Bir Afgan Göçmenin Gözünden Türkiye ve Mülteci Meselesi

Tahmini Okunma Süresi: 4 dakika

Mülteci meselesinde yerli öznelerin fikirleri konuşulurken, göç edenlerin beklentileri, planları, Türkiye’ye ve kendi ülkelerine bakışları pek hesaba katılmamakta. Yurtseverce adına Pınar İçer mülteci meselesi üzerine yürütülen tartışma kapsamında Afganistan’dan eğitim amacıyla ayrılan bir göçmen ile Türkiye deneyimi, kendi ülkesine ve Türkiye’ye bakışı, geri gönderme siyasetinin mülteciler üzerindeki yansımaları kapsamında çok verimli bir mülakat yaptı. Yalın bir dille başından geçenleri paylaşan göçmen arkadaşımızın görüşlerini sizlerle paylaşıyoruz.

Bize biraz kendinden ve hayatından bahseder misin? Afganistan’da ne yapıyordun? Ne zaman Türkiye’ye geldin ve seni buraya gelmeye iten sebepler neydi?

  • 25 yaşındayım, Afganistanlıyım. Yaklaşık 4 senedir Türkiye’deyim. Afganistan’dayken bir petrol şirketinde çalışıyordum. Hem bunu yapıyordum hem de kıymetli taş ihracatı yapıyordum. Bunun için birkaç aylığına yurt dışına çıktım. Ondan sonra geri döndüm Afganistan’a ama sadece bir sene kaldım orada, 17-18 yaşlarımda. Tekrar İran’a dönüp üç sene de orada kalıp Türkiye’ye geldim. Kaçak olarak geldim tabii. Ailem dağılmış, yani hepimiz farklı yerlerde yaşıyoruz. Ben buraya bir ablamla geldim. Ailemin geri kalanları Afganistan’daydı, Taliban geldikten sonra büyük abim de orada kalamadı. Evli, çocukları var. O da İran’a geldi. Abim, kardeşim, bir ablam İran’dalar; ben ve bir ablam Türkiye’deyiz, iki kardeşim, annem ve babam Kabil’de yaşıyorlar. Türkiye’ye ise savaştan dolayı geldim. Hatta ailem savaştan dolayı Afganistan’dan İran’a göç etmişlerdi seneler önce. Durumları biraz iyileşince ailemden bazıları Afganistan’a geri döndüler ama ben eğitimime devam etmek için gitmek istemedim. Onu da yapamadım tabii ki. İran’daki ailem ölünce kimliğimi ve resmi evraklarımın hepsini iptal ettiler. Sonra ben Afganistan’a gittim. Afganistan’da kaldığım bir sene benim için hem çok iyi hem de çok kötüydü. Bir sene boyunca orada okudum ama bir yandan da geçinmek için çalışıyordum. Gittiğim her konumda hemen hemen patlamalar oluyordu, saldırılara rastlıyordum. Bunlara yakalanmamak için ailem beni en son tekrar İran’a göndermek istedi ama İran’da da okul hayatıma devam edemiyordum maalesef, ben de Türkiye’ye gelmeye karar verdim.

Türkiye’ye geldikten sonra hangi işlerde çalıştın, buradaki iş hayatında ne tür zorluklarla karşılaştın?

  • Eskiden İran’dayken kendi işim vardı, belli bir mesleğim vardı. Su tesisatçılığı yapıyordum. Buraya geldiğimde bir dükkan ile tanıştırdılar beni. Çalışmak için oraya girdim. Türkçem olmadığı için çok düşük bir ücretle çalışıyordum, sanırım asgari ücret 1800 liraydı ben 1100 liraya çalışıyordum. 5 ay kadar kaldım. Sonra yavaş yavaş Türkçemi geliştirmeye başladım. İşlerimi halledecek kadar konuşmaya, sağa sola gitmeye başladım. Tabii ki maaşıma zam istediğimde kabul etmediler, ben de oradan ayrıldım. Elbette başlarda para çok önemli değildi, sadece dil öğrenmeye çok ağırlık veriyordum. Çalışmaktansa, dil öğrenmeye çabalıyordum. Boş vakitlerimde film falan izliyordum. Dilimi geliştirdim, daha sonra İŞKUR’dan bir iş buldum. Orası da tesisat işleri ile alakalıydı. Köyler için su kanalları yapıyorlardı. Orada çalıştım bir-iki ay. Orada da baktım, elemanların arasında bazı konuşmalar oluyor, işte “maaşı yatırmamışlar”, “sigortamızı yapmıyorlar”, bilmem ne. En eski elemanı bile şikayetçiydi. Ben de şüphelenip adamla konuştum, maaşımı istedim. O da “bir hafta, iki hafta sonra vereceğiz” deyince ben de yavaş yavaş soğuyup işten ayrıldım. En son param da kaldı orada. Yaklaşık 300-350 liram kaldı diye hatırlıyorum. Ben de ondan vazgeçtim, peşine çok düştüm ama alamayınca vazgeçtim. Sonra bir arkadaşım vasıtasıyla restorana girdim. Oradan restoran hayatım başladı, 1-2 sene kadar da orada çalıştım. Garson oldum, öyle devam ettim. Bunu yaparken açıktan liseyi bitirdim, şimdi de hepsini bıraktım üniversiteye hazırlanıyorum.

Türkiye’de ırkçı söylem ve davranışlarla karşı karşıya geldin mi? Trabzon’da insanların sana karşı hal ve tavırları nasıldı?

  • Irkçılık hayatım boyunca hep ülkemin dışında olduğum için sıkça karşılaştığım bir şeydi. Çok küçük yaşlarda ve büyüdüğümde, İran’da, Türkiye’ye geldiğimde… Hep karşılaşıyorum ve her yerde var, bunu her yerde görüyoruz. Bu insanların kişiliğine ve karakterine bağlı bir şey. Herkes tabii ki böyle değil. Çok güzel insanlar tanıdım Türkiye’de, Trabzon’da, çok kötü insanlar da tanıdım. Herkese aynı gözle bakamıyorum ama tabii ki gördüm, çok gördüm. Hatta en yakın arkadaşlarımdan dahi gördüm ama yapacak bir şey yok.

Afganistan’ın bu hale gelmesinden kimi/kimleri sorumlu tutuyorsun? Dünyadan ülken için bir beklentin var mı?

  • Afganistan eskiden de karışıktı. O yüzden ailem ben 1 yaşındayken İran’a göç etmişlerdi. Ben bu yaşıma kadar hep bekledim: Afganistan iyi olacak, ben ülkeme geçeceğim. Irkçılıktan bahsettik ya, ben de kendi ülkemde ırkçılık görmeyeceğim bir yerde yaşamak istiyorum. Kendi ülkemde, kendi halkımla, kendi ailemle, kendi şehrimde, kendi köyümde; bana ait bir yerde. Çok bekledim, en son yine Taliban geldi. Taliban’dan önce Rusya vardı, ondan sonra Amerika geldi. Şimdi Taliban yönetiyor. Bundan sonra ne olur bilmiyorum. Bütün bu yaşadıklarımızın sorumlusu bence dış güçler. Şu an Afganistan halkının elinden bir şey de gelmiyor, bundan eminim. Çünkü insanlar iç içe girmiş. Şu an biz Taliban ile savaşmaya kalkarsak sanki kendimiz ile savaşıyormuşuz gibi oluyor. Kimi öldürdüğümüzü fark edemiyoruz, Taliban olsun, Afgan ordusu olsun ikisi de aynı. Bu savaşı da dışarıdan destekliyorlar.

Şu an imkanın olsa bir başka ülkeye gitmek ister miydin?

  • Şu anda hayır. Çünkü burada bir düzen kurdum ve okuma imkanım var ve burayı da seviyorum ama tabii ki okumak ve kendimi daha çok geliştirmek için, özellikle de ders konularım için başka bir ülkeye geçme imkanım varsa geçerim ama rahatlık, konfor veya başka şeyleri çok aramıyorum.

Siyaset sahnesinde mülteciler hedef alınarak sarf edilen “Geri göndereceğiz” söylemleri hakkında ne düşünüyorsun?

  • Ara sıra aramızda konusu açılıyor. Arkadaşlar bir şeyler söylüyorlar. Bir insan tabii ki kendi iradesiyle başka bir ülkede yaşamak istemez. Gurbetçi olarak geliyorsun, o da kaçak yollarla, canın elinde. Videolarını biz görüyoruz, izliyoruz; o yollarda bir günde ne kadar insan ölüyor… Kimse bunu isteyerek yapmıyor. Burası olsun, Avrupa’daki ülkeler olsun, Amerika olsun, neresi olursa olsun. Bir insan canını eline alarak başka bir ülkeye kaçmaz. Ha, biri rahatlıkla buraya geliyorsa ona kucak açıyorlar. Neden? Adam para getirmiş. Ben kendimden bahsedeceksem, ben rahatlığı aramak için kaçmış bir insan değilim. Ben okumak istiyordum, ülkemde olmadı, İran’a geldim olmadı, buraya geldim, Allah razı olsun sağladılar. Okuyorum. Evet, okumaya başladım. “Şimdi biz seni geri göndereceğiz”. Tabii ki insan kırılır, söyleyecek başka şey kalmıyor.

