Devletin Enkazı Altında Kalan Millet

Tahmini Okunma Süresi: 4 dakika

Bu deprem esnasında görüldü ki, devlet bütün kurum ve kuruluşlarıyla enkaz altında kaldı. Yıkılan kamu binaları, müdahale etmek için emir bekleyen kolluk kuvvetleri, AFAD, askerler, sağlık ve afetle mücadele birimleri bunun en somut göstergesidir. Üstüne üstlük bütün bir ulusa sallanan parmaklar, hala durum tespiti yapmadan çözüm bulduğunu açıklayan yetkili ağızlar üstüne tuz biber oldu.  

Bu yazıyı yazmak için çok uğraşmam gerekti. Defalarca yazmaya çalıştım, bazen birkaç cümle, bazen bir paragraf bazen de hiçbir şey yazamadan vazgeçtim ama içimde bir türlü rahat etmedi. Mutlaka yazmam gerektiğini düşünüyorum. Aslında kelimenin tam anlamıyla elim ayağım kuşanmıyor. Üzerime bir ağırlık çökmüş durumda, televizyonlarda ya da internette bir şeylere kilitlenerek anlamsız bir şekilde bakıyorum. Her gün ölüm, her gün felaket, her gün acı. Defalarca yaşadığımız sahneleri daha şiddetli bir şekilde yaşıyoruz.

Sanki hiç bitmeyecek bir korku, gerilim filmi sahnesi gibi…

Elden bir şey gelmiyor. Giderek daha da çöktüğümü, içime kapandığımı hissediyorum. Tıpkı bütün bir ulus gibi, Türkiye gibi…

6 Şubat Kahramanmaraş depremi ve sonrasında bütün bir ülke enkaz altında kaldı. Daha doğrusu bölgede meydana gelen çok şiddetli iki depremin ardından yıkılan 11 şehrimizin enkazı altında kaldık. Çıkamıyoruz…

Aslında bütün bir millet olarak bu depremin en büyük artçısının gözümüzün önünde yıkılan ve tarumar olan bir devletin enkazı olduğunu gördük ve bütün bir ulus olarak onun altında kaldık.

Bu enkazın altından çıkabilirmiyiz doğrusu bilmiyorum?

Fakat mutlaka ve mutlaka bu enkazın altından çıkıp yaralarımızı sağaltıp ayaklarımızın üstünde durmamız gerektiğine sonuna kadar inanıyorum. İşte tam da budur beka sorunu, birilerinin söylediği eften püften şeyler değildir. Bizim geleceğimiz bundan sonra göstereceğimiz reflekse ve çalışmaya bağlıdır.,

Ulusun kaderi, etnik kökeni, inancı, mezhebi, yaşam biçimi ne olursa olsun birbirine bağlanmıştır. Deprem esnasında o kendiliğinden gösterdiğimiz dayanışma ve paylaşma ruhunu artık geleceğimiz ve tekrar ayakları üstüne kalkacak bir ülke için yapmak zorundayız. Sloganda söylendiği gibi

“Ya hep beraber, ya hiç birimiz”

Bu deprem esnasında görüldü ki, devlet bütün kurum ve kuruluşlarıyla enkaz altında kaldı. Yıkılan kamu binaları, müdahale etmek için emir bekleyen kolluk kuvvetleri, AFAD, askerler, sağlık ve afetle mücadele birimleri bunun en somut göstergesidir. Üstüne üstlük bütün bir ulusa sallanan parmaklar, hala durum tespiti yapmadan çözüm bulduğunu açıklayan yetkili ağızlar üstüne tuz biber oldu.

Yine bu depremde bütün bir siyaset kurumu enkaz altında kaldı. Böyle bir felaket durumunda birbiriyle konuşamayan, ülkenin içine girdiği felaket karşısında iki dakika sükût edip tefekkür edemeyen, birbirlerine pislik atarak kendilerini temizleyebileceğini zanneden aslında bu ülkeyi çok uzun süreden beri yöneten ve giderek içinden çıkılmaz hale gelen problemleri bırakın çözmeyi daha da karmaşık hale getiren siyaset kurumu ve siyaset esnafı enkaz altında kalmıştır.

“İş Dünyası” enkaz altında kalmıştır. Başta bu iktidarın kurulduğu günden beri en çok rant aktardığı müteahhit sınıfı olmak üzere bütün bir iş dünyası enkazın altında kalmıştır. Öyle ki bu müteahhit sınıfı ülkedeki siyaseti finanse eder hale gelmiştir. Yani tefeci bezirgân sınıfla, siyaset esnafı yapışık ikiz gibi olmuşlardır. Osmanlı’dan beri var olan ve aslında çeşitli şekillere giren ama özü itibarı ile “ayan, eşraf” kökenli tefeci, bezirgân ekonomisi iflas etmiştir. Çok azını dışarıda tutarak üretim değil, tüketim ve rant üzerine kurulu bu sistem artık yok hükmündedir.

Deprem günü STK’lara çadır satan Kızılay’ından, AFAD’ına dernekler, resmi kurumlar iflas etmiştir.

Basın, yayım, medya iflas etmiştir. Böyle bir felakette dahi yansız yayıncılık yapmayan, haberleri karartan, insanları hala birbirine kimlikleri üzerinden düşman etmeye çalışan, felaketin boyutlarını göstermekten ziyade hükümeti korumak için her şeyi güllük gülistanlık göstermeye çalışan bu sektör artık yok hükmündedir. Allah’tan internet ortamı ve sosyal medya var da, o mecralardan biraz doğru haberler alabiliyoruz. Gerisi enkazın altından el sallıyor.

Velhasılı kelam millet, bütün bu kurum ve kuruluşların enkazı altında kalmıştır ve işin en tuhaf tarafı devlet kurumlarının ve siyaset esnafının gölgesinin olmadığı yerlerde halk kendi çabasıyla çok daha doğru işleri birlikte yapabilme becerisini olağanüstü bir şekilde göstermiştir.

 

ÇÖZÜM MÜ?

Hadi gelin biraz da çözümü konuşalım.

Elimizde sihirli değnek yok, bugüne kadar birikmiş bu devasa problemleri bir anda çözmemiz de mümkün değil ancak ne yapmayacağımızı bugüne kadar olan uygulamalardan bildiğimiz için, ne yapacağımızı görebiliriz diye düşünüyorum.

Öncelikle bugün memlekette boy gösteren yıllardır siyasetin rantını yiyen “siyaset esnafı”na ihtiyacımız yok. Bu ülkenin tüccar siyasetçiye değil hizmet etmeyi bir ülkü haline getirmiş amatörlere ihtiyacı var. Yeni bir rüzgâra, yeni bir ruha ihtiyacı var. Birlikte düzen kurmayı, birlikte yapmayı teklif edecek insanlara ihtiyacımız var. Biz artık bize yukarıdan bakan, hiyerarşi üreten değil, bizimle aynı yerde hizalanacak siyasiler istiyoruz. Bu yaşlı ekibin artık tasfiye olup, kendisine ancak gençlik kollarında ya da kadın kollarında yer bulabilen gençlere ve kadınlara ve onların enerjisine ve aklına ihtiyacımız var.

