzeyde kalan enternasyonalizmdir. Devrimci enternasyonalizmi reddeden, derinliği olmayan ulusçuluktur.’

Kapitalizmle ortaya çıktığı ve kapitalizm ile birlikte geliştiği halde, ulus, kapitalist sömürü düzeninin yerini, sosyalist düzenin almasıyla hemen ortadan kalkmamaktadır. Tersine emperyalizmin tarihi gelişmelerini durdurduğu birçok uluslar, ancak sosyalist düzen içinde ulusal kültürlerini engelsiz geliştirme olanağına kavuşmaktadırlar.

Irk, birliğini ulusun; temel karakteri sayan görüş, bilime ve tarihi gerçeklere aykırıdır, yanlıştır. Irk birliğini esas alan Turancılık, Osmanlılığa karşı bir tepki olarak ortaya çıktı. Ama bu akım, gerçek ulusçulukla bağdaşmayan bir yola girdiği, Türkiye Türk’ünün bağımsız ve feodal ilişkilerden arınmış demokratik bir ülkenin özgür vatandaşı payesine yükselmesi anlamında uluslaşma davasını devrimci yolundan saptırdığı, dikkatleri Anadolu insanının asıl meselesinden başka yöne çevirdiği için, emperyalizmin ve yerli – işbirlikçilerin işine gelen gerici bir akım haline gelmiştir. Bugünün Turancıları, milliyetçiliği demagojik bir silah olarak kullanarak, milli güçler saflarını; bölmeye çalışmaktadırlar.

Millet gerçeği konusu kapsamına, Türkiye’deki etnik topluluklar meselesi, özellikle Kürt meselesi de girer. Türklerle Kürtler arasındaki birlik ve kardeşlik, tarih sınavından geçmiştir. Sivas Kongresinde ve Lozanda misak-ı milli sınırları içinde bu iki kardeş kavmin birlikte yaşadığı gerçeğini açıkça ifade ettik. Bu davranış tarihimizin en çetin anında bu birliğin zayıflamasını değil güçlenmesini sağladı. Bir deve kuşu siyaseti olan ve başarısızlığı, Türkiye’nin aleyhine bir durum yarattığı sabit olan asimilasyon politikası bırakılmalı, Sivas Kongresindeki ve Lozan’daki durum benimsenmelidir. Türkiye’deki ulusal birliğin, Türkiye’nin toprak bütünlüğünün, hangi biçimde olursa olsun baltalanması, hem Türklerin, hem Kürtlerin gerçek çıkarlarına aykırı sonuçlara varır, emperyalizmin işine yarar. Doğu meselesi ancak, Kürtlere kendi ana dillerini kullanma hakkının, merkezi, laik cumhuriyet maarifi denetiminde tanınmasıyla ve aynı zamanda milli demokratik devrimin hem Doğuda, hem bütün Türkiye sathında bütün derinliğiyle gerçekleştirmekle çözüme bağlanabilir.

Geniş bir konu olan millet gerçeği kavramının kapsadığı meseleler hakkında burada söylenecekler bunlardır.

Bu önemli konu devrimci bilim ışığında, bütün ayrıntılarıyla, bütün yönleriyle aydınlatılmalıdır. Aydınlatılmalıdır ki konuşmamın başında sözünü ettiğim sis dağılsın. Sağolun.

Yunus Emre Aslında Ne Dedi? Melamilik Üzerine

Tahmini Okunma Süresi: 5 dakika

Kenan Göçer ile Yunus Emre üzerine olan sohbetimizin ikinci bölümünde Yunus Emre’nin de içinde yer aldığı Melami tasavvufi geleneğin kurucu ilkeleri ve ayırt edici özellikleri üzerine konuşuyoruz. Son bölümde ise tartışmanın devlet ve sermaye eleştirisi için ne gibi içerimleri olduğuna odaklanacağız.

Yurtseverce: Hocam şimdi Melamiliğin ayırıcı unsurlarının altını bir çizsek. Meslek vurgusu var, cezbe meselesinin bu kadar merkezde olmaması var. Melamilik nedir, sizin için Melamiliği anlamlı kılan unsurlar nelerdir. Yunus’u burada nasıl görebiliyoruz?