Mültecilerin Türkiye’ye girişleri nasıl oluyor, Afganistan’da bu işi organize eden yapılanmalar var mı ve sen nasıl bir güzergahı takip etmiştin?

  • Afganistan’da zaten sınırlar devletin kontrolünde değil. Yani zaten değildi, artık devlet de yok ve değil. Zaten eskiden de biz geldiğimizde sınırda Taliban vardı. Afganistan’ın Talibanları ve Pakistan’ın Talibanları aralarında anlaşarak insanları buradan oraya, oradan buraya geçiriyorlar. Afganistan-İran sınırı da aynı ama Türkiye böyle değil. Türkiye Devleti sınırdaki askerleri koruyorlar. Zaten bizi de yakalamışlardı ama aramızda bir hasta çıktığı için Allah razı olsun hastayı içeriye aldılar, biz de onlarla içeriye girdik. Yoksa biz de şimdi burada değildik. Risk konusunda kendi şahsımdan bahsedeyim. Türkiye sınırında çatışma diye bir şey görmedik. Geldiler ve geri göndermeye çalıştılar ama İran ve Pakistan sınırında çok ölü var. Bir sürü insan yollarda telef olmuş. Hatta bunlar yolda yürürken bile görünüyor.

Türkiye vatandaşlığı alma fikri hakkında ne düşünüyorsun, sen bunu ister miydin?

  • Bu konu da aramızda çok konuşuluyor. Pek çok insan bunun peşinde. Biraz önce dediğim gibi, ben kendi ülkemi seviyorum. Herkes kendi ülkesini seviyor. Afganistan’a emniyet gelsin, insanlar yaşamlarını sürdürebilsinler, insan hakları yerine getirilsin, yani bir devlet olsun emin ol ki burada olmak istemem. Yani mesela burada okumak daha kaliteli ise burada en azından okulumu bitirip öyle gitmek isterim.

+90’ın “Seks İşçisi Olmak” Videosu Üzerine

Tahmini Okunma Süresi: 4 dakika

+90 kanalının yayınladığı bu video, kendi açıklamasına bakılacak olursa, hayatlarını seks yaparak kazanan “düşmemiş” insanların sesinin duyulmasına bir katkı sunma amacını gütmekte. Gazeteciliğin küçük çaplı ilahı olan “başka öykü”ler anlatma, “marjinal anlatı”lar kurma isteği, üç tane “seks işçisi” üzerinden bu işin “düşülmeksizin” de yapılabileceğini göstermeyi kanalın editörlerine makul göstermiş olmalı. İlgili video hakkında yapılabilecek yorumların en soğukkanlısı, budur.

+90 isimli Youtube kanalının Nisan 2022 tarihinde yayınladığı “Seks İşçisi Olmak” başlığını taşıyan video geçtiğimiz günlerde birçok insanın dahil olduğu geniş çaplı bir tartışmaya yol açtı. Tartışmanın merkezinde, üniversite bitirdiğini bir süre sanatçılık yaptığını söyleyen, ancak şu anki kariyerinde sanatçılıktan daha iyi olduğuna inandığını belirten ve haftada dört saat çalışarak başkalarının elli saatte kazandığı parayı elde edebildiğini vurgulayan genç kadınla yapılan röportajın bir kesiti vardı.

+90 kanalının yayınladığı bu video, kendi açıklamasına bakılacak olursa, hayatlarını seks yaparak kazanan “düşmemiş” insanların sesinin duyulmasına bir katkı sunma amacını gütmekte. Gazeteciliğin küçük çaplı ilahı olan “başka öykü”ler anlatma, “marjinal anlatı”lar kurma isteği, üç tane “seks işçisi” üzerinden bu işin “düşülmeksizin” de yapılabileceğini göstermeyi kanalın editörlerine makul göstermiş olmalı. İlgili video hakkında yapılabilecek yorumların en soğukkanlısı, budur.

Ancak videobir dizi skandal niteliğinde sıkıntıyla malul. Bunların bazıları kanalın temsil iddiasında oldukları düşünülecek olursa kısmen anlaşılabilir, bazılarınınsa o temsiliyet dünyası içinde dahi iler tutar yanı bulunamaz. En başta, videonun öznesi olan insanların hikâyelerinin hâlihazırdaki ekonomik çöküntü içerisindeki özgül önemi sorunu yakıcı biçimde kendini hatırlatır. Ekonomisi iflâs etmiş bir memlekette fuhşun pezevenkli veya pezevenksiz biçimlerinden herhangi birisinin ne ölçüde “özgür bir seçimin” sonucu olabileceği, marjinal bir hikâye yaratma hevesinin ürünü olan video boyunca kenarından kıyısından dahi değinilmemiş bir mesele olmayı sürdürür. Hemen bütünüyle erkeklerin zevki için var olan bir müessesenin (zira fuhuşla iştigal eden erkeklerin de kahir ekseriyetinin müşterileri hemcinsleridir) zaten istihdam oranları her daim erkeklerin altında kalmış bir cinsiyeti taşıyanlar için ekonomik çöküntü devirlerinde cazip bir ihtimal olarak belirmesi ve bunun bu “özgür seçim”e etkileri, açıktır ki, video sahiplerini alakadar etmeyi başaramaz.

Fakat mesele katmanlıdır. Video, tam da bu özgür seçim konusunu deşmeyi reddettiği ölçüde bu konuda bir şeyler söyler. Üstelik, bu işi hür iradeleriyle seçtiklerine dair belirli bir kanaati olan kendi öznelerinin ağzından yapar bunu. Videonun üç kahramanından ikisi, “seks işçiliği”ne maddî sıkıntıları dolayısıyla başladıklarını söylerler. İlki ek gelir arayışındadır, ikincisi öğrencilik yıllarında, artık hatırlayamadığı bir sıcak para ihtiyacını gidermek için bu işe başlamıştır. Kuşkusuz, bir işe geliri sebebiyle başlamak bunun özgür iradeyi sekteye uğrattığı sonucuna ulaştırmaz bizi. Ancak video özelindeki sıkıntı, bu işe ilgileri sonucunda ve hür iradeleriyle başladığını beyan eden bu insanlar arasında üst sınıflara mensup kimsenin olmayışıdır. Üst sınıflardan gelen birçok kadının bir gelire ihtiyaç olmaksızın yaptıkları onlarca iş bulunur oysa, bazıları kişisel tatmin amacıyla, bazıları aile gelirinin bağlayıcılığından kurtulup bir kadın olarak kendi ayaklarının üzerinde durabilme azmiyle yapılan onlarca iş. Her nedense, yakın geçmişte kadınlar için “özgürleştirici” olduğundan bile dem vurulan fuhuş, bu işler arasındaki yerini alamaz. Fahişelik, dün de bugün de, en başta acilen para bulması gereken yoksul kadınlara terk edilmiştir. Bu da “özgür seçim”in üstüne ilk kuşku gölgesini düşürür: Özgür seçim – fakat acilen birkaç bin lira bulması gereken, kadın olduğu için istihdam konusunda dezavantajlı, yoksul bir kadın için hangi seçenekler mevcuttur ki? Örneğin öğrencilik yıllarında düştüğü maddî sıkıntıyı aşması gereken öznesine zikrettiği slogandaki “kumbara”dan başka hangi imkân tam anlamıyla tanınmıştır? Hâlihazırdaki sistem bu durumdaki kişilere neredeyse mecburiyete yakınsayacak biçimde ancak bedenlerini birtakım müşterilerin cinsel taleplerini yerine getirirlerse o kısa süre içinde ihtiyaç duydukları parayı kazanabilecekleri bir ortam yaratmışsa, ki yaratmıştır, seçimin özgürlüğünden bahsetmenin anlamı nedir ve bu özgür olduğu varsayılan seçimi paylaşmayan yüz binlerce sömürü mağduru karşısında ne ifade eder? X miktar parayı Y süresi içinde bulması gereken bir insan bunu ancak Z işiyle iştigal ederek yapabilecekse özgür seçime övgü düzülen şarkıların sesi kısılır. Kısılması gerekir. Ancak taşlanan kotlar dolayısıyla çalışanlarına akciğer kanseri olma riskini hediye ettiği için diğer fabrikalardan daha yüksek maaş veren bir kot fabrikasında çalıştığı takdirde ailesine bakabilecek olan birinin “özgür seçimi”dir bu. Öğrenci evinin kirasını bir hafta içinde ödemesi gereken bir kadına bedeninden istifade etmediği takdirde bu parayı vermeyecek olan bir sistemde “seks işçiliği”nin denk düştüğü seçim özgürlüğü de olsa olsa buna yakınsar.