Kamu, bizim kaynaklarımızı alıp tüketen değil, bizim sağladığımız kaynakları en iyi, en rantabl ve hepimiz için hizmet haline dönüştürecek bir yapı haline gelmeli, bize parmak sallayan değil, bize özgürlük, adalet ve refah sağlayan bir işleyişle yönetilmeli. Bize işini bilen memurlar değil, işini yapan memurlar lazım. Vatandaşa “Gavat” diyen valilere değil, vatandaşın hizmetçisi olan valilere, belediye başkanlarına ihtiyacımız var.

Kamuda yöneticilik yapan herkesin korunması değil, yaptığı hatanın veya istismarın, aldığı rüşvetin, yaptığı hırsızlığın hesabının sorulacağını bilmesi gerekmektedir. En ufak bir yolsuzluk, usulsüzlük, kayırmacılık yapanın yargılanarak hesabını vereceğini bilmesi gerekmektedir. Bu görevi yaparken halka öğreten değil, halka hiçbir inanç ve kimlik ayırt etmeksizin hizmet etmek zorunda olduğunu bilen yöneticilere ihtiyacımız var.

Bize parmak sallayan değil, bize devletin yansız ve merhametli yanını gösterecek, helallik isteyen değil, hukuk karşısında hesap veren, Cumhurbaşkanlarına, Başbakanlara, Bakanlara, Milletvekillerine, Bürokratlara ihtiyacımız var.

Bizim yaşanabilir kentlere, sağlıklı üretilmiş ve satın alınabilir ürünlere, içinde ölünmeyecek evlere, mekânlarında şiddet görmeyeceğimiz ve medeni tavırla karşılaşacağımız kolluk güçlerine, eğitimli ve dünyaya artı değer üretebilecek medeni bireyler yetiştiren, çocuklarını bilimsel değerlerle kuşatan eğitim kurumlarına, sağlığımızı emanet edebileceğimiz sağlık kurumlarına ihtiyacımız var.

Bizim sürekli bir kar hırsıyla bütün ahlaki değerleri göz ardı edip, her türlü alavere dalavereyle iş yapan, iş adamlarına değil, birlikte üretmeyi beceren, kolektiflere, kooperatiflere ihtiyacımız var.

Bizim geleceğe güvenle bakan gençlerimiz, sokaklarında güvenle ve neşe içinde oyunlar oynayan çocuklarımız, emekliliğini huzur içinde geçiren yaşlılarımız olmalı.

Bütün bunları yapabilmek içinde öncelikle etnik köken, inanç, ideoloji ve kimlikler baki kalmak kaydıyla yaşadığımız bu toprakların ortak vatanımız ve birlikte aynı kaderi paylaştığımız insanların aynı ulusun birer bireyi olduğunu kabul ederek ortak amaç etrafında buluşmamız gerekiyor.

Ben bu yazıyı yazdığım sıralarda Millet ittifakında bir kriz çıktı ve krizi yurttaş büyük bir tepki göstererek kendi direnişi ile çözdü. Bu vesileyle İnti İllimani’yi ve onların yaptığı bir şarkının, Şili halkının Pinochet’ye karşı direnişinde yaptıkları marşı hatırlayalım.

“El Pueblo unido jamas sera vencido”

“Bir halk birlik olursa onu hiçbir kuvvet yıkamaz”

Evet bir halk birlik oldu ve diktatörü gönderene kadar çok bedel ödemelerine rağmen başardı. Şu anda Şili demokrasisi dünyaya örnek işler yapmakta.

Peki biz ne yapabiliriz. İşe şu sözlerle başlayabiliriz.

“Ey vatan gözyaşların dinsin yetiştik çünkü biz”*

  • Vatan Marşı (Mülkiye Marşı)

Ulus Analitiğine Kısa Giriş: Ulus, Sermaye-Devletin bir Uzantısı Mıdır?

Tahmini Okunma Süresi: 8 dakika

Ulus Analitiğine Kısa Giriş: Ulus, Sermaye-Devletin bir Uzantısı Mıdır?

Ulusu milliyetçilikten bağımsız ve hatta ona karşı düşünmek mümkün müdür? Ulus, sermaye-devletin mantıksal bir uzantısı mıdır ya da onun bir gereği midir? Bu soruları yanıtlamaya girişmek için ulus ve milliyetçiliğin tanımlarına ulaşmak gerekir. Bu yazı, bu “büyük” sorular etrafında teorik bir egzersizdir. Aşağıda, gündelik düzeyde birbirleriyle çeşitli şekillerde iç içe geçebilen 3 ideal tip üzerinden bir tartışmaya girişiyorum.

Haysiyetin Şerefi İkamesi ve Ulus

Modern öncesi toplumsal hiyerarşinin temeli; bireysel temeldeki yetenek, başarı, çalışma, gayret farklılıkları değildi. Birey içine doğduğu grup ile tanımlıydı; gruplar da, verili alınan, esnetilemeyen, değiştirilemeyen imtiyazlar ve  ayrıcalıklar üzerinden hiyerarşik bir dizilime tabiydi. Bu dizilimdeki belirleyici ayrım çizgisi yöneten ve yönetilen toplulukları, halkı ve elitleri birbirinden ayıran çizgiydi. Çizginin iki yanının birbirinden kapatılamaz bir mesafeyle ayrılmasının, yönetici elitlerin sıradan halkın üzerinde seçime tabi olmayan bir otorite kurmasının toplumsal meşruiyeti ideolojik bir boyuta sahipti ve bu ideolojik boyutta yönetici elitlerin sıradan halkta olmayan şerefe (honor) sahip olduğu düşüncesi önemli bir rol oynuyordu (Taylor 1992: 27).

Modern ulus kavramının ortaya çıkışındaki kritik dönüm noktası; yönetici elitler ve yönetilen halk arasında eşitsiz bir şekilde dağılan şerefin yerini, ayrımsız olarak herkesin paylaştığı düşünülen haysiyetin (dignity) almasıdır. Bu dönüşümün ilk sonucu “halk” ve “ulus “un eşitlenmesi olmuştur. Modernitenin eşiğinde tüm Avrupa dillerinde “halk”, toplumun hiçbir otoritesi olmayan alt sınıflarına atıfta bulunuyordu: “ayaktakımı” veya “pleb” ile eşanlamlıydı (Greenfeld 2016: 11-12). Oysa Kıta Avrupası’nda en azından on sekizinci yüzyılın ortalarına kadar “ulus” karar verici elitleri tanımlamak için kullanılıyordu. Her ne kadar seyrek kullanılıyorduysa da kullanıldığı her yerde yalnızca soylulara işaret ediyordu  (Greenfeld 2019: 16). Herkesin paylaştığı haysiyetin yönetici elitlere mahsus bir ayrıcalık olan şerefi ikame etmesiyle birlikte “halk” ile “ulus”un eşitlenmesi, daha önce ayak takımı olarak görülen sınıfları sembolik olarak seçkinlerin saygınlığına yükseltti ve onlara seçkinlerin otoritesini bahşetti (Greenfeld 2016: 12).