Kenan Göçer: Bir defa Melamilik’te kendi mesleği ile geçinme var. Başkasının himayesine dayanmadan kendi mesleği ile yaşamını idare etme var. Bu Horasan’dan başlayan, Türkler arasında yaygınlaşan bir uygulama ama bunun sadece Türkler arasında kaldığını da sanmıyorum. Farslar ve Kürtler arasında da yaygınlaştığını düşünüyorum. Ayrıca Horasan üzerinde de durmak gerekiyor. Fakat bu meslekli oluş muhtemelen Bağdat sufiliğine bir tepki. Bağdat sufiliği nedir? Türkçe ifade edersek, Akbudun’u yani yönetenleri pek rahatsız etmeden, biz sizin işlerinize karışmıyoruz, siz de bizim işimize karışmayın, bırakın biz de burada Allah’ı bulalım diyenlerin yoludur. Şehrin içerisinde tekkesi olan, sürekli Allah’a nasıl ulaşabilirim konusunu merkeze alan bu yapı ister istemez itibarlı bir çevre oluşturuyor. Kolay kolay giremiyorsunuz içine. Gerçi çok elitist bir yapı içerisinde olduğu da söylenemez, çünkü içerisinde Hallac-ı Mansur gibiler de var. Aslında isminin mahlasında Hallac olduğu için onu da Melamiliğe dahil edebiliriz, ama oralardan etkilendiği için onu da Bağdat sufiliğine dahil ediyorlar. Gelgitlerin olduğu bir kişilik gibi görünüyor. Hallac karakteri önemli, çünkü gerek Yunus gerek Niyazi Mısri, gerekse de Şeyh Bedrettin’de Hallac’a vurgular, selamlar çok fazla.

Bağdat sufiliği ister istemez bir sınıf üretiyor. Bu sınıf, giyim tarzıyla, tekkesiyle, zikriyle çok belirgin bir şekilde bir kast sistemine dönüşüyor. Melamilik işte bu şekilciliğe karşı; yani Allah’a ulaşmanın bir zikir tarzı mı olur? Bir yöntemi mi olur, bir giysisi mi olur, mekânı mı olur, zamanı mı olur, yani Allah’a ulaşmak her zaman mümkün olan bir şeydir. Melamilik bu şekilciliğe karşı oluşan bir tepkidir. Siz Bağdat sufiliği içinde de olabilirsiniz ama Melami bir tavrınız olabilir. Bu Horasan’da biraz daha mayalanmış, yani üzerinde durulmuş, giderek büyüyen bir şey fakat kendisini göstermediği için daha çok Bağdat sufiliği içinde ele alınmış gibi görünüyor. Yani siz adınızı koymadığınızda, etiket yapmadığınızda birileri sizi kendi başlığı altında ele almak istiyor. Siz de kategorik olarak herhangi bir yapının içinde olabilirsiniz ama içten içe öteki tavrı sürdürüyor olabilirsiniz. O yüzden Melamilik öyle çok tanımlamaya gelecek bir şeymiş gibi de görünmüyor. Karamustafa, “Melamilik kayboldu” diyor, ama zaten tarzları bu, kendilerini ortaya çıkarmıyorlar. O yüzden kaybolmuş gibi gözüküyorlar ama aslında kendilerini gizledikleri için ortadan kayboldukları söylenemez.

Yurtseverce: Hocam Kalenderilik ve Haydarilik ile Melamilik arasındaki fark üzerinde biraz durabilir miyiz? Sanki ilk bakışta Kalenderilik daha protest, daha aktivist bir çizgide duruyor. 60’ların hippi tarzı var olma biçimini andırıyor gibi… Yarı çıplak gezenler, küpeli adamlar, toplumsal normları çigneyenler… Melamilik ile arasındaki fark nedir? Bir açıdan sanki arada fark yokmuş gibi duruyor. Yani Melamilik de kurtuluşu bireysel düzlemde arıyor; diğer Melamilerle bir araya gelip birlikte bir değişiklik arama gibi bir tarzı yok. Bu açıdan bakınca Kalenderi, Haydari geleneklerin takipçilerinin daha eylemci bir çizgide olduğunu düşünmek mümkün mü?