Bir diğer sorun, enikonu reklam teknikleriyle çekilmiş bu videonun paranın tam anlamıyla pul olduğu günümüz Türkiye’si için ayrıca ifade ettikleridir. Yaşamlarını sürdürmek için en temel gereksinimlerini temin edemeyenlerden başka, insanın bütün mutluluğunu alım gücüne endeksleyen ve müteşekkir olma imkânını tümüyle hercümerç eden günümüz sisteminin muhatabı olan geniş bir kitlenin de güçbela yaşamaya çalıştığı 2022 Türkiye’sinde, insanların aklını ve ruhunu yıpratan yoğun rekabetlerden sağ kurtulduktan veya senelerce okul sıralarında dirsek çürüttükten sonra elde edemeyecekleri paraları haftada birkaç saat karşılığında onlara sunan kaç iş vardır? Dün bir kilo alabildiği ürünü bugün anca 250 gram alabilenden aylık kıyafet alışverişi artık senelik kıyafet alışverişine dönmüşlere, imkânı varken daha fazla kazanmamanın adeta bir bilim kanunuymuşçasına “enayilik” olduğunu fısıldayan gayrimedenî ekonomik rasyonalitenin insanları fuhşa teşvikine dair bir rıza imali, videonun her tarafından aşikâr olur. İnsanı toplumdan ve tarihten, rızasını da güç ilişkilerinin doğasından azade, serazat biçimde boşlukta salınan şeyler olarak ele alan postmodern anlatı, bin türlü vesileyle imal edilmiş bir rızanın öyle tozpembe, öyle liberal övgülerini şakır. Üstelik bu övgüler, sekmez bir biçimde, amaçlanan sonuçların tersini doğurur. Elli saatte kazandığı parayı bu işi yaparak dört saatte kazanma seçiminde bulunmamış kimseleri zımnen “iş bilmezler” olarak kodladığı için onları hiç değilse saygınlıklarını koruma kaygısıyla o kadar şikâyet ettiği, o kadar katlanılmaz bulduğu “ahlakçılık”a yönsetir.

O güne kadarki ekonomik modellerinin ani iflası ve kontrolsüz bir özelleştirme sonrasında büyük bir ekonomi çöküntü yaşayan Doğu Avrupa ülkelerine organize biçimde düzenlenen seks turizmi seyahatleri, birkaç dolar karşılığında insan onuruna aykırı hemen her şeyin bedenleri üzerinde tatbikine boyun eğmek zorunda kalan devasa bir sömürülmüşler zümresinin vücuda gelmesine yol açmıştı. Türkiye, bugün aynı tehlikenin eşiğindedir. Daimî bir tüketim çılgınlığının saadetin şifresi olarak kodlandığı bir çağın ruhunu soluyarak büyüyen ve önemli bir kısmı henüz reşit dahi olmamış birçok genç kız ve erkek, ailelerinin imkânsızlıklarından kurtulma ve nihayet kendilerine yeryüzüne düşmüş cennet olarak gösterilen o dünyaya giriş yapabilmek adına bedenlerini satmaya yönelik bu rıza imalinin muhatapları konumundadır. Zaten kendilerine hayal ettirilen dünyanın paryalaştırılmış ötekileri olmaları hasebiyle özgüvenleri de özsaygıları da zedelenmiş, kişisel gelişimlerini tamamlama imkânı bulamamış binlerce yurttaş ihtiyaçları olmasa tevessül etmeyecekleri bir meslekte özsaygıları berkitilmiş olsa kabul etmeyi düşünmeyecekleri fiyatlara bu işte çalıştırılmaktadır. Fakat +90 videosunun meselesi değildir bu. O sadece “Bakın, bu işi severek yapanlar da var” demenin peşindedir, toplumsal sağduyu gibi hayli muhafazakâr bir alanın bile gerisinde kalır bu ilericiliğiyle. Kendi öznelerinin hikâyelerindeki detayları bile tahlil etmez. Diğer pek çok meselede yaptığı gibi, bu konuyu da kendi kutsal seçim-rıza-irade üçlemesinin sığlığında ele alır. Oysa yurtseverce bir bakış şüphesini diri tutmak zorundadır: Hangi seçim? Hangi rıza? Hangi irade? Gecekonduda oturanlarımızın kendilerine bahşedilen “sınıf atlama hakkı”nı bir türlü seçmemesi kabilinden bir seçim olmasın bu? Onların günde on beş saat çalışmaya gösterdikleri, patronlarının “Çalışmayana ekmek yok!” temalı nutuklarının tesirinde yabancılaşa yabancılaşa gösterdikleri rıza olmasın?

Ulus kurmak mı? Ulus olmak mı?

Tahmini Okunma Süresi: 11 dakika

Cumhuriyet 1923 yılından itibaren bir Türk Ulusu oluşturmak için gayret sarf etti fakat bugün geldiğimiz noktada görüyoruz ki bırakın bir ulus oluşturmayı, zaten çok değişik etnik gruplardan, dini ve mezhebi çeşitliliklerden oluşan halkı iyice atomize ederek birbirinden ayrıştırdı. Bir de buna politikacılarımızın günlük kısır çekişmeleri ve menfaat çatışmaları eklenince sorun daha da katmerleşmiş hale geldi. Türklüğün bir üst kimlik olarak inşa edilmesi ve toplumun bütün kesimlerini kapsaması gerekirken, uygulanan politikalar sonucunda Türklük kimliği dar etnisite tartışmaları içine hapsedilmiş bulunmaktadır.

Benim düşünceme göre bunun sebebi ise ulus oluşturma bahsinde tarihi iyi okuyamamak, sığ analizler yapmak ve Türklüğü daha çok hamasi söylemlerin içine hapsetmektir. Bütün tarihi ve medeniyeti Türklerin kurduğu ve tarihte kurulan birçok devletin Türk olduğu söyleminin olduğu ‘Türk Tarih Teziyle ’aslında Türklerin Müslüman olduktan sonra medeniyeti Avrupa’ya götüren ve Tanrı’nın kılıcı ve adalet dağıtıcısı olduğunu söyleyen ‘Türk İslam Sentezi’, bol slogan içeren, fakat içinde doğru dürüst tarihi ve sosyolojik analizler ve tespitler bulundurmayan politikalar olarak devletin Milli Eğitim Politikasını belirledi. Üstelik bu politikalar süreklilik açısından çok da birbirini beslemeyen söylemlerle doluydu.

Dünyada ilk defa ulus söylemleri İngiltere ve Fransa’da ortaya çıktı. Daha sonra bunu Almanya ve Rusya takip etti. İngilizler ile Fransızlar arasında gerek kuruluş bakımından gerekse uygulamalar bakımından birçok farklılıklar görmekteyiz. İngilizler ulusu her bir bireyin tekilliği ve öznelliği üzerinden kurarken, Fransızlar kolektif bir ulus oluşturma yoluna girdiler. İngilizlerin Magna Carta’da anlaşma ve sözleşme ile başlayan uluslaşma süreci, Fransa’da 1789 devrimiyle gerçekleşti. İngilizlerde millet kavramı organik bir şekilde oluşurken, Fransa’da bu kavram aydınlar tarafından oluşturuldu[1]. Almanya’da ulus olma çabaları çok daha sonraki tarihlerde ortaya çıkan bir olgu olmasına rağmen akademinin öncülüğünde ortaya çıktığı için daha romantik bir hareket olarak başlamıştı. Rus Çarlığı ve Osmanlı ise bu konuya imparatorluğu büyütmek, ayakta tutmak ve Batı’nın teknik ilerlemesi ile rekabet edebilmek üzerinden katıldılar.[2] İş buraya geldiğinde şunu da rahatlıkla ifade etmek gerekir ki, bizdeki millet olma çabası aslında Tanzimat Fermanı’na giden süreci tetiklemiştir.[3]