O halde kritik sorularımız, herkesin paylaştığı bu haysiyet nosyonunun temelinin ne olduğu, nasıl bir dönüşüm sonucunda şerefi ikame ettiği, bu ikamenin nasıl bir nedensellik içinde ulusu mümkün kıldığıdır? Burada kapitalist toplumsal düzenin, yani sermaye-devletin nasıl bir işleyişe sahip olduğuna, bu işleyişin üzerine kurulduğu norma bakmak gerekir.

“Yapısal mantığı içinde sermaye, genişletilmiş yeniden üretim ve ilkel sermaye birikimi üzerinden mülksüzleştirdiği, yaşam dünyalarından, geleneksel-yerel cemaat bağlarından mahrum bırakarak biyolojik/çıplak hayatlarına indirgediği kitlelelerin biyolojik/çıplak hayatlarını özgürlükleri ile mübadele ederek onları ücretli kölelerine dönüştürür” (Yurtseverce 2021). Yani ölüm ya da kölelik seçeneğini sunar. Keza “yapısal mantığı içinde devlet, bireyleri sahip oldukları zor araçlarından ve geleneksel-yerel cemaat zırhından soyutlayarak onları biyolojik/çıplak hayatlarını koruma ve güvence altına almak karşılığında kendine tabi kılarak birey-tebası haline dönüştürür” (Yurtseverce 2021). Yani ölüm ya da kulluk seçeneğini sunar.

Sermaye ve devlet bireyleri sadece çıplak hayatlarına indirgemekle kalmaz. Sermaye ve devlet çıplak hayat üzerinden işler. Çıplak hayatı kapitalist modernitenin nihai ve en yüksek değeri olarak kurarlar: “Bugün siyaset, hayattan başka değer tanımıyor” (Agamben 2013: 19). Sermaye ve devletin mülksüzleştirici şiddetinin nihai sınırı çıplak hayattır. Biyo-politika, sermaye ve devletin işleyişinin ayrılmaz bir parçasıdır. O halde, sermaye-devlet tarafından yapılandırılan kapitalist modernitede, herkes için eşit derecede ortak olan ve sosyal geçmişlerinden bağımsız olarak onlara değer/haysiyet kazandıran şey çıplak, biyolojik hayattır.

“Sadece elitlerin değil, tüm statü gruplarından ve sınıflardan insanların eşit saygınlığa sahip olduğu” şeklindeki yeni fikri ulusa götüren dolayımın kavramları nelerdir o halde? Burada iki düşüncenin altını çizmek gerekir. Birincisi, temel insani haklar düzeyinde bireylerin statü eşitliği ve bu hakların ötesindeki statü farklılaşmasının da ancak kişilerin şahsi emekleriyle kazanılabilir ve kaybedilebilir olmak koşuluyla kabul edilebilir olduğu düşüncesi. Modern dönemde statünün temelleri, katı tabakalaşma sistemlerinde belirleyici olan soy soptan farklı olarak bizzat bireysel başarıya ve yetkinliğe dayalıdır (Greenfeld 2016: 1). Bu durum, hak edilmemiş statülere dayalı her türlü üstünlük iddiasını gayrimeşrulaştırır. Liyakat kavramı bu zeminde mümkün olur.  İkinci önemli düşünce, bireyin kendi kaderini kendi tayin edebileceği düşüncesidir. Kişi içine doğduğu statüye hapsolmayacaksa, onun tarafından belirlenmeyecekse “kendi kendisinin yapıcısı olmuştur” (Greenfeld 2019: 17). Yani kendi kaderini kendi tayin etmek imkanı ve zorunluluğuyla başbaşadır.

Birey düzeyinden toprakla sınırlı bir varlık düzeyine genişletildiğinde, statüde eşitlik/esneklik ve kendi kaderini tayin hakkı ilkeleri bizi ulusun şu asgari tanımına götürür:  “Temelde eşit bireylerin… egemen topluluğu” (Greenfeld 2017: 8). Tam bu noktada, ulus ve sermaye-devlet arasındaki bağın doğasını netleştirmek üzere bir dizi soruyu ileri sürmeliyiz: Eğer sermaye-devlet yaşamları çıplak hayata indirgeyerek çalışıyorsa, çıplak hayat herkes tarafından eşit olarak paylaşılan haysiyetin temeliyse, herkes tarafından eşit olarak paylaşılan haysiyet, temel statü hakları düzeyinde homojen olan egemen bir halk olarak ulus fikrine yol açıyorsa, o zaman bu, ulusun, sermaye-devletin mantıksal bir uzantısı ya da onun gereği olduğu anlamına mı gelir?

Kapitalist Toplumsal Düzen, Irkçı Ulusçuluk ve Liberal Ulusçuluk:

Bu tarihsel-mantıksal akıl yürütmede sermaye-devlet ve ulus arasında zorunlu bir bağlantı var gibi görünmektedir. Ancak bu nedensellik zincirinde önemli bir süreksizlik anı vardır. Kapitalist toplumsal düzen bünyevi olarak oligarşiktir. Zira sermaye ve devletin kurucu dinamiği rekabettir. Rekabet süreci üretim araçlarını ve zor araçlarını sırasıyla sermaye ve devlet oligarşisinin elinde toplar. Yani kapitalist toplumsal düzen “temelde eşit bireylerden oluşan egemen halk”ı bir yandan tarih sahnesine çağırırken öte yandan da kendi eliyle çağırdığını yine kendisi kovalamaktadır. Bu kovalama işlemini de yine kendi yordamınca, yani çıplak hayat üzerinden hiyerarşiler kurarak yapar: Bazı hayatlar o kadar da kıymetli değildir, yani eşit statüyü ve kendi kaderini tayini hak edecek bir haysiyetten yoksundur. Tanınmaya değmezler. Irkçılık dediğimiz budur. Michel Foucault’nun tabiriyle “devlet ırkçılığıdır” bu (2002).

Toparlarsak: sermaye-devletin mantıksal uzantısı olan; temelde eşit statülü ve kendi kaderini tayin hakkına sahip bireylerden oluşan egemen ulus değil, temelde eşit statülü ve kendi kaderini tayin hakkına sahip bir egemen grubun ırkçı ulusudur. Bu ırkçı ulus, yatay düzeyde iç ve dış sömürgeler, dikey düzeyde sınıfsal tahakkümler ve tüm toplumu kesen bir düzeyde toplumsal cinsiyet hiyerarşileri üreterek kurulur. Yani sermaye-devletin kurucu ayakları olduğu oligarşik kapitalist toplumsal düzenin organik ideolojisi ırkçı ulusçuluktur. Ancak kapitalist toplumsal düzenin oligarşik karakterinde temellenen ırkçı ulusçuluğu bugün Avrupa sömürgeciliği ve Nasyonal sosyalizm dönemlerinde icra edildiği gibi kamusal savunusu açıktan yapılabilir, dört başı mamur bir meşru ideoloji olarak teşhis etmek çok durumda mümkün değildir. Zira sınıfsal, ulusal, ve toplumsal cinsiyet düzeylerinde verilen mücadelelerle ırkçı ulusçuluğa karşı bazı tarihsel kazanımlar elde edilmiştir. Dolayısıyla oligarşik kapitalist toplumsal düzenin organik ideolojisi olan ırkçı ulusçuluğu çoğu kez yasalar ve anayasalar düzeyinden ziyade fiili uygulamalar ve politikalar düzeyinde teşhis edebiliriz.