Göçer: Kalenderiler ve Haydariler aslında Bağdat sufiliği içinde olan babalarına karşı bir tepkiyle buralara yöneliyorlar. Bağdat sufiliği bir statü ve itibar oluşturuyor. Bu itibara çok keskin bir şekilde itiraz etmek üzere ve büyük ölçüde bu sûfîlerin çocukları Haydari ve Kalenderilerin içinde yer alıyorlar. Bunlar gruplar halinde topluca geziyorlar, şehirlerin kenarlarına yerleşiyorlar ama şehirlilerin kendilerini görecekleri şekilde davranıyorlar. Toplu halde şehre gidip dileniyorlar ama şehrin kıyısında yaşıyorlar. Biz buradayız ama sizi reddediyoruz, der gibi bir hareket; bu yönüyle aktivist, fakat Bağdat sufiliğini reddeden bu Kalenderi ve Haydari gruplar da bir süre sonra kendi içlerinde bir statü oluşturuyorlar. Onların liderleri de bir müddet sonra karşı çıktıkları statüleri kendi içlerinde oluşturuyorlar. Çünkü Kalenderi ve Haydariler’in şefleri Bağdat sufilerinin oğulları oluyor. Şöyle ifade edecek olursak, diyelim ki iktidara karşı bir hareket oluştu, iktidara karşı oluşturduğumuz hareketin başına iktidardan birinin oğlu geçiyor. Ne oluyor, bir süre sonra düzen onun etrafında oluşmaya başlıyor. Yani itibara karşı çıkarken bile itibarlı bir konumla karşı çıkıyorsunuz. Böylece aynı tuzağa düşmüş oluyorsunuz. Melamilik ise bu tuzağın, bu paradoksun farkında. Aktivist olalım, ama öte yandan aktivist olmanın oluşturduğu bir itibar ve dolayısıyla bir kibir de var. Melamilik bunlara karşı şunu söylüyor sanki: Babalarınız oturan itibarlı, siz ise gezen itibarlısınız.

Yurtseverce: Melamilik için şöyle bir şey söylenebilir sanki: Sizin de ifade ettiğiniz gibi, tanımlamak çok güç ama hepsi kendisine bir şekilde Melamiyim diyor. Ahi Evren de Melamiyim diyor, bir başkası da söylüyor, tanıma sığmaz, çerçeveye sığmaz bir tarafı da var hakikaten. Sanki illegal bir duruşları var gibi, ne dersiniz?

Kenan Göçer: Açıktan kimse Melâmîyim demese de, bir şekilde şiirlerde veya sözlerde bunun izi bulunabilir. İktidar, tanımlananlarla daha kolay mücadele eder. Dünya sistemine karşı oluyorsunuz ama olunan şey Greenpeace yani… Sizin hal ve hareketleriniz, yapabilecekleriniz iktidar tarafından öngörüldüğü an sizin karşı olmanızın, muhalefet olmanızın etkili olan bir yönü yok. Ortadoğu’nun dünya sistemi için ürkütücü olan yanı hareketlerinin öngörülememesi. Öngörülebilir olduğunuz zaman isterseniz dünyanın en büyük muhalefet hareketi olun hiç sorun değil, sizin kurgunuz, matematiğiniz ortaya çıkınca mücadele etmek kolaylaşıyor. Melamilik bu matematiğin ortaya çıkmasına karşı; dünya tarihinde görülmüştür ki, dünyanın en büyük muhalefeti kendi matematiğini, algoritmasını iktidara verdiği an hangi argümanı geliştirirse geliştirsin hiçbir önemi yok. Dijital ağlara girmeden bir muhalefet örgütlediğiniz anda gücünüz ve etkiniz artacaktır.

Yurtseverce: John Holloway’in 2000’lerin başında çok tartışılan bir kitabı vardı: “İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek”. Daha ziyade Marksistler arasında tartışılan, iktidar olmadan, onun dilini benimsemeden bir muhalefet etme biçimini ileri süren bir kitaptı. Oradaki iddiayı andırır bir şey söylüyorsunuz.

Kenan Göçer: Aynen öyle, çünkü Kalenderiler bir cemaat sonuçta. Topluluk içinde yaşadıkları için ve toplumun da her türlü kural, düzen ve yasalarına karşı olunca… Öyle olduklarında iktidar diyor ki, bunların karnını doyurun gönderin. Hatta öyle ki iktidarın en büyük temsilcileri onlara sofra kuruyor, karınlarını doyuruyorlar. Çünkü vermediklerinde sorun çıkaracaklar. “şunlara kaç günlük istiyorlarsa yemeklerini verin de, alsınlar gitsinler, biz kendi işimize bakalım” şeklinde yaklaşıyorlar. Kalenderiler için de, onları rahatlatan bir durum. “Bakın bizim de muhalefetimiz var ama hiç sorun değil” deyip kendi toplumsal meşruiyetlerini de sağlamış oluyor. Dolayısıyla en zor olan o pasif dediğiniz Melamilik, onunla baş edilmesi zor.

Yurtseverce: Yunus’un ismini Taptuk Emre veriyor. Muhtemelen başka bir ismi vardı. Bu isim meselesinde Anadolu’da çok garip bir durum var değil mi? Mesela Geyikli Baba, Barak Baba, Garip, Dertli; yani kendi ismi yok. Kendi isimleri yok, hem hayvan, hem bitki isimleri var. Çok ilginç değil mi? Bir takım sıfatlar var, bazen meslek adları var. Bununla ilgili ne söylersiniz hocam?