Türkiye’de, milliyetçilik akımının öncüsü hep askerler olmuşlardır. Aydınlar içinde ise Balkanlar ve Kafkasya’dan yani Rusya’dan göçen aydınlar öncelikle etkin olmuşlardır( Ziya Gökalp’i bu tanımlamanın dışında kabul etmek gerekiyor). İttihat ve Terakki hareketi işin hem teorik hem de pratik yüzü olmuştur. Türkler bu konuyu kendi devletlerini ayakta tutabilmek babında öncelikle ele almışlardı. Yusuf Akçura’nın Kahire’de bir gazetede yazmış olduğu bir makaleden hareketle -ki sonradan bu makale bir kitap haline dönüştürülmüştür- Üç Tarz-ı Siyaset düşüncesi Türk siyasetini oluşturan ana gövde olmuştur. Kısaca Osmanlıcılık, Türkçülük ve İslamcılık olarak formüle ettiği bu düşünce ekollerinden, Cumhuriyetle birlikte Osmanlıcılık düşüncesi yerini Batıcılık düşüncesine bırakmıştır. Bugün dahi Türk siyasetinin söylemini ve ana hatlarını belirleyen akımlar bu minval üzere devam etmektedir. Aslında galiba tam da burada bir hata yapılarak başlanmıştır. Bu üç düşünce ekolü aslında birbirinden ayrılan değil birbirini besleyen ekoller olarak ele alınabilseydi, bugün daha farklı bir durumda olurduk diye düşünüyorum. Bu tartışma çok daha uzun bir şekilde yapılabilir ama ben teşhisteki hatanın ana kaynağından devam etmek istiyorum. Cumhuriyetin yaptığı esas hatanın tarih okumalarından geldiğini düşünüyorum. Türk Tarih Tezine göre,

“M.Ö. 3000 ile M.Ö. 1200 yılları arasında Orta Asya’dan yurtlarını terk edip Akdeniz havzasına yayılan brakisefaller Türklerin atalarıdır. Dünya medeniyetinin başlangıcını Yunan medeniyetine bağlamak yanlıştır. Hititler Anadolu’da yaşamış Yunan medeniyetinden daha eski bir medeniyettir. Etrüskler’in İtalya’ya Anadolu’dan gitmiş oldukları kesindir. Orta Asya’dan yayılan göç dalgaları Avrupa’ya da yayılmış ve vahşet ortamı süren kıtaya sırasıyla cilalı taş, bakır, tunç ve demir çağı sanatlarını götürmüşlerdi.” [4]

Ya da Türk İslam Sentezine göre ise “Devlet kuruculuk ve teşkilatçılıkta kabiliyetli, bu itibarla da toleranslı, nizamperver, fütûhata yatkın fakat sömürücü değil, hakikatlere açık, gerçekçi bir millet olarak tanınan Türklerin bu özellikleri düşünce sistemlerinde temellenmektedir. Türk ne her şeyi, insana sağladığı fayda derecesinde değerlendiren maddeci eski Grek gibi, ne de kâinatı meçhuller âlemi sayıp çözemediği hadiseleri hemen “mucize”ye bağlayan Sâmî-İranlı-Hindli gibi düşünmektedir. Türk’ün mevcut düşünce tarzları arasındaki yeri, mutedil ölçüde akılcı-maneviyatçı olmaktır. Bu hususiyet İslâm felsefî tefekküründe mühim rol oynamış, dolayısıyla Türk kültür çevresine mensup şahsiyetler müspet düşünce ve ilim sahasında büyük hizmetler ifa etmişlerdir.”[5]

Görüldüğü gibi iki tezinde aslında ayakları yere basmamaktadır. Daha çok hamaset ve sloganla bezenmiştir.

Tarihte ilk defa Türkiye ve Türk kavramlarına Latin kroniklerinde rastlıyoruz. Anadolu’ya göç eden Oğuzlar buraya Diyar-ı Rum derken, Batı’da Türkiye diye telaffuz edilmeye başlanmıştı. Oğuz boylarının bu topraklara göçü, İran Selçuklularının Oğuz’dan kurtulmak için sürgün etmesiyle başlamış, Selçuklu devletinin yıkılması ve Moğol istilasıyla birlikte yoğunlaşarak devam etmiştir. Sultan Sencer’in Oğuz İsyanı sonucu esir alınmasıyla yıkılan Selçuklular sonrası, Oğuz boyları adeta bu topraklara akmışlardır. İşte tam da o tarihlerden itibaren Türk’ü ve Türklüğü konuşmak gerekiyor.[6]

Üstelik de Türklüğü fetihler yapan, medeniyet kurucusu, dünyaya nizam veren olarak değil, Anadolu coğrafyasını kendine vatan yapan, bu coğrafyadaki diğerleriyle birlikte bin yıl iç içe yaşamayı beceren, kendisini ötekine, ötekini kendisine benzeten bir kavmin hikâyesi olarak okuyup yazmalıyız. Biz bu tarihi devletle birlikte değil, devlete rağmen okuyabilirsek Türk’ün tarihi ortaya çıkacaktır.

Claude Cahen, Türklerin ilk Anadolu’ya geldiklerinde bu yerleşik olmayan göçebe kavmin yaşama sevincini, diğer halkların şaşkınlıkla karşıladığını anlatır.[7] Çok uzun bir yolu modern zamanlara kadar kullandıkları kağnılarla ve koyunlarıyla birlikte kat ederek Anadolu’ya gelmişler ve burayı Diyar-ı Rum’dan Anadolu’ya çevirmişlerdir. Kendilerine yurt edindikleri bu toprakları şenlendirmişlerdir. Yani yetmiş iki milleti bir görerek kurdukları yurtlarda ötekilerle bir arada yaşamayı becermişlerdir.[8]

Nerede sarp sapa bir yer varsa oralara giden Babalar, Dervişler, kırsalı şenlendirirken, Ahiler şehirlerde başka bir medeniyet ortaya çıkarmışlardı. Bu ele avuca sığmaz, zaptı raptı ve otoriteyi sevmeyen Oğuzlar, ilk darbeyi 2. Gıyaseddin Keyhüsrev’den yemişler ve sonucunda ayaklanmışlardı. Babailer İsyanı, devleti uzun süre meşgul ettikten ve sarstıktan sonra, Malya ovasında büyük bir katliamla bitmiştir. Türkmenler ve onlarla beraber isyan eden Hristiyanlar, kadın ihtiyar çoluk çocuk demeden herkes, Yunus’un dediği üzere adeta Göğ ekini biçilmiş gibi[9] Malya ovasında katledilmişlerdi. İşte bu katliamdan kurtulanlar ve Moğol istilasından kaçanlar, Osmanlı Devletini kurmuşlardı.[10]

Uzun süre ‘Orta Barbarlık Konağını’ yaşayan Osmanlılar, o kendilerinde var olan İlkel komünal hayatı yaşatmışlar, beyler Sultan olmamış, eşitler arasından seçilerek bey olmuşlardır.[11]

Bu yönetim tarzı Yıldırım Beyazıt dönemine kadar böyle devam etmiş, Yıldırım, Oğuz beylerini hor görmüş, kendini sultan ilan etmiş, bunun sonucunda Ankara Savaşı’nda beyler Timur’u desteklemişlerdir. Timur’un Yıldırım’ı yenmesi sonucu Osmanlı’nın birinci dönemi sona ermiştir.

11 yıl süren karışıklık dönemi Çelebi Mehmet’in galibiyeti ile son bulmuş, aslında Şeyh Bedrettin ve Musa Çelebi’nin yenilgisiyle birlikte Oğuz artık bu toprağın sahibi değil reayası olmuştur ve Osmanlı, Bizans’ı aldıktan sonra saraya yerleşmiş, beyler gitmiş, yerlerine sultanlar gelmiştir. Oğuz reaya olunca yerini kapı kulları doldurmuştur.

Hikmet Kıvılcımlı, bütün Osmanlı Tarihi iktisadi hayatının bir toprak ve tarım rejimi olduğunu söylüyor.[12]Öncelikle Bizans’ta büyük toprak beyleri vardı ve bunların sömürüsü altında yaşayan köylüler mevcuttu. Osmanlı toprak rejiminde ise Osmanlı’nın İslam inancı ve gelenekleri doğrultusunda hiç kimseye toprağın mülkiyeti bırakılmıyordu. Ancak bu toprakların işlenmesi sonucunda elde edilen hasıladan tasarruf etme imkânı veriliyordu. Bu sistem ise Has, Tımar ve Zeamet şeklinde üç ana biçimde değerlendiriliyordu. Arazinin büyüklüğüne ve elde edilen gelir düzeyine göre, Has, Zeamet ve Tımar biçiminde sıralanıyordu. Bu toprakların tasarrufunda bulunan sipahiler, kendileri kazanç sağladığı gibi devlete aynî biçimde vergi veriyorlar ve bu toprakları işleyen köylülerde geçimlik mahsullerini kazanıyorlardı. Bu sipahiler savaş zamanı ise gelirlerine karşılık devlete asker sağlama yükümlülüğünde bulunuyorlardı.