Burada bir ikinci toparlamaya gidecek olursak; temelde eşit statülü ve kendi kaderini tayin hakkına sahip bireylerden oluşan egemen ulus, ki buna liberal ulusçuluğun ulusu denilebilir, sermaye-devletin içkin bir eleştirisidir; bu ulusçuluk tipi en saf/ideal halinde sermaye ve devletin normatif zemini olan çıplak hayat üzerine kurulu temelde eşit statülü ve kendi kaderini tayin hakkına sahip bireylerden oluşan egemen ulus fikrine dayanarak sermaye-devletin organik ideolojisi olan ırkçı ulusun sömürgeci ve patriyarkal dışlayıcılıklarına/şiddetine tamamen ve sınıfsal tahakkümüne bu tahakkümün çıplak yaşamı doğrudan tehdit eden aşırılığını sınırlamak üzere direnir. Bu çizginin en ileri ifadesi olan çokkültürcü sosyal demokrasi; ırkçı ulusalcılığın sınıfsal tahakkümüne direnişini, çıplak hayatı doğrudan tehdit eden aşırılığın savuşturulmasıyla tanımlı negatif statü haklarını savunmakla sınırlamaz ve eşit statülü, kendi kaderini tayin hakkına sahip haysiyetli bireyin aktif biçimde sosyal devlet yolu ile tahkimi noktasına değin uzatır. Bu çizginin Türkiye’deki ideal temsilcisi HDP’dir.

Son  bir toparlamayla; bütün bunlar şu anlama gelir:  ırkçı ulusçuluk kapitalist toplumsal düzenin mantıksal bir uzantısı, gereği ve zorunlu bir tamamlayıcısıysa, temelde eşit statülü ve kendi kaderini tayin hakkına sahip bireylerden oluşan egemen ulusa dayanan liberal ulusçuluk da  kapitalist toplumsal düzenin bir yapısal nedensellik zinciri içinde gerektirdiği, çağırdığı muhalefet tarzıdır.

Bugün tam anlamıyla bir oligarşik kapitalist toplumsal düzenin hakim olduğu Cumhur İttifakı’nın Türkiye’sinde tam teşekküllü bir ırkçı ulusçuluk hüküm sürmektedir. Kürt ve Alevi meselesinde ırkçı ulusçuluğun iç-dış sömürge siyaseti açık ideolojik-kurumsal referanslar sürdürülmekte ve temelde eşit statülü ve kendi kaderini tayin hakkına sahip bireylerden oluşan egemen ulus fikrinin gerektirdiği eşit vatandaşlık ilkesi çiğnenmektedir. Irkçı ulusçuluğun toplumsal cinsiyet faslındaki icrası kadınların toplumsal-siyasi-ekonomik yaşama eşit haklarla katılımını sayısız yolla engellemekle sınırlı kalmayan bir şekilde, kadınların bizatihi yaşam hakkını savunmaktan aciz, hatta buna isteksiz ve en son İstanbul sözleşmesinin askıya alınmasında görüldüğü üzere açık ideolojik ve kurumsal güvencelerle yürütülmektedir. Irkçı ulusçuluğun sonuçları açısından belki de en acımasız veçhesi sınıfsal tahakkümdür. Emekçi yaşamları değersizleştiren/tehdit eden sermayenin azami kar ve rekabet devinimi her yolla desteklenirken, tehdit altındaki bu yaşamları korumak üzere yapılması gereken denetlemeler yapılmamakta, alınması gereken önlemler alınmamakta, yatırımlardan kaçınılmakta, harcamalar azaltılmakta, işçi sınıfı ve halkın öz örgütleri üzerinde baskılar kurulmaktadır. İş cinayetlerinde, iş hastalıklarında, depremde çürük binaların enkazları altında, çeşit çeşit felaketlerde ölen ya da engelli kalan on binler ırkçı ulusçuluğun kurduğu sınıfsal tahakkümün kurbanlarıdır.

Radikal Cumhuriyetçi Yurtseverliğin Ulusu:

Bu noktada tartışmanın başında sorduğumuz soruya geri dönelim: Ulusu, sermaye-devletten bağımsız ve hatta ona karşı düşünmek mümkün müdür? Burada yürüttüğümüz tartışmanın terimleriyle bu soruyu yeniden ifade edecek olursak, ulusun milliyetçilikten ayrıştırılıp ayrıştırılamayacağı ve hatta sermaye-devlete karşı ileri sürülüp sürülemeyeceği sorusu, doğuştan gelen statü farklılaşmasına izin vermeyen ulus üyelerinin eşitliği ilkesinin sınıfların (kapitalizmin) ve ulusun kendi kaderini tayin etme ilkesinin dışsal bir dayatma olarak devletin yadsınması noktasına kadar radikalleştirilip radikalleştirilemeyeceği sorusudur. Bu radikalleştirme işleminin yapılabilmesi ancak bir süreklilik ve kesinti içinde mümkün olur. Süreklilik gerekir, zira kapitalist toplumsal düzenin çıplak hayat üzerinden genelleştirdiği “haysiyet sahibi insan” mevhumu, ki ulus fikrinin mümkünlüğünün zeminidir bu, korunmalıdır. Öte yandan kopuş da şarttır, zira söz konusu olan kapitalist toplumsal düzenin bir bütün olarak olumsuzlanmasıdır.