Kenan Göçer: İşte birikim dağıtmaya benliğinden başlıyor. Siz kendi isminizi terk edebilir misiniz? İsminiz üzerinden bir birikim, bir kredi yapmışsınız onu terk etmek çok güç değil mi? Ama onlar önce isimlerini terk ederek başlıyorlar. Başka bir toplumda yaşıyorsunuz ama isminiz yok, size ismi o toplum veriyor. Sıfırdan kuruyorsunuz. Kendinizi ancak bu şekilde var edebilirsiniz. Diğer türlü de toplum size isim veriyor ama size aynı zamanda kendi normlarını vermiş oluyor.

Yurtseverce: Melamiliği kurumsallaşmış muhalefet biçimlerinden ayrı bir yere koyarak değerlendirdiniz. O zaman şu soru ortaya çıkıyor; diğerleri başarısız ise Melamiliğin başarısı nedir?

Kenan Göçer: Melamiliğin başarısı başarısızlığından kaynaklanıyor. Yani başarıya ulaşmayı hiçbir zaman düşünmedikleri için başarılılar. Burada başarı ile iktidarı özdeşleştiriyorum. Başarıdan, bir güç elde etmeyi anlıyorum. Dolayısıyla güç elde etmek, başarılı olmak gibi bir dertleri olmadığı için başarılılar.

Yurtseverce: Peki, İyonya’da örneği  görülen izonomiyi kurmayı amaçlayan bir yapısı var mı Melamiliğin?

Kenan Göçer: Var olduğu görülüyor. Nasıl görülüyor mesela? Siz meslekli olmaya vurgu yapıyorsunuz, mesleksiz olanları yanınızda barındırmıyorsunuz… Herkesi yapabildiği ölçüde meslekli olmaya yöneltiyorsunuz. Fakat kazançlarınızı biriktirmiyorsunuz, dağıtıyorsunuz. Zaten Ahmet Güner Sayar ile Sabri Ülgener’in dikkat ettikleri yer burası. Ama özgürlükçü iktisadı öncelediklerinden dolayı içten içe hayıflandıkları seziliyor. Hayıflandıkları nokta, “Neden bunlar dağıttı, biriktirselerdi de bir şeyler yapsalardı olmuyor muydu?” gibi düşünüyorlar. Fakat onlar biriktirmediler ve etraflarına verdiler. Hem mesleğe, çalışmaya önem veriyorsunuz, hem de paylaşıma önem veriyorsunuz.

Yurtseverce: Türk-İslam geleneği içinde özellikle Melamilikte cisimleşen bu mal ve iktidar biriktirmemek vurgusunun gittikçe zayıflamasını nasıl anlamak gerekir?

Kenan Göçer: Göçer-evlilikten, toprağa yerleşmeye başladıkça mülkiyetin önemli olduğunu hissetmeye başlıyorlar. Gönülleri ne kadar Yunus’ta veya Melamilik’te olsa da mülkiyetçi olmadıkları sürece hayatlarının kalıcı olmayacağını düşünüyorlar. Ekonomik şartlar oraya savurmuş oluyor. Toplumsal şartlar değişince düşünce de değişmiş oluyor. Yerleşiklikle ilgili bir şey. Fakat bir yandan da İyonya’da göçebelik yoktu, yerleşiklik vardı. Fakat orada niye böyle eşitlikçi bir düzen var? Orada toprağın bol olması mülkiyeti değil, eşitliği getirdi. Ama Yunus Anadolu’sunda nüfus artmış, toprak az, en karışık dönemini yaşıyor. Bütün milletlerin bir arada yaşadığı bir yapıdaydı. Nüfus fazlalığı ile ilgili bir konu gibi görünüyor.

Yunus Emre Aslında Ne Dedi? Tarihsel Bir Çerçeve

Tahmini Okunma Süresi: 7 dakika

Yurtseverce olarak Kenan Göçer hocamızla Yunus Emre üzerine sohbet ettik ve Yunus Emre’nin “aslında” ne dediğini anlamaya çalıştık. Kenan Göçer,  Yunus Emre üzere yazdığı “Yunus Emre Aslında Ne Dedi: İzonomi Temelli Ekonomi-Politik Yaklaşım” başlıklı kitabında alternatif bir Yunus Emre ve tasavvuf okuması geliştiriyor. Bu okumayı Yunus’u tarihsel bir figür ve bilge olarak geçmişe kapatan muhafazakar okumalardan farklı kılan ekonomi-politik bir sorunsal var. Yunus’u Melami tasavvufi gelenekle iliştiren bir okuma içinde Kenan Göçer biriktirmemenin, “miskinliğin” Yunus’un hayat felsefesinin temelini oluşturduğu tezini ileri sürüyor. Böylelikle, biriktirmek için biriktiren, biriktirmenin kendi başına amaç olduğu kapitalizme karşı Yunus’u kapitalist modernite karşıtlarının bir çağdaşı olarak çağırıyor. Göçer, biriktirme biçimleri olarak devlet ve sermayenin eleştirisiyle motive olan bu Yunus Emre okumasında Yunus’u Marx’ın son dönem özgün yorumcularından Kojin Karatani ile de bir diyaloğa sokuyor.