“‘Fetret devrinden Kanuni Süleyman’a kadar en yüksek mertebesini bulan Osmanlılık, Kanuni zamanında en büyük deri değiştirme altüstlüğüne uğradı. Geniş Osmanlı toprakları üzerinde o zamana kadar şeriatın kutsal parmağı ile çizilen Dirlik Düzeni, ansızın ve sessizce, yukarıdan bir ihtilal geçirdi. Kesim Düzeni denilen “MUKATAALAR” devrine atladı. Yani, imparatorluğun iktisadi temeli olan Toprak rejimi, Ürün İradı şeklinden çıktı, Para İradı kılığına girdi. Ondan sonraki Osmanlı tarihinin bütün sırrı, nedense üzerinde hiç durulmayan, müthiş laik, hatta tam din düşmanı (çünkü bütün şeriat prensiplerini hiçe sayan), sözde kitaba uydurulmuş devrimde gizlidir. Bu devrimi anlamadan Osmanlı tarihini anlamaya kalkışmak, dünyanın döndüğünü bilmeden, geceyle gündüzü izaha çalışmaktan farksızdır. Batı Avrupa’da Para İradı şekline giren toprak münasebetleri, Sermaye sözde birikişi adı verilen gidişle, batıyı modern düzene kadar ilerletti. Osmanlı İmparatorluğu, bu ilerlemeye ulaşamadı. Aynı Para İradı yüzünden battı.”[13]

Kesimcilik, düzeninde artık toprakların kullanım hakkı nakdi kiralama şekline dönüşmüştü. Toprağın kira bedeli nakit olarak kiralayan kişiden peşin olarak tahsil ediliyordu. Sipahilere verilen öncelik artık parası olan ve saraya yakın olan herkesi kapsamaya başlamıştı. Burayı kiralayan kişiler tefecilerden gerekli parayı bularak alıyorlar. Sonra bu ödedikleri paradan daha büyük bir meblağa başkalarına kiralıyorlardı. Toprakları kiralayan bu taşeronlar yanlarına silahlı güçleri alarak bu arazileri köylülere işletiyorlar ve giderek çıkan mahsul miktarını daha da fazla arttırarak tahsil ediyorlardı. Bu duruma itiraz eden köylüleri yanlarındaki silahlı kişilerle susturuyorlardı.[14]

Bu kesimcilik düzeni o kadar kârlı bir hale gelmiştir ki, devlette görevli herkesin bu konuda ağzının suyu akar olmuştu. Devlet yönetiminin üst katı olan Kalemiye ve Mülkiye sınıfı kesimci olabilmek için büyük miktarda rüşvetler ödüyorlar ve özellikle Enderun sınıfı bu rüşvet ve irtikap sonucunda son derece dejenere bir sınıf haline geliyordu. Öyle ki artık her yerde karşımıza bir vezir çıkmaktaydı. Vezirde aranan özellik, getireceği rüşvetle ölçülüyordu. [15]

Bu durum Anadolu’da toprağını terk ederek çiftçiliği bırakan köylü sayısını giderek arttırıyordu. Bir yandan da yüksek fiyata buğday ihracatı fazlalaşınca 1500’lü yılların ortasında Anadolu’da büyük bir ekmek ve gıda sıkıntısı baş göstermişti. Çiftçiliğin karın doyurmaması nedeniyle köylüler erkek çocuklarının bir kısmını giderek daha fazla oranda medreselere göndermeye başlamışlardı. Bu medreselerde okuyarak hocalık, müftülük gibi devlet görevlerini yapacaklarını düşünen çocuklar, medreseleri bitirmelerine rağmen herhangi bir devlet görevinde istihdam edilmedikleri için şehirlerde başıbozuk şekilde yaşıyorlar. Halk arasında dehşet saçıyorlar, soygun, taciz, tecavüz ve kabadayılık yapıyorlardı. Tarihe “Suhte İsyanı”[16] olarak geçen bu olaylar sonucu eşrafın yardım istemesi neticesinde devletin bu olayları bastırmak için gönderdiği güçlere karşı köylüler kendi çocuklarını destekliyorlar ve bunun için de kadılardan yardım alıyorlardı. Bunun neticesinde İlmiye sınıfı ile Seyfiye sınıfı birbirlerine karşı mücadele içine giriyorlardı. İş öyle bir hale gelmişti ki bütün gelen silahlı güçler zaman içinde halka zulüm eden güçler haline dönüşmeye başlamışlardı. Saltanata sürekli şikâyetler gidiyordu. Bu isyanları bastırmak üzere gelen güçler de birer zulüm aracına dönüşüyorlardı.[17]

İşte bu mücadeleler sonucunda Celali İsyanları meydana gelmiş ve köylü topraklarını ya korkudan ya baskıdan bırakıp kaçmak zorunda kalmıştı. Bu toprakları ele geçiren derebeyleri ise Batılı anlamda bir aristokrat ya da burjuva sınıfını ortaya çıkarmak bir yana, tam anlamıyla bir tefeci bezirgân sınıf olarak ortaya çıkmıştı. Bu sınıfın üretmek gibi bir derdi yoktu. Bunlar var olan zenginliği sonuna kadar sömürmeye çalışan bir sınıf olarak ortaya çıkmıştı. Kesimcilik düzenini nakitleriyle besleyen tefecilerin yanında, köylünün toprağına el koyan yeniçeriler artık eşrafa dönüşmüştü.[18]

Beri yandan Osmanlı toprak rejimine göre bazı bölgeler özellikle Müslüman nüfusun yoğun olduğu Arabistan, Suriye ve Kuzey Afrika gibi bölgelerde özerk uygulamalar vardı. İşte bunun gibi Kürdistan’da da Yavuz Sultan Selim’le, İdris-i Bitlisi arasında yapılan anlaşma sonucu özerklik uygulanıyordu. Yani Dirlik ya da Kesimcilik gibi bir düzen yoktu. Bölgede ki feodal güçler buraları kontrol ediyorlardı. Vergilerini Osmanlı’ya ödüyorlardı. Cumhuriyet kurulana kadar bu düzen devam etmişti. Kürtler bu bölgede çok uzun bir tarih boyunca yaşamışlardı. Kendi kimliklerini yazılı bir şekilde olmasa da korumuşlardı. Osmanlı ile yaptıkları anlaşmaya sadık kalmışlardı. Osmanlı da hiçbir şekilde bu özerkliği bozmamıştı.[19]

Bir diğer konuda, Osmanlı toprak kaybına başladıktan sonra kendi hâkimiyetinden çıkan yerlerden Müslüman nüfus yurtlarından ediliyorlar, Anadolu’ya göç etmeye başlıyorlardı. Kafkasya’da Büyük Çerkez kıyımı ve sürgünü, Kırım’ın işgali ile Tatarların topraklarına ve mallarına el konulması sonucu buraların halkı Osmanlı topraklarına göç ediyorlardı. Romanya, Bulgaristan, Yunanistan, Irak, Suriye, Arabistan’dan milyonlarca insan kıyıma uğruyor ve göçe zorlanıyorlardı.

Yüzyıllar boyu devletin ve eşkıyanın el birliği ile fakirleşmiş, savaşlarda nüfusu azalmış ve Reayalaşmış Müslüman Türk nüfus; Osmanlı topraklarında kendi özerk yaşamını sürdürebilmiş Kürt ve az sayıda Arap nüfus; çeşitli coğrafyalardan göç etmiş Çerkes, Boşnak, Arnavutlar;  daha çok Kürt ve Arap bölgelerinde bulunan Süryaniler, Keldaniler vb. gibi kadim halkların yanında ciddi bir Ermeni ve Rum nüfus vardı. 1908 yılına, yani 2. Meşrutiyetin ilan edildiği tarihe, geldiğimizde demografimiz ve sosyolojik ve sosyoekonomik yapımız bu durumdaydı.

Balkan Savaşı sonrası bu bölgelerde yaşayan Müslüman nüfusun çoğunluğu Anadolu’ya gelmek zorunda kalmıştı. Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermeni Sürgünü ve Kurtuluş Savaşı öncesi ve sonrası, Rum ve Türk nüfusun mübadelesi sonucu Hristiyan nüfus giderek azalmış, kalanlar da Varlık Vergisi, 6-7 Eylül olayları ve Kıbrıs Sorunu nedeniyle kendi topraklarını terk etmek zorunda kalmıştı. Ülke nüfusunun büyük çoğunluğu artık Müslüman nüfustu ve Lozan anlaşmasında azınlık olarak sadece Hristiyanlar tanınmıştı.

Tam da burada rejim kimlikleri tanıyarak, buna mezhepsel farklılıklar da dâhil Türklüğü bir üst kimlik şeklinde inşa edip sarıp sarmalayan, birlikte yaşamak için herkesi anayasal vatandaşlık çerçevesi içinde eşit yurttaşlar olarak kabul edip,  kendi kültürel yaşamlarını koruyup kollamalarına müsaade edebilseydi, bugün Türklük tartışılan bir şey değil, birleşilen ve birleştiren bir üst kimlik olacaktı, tıpkı yüzyıllardır olduğu gibi…

Biz bunu başaramadık fakat şimdi önümüzde başka bir fırsat var. Bu kimliği ortak vatan sevgisi ve birlikte yaşamak arzusu üzerinden kurabiliriz. Ortak vatan, ortak bayrak, anayasal yurttaşlık bizi tekrar birleştirebilir.