“Haysiyet sahibi insan” mevhumunu alıkoyarken kapitalist toplumsal düzeni bir bütün olarak aşmaya yönelen, ne ırkçı ulusçulukla ne de liberal ulusçuluk ile ilişkilendirilemeyecek, sermaye-devlet ve onun oligarşik kapitalist toplumsal düzeninin yapısal mantığından türemeyen bir ulus-çu siyasal biçim vardır: radikal cumhuriyetçi yurtseverlik (Viroli 1997). Radikal cumhuriyetçi yurtseverlik sermaye-devletin kapitalist toplumsal düzeninin eşitsiz “toplum”unun (Gesellschaft) ütopik ötekisi olarak cemaat (Gemeinschaft) üzerine kuruludur. Bu şu anlama gelir: Gemeinschaft tarihsel olarak kapitalizm öncesi bir toplumsallık tipi olarak anlaşılmamalıdır. Cemaate atfettiğimiz, onu tanımlayan sıfatların tamamı, örneğin eşitlikçiliği, kendi kendisini dışsal bir zora (devlet) ihtiyaç duymadan yönetebilir olması, yabancılaşma içermemesi, kapitalizm öncesinin baskın toplumsallık tipinin ifadeleri olmaktan çok kapitalist “toplumun” olumsuzlanmasının terimleridir. Demem o ki, cemaat ancak modern kapitalist düzenin “toplum”una kıyasla ve zıtlıkla tahayyül edilebilir, kendinde bir içeriği yoktur. Radikal cumhuriyetçi yurtseverliğin süreklilik ve kesinti diyalektiğinin görünürlük kazandığı yerdir burası: Kendinde, pozitif bir içeriği olmadığı, varlık sahasına ancak kapitalist toplumsal düzenin olumsuzlanması üzerinden çıkabildiği oranda radikal cumhuriyetçi yurtseverlik kapitalist toplumsal düzeni öngerektirir. Öte yandan, kapitalist toplumsal düzenin tam bir olumsuzlanması olarak ondan bir kopuştur da.  Kısaca cemaat (radikal cumhuriyetçi yurtseverliğin ulusu), kapitalizm öncesi  romantizmine ait değildir, kapitalizm sonrası bir ütopik toplumsallık arzusunun ufkudur.

Radikal cumhuriyetçi yurtseverliğin cemaat olarak ulusu, kapitalist toplumun ütopik olumsuzlanmasının sunduğu ufuktan geriye dönük olarak bugünde kurulan ve dolayısıyla kendini gerçekleştirmesinin yolu kapitalist toplumun şimdisindeki adaletsizliklere/şiddete/eşitsizliğe mücadeleden geçen bir toplumsal öznelliktir. Ulus-cemaat, gelecek yönelikliği ya da ütopik ufuktan geriye dönüklüğü içinde düşünülmediğinde bugünkü adaletsizliklere ve eşitsizliklere gözümüzü kapamayı mümkün kılan, ağrı kesici, telafi edici bir muhafazakar muhayyelliğe kaçış olarak anlaşılabilir ancak. Ulusun cemaat olarak tahayyül edilmesinin protest potansiyelini tanımasına rağmen ulusu son tahlilde, yine de, muhafazakar işlevli olarak teşhis ettiğinde Kojin Karatani’nin aşamadığı eşik tam da buydu (2014: 220). Şunun altını kalınca çizelim o halde: Radikal cumhuriyetçi yurtseverliğin ulusu salt “tahayyül edilen” değil, esasen “umut edilen” bir cemaattir; henüz yoktur, olması ihtimal dahilindedir.

Bu cemaatin umut edilmesini mümkün kılan karşılaşmanın en az 3 öğesi tanımlanabilir (Yurtseverce 2023). Birinci öğe, modern devletin fiziksel ve sembolik sınır inşasıyla içeriyi dışarıdan ayırt ederek oluşturduğu “toplum”dur/ “biz”dir/ortak kimlik çerçevesidir. İkinci öğe, kapitalist toplumsal düzenin toplumsal içeriği ve oligarşik biçimi arasındaki çelişkinin ürettiği yapısal meşruiyet krizidir. Bu meşruiyet krizi, tarihte hiç olmadığı kadar insanların hayatlarına müdahil olarak işleyen bir iktidar sisteminin müdahilliğinin toplumsal uzamıyla sistemin oligarşik karakteri nedeniyle bu müdahalenin bir azınlık dayatması biçimini almasının yarattığı demokratik açıktan kaynaklanmaktadır. Üçüncü öğe, sermaye-devletin parçaladığı, çözmeye çalıştığı, ama asla bütünüyle yok edemediği kapitalizm öncesi dönemin komünal gelenekleri, değerleri, ilişkileri, yapılarıdır. Radikal cumhuriyetçi yurtseverliğin ulus-cemaati; “biz”in,  kapitalist toplumsal düzen içinde süregiden komünal tarihsel ilişki ve değerlerden güç alarak ve kapitalist toplumsal düzenin toplumsal içeriği ve oligarşik biçimi arasındaki çelişkinin ürettiği yapısal meşruiyet krizinin daveti üzerine oluşturmuş olduğu devrimci öznenin adıdır. Hikmet Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi’nin ([1965] 2012) mantığını takiple söyleyecek olursak, barbarların devrimci komün geleneği radikal cumhuriyetçi yurtseverlikte yeni bir bedene bürünmüştür (Cörüt 2021: 34).

Önümüzde duran görev bu bedeni güçlendirmektir.


BİBLİYOGRAFYA

Agamben, Giorgio. 2013.  Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat, çev. İsmail Türkmen. İstanbul: Ayrıntı.

Cörüt, İlker. 2021. “Hikmet Kıvılcımlı’s History Thesis and the Nation-Form.” Beyond Nationalism and the Nation-State: Radical Approaches to Nation içinde, der. İlker Cörüt ve Joost Jongerden. London: Routledge.

Foucault, Michel. 2002. Toplumu Savunmak Gerekir, çev. Şehsuvar Aktaş. İstanbul: Yapı Kredi.

Greenfeld, Liah. 2016. Advanced Introduction to Nationalism. Cheltenham: Edward Elgar Publishing.

Greenfeld, Liah. 2017. Milliyetçilik: Moderniteye Giden 5 Yol, çev. Abdullah Yılmaz. İstanbul: Alfa.

Greenfeld, Liah. 2019. Nationalism: A Short History. Washington, D.C.: Brookings Institution Press.

Karatani, Kojin. 2014. The Structure of World History: From Modes of Production to Modes of Exchange. Durham and London: Duke University Press.

Kıvılcımlı, Hikmet. [1965] 2012. Tarih Devrim Sosyalizm. İstanbul: Derleniş Yayınları.

Taylor, Charles. 1994. “The Politics of Recognition.” Multiculturalism içinde, der. Amy Gutmann. Princeton, NJ: Princeton University Press.

Viroli, Maurizio. 1997. Vatan Aşkı, Yurtseverlik ve Milliyetçilik üzerine Bir Deneme, çev. Abdullah Yılmaz. İstanbul: Ayrıntı.

Yurtseverce. 2021. Yurtseverce Sözümüz. https://yurtseverce.com/yurtseverce-sozumuz/

Yurtseverce. 2023. Yurtseverce Sözümüz.  https://www.youtube.com/watch?v=22EhLA9bY9s

Sincan Neden Bir İç Yerleşimci Kolonisidir?