Kenan Göçer ile olan sohbetimizi 3 bölüm halinde yayınlayacağız. Bu ilk bölümde daha ziyade bir tarihsel çerçeve üzerine konuşuyoruz. İkinci bölüm Yunus Emre’nin de içinde yer aldığı Melami tasavvufi geleneğin kurucu ilkeleri ve ayırt edici özellikleri üzerine olacak. Son bölümde ise tartışmanın devlet ve sermaye eleştirisi için ne gibi içerimleri olduğuna odaklanıyoruz.

Yurtseverce: Kenan Göçer hocamızı Yunus Emre üzerine yazmış olduğu makalesi ve kitabına dair konuşmak üzere sohbetimize davet ettik. Kitabında ileri sürmüş olduğu fikirleri biraz daha açar mı, ileri sürdüğü fikirlerin ne gibi varsayımları ve imaları var, bu soruları tartışmak istiyoruz kendisiyle. Şöyle bir sorumuz olacak: Yunus Emre’ye dair birtakım çok oturmuş algılayışlar ve kalıplar var. Devletin Türkçe öğretmek ve Türk kültürünü tanıtmak üzere kurmuş olduğu uluslararası teşkilatın adı Yunus Emre Enstitüsü.  2021 Yunus Emre yılı ilan edildi. Yunus Emre’ye dair geleneksel anlatılarımız, temsillerimiz var. Sizin bu temsiller karşısındaki konumunuz nedir?  Bu temsiller hakkında ne düşünüyorsunuz? Aslında sizin yazıyor olduğunuz Yunus Emre çok başka bir yere doğru gidiyor.  Öncelikle bu mesafe üzerinden bir açıklama yapar mısınız? Sanki sizinki bir hoşnutsuzluğun da ifadesi gibi.

Kenan Göçer: Evet, o rahatsızlık var. Rahatsızlık nedir? Yunus’u bugüne kadar nasıl biliyorsak, çocukluğumuzdan beri Yunus anlatısı aslında neyse, bugüne kadar biraz daha gelişerek devam etti. Uzun okumalardan ziyade, üzerinde çokça düşünmeler esnasında fark ettiğim resim ile yıllardır sunulan arasında hayli mesafe olduğunu hissetmeye başladım. Bunun olmaması gerektiğini, olamayacağını düşündüm. Bütün okumalarım o çerçeve içinde gelişti. Bu okumalarda beni ne heyecanlandırdı? Tasavvufa dair birtakım atomlar vardı, işte fizikte olduğu gibi. Ahmet Karamustafa’nın Tanrının Kuraltanımaz Kulları kitabı bu atomların parçalanmasını sağladı. Bu, Köprülü’nün kurduğu bir atomdu. Bu atom, tasavvufu, elit İslam’ın karşısına koyuyordu. Bir tarafta elit İslam, yüksek İslam, medrese İslam’ı, işte yüksek bilgili olanların İslam’ı ve diğer tarafta da halkın her türlü hurafesini de içeren, her türlü inancın, kültün içinde olduğu, İslam öncesi inançların falan harmanlanıp bir çuvala konulduğu bir yapı vardı. Köprülü Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar kitabında buna halk İslam’ı diyordu. Karamustafa bunun böyle olmayacağını, böyle olduğu takdirde Bağdat sûfîleri ile Haydarileri ve Kalenderileri aynı başlıkta incelemenin, ele almanın ele gelir bir tarafı olmadığını, bu iki tasavvuf ekolü arasında tıpkı halk İslam’ı ile yüksek İslam arasındaki fark kadar bir fark olduğunu, bunların ayrıştırılması gerektiğini söylüyordu. Burada Karamustafa’nın yaptığı şey, tasavvuf tarihini (1200-1550 arası) bir kronolojik tarihe tabi tutmak ve tasavvufu kendi içerisinde ikiye ayırmak oldu. Bu benim hoşuma gitti. Demek ki atom parçalanabiliyordu. Eğer parçalanıyorsa, benim kafamda zaten hep bir Yunus var, bu Yunus’u nereye koyabiliriz, hangi ayrıma tabi olabilir soruları daha da gelişmeye başladı. Bağdat’a mı girer yoksa Kalenderilere mi girer diye sorduğumda da tam olarak ikisine de giremeyeceği cevabını aldım. Yani baktığınızda elit, medrese İslam’ı içinde eğitim almış bir Yunus yok gibi görünüyor. Öyle olsaydı ona bir şekilde atıf yapan birileri olurdu. Kayıtlı olurdu, tekkesi olurdu, bir şeyler olurdu. Öte yandan Kalenderilerin içerisine de koyamayız. Yani onlar da uç bir noktada. Giyim kuşamından tutun yaşam tarzına kadar.