[1] “Böylelikle beş yüz yıl önce yaşayan İngilizlerin bilincinin, gerçekliği gözünde canlandırma ve deneyimleme biçimindeki milli bilinç olduğunu söyleyebiliriz. Bu bilinç demokratikti, spesifik olarak da Liberal demokratik yani bireyselciydi. Bu uğruna canlarını feda edecek kadar milletlerine tutkuyla bağlı olmaktan hiçbir biçimde alıkoymuyordu onları. İlkesel bireycilikleri milliyetçiliklerinin ürünüydü, kesinlikle doğal bencilliklerinin ya da kendileriyle iştigal etmelerinin bir ifadesi değildi.” Liah Greenfeld, Milliyetçilik, Bir Kısa Tarih, s.27

“Fransız devrimi öncesi Fransız seçkinlerinin put kırıcı eğilimleri, özellikle şiddetli ruhban düşmanlığı, bu zorunluluktan kaynaklanmış olabilir. İngiltere’den ithal edilen millet kavramı bu yüzden dönüşüme uğrayacaktı. Politik olarak yüklü bir metafor, özgür ve rasyonel bireylere verilen ad, insanüstü bir kolektif kişiye dönüşüyordu. Fransa’da ‘millet’ engellenemez bir soyutlama ve maddeleştirme eğilimi içine girmişti. Bir yere kadar bu eğilim Fransız milli bilincinin gelişme aşamaları sonucu ortaya çıkmıştı. Eğer İngiltere’de millet terimi bir hikayenin başlığıysa, Fransa’da bu başlık hikaye yazılmadan çok önce konulmuştu.” Liah Greenfeld, Milliyetçilik, Bir Kısa Tarih, s.55-56

[2] “Rus milliyetçiliği 1698 yılında ana rahmine düştü. Bunu, kesinlikle söyleyebiliyoruz. Çünkü babanın kim olduğu konusunda hiçbir şüphemiz yok; Baba Büyük Petro’ydu. Ayrıca döllenme anını da biliyoruz, Çar’ın Batı Avrupa ziyareti. Çar bu ziyaret sırasında Londra’da 3. William’la şahsen tanışmış; ülkesine dönüşte de gelenekçi kız kardeşi Sofia adına kendisine karşı çıkan elit askeri isyancılardan bir kaçının kellesini uçurtmuş ve hiç vakit geçirmeden tebaasını Avrupalılara dönüştürme sürecini başlatmıştı.” Liah Greenfeld, Milliyetçilik, Bir Kısa Tarih, s.79-80

[3] “İngiliz, Fransız ya da Rus milliyetçiliğinden farklı olarak Alman milliyetçiliği doğuşunu aristokrasiden çok orta sınıf entelektüellere borçluydu. Birçok nedenden dolayı Alman devletindeki mevcut aristokrasi halinden memnundu. Onları toplumsal konumlarını yeniden tanımlamaya ve yeni bir kimlik arayışına iten anomiyi yaşayanlar orta sınıf entelektüellerdi. Alman üniversitelerinin ürünü olan bu grup içindeki birçok kişi alt sınıflardan geliyordu ama bir bütün olarak, grubun burjuvazinin eğitimsiz üyelerinden daha yüksek bir statüye sahip olduğu farz ediliyordu.” Liah Greenfeld, Milliyetçilik, Bir Kısa Tarih, s.107“Tanzimat Dönemi’nde yetişen aydınlarda görülen bir diğer kayda değer düşünce değişikliği Türkistan Türklerini de içine alan Türk milliyetçiliği fikrinin ortaya çıkmasıyla kendisini göstermiştir. Zira Tanzimat Dönemi’ne kadar Osmanlı devletinin sınırları dışında yaşayan Türklerin pek farkına varılmamıştır. Gerçi 15. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar Çağatay edebiyatı, Alî Şîr Nevâî’nin eserleri başta olmak üzere, bazı Osmanlı şair ve yazarlarca takip edilmiştir; ancak Tanzimat’tan önceki devirlerde Türk denince akla umumiyetle Osmanlı ülkesinde yaşayan insanlar gelmiştir.” Prof. Dr. Mesut Şen, Tanzimat Aydınlarının Çağatay Türkçesine bakışı ve Şemseddin Sami’nin Tesiri, Türkoloji Makaleleri,

[4] Türk Tarihinin Ana Hatları: Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri (1931-1941 yılları arasında liselerde okutulan temel eser), İstanbul, Kaynak Yayınları

[5] İbrahim Kafesoğlu, Türk İslam Sentezi, Ötüken Yayınevi

[6] Mehmet Altay Köymen, Büyük Selçuklular imparatorluğunda Oğuz isyanı,

[7] “Her ne kadar Müslüman yazarların Anadolu’dan, Selçuklular orada devlet kurduktan sonra bile, hiçbir siyasal anlamı kalmamasına rağmen ‘Rum/Roma’ diye söz etmeye devam ettikleri biliniyorsa da Friederich Barbarossa’nın Haçlılarından itibaren batılı yazarlar bu ülkeden, Türk egemenliği altına giren hiçbir ülkeye vermedikleri adla ‘Turchia’ Türkiye diye söz etmeye başlamışlardır.” Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu, s.104

[8] Ömer Lütfi Barkan, Kolonizatör Türk Dervişleri

[9] “Şu dünyada bir tek şeye yanar içim göynür özüm, Yiğit iken ölenlere Gök ekini biçmiş gibi” Yunus Emre

[10] “Bu isyana katılan Türkmenlere artık Babailer deniyordu. Bunların kurtulabilenlerinin, Anadolu’nun, özellikle de Beylikler döneminde Orta, Batı ve Kuzey Batı Anadolu’nun muhtelif yerlerine gittiklerini biliyoruz. Ancak bunların yalnız kırsal kesimde değil, kasabalara bile yerleştiklerini, Irene Beldiceanu bir makalesinde ortaya koydu. 1487 tarihli Hüdavendigar Livası tahrir defterindeki Göynük’le ilgili kayıtlara dayanarak gerçekleştirilen bu ilginç makalede, adı geçen kasabadaki toplam yedi mahalleden ikisinin “Mahalle-i Babailer”adını taşıdığı görülüyor. Yazar, aynı kasabada Şeyh Bedreddin kıyamından arta kalanların da iskân edildiklerini, böylece iki isyanın birbirine bağlandığını da kaydediyor.” Ahmet Yaşar Ocak, Babailer İsyanı, s.201

[11] Hikmet Kıvılcımlı, Tarih, Devrim, Sosyalizm, s.129

[12] Hikmet Kıvılcımlı, Osmanlı Tarihinin Maddesi, s.28

[13] Hikmet Kıvılcımlı, Osmanlı Tarihinin Maddesi, s.30

[14] “Gerçekte kesimci ile dirlikçi arasında, memur ile tüccar arasındaki kadar derin bir sosyal sınıf ayrılığı vardır. Dirlikçi “sahip’ül arz ” adını alır. Ama toprağın ne mülkiyetine ve ne de tasarrufuna sahiptir. Sipahi, mülkiyet ile tasarruf sahipleri arasında bir idareciden ibarettir. Kesimci ise, bilakis toprağın tam tasarrufunu elinde tutar. Bu tasarruf çiftçininkinden çok daha tam ve mutlaktır. Çiftçinin tasarrufu dirlikçinin kontrolündedir. Mukataacı için böyle, her şeye burnunu sokan bir efendi yoktur. Kesimci parasını sayıp toprağı devletten kiraladı mı, artık ona karışan görüşen bulunamaz”, Hikmet Kıvılcımlı, Osmanlı Tarihinin Maddesi, s.446

[15] “Vezirler bollaşınca ve hele vezirlik liyakatle hak edilmiş değil, rüşvetle satın alınmış bir unvan haline gelince, bundan ilk zararı gene saltanat kadar bizzat vezirlerin kendileri gördüler. Vezirliğin kadri, itibarı düştü: Kıymetli madeni çalınan züyuf akçe gibi, değersiz vezirler kalp akçeye döndüler. Eskiden vezir “kubbe-i nişiyn” (sarayın kubbeli salonunda oturur) kişi idi. Kubbe vezirinin sayısı üçü, beşi geçmezdi. Lakin sonra, köpek piresi kadar vezir çoğalınca bu imtiyazlar geri alındı. İmparatorluğun mukadderatı, profesyonel mülkiye teşkilatının elinden çıktı. Küçük saray hizbiyle bir kısım kalemiye mensubunun tekeline geçti. Buna “Meclisi Has Devri” denildi. Kesim düzeni toplumda ve orduda asayişi sıfıra indirdikten sonra, vezir de bilgisine, tecrübesine, zekâsına göre seçilmezdi. Psikopat saldırıcılığı ve hoyrat ayıcılığı, baskın çıkan yalancı pehlivan gösterişli manyaklar sivriltiliyordu.” Hikmet Kıvılcımlı, Osmanlı Tarihinin Maddesi, s.553