Tahmini Okunma Süresi: 12 dakika

2000’li yılların ortalarına gelindiğinde, Güney Sincan’daki birçok ilçede, tarıma elverişli arazilerin büyük bir kısmının hakları yerel parti kurumları içindeki birkaç nüfuzlu kişiye aitti. Bu da aslında bu ilçelerdeki Uygurların çoğunun maraba olarak yaşadığı anlamına gelmektedir: toprakları ve işleri büyük ölçüde yerel otoritelere aitti. Pek çok Uygur çiftçi, yahut da onların çocukları, civar beldelerde, zaman zaman da büyük Urumçi kentinde, ya göçmen tarım işçiliği ya da küçük ölçekli ticaret yapmaları için baskıya maruz kalmışlardı. Sistem önce toprak etrafında -özellikle Uygur ve Kazakların topraktan çıkarılması- ardından geriye kalan toplumsal kurumlar ─bankacılık, eğitim, dini sistem, sağlık sistemleri ve nihayetinde aile ve hane yapısı─ üzerinde yoğunlaştıkça; mülksüzleştirme, maddi dünyalarının ellerinden alınması, insanların bir halk olarak kendini yeniden üretme yeteneklerini tehdit eden bir tahakküm ilişkisi ile birleşti. İstikballerini sorgulatan şey, tam da kendi geleneklerini uygulamaya dökmelerine ve nesilden nesle aktarmalarına yönelik bu tehdittir.

Çeviren: Pınar İçer

Redakte eden: Bartu Şanlı

Bu makale Darren Byler‘ın Terror Capitalism: Uyghur Dispossession and Masculinity in a Chinese City kitabından (Terör Kapitalizmi: Bir Çin Şehrinde Uygur Mülksüzleştirilmesi ve Erkekliği, Duke Üniversitesi Yayınları, 2021) uyarlanarak yazılmıştır.*

Güney Sincan’da Altı Şehir[1] diye bilinen ve Uygurların çoğunlukta olduğu bölgelerin dönüşümü, önce 1950’lerde Uygur ve Kazak toplumsal yaşamındaki sistematik politik değişikliklerin başlamasıyla, ardından 1990’larda kaynak çıkarma altyapısı, sınai tarım, Han yerleşimcileri ve Çin pazarının Uygur yaşamının tüm çehresini değiştirmesiyle dalgalar halinde gerçekleşti.

Hotan’da 2015 yılında, görüştüğüm yaşlıca bir Uygur çiftçi, mevzubahis süreci ağaçların yaşamı üzerinden örneklendirmektedir. Ona göre, Uygur anavatanında üç nesil ağaç varmış.

İlk olarak, 1949’da Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşundan önce geriye kalan ağaçlar vardı. Bu ağaçlar oldukça nadirdi ve kutsal olarak görülüyordu.

İkinci nesil, 1950’lerin sonlarında, Büyük İleri Atılım dönemi boyunca çalışma tugayı (大队 dàduì) olarak organize edilmiş köylere dikilen ağaçlardan oluşuyordu. Bu dönemde, Uygur çiftlikleri komünler halinde bir araya getirildi ve çiftçiler müstakil çiftlik evlerinden, evlerin çoğunlukla aynı yükseklikte olduğu ve zaman zaman hasılatlarını paylaştıkları köylere taşındılar. 2015’e gelindiğinde, bu yeni çiftliklere dikilen ağaçlar oldukça uzamıştı, lakin bu ikinci nesil ağaçların birçoğu üçüncü nesil ağaçlarla değiştirilmişti.

1990’lar ve 2000’lerde dikilen bu yeni ağaçlar “Kuzeybatı (西北大开发 xīběi dà kāifā) ve Batı’ya açılım (西部大开发 xībù dà kāifā)” ağaçları idi. Görüştüğüm insanlar bu ağaçları aynı zamanda “yatırım”[1] ağaçları olarak da nitelemektedir. Pek çok durumda Sincan’da, taşra yönetiminin en yaygın biçimi olan çalışma tugayları bu genç ağaçların işlenmesine yönelik hakları köylülere satmıştır. Bundan yıllar sonra, belli bir noktada ağaçları kesmelerine ve kerestelerin kârından faydalanmalarına müsaade edilecektir.

Yaşlı adam bu noktada iç geçirmektedir. “Ağaç alıp satan bu insanların unuttuğu şey, ağaçların içinde atalarımızın ruhlarının barındığıdır. Evlerimizin eşiklerini inşa etmek için her zaman ahşap kullandık ama bunu ağaçlara duyduğumuz saygıdan ve evimizi kötü ruhlardan korumanın bir yolu olarak yaptık. Bugün ise bu saygı kayboldu.” Uygurlar, kutsal topraklarına (Uygurların “yatırım ağaçlarını” tanımlamak için kullandıkları asıl sözcük olan) sermaye kaynağı gibi davranmaya başladıklarında, toprağın derin tarihiyle olan ilişkileri parçalanır.

Ağaçların değerine dair Uygur çiftçilerinin zihinlerinde ortaya çıkan bu maddi dönüşüm, Uygur toplumsal yeniden üretiminde meydana gelen daha geniş yapısal düzenleme ve dönüşümlerin bir örneğiydi. 1950’ler ve 60’larda çiftlik evlerinin komünal köylere dönüştürülmesi ve ardından 1990’lar ve 2000’lerde Sincan’ın güney kesimleri boyunca otoyol ve demiryollarının gelişi, bu geniş ölçekli dönüşümün ilk habercileriydi. Bu fizikî altyapı dönüşümlerinin ikinci dalgası, Doğu Çin’de büyüyen endüstriyel ekonomiyi beslemek amacıyla petrol ve doğalgaz rezervlerini hedef almaktaydı.

Sincan gibi bir sınır bölgesinde gerçekleştirilen kamulaştırma faaliyetlerinin – yasal hale getirilmiş arazi gaspları, banka ve okulların ele geçirilmesi ve cebirle çalıştırma gibi – ekonomiye hizmet eden devlet sermayesinin tarafsız müdahalelerinden ibaret olmadığını vurgulamak önemlidir. Bu kamulaştırma faaliyetleri, esasen toplumsal eşitsizlik ve kar maksimizasyonu ile birlikte düşünülmesi gereken devletin ülkenin geri kalan bölgelerinde yaşayan çiftçilerin topraklarına el koyması durumu ile pek de aynı değildir. Bu kamulaştırma süreci, Uygur ve Kazakların atadan yadigâr topraklarında gerçekleşmesinden ötürü, dilleri, inançları ve etno-ırksal fenotipleri nedeniyle farklı olarak işaretlenmiş insanlar üzerinde tahakküm ilişkisi kurmaktadır.

Sincan’da kamulaştırma, salt zarar tazminatlarının ödenmemesi değil geleneklerin gayrimeşru hâle getirilmesi ve kutsal toprakların mülkiyete dönüştürülmesi sürecidir. Petrol ve doğalgaz boru hatları, demiryolları ve sanayi çiftlikleri, Çin’in diğer bölgelerinden gelen yerleşimci nüfusları yerel politika ve ekonominin merkezine oturtan yeni bir hizmet sektörü ve pazarı harekete geçirdi.

Sincan’ı Çin devletinin içinde modern bir yerleşimci sömürgesi haline getiren tam da bu üç unsurdur: maddi mülksüzleştirme, kurumsal tahakküm ve yerleşimci işgali.