Yurtseverce: Hocam o ayrımlara girmeden önce… Makalenizin başında diyorsunuz ki ben Yunus Emre’nin ekonomik politik yanıyla ilgiliyim. Yunus Emre’nin ekonomik politik yanıyla ilgili olmak ne demek? Zira sizin tasavvuf ekolleri arasında yapmış olduğunuz ayrım da bu tema üzerinden şekilleniyor.

Kenan Göçer: Ekonomi politiklik şu: Ben burada bir tasavvuf tarihi anlatısı yapmayacağım. Dinler tarihi de yapmayacağım. Tarihçilik de yapmayacağım. Bir kronoloji oluşturmak derdinde de değilim. Bir mitoloji yaratmayacağım. Bir menkıbe de yaratmayacağım. Gündelik olarak, gündelik hayatta Yunus’u nasıl görebiliriz? Günümüzün insanı gibi ele alınabilir mi? Alınırsa nasıl olur, nasıl görünür? Üretimle, sermayeyle, iktidarla ilişkileri nasıl? Bunları anlamadığımız zaman biz de farklı bir menkıbe yaratmış oluruz. Ben bu menkıbe yaratılmasına artık belki de dur demek için böyle bir yaklaşım sergilemeye çalıştım. Yani o amaçla kullanıldı ekonomi politiklik.

Yurtseverce: O dönemki tasavvufi ayrımlara dair neler söylemek istersiniz?

Kenan Göçer: Neden o üçüncü ayrım, neden Anadolu Melamiliği ortaya çıkmak zorunda kaldı meselesi… Çünkü Yunus ne Bağdat sûfîliğine ne de Kalenderiliğe girmiyor, her ikisine de uzak ama her ikisinden de etkilenmiş olabilir. Yani kesişim kümesinde, orada bir kesişme halleri var. Net olarak ayrım koyamayız ama hiçbir şekilde buradadır da denilemez.

Yurtseverce: Babalar’ı da siz aynı melâmîlik içinde mi okuyorsunuz?

Kenan Göçer: Biraz. Yunus kadar net değil ama ivmelenmesi o şekilde. Varacakları yer burasıymış gibi görünüyor ama. Tarihsel olarak 50-100 yıl sonra varacakları yer öyleymiş gibi geliyor. Çünkü Haydariler de var Babaların içerisinde. Baba İlyas’ın Haydarî olduğu, Haydarîlerin de Kalenderiliğe yakınlığı malum. Şunu ima ediyorum, yani belki bu ima ilk defa yapılıyor: Yunus’un babasının Babailer olayında ya da isyanında öldürülmüş olabileceğini düşünmemiz lazım. Yunus’un babası belki genç yaşta öldüğü için hani ne diyor o meşhur şiir…

Yurtseverce: “Şu dünyada bir nesneye/ Yanar içim, göynür özüm/ Yiğit iken ölenlere /gök ekini biçmiş gibi.”

Kenan Göçer: Evet, belki de Yunus’un en akılda kalan, en belirgin şiirlerinden bir tanesi bu. Gök ekin üzerine çok şiirler yazıldı, çok edebiyat siteleri kuruldu, çok canlı bir figür, Gök ekinler böyle bir mesele zannımca.

Yurtseverce: Hocam o zaman tekrar bu tasavvuf ekolleri arasındaki ayrımın üzerine gidelim. Üç tasavvuf ekolü arasında yapmış olduğunuz ayrım… Burada sanki normatif olarak da üçüncüsünü tercih eder gibisiniz. Sanki betimsel bir tasnif gibi değil de aynı zamanda normatif kabulleri olan bir sınıflandırma gibi. Melâmîliği üstlenen bir tutumunuz var. Orayla bir samimiyet kuran, duygudaşlık kuran bir yaklaşımınız var ve tasavvufun içinde sanki tutunacak dal arama gibi bir çabayla üçüncü kategorinin altını özenle çiziyor gibisiniz. Ne dersiniz?