[16] “Halbuki, suhteler her fırsatta anlatmışlardı ki, ayaklanmanın baş sebebi, kendilerine görev verilmemesiydi. Hakikaten uzun yıllar medreselerde tahsil görerek ancak ilmiye mesleğinde çalışmak üzere yetişen ve kol işi kudretlerini kaybetmiş olan insanlara rençberliğe dönmelerini tavsiye etmek boşuna idi.” Mustafa Akdağ, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası (Celali İsyanları), s.269

[17] “Halk üzerinde bunların hepsinden çok etkisi olan şey, suhteler hakkında uygulanan işkence ve baskı idi. Hususiyle suhte akrabaları lüzumundan fazla hakarete uğruyorlardı. Bu sıralarda, İstanbul’dan reaya ve suhtelerin silahlarını toplamak üzere, her tarafa yollanan emirler büyük bir gürültü koparmış, bazı yerlerde silah toplamaya memur olanların işlerini tımarlı sipahiler de zorlaştırmışlar, ahalinin silahlarını gizlemelerine yardım etmişlerdi.

Artık, 1582’de manzara değişmiş görünmekte idi. Evvelce her taraftan suhte zulmü ve cinayetleri hakkında kalabalık şikayetler gelip dururken, şimdi baş şikayet konusu ehl-i örfün, suhte teftişi veya başka bahanelerle reayaya ettiği zulümler olmuştu.” Mustafa Akdağ, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası (Celali İsyanları), s.271

[18] “Hem devleti, hem çalışan tabakayı, hem köylüleri iflas ettirerek; bezirgân kapital; bütün zenginliklerin üstüne konar. Fakat bunlar tam arazi sahibi olsalar, hiç olmazsa bir müddet sonra, Avrupa’daki yollardan yerlerini kapitalistlere bırakıp memlekete yeni bir ilerleyiş vesilesi olurlardı. Halbuki toprağın mülkiyeti daima devlette kaldığı için, bu yeni sınıf, ebediyen devlet koltuğu altında garantilenmiş bir iratçı zümre haline girerler. Toprağa yeni bir düzen, bir ziraat devrimi olamaz. Kapitalist inkişafı yerine, Osmanlılığı çürüten, leş kokan bir bezirgân soysuzlaşması görülür. “ Hikmet Kıvılcımlı, Osmanlı Tarihinin Maddesi, s.541

[19] Kürdistan diye anılan yerler, hâlâ aşiret biçimli ilkel komuna kalıntıları içinde yaşar. Osmanlı, vaktiyle bu Kürt aşiretlerinden yararlanarak fetihler yaptığı için ve kendi aşiret geleneklerinden sezinlenerek, onlara imparatorluk içinde ayrı özerk hükümet olarak tanır. 16. yüzyıl ortasında o çeşit aşiret-hükümetler, Saliyane’ler gibi 9 tanedir.  Bunlar Cizre, Ergil, Genç, Palu, Zdarro, Ekrad, Mihruvana, Oşti, İmadiye’dir.

Aşiret hükümetlerinin komutanları da, erleri de aşiret uşağı olur. Belki de ilkel komuna yapılarının içine işlenmezliği yüzünden birer dokunulmazlık kazanmışlar ve bunu antlaşmalarla Osmanlı’ya kabul ettirmişlerdir.” Hikmet Kıvılcımlı, Osmanlı Tarihinin Maddesi, s.231

“Dünyanın Artık Nüfusu Mülteciler” Üzerinden “Yeni Bağımlılık” İlişkisi: Bir Reddiye Denemesi

Tahmini Okunma Süresi: 4 dakika

Avrupalıların, yarı-çevre Türkiye’yi “küresel artık nüfus mültecileri” tutmak için istasyon olarak kullanmak isteyeceklerini söylemek mümkündür. İhtimal o ki önümüzdeki on yıllarda Avrupalılar dünyanın artık nüfusunu “barındırmamız” karşılığında bize daha fazla ödeme teklif edecekler. Neoliberal kapitalizmin küreselleşme oyununun kurallarını değiştirmek şimdilik mümkün değil; ilerleyen yıllarda ekolojik krizi de hesaba kattığımızda, Türkiye’nin yolgeçen hanı olmasına karşı çıkmak, Türkiye işçi sınıfını evinde/yurdunda sükûnetle yaşamaya yönelik taleplerini desteklemek, piyasanın taarruzuna karşı kendi halkını koruyup kollamaya çalışmak makul bir sosyalist ve anti-emperyalist strateji olarak değerlendirilebilir.

Bilindiği gibi 2010’ların başında Suriye’de cereyan eden kapitalist paylaşım savaşının ardından Türkiye yoğun bir göçmen akınına uğradı[1] . Resmi verilere göre, Nisan 2022 itibariyle Türkiye’de en az 3,7 milyon Suriyeli göçmenin “geçici koruma” statüsünde yaşadığı tahmin ediliyor.[2] Bunun yanında, on yıllar süren emperyalist müdahaleler sonucunda “azgelişmişlik” ile malul olan Afganistan’dan Türkiye’ye “yasadışı” yollarla göç akımının son yıllarda hızlandığını biliyoruz. İyimser tahminlere göre şu an Türkiye’de yaklaşık olarak 500 bin Afgan mülteci olduğu söyleniyor.[3] Üstelik, Afganistan’da iktidarı radikal İslamcı Taliban rejimi ele geçirdiği için yakın gelecekte Türkiye’ye sığınan Afgan mülteci sayısının artması bekleniyor. Bunun yanı sıra, son zamanlarda Küresel Güney’deki (örneğin, Pakistan ve Afrika ülkeleri gibi) “azgelişmiş” ülkelerden Türkiye’ye hatırı sayılır miktarda göçmenin geldiği düşünülüyor. Mevcut durumda Türkiye’nin 4 milyon üzerinde mülteciye/göçmene[4] ev sahipliği yaparak dünyanın en önemli göç ülkelerinden biri olduğunu söylemek mümkün. Peki, bağımlılık teorisine yaslanarak, Türkiye’deki mültecilerin/göçmenlerin durumunu politik-ekonomik açıdan nasıl yorumlayabiliriz? Bu yazının amacı, Türkiye’nin göçmen meselesini, merkez-çevre kapitalist ilişkileri üzerinden okumak ve olası bir sosyalist stratejiyi tartışmaya açmak.

En başta, Türkiye’de göçmen meselesini tartışırken emperyalist-kapitalist bağlamı hatırda tutmak gerek: Türkiye’nin aracılık ettiği göç esasında “azgelişmiş” coğrafyaların yüzlerce yıllık sömürüsünün sonucudur. Suriye Savaşı’nın Avrupa’nın emperyalist kırkırtmaları ve Türkiye’nin yeni-Osmanlıcı idealleri sonucunda çıktığını, Afganistan’ın on yıllardır Amerikalılar tarafından işgal edildiğini, Doğu-Güney coğrafyasının doğal ve beşerî kaynaklarının Batılılar tarafından amansızca sömürüldüğü ve talan edildiği unutmamalıdır. Bunun yanında, bağımlılık teorisi “eşitsiz mübadeleler” diye nitelendirse de küresel kapitalizmin esas dayanağının şiddet ve ilkel birikim olduğunun altını çizmek gerekir. Hasılı, Doğu/Güney coğrafyasının kan gölüne dönmesinin ve “azgelişmesinin” müsebbibi doğrudan Batı kapitalizmidir.

Son yıllarda, Avrupa’nın yarı-çevre statüdeki Türkiye’ye göçmenlere/mültecilere ev sahipliği yapması karşılığında çeşitli bağışlar yaptığı ve tavizler verdiği bilinmektedir. Türkiye bu bağışlardan sonuna kadar istifade etse de anlaşmanın ardında gizli bir zorlama söz konusudur. Benzer bir zorlama yakınlarda İngiltere tarafından dillendirilmişti; İngiltere ülkeye ayak basan “yasa dışı” göçmenleri Ruanda’ya göndereceğini ilan etti.[5] Doğu/Güney coğrafyalarını şiddetle sömüren Batılıların mesele “yasa dışı” göç olunca pek “titiz” davrandıklarını söylemek mümkündür. Sözde “çokkültürcü” Batılı liberallerin bir yandan “serbest ticaret” ve “sermaye hareketliliği” ezberini tekrarlarken, emekçileri kürenin “geri kalmış” “çöküntü” alanlarına sabitlemeye çalışması manidardır. Batılılar bu yolla mevcut refah kurumlarını ve steril demografi politikalarını devam ettirmeye çalışmaktadır. Bu bağlamda, her ne kadar taraflar zaman zaman ihtilafa düşse de Türkiye’nin Doğudan ve Güneyden gelen göçmenlere ev sahipliğinin, kapitalist merkez Avrupa ile yarı-çevre Türkiye arasında bir “kazan-kazan” ilişkisi yarattığını söyleyebiliriz. Nitekim, Avrupa burjuvazisini son derece memnun eden Türkiye kapitalistleri göçmenlerin ucuz emek gücünü sınırsızca sömürmekteler.