KUZEYBATIYA AÇILIM

1990’larda Uygur ve Kazakların yaşam tarzlarına yapılan müdahale daha da vahim bir hal aldı. Birçok Uygur, 1980’lerden önceki on yılı imkanların olabildiğince açık olduğu bir Altın Çağ olarak değerlendiriyor. O zamanlar, Reform ve Açılım dönemiyle kol kola gelişen göreli ekonomik, dini ve siyasi özgürlükler daha parlak bir gelecek vaat ediyor gibidir. Stalin’in Liú Shǎoqí’ye Çinli yerleşimcilerin Sincan’ı “işgal etmesi”[2] ve Müslümanların “aktifleşmesini” önlemek gerektiğine yönelik tavsiyelerine uygun olarak ve Maocu kampanyalar neticesinde bölgenin [Sincan’ın] kuzey kesimlerine göç eden pek çok Han yerleşimcisi Çin’in doğusundaki memleketlerine geri dönmüşlerdi. Ne var ki, Sovyetler Birliği’nin Aralık 1991’de çöküşü ve Orta Asya Cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını kazanmaları ile Çin’in devlet otoriteleri, Uygurların kendi kaderlerini tayin etme isteklerine dair artan gerginliklerle karşı karşıya kaldı. Aynı zamanda, Çin’in uzun zamandır kolonyal hasmı olan Sovyetler Birliği’nin parçalanması, Çin’in nüfuz alanını genişletmek için yeni alanlar sundu. Daha da önemlisi, enerji kaynaklarına ulaşmak adına yeni fırsatlar ortaya çıkmış oldu.

Uygur bölgesindeki devlet otoriteleri arasındaki başat endişe, Uygurların 1980’lerde elde ettikleri özgürlüklerin dört başı mamur bir kendi kaderini tayin hareketine dönüşme tehlikesiydi. Uygurların, Kırgızistan ve Kazakistan’da su yüzüne çıkan pazarlarla ticari ilişkilerinin artması ve Özbekistan ile dinsel ve kültürel etkileşiminin karşılıklı bir şekilde canlandırılması, Çin devlet otoritelerinin Uygurların 1950’li yıllarda kendilerine vaat edilen özerkliği talep etmeye başlayacaklarına dair daha fazla endişe duymaya başlamasına sebep olmuştur. Nihayetinde, Çin devletinin Orta Asya pazarlarını kontrol etme ve bölgedeki doğal kaynaklara erişimi satın alma girişimlerinin altında yatan amaç, Uygurları sınır-ötesindeki Türkik halklardan kasıtlı olarak izole etmeye yönelikti. Bu sırada (Haziran 1992), Çinli liderler Uygurların anavatanını ulusal ekonominin ihtiyaçlarına daha fazla hizmet edebilecek bir ticaret, kapitalist altyapı ve tarımsal kalkınma merkezine dönüştüreceklerine dair yeni bir politika programı duyurdular.[3]

Bu yeni tasarının temel vurgularından birisi, Sincan’ın Çin’in önde gelen pamuk üretim bölgelerinden biri hâline getirilmesine yönelik ihtiyaçtı. 1980’li yıllarda Doğu Çin’deki ticarî giysi üretimindeki üstel büyüme göz önüne alındığında, devlet otoriteleri ve piyasa güdümlü kamu iktisadi tekstil kurumları, dünya çapında artan Çin menşeli tişört ve pantolon talebini karşılamak adına ucuz bir yerli pamuk kaynağı bulmak konusunda kararlıydı. Çin’in Orta Asya’daki altyapı yatırımları 1991’de sadece 7.3 milyar yuan iken 1994’te 16.5 milyara ulaşmıştı.[3] Aynı dönem içerisinde bölgenin gayrisafi yurtiçi hasılası 15.5 milyar yuan ile yeni bir rekor elde ederek neredeyse ikiye katlanmıştı.

Bu yatırımların büyük çoğu Uygur anavatanını Çinin kuzey şehirlerine bağlayan altyapı projelerine harcanıyordu. Qiang Ren ve Yuan Xin’in belirttiği üzere bu süre zarfında Sincan, inşaat işçileri söz konusu olduğunda Pekin, Şangay ve Guangdong’dan hemen sonra Han yerleşimcilerinin dördüncü gözde yeri haline gelmişti.[5] 1995 yılına gelindiğinde çöl boyunca uzanan Taklamakan Otoyolu tamamlanmış, bu yol sayesinde vaha kenti Hotan ve Urumçi arasında bir bağlantı kurularak seyahat süresi yarıya indirilmiştir. 1999 yılına gelindiğinde demiryolu, Korla’dan Aksu ve Kaşgar’a kadar genişletilerek Uygur anavatanının en merkezî bölgesi doğrudan Han göçüne ve Çin ticaretine açık hale geldi. Bu süre zarfı boyunca, Urumçi’den Doğu Çin’e giden demiryollarının kapasitesi iki katına çıktı ve Uygur bölgesinden Doğu Çin’deki fabrikalara yapılan doğal kaynak ve tarım ihracatında çarpıcı bir artış yaşandı.

Altyapı inşa edilirken, yeni yerleşim politikaları da uygulamaya konuldu. Tıpkı sosyalist dönemin yerleşimci politikaları gibi, bu yeni projeler de hem Doğu Çin’deki aşırı kalabalığı hafifletmeyi hem de politik     sınırlar üzerindeki kontrolü merkezîleştirmeyi amaçlıyordu. Lakin daha evvelki nüfus transferlerinden farklı olarak, bu yeni yerleşimci hareketi aynı zamanda kapitalist genişleme tarafından yönlendirildi.

İlk defa olmak üzere, Sincan’daki Han yerleşimcilerine kazançlı doğal kaynak ekonomisi ve sermaye yatırımı yoluyla yukarı doğru hareketlilik vaat ediliyordu. İlk etapta bu teşebbüs ─ki resmî ismi “Kuzey Batıya Açılım”dır─[6] endüstriyel ölçekte pamuk üretimine odaklanmış idi. Devlet yetkili mercileri, bozkır ve çöl alanlarının hem Uygur çiftçiler hem de sayıları giderek artan Han yerleşimciler tarafından su yoğun pamuk ekimi için kullanılması üzere mali teşvikleri uygulamaya koydu.[7] Bu doğrultuda, Han çiftçilerinin Çin fabrikalarında kullanılmak üzere pamuk yetiştirmek ve işlemek üzere Sincan’a taşınmaları için teşvik programları başlatıldı.

1997 yılına gelindiğinde Sincan’daki pamuk üretim alanı 1990’larda kullanılan alan ile kıyaslandığında ikiye katlanmıştı. Bu genişlemenin büyük çoğunluğu Aksu ve Kaşgar arasındaki Uygur topraklarında[8] meydana geldi. On yıldan kısa bir süre içinde Çin’in Orta Asya bölgesi, ülkede tüketilen pamuğun yüzde 25’ini üreterek Çin’in en büyük yerli pamuk kaynağı haline geldi ve bu oran sonraki on yıllarda daha da arttı. 2020 yılına gelindiğinde Çin pamuğunun %85’i Uygur bölgesinde üretiliyordu.[.9]

İSTİMLAK VE TAHAKKÜM

Görünürdeki bu başarıya karşın, önemli birtakım endişeler baş göstermeye başladı. Bunların başında, üretim ve yerleşimdeki yeni değişimin Uygur nüfusunu etkileme tarzı geliyordu.