Kenan Göçer: Ülgener okuduğumuzdan beri, onun zihniyet ve din okumalarından beri, Melâmîlik özel olarak Anadolu tasavvuf tarihinde önemli bir mesele olarak göründü bana. Melâmîler tarih içinde bir hayat damarı gibi geliyor. Üretimi önemsiyorlar. Ekonomi politik açıdan, tekkeyi bir sığınma yeri, bir sığıntı yeri olarak görmeyip hem üretim hem de birlikte tüketim alanı olarak görüyorlar. Yani dayanışmanın, o cemaat anlayışının ayaklarını ancak bu şekilde yere sağlam basabileceğini düşünmemden dolayı ister istemez bu normatiflikten kaçınamıyor olabilirim. Ama Melâmîliğin farkını biraz daha belirgin bir biçimde ortaya koymak için de diğer anlatılara girmek durumundaydım. Diğer anlatılar da biraz malumat bolluğu ile malul. Ama bundan da kaçınamazdım.  Anadolu Melâmîliğinin diğerlerinden farkını ortaya koymak için Bağdat sûfîliği ile Kalenderî ve Haydarîliğin kökenlerini, özelliklerini de açmak gerekiyordu. Oralar biraz fazla oldu ama bu kaçınılmazdı.

Yurtseverce: Oğuzlarla/Türkmenlerle Selçuklu elitleri arasında sürekli bir mücadele görüyoruz. Büyük Selçuklu Devleti, Nizamiye Medreseleri eliyle dinsel alanı kontrol ediyor. Anadolu Selçukluları’nda ise şeyh, derviş ve babaların kısmi bir özgürlük alanı var. Fakat Anadolu Selçuklu Devleti’nin İrani bürokrasiye teslim olması, Türkmenler ve onlarla beraber olan şeyh, derviş ve babalar ile devlet arasında bir gerilime sebep oluyor. Devlet ile Türkmenler arasındaki bu gerilimli ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kenan Göçer: Kojin Karatani’nin tarihsel dönemlendirmesi çerçevesinde bakmak gerekiyor.  O da şu; Türkler Anadolu’ya göç ederken, yani 10. yüzyıldan başlayıp 14. yüzyıllara kadar peyderpey gelinen noktada Türklerin Anadolu’da Büyük Selçuklu ile başlayan, daha Ortadoğu merkezli, sonra Anadolu Selçuklu ile Anadolu’ya kayan bir devletleşme süreci var. Orta Asya’da yok mu diyeceksiniz, var ama burada kurumsallaşmaya başlayan, organlarının oluştuğu, vergilerin ortaya çıktığı bir yapı var. Osmanlı nasıl Bizans ile, kurumsallaşmış bir devlet ile İstanbul’da karşılaşıyorsa, Selçuklu da Sasani ile yani onun geriye bıraktığı bürokratik kültürle karşılaştı ve tabi ki bu karşılaşma son derece şok edici bir karşılaşma. Pek çok şeyi kurumsallaşma anlamında onlardan öğrendiler. Yani Anadolu Selçuklu’nun neredeyse Türk veziri yok. Farisî memurlar bürokrasiye tamamen egemendi. Ancak Büyük Selçuklu, yöneten olarak kurumsallaşmak istiyor, kalıcı hale gelebilmek için “kurumsallaşmamız lazım, bu süreçte temel dayanaklar ne olabilir” diyorlar. İşte yazılı kültür ve yazılı kültürde de tabi daha çok Farisî bürokrasi ile Sünni hukuk anlayışı, Nizamiye medreseleri bu anlamda önemli. Böyle bir arzu var. Bu dönem, Karatani’nin B dönemi dediği hakimiyet himaye dönemi. Yani devlet, ben halkı himaye ediyorum, hakimim, onlar da bana itaat etmek zorunda diyor. Fakat Orta Asya’daki Türk devletlerindeki bu yine yöneten yönetilen ilişkisi, orada ortak rızaya dayalı bir ilişki gibi görünüyor. Yani karar alınmadan herkesin fikirleri soruluyor. Kararda da herkesin oybirliği ile karar alınıp herkesin o şekilde karara uyması bekleniyor. Hunların temel gücünü herhalde bunlar oluşturuyordu. Fakat Selçuklu dönemine gelindiğinde bu karar bürokrasi tarafından alınıyor ve yönetilenlere emrivaki şeklinde yansıyor. Yöneten ve yönetilen arasına çoğunluğu yabancı ve yerleşik bir sınıf giriyor. Yönetilenler veya Türkmenler bu kararda benim katkım ne diyor. Burada muhtemelen kendilerinin hiçe sayıldığını düşünüyorlar ve şiddetli psikolojik bir harp oluşuyor.