Türkiyeli patronlar Suriyeli ve Afgan işçileri özellikle enformel sektörde çok düşük ücretlerle çalıştırmaktadır. Tekstil atölyelerinde, inşaatlarda, tersanelerde, hizmet sektörünün alt kademelerinde düşük ücretle çalışmak istemeyen yerli işçiler yerine göçmenler/mülteciler tercih edilmektedir. Patronların istekleri doğrultusunda Türkiye’nin doğu kapısı güdümlü şekilde açık tutulurken, kaçak göçek göçmenlik teşvik edilmektedir. Özetle, patronlar, ucuz emek gücü bulmak için memleketin yolgeçen hanı olmasını istemektedir. Bu bağlamda, Türkiye işçi sınıfının kaybetme korkusunu ve geçim kaygılarını anlamak gereklidir. Evrensel işçi sınıfı dayanışması, neoliberal küreselleşme oyunun kuralları gereği “hükmen mağlup” durumda iken (ırkçılık, şovenizm ya da linçten beri olduğumuzu kesinkes belirtilerek), Türkiye işçi sınıfının kendini korumaya yönelik taleplerinin desteklenmesi gerekir. Türkiye kapitalist rejimi bir yandan emlak satışları üzerinden vatandaşlık satmaya çalışırken, diğer yandan kapitalist-emperyalizmin kirini Avrupa’nın çöpünü satın alarak temizlemeye çalışırken, işçi sınıfının evinde yurdunda huzur içinde yaşama talebini görmezden gelmek haksızlıktır. Dahası, Türkiye halklarının kendi evinde/yurdunda sükûnetle yaşama talebini sosyalistlerin evrensellik adına görmezden gelmesi işçi sınıfı ile bağlarının kopması haline gelebilir.

Mevcut haliyle Türkiye, Batılıların kapitalist-emperyalist amaçlarını icra ederken mültecilerle temas etmemek adına seçtikleri bir “kalıcılaşmış” ara istasyon haline gelmiştir. Öte yandan, göçmenleri/mültecilerin son tercihlerinin Türkiye olmadığunu, ellerinde imkân olanların önemli bir kısmının Avrupa’ya gitmek istediği görülmektedir. Ege’de derdest edilerek batırılan mülteci botları ve Yunan sınırında gazaba uğrayan mülteciler bu hikâyenin karanlık yüzleridir. Sosyalist bir perspektifle, mültecilerin Batıya göçünün meşru bir karşı hareket olduğunun altını çizmek gerekir. Küresel kapitalizmin tarihsel sınıf dinamiklerini hesaba kattığımızda, Doğudan/Güneyden harekete geçen “barbarların” (şimdiye kadar gördükleri eziyetin, sömürülen kaynaklarının ve el konulan artık değerlerinin hesabını görmek için) haklı olarak yolla düştüklerini söylemek mümkündür. Küreselci sermaye hareketliliği söylemine  karşı, göçmen emekçilerin hareketliliğini, yani Batı’ya serbest göçünü sosyalist bir perspektifle savunmak mümkündür. Cihan Tuğal bu sosyalist perspektifi yakın zamanda dillendirmişti:

Mülteciler aslında bir ülkeyle onun dışında kalanların ayrımının giderek ortadan kalkmasının bir dışavurumu. Artan sayıları, dünya çapında gücü elinde tutanların, bazı bölgeleri yaşanmaz hale getirmesinin bir sonucu. [Türkiye için] tek çözüm var. Geri göndermek değil. “İleri” göndermek. Yani sorunların kaynağına. Bu insanların ülkelerini savaşa, kıtlığa, susuzluğa mahkûm eden merkez kapitalist ülkelere. “Göndermek” de yanlış ifade aslında. Koliden, paketten bahsetmiyoruz. Senin, benim gibi insan bu. Gitmek istedikleri yer de “ileri”si zaten. Çoğu için durum budur. Yapmamız gereken kapıları açmak. Bu insanları Türkiye’de tutmak da kapitalist merkezlerin cehenneme çevirdiği coğrafyalara göndermek de emperyalizme hizmet etmektir. Elbette salmakta olduğu kökler yüzünden, Türkiye’yi bırakmak istemeyen bir azınlık da olacaktır. Onlar da kapitalist merkezlere maşalık ederken sağladığımız rantın bedeli olsun. Bedelin çoğunu da Avrupa’nın bekçiliğimiz karşılığında verdiği kaynakları alanlar ödesin. Başını ABD-AB’nin çektiği dünya kapitalizmi sayısız ülkeyi harap etti. Buralardan kaçanların ciddi bir kısmı, AB ve AKP rejiminin yaptığı kirli pazarlıklar sonucu Türkiye’ye hapsedildi. Ucuz/güvencesiz emek istihdam edenler de buradan rant sağladı.[6]

Öte yandan, yakın gelecekte karşımıza daha ciddi bir problemin çıkacağını belirtmek gerekli. Eğer hemen harekete geçilmezse, küresel ısınma sonucunda gelecek on yıllarda Güney yarımkürede ciddi kuraklık ve ekolojik kırım meydana gelecek. Doğal ekosistemin çöküşü ile Güneydeki ekonomilerin ciddi anlamda daralacağını ve Güneyden Kuzeye doğru göç akımının hızlanacağını tahmin etmek için kâhin olmaya gerek yok. Bu durumda, merkez kapitalist ülkelerin, bizim örneğimizde Avrupalıların, yarı-çevre Türkiye’yi “küresel artık nüfus mültecileri” tutmak için istasyon olarak kullanmak isteyeceklerini söylemek mümkündür. İhtimal o ki önümüzdeki on yıllarda Avrupalılar dünyanın artık nüfusunu “barındırmamız” karşılığında bize daha fazla ödeme teklif edecekler. Neoliberal kapitalizmin küreselleşme oyununun kurallarını değiştirmek şimdilik mümkün değil; ilerleyen yıllarda ekolojik krizi de hesaba kattığımızda, Türkiye’nin yolgeçen hanı olmasına karşı çıkmak, Türkiye işçi sınıfını evinde/yurdunda sükûnetle yaşamaya yönelik taleplerini desteklemek, piyasanın taarruzuna karşı kendi halkını koruyup kollamaya çalışmak makul bir sosyalist ve anti-emperyalist strateji olarak değerlendirilebilir.


[1] Başlık Prem Kumar Rajaram’ın (2018) “Refugees as Surplus Population: Race, Migration and Capitalist Value Regimes” makalesinden ilhamla konulmuştur. Marx’a göre, “[a]rtık nüfus, sermayenin değişen değerlenme ihtiyaçları için gerçek nüfus artışının sınırlarından bağımsız olarak, her an sömürülmeye hazır insan malzemesi yaratır.”

[2] “Türkiye’deli mülteci sayısı,” Mülteciler Derneği, 21 Nisan 2022, https://multeciler.org.tr/turkiyedeki-suriyeli-sayisi/#:~:text=T%C3%BCrkiye’de%20kay%C4%B1t%20alt%C4%B1na%20al%C4%B1nm%C4%B1%C5%9F,25%20bin%2016%20ki%C5%9Fi%20artt%C4%B1.

[3] “Türkiye Afgan Göçünün Hedef Ülkesi Mi Olacak?,” Amerika’nın Sesi, 17 Temmuz 2021, https://www.amerikaninsesi.com/a/taleban-egemenligi-turkiye-yi-hedef-ulke-mi-yapacak/5969560.html

[4] Kaçak, kaçak-olmayan, yasal, yasal-olmayan vb. kategorik ayrımların ve iticilik-çekicilik faktörleri ezberinin ötesine geçmek için, daha önemlisi her göç ihtimalinin kapitalizme içkin olduğunu belirtmek için, mülteci ve göçmen terimlerini geçişli kullanmayı öneriyorum.

[5] “İngiltere’nin Yeni Göç Planı Devrede…,” Euronews, 10 Mayıs 2022, https://tr.euronews.com/2022/05/10/ingiltere-nin-yeni-goc-plan-devrede-duzensiz-gocmenler-ruanda-ya-gonderilecek

[6] https://twitter.com/CihanTugal/status/1522627960578080770