Yurtseverce: Babai isyanı patlıyor.

Kenan Göçer: Tabi tabi, ama doğrudan Babailerle bir çatışma yok gibi görünüyor, sanki Konya’da Ahi Evran üzerinden bir hikâye dönüyor. Bu hikâyede işte genel olarak ahilerin, yönetenlerin isteklerine tamamen uymaması durumu oluşuyor, yani Ahiler yönetimi halkla paylaşıyor. Selçuklu yöneticileri ise yönetim tamamen bende olsun diyor, çünkü tek bir patron olsun istiyorlar. Tek patron olduğunda yönetmek daha kolay olur. Diğer türlü çarşıya sormak, herkesi çağırmak falan maliyetli işler. Yönetim daima az maliyetli, verimlilik temelli ekonomik ilkeyi takip ediyor. Zaman tasarrufu, çabuk sonuç alma, vesaire; gerisinde ekonomik bir ilke söz konusu.

Yurtseverce: Hocam Hikmet Kıvılcımlı’nın meşhur tarih tezinde Türklerin barbarlıktan medeniyete geçişlerinde, Anadolu’ya gelmek, devletin içine girmek, devletlenmek, dolayısıyla onun medeniyetinin kavramlarıyla, onun üst yapısı ile tanışıp onları almak aslında  bahsettiğiniz o gerilim içinde de düşünülebilir. Kıvılcımlı’nın terimleriyle konuşacak olursak, ilkel sosyalizm ya da barbar gelenekleri dediği ve aslında pozitif anlam atfettiği o gelenek, daha devletçi daha bezirgân diyebileceğimiz bir yapının karşısında yer alıyor, o aradaki gerilimin ve çelişkinin izleri, sizin anlattığınız bütün o ayrışmanın arkasında değil mi?

Kenan Göçer: Öyle görünüyor… Bütün Türkler olmasa da Anadolu’ya gelen Türkler, A dönemi mübadelesini sürdürüyorlar gibi. Yani olanın olmayana verdiği dönem, her birikim olduğunda bunun tekrar dağıtıldığı dönem. Fakat Türklerin bulduğu Anadolu, B dönemi içinde uzun yıllar… Yerleşiklik ve bürokrasinin hâkim olduğu, devlete vergi vermek zorunda olunan bir zaman… Devlet ise “ben alacağım, çünkü ben diğer uluslara karşı sizi koruyorum, canınızı kurtarıyorum, siz de bana vermek zorundasınız” diyor. Halbuki A döneminde devlet toplayıp tekrar dağıtıyordu. Dolayısıyla Anadolu’ya gelen Türklerde eskiye, yani A dönemine bir özlem var. Bu durum Osmanlı Beyliği kuruluş döneminde de var olan bir durum. Devlet ise Bizans ile karşılaştığında B döneminin kalıcılaşmasını istiyor, yani yerleşikliği, bürokrasiyi ve vergiyi. Vergiyi bile hiç duymamış gibi Osman Gazi; pazardakilerden vergi toplaması gerektiğini yanında gezen Bizans’tan tecrübeli birisinden öğreniyor. Peki, Selçuklu’da vergi yok muydu ki Osman Gazi bunu bilmiyor olsun? Vardı ama Osmanlı Selçuklu’nun devamı gibi değil de onun etrafından dolanmış gelmiş gibi duruyor. Onlar hala devleti içselleştirmemiş Babailer gibi farklı bir boy, Anadolu da o kavganın uzağında olduğu için farklı ama tabii ki etkisi var. Şeyh Edebali’ye baktığımız zaman görüyoruz ki Babailer ile ilişkisi var.

Yurtseverce: Kıvılcımlı sizin Karatani’ye referansla A dönemi dediğiniz armağanlaşma dönemine İlkel Sosyalizm ya da Kan topluluğu diyor. Orta Asya Türklüğü’nün o aşamada olduğunu, yani sınıflaşma, ayrışma, hiyerarşi olmadığı için toplumda güçlü bir asabiye meydana geldiğini iddia ediyor. O ruh güçlüydü, o yüzden fetihler yapılabildi fakat ne zaman Bizans’ın içine girdi o zaman onların devletini yani üst yapısını almış oldu. Çünkü onu ikame edebilecek genişlikte bir medeniyet tasavvurları ve deneyimleri yok. Aslında gücü de tam öyle bir medeniyet tasavvuru ve deneyimi olmamasından kaynaklanıyor.

(devamı gelecek…)