Pek çok Han yerleşimcisi, Sincan pamuk endüstrisindeki çalışmalarından nispeten yüksek ücretler alan kısa dönemli mevsimlik işçiler, sübvansiyonlu konut ile arazi verilen yerleşimciler ve daha büyük ölçekteki çiftliklerin yöneticileri olarak kâr elde etti. Ama birçok Uygur üretimdeki değişiklikten etkilenmekle birlikte aynı derecede faydalanmadı.

Yerel otoriteler, bir tür kitabına uydurulmuş hırsızlık ya da “kamulaştırma” olarak adlandırılabilecek el koyma ve tutuklama tehditlerini kullanmak suretiyle, alıcıların belirlediği ürün miktarlarını karşılamaları amacıyla çiftçileri, sahip oldukları ve birden fazla ürün ürettikleri çiftliklerini pamuk tarlalarına dönüştürmeye zorladı. Keza, yerel otoriteler çiftçiler ile kamu teşekkülleri arasında aracı sıfatına bürünerek, çiftçilerin ürettikleri pamuğu yalnızca bu alıcılara satmaları hususunda baskı yaptılar. Diğer yandan bu teşekküller de satın aldıkları pamuğu piyasa fiyatı ile Doğu Çin’deki fabrikalara satıyordu.

Birçok Uygur çiftçi yoksulluk ve bağımlılık sarmalına sürüklenirken, birçok Han yerleşimci (hepsi olmasa da) değişen ekonomik dengelerden faydalanmaya devam etti (Hanların bu konudaki deneyimlerine dair ayrıntılı bilgi için Tom Cliff’in çalışmasına bakınız.[10]). Doğu Çin’in hızla gelişen şehirlerinde ucuz enerji ve hammadde kaynaklarına duyulan ihtiyaç arttıkça; toprak gasplarıyla birleşen emek sömürüsü, şiddetlenen bir devlet tahakkümü ve istila ilişkisine yol açtı.

Tarihçi James Milward’ın da belirttiği üzere, Çin genelinde ekonomi katlanarak büyümüş olsa da, Uygurların kırsal gelirleri, insanlar kiracı-çiftçi konumuna itildikçe azalan oranlar nispetinde büyümüştür.[11] Uygur ekonomist Ilham Tohti’nin[12] öncü çalışmalarını temel alan Millward, Uygurların kredi, iş kurma ve hareket özgürlüğünün sistematik olarak engellenmesinin –diğer yandan da Han yerleşiminin ve sermaye birikiminin teşvik edilmesinin─ bölgedeki ekonomik kalkınmanın etnik mensubiyet etrafında şekillenmesine neden olduğuna işaret ediyor. Bu durum, bölgenin sömürge tarihinin geniş kapsamı içinde önemli bir dönüm noktası olan ve antropolog Ildikó Bellér-Hann ve Chris Hann’ın Uygurların “Büyük Mülksüzleştirilme”si[13] olarak adlandırdıkları bir süreçle sonuçlandı.

Tohti’ye göre Uygur mülksüzleştirilmelerine ilişkin en önemli etmenler “işe alımlarda bariz etnik ayrımcılık, kırsal işgücü fazlası, ekonomik kaynakların Han Çinlilerinin hâkim olduğu kentsel alanlarda aşırı yoğunlaşması, nüfus hareketliliğini kısıtlayan ve kırsal işsizliği artıran ‘istikrarı koruma politikaları’ ve temel eğitime yapılan yatırımların ciddi ölçüdeki yetersizliğidir.”[14] Millward, Tothi’nin tanımladığı durumun ─mülksüzleştirme kelimesini kullanmaksızın─ Sincan’daki sömürgeci iskan ve tahliye sistemi olduğunu ileri sürüyor.

Bu süreç, bölgede milyarlarca yuanı dolaşıma sokarak doğal kaynak ve sınai tarım sektörlerinin gelişimini sübvanse eden devlet sermayesi tarafından desteklendi. Sosyolog Ching Kwan Lee’nin de gösterdiği üzere, Çin devlet sermayesi kısa dönemde kar getirmeyecek dahi olsa, uzun dönemli ekonomik çıkarlarını güvence altına almak adına bir sübvansiyon işlevi göstermektedir[16]. Çin devleti, Sincan’daki Han yerleşimlerine yatırım yaparak, yerleşimcileri doğal kaynakların çıkarılmasında ve endüstriyel tarım plantasyonlarında gözetmen pozisyonlarında çalıştırarak ve bu gelişmeyi destekleyen bir hizmet sektörünü teşvik ederek, ekonomik büyüme için gerekli olan kalıcı bir yerli enerji ve hammadde rezervine sahip oldu.

2000’lerin başlarında, Uygur anavatanı bir çevre kolonisinin klasik bir örneği haline gelmişti. Bir ulusun bütünü bağlamında bölgenin başlıca işlevi Pekin, Şangay ve doğudaki İnci Nehri Deltası gibi merkezî bölgelere hammadde ve sınai malzeme tedarik etmekti. Pamuk üretimi 1990’larda olduğu gibi devam etmiş, ancak 2000’lerin başında endüstriyel domates üretimi de başlamıştı. Bölge 2020 itibariyle dünya domates ihracatının yaklaşık yüzde 35’ini gerçekleştiriyordu.[17]

Aynı zamanda, çevre müstemlekelerin çoğunda olduğu gibi, Sincan’da tüketilen mamul ürünlerin genişçe bir bölümü Doğu Çin’deki fabrikalardan geliyordu. Sincan pamuğu kullanılarak üretilen kıyafetler Doğu Çin’deki tüketiciler tarafından fahiş fiyatlarla satın alındı. Aynı durum, 2000’li yılların başında boru hattı altyapı çalışmalarının tamamlanmasının ardından doğalgaz ve petrolün Sincan’dan Doğu Çin’e taşınmaya başlaması için de geçerliydi. 2014 yılında, Batı’dan Doğu’ya servet transferinin bariz biçimlerine karşı Uygur protestoları, köktendinciliğin veya şiddet içeren terörizmin 75 belirtisinden biri olarak resmen yasaklandı.[18]

2000’li yıllarda, 1990’ların ortalarından sonlarına kadar devam eden yeni kara ve demiryolları projelerini takip eden doğal kaynak çıkarmaya dönük altyapı çalışmaları, Sincan ekonomisinin merkezini yeniden şekillendirmeye başladı. Birkaç yıl içinde, petrol ve doğalgaz satışları neredeyse bölge gelirlerinin yarısını oluşturmaya başlamıştı.[19] Aynı zamanda, ülkenin yabancı pamuk, petrol ve gaza olan bağımlılığını azaltmaya –ve Uygur anavatanını bir yerleşimci sömürge haline getirmeyi hızlandırmaya─ dönük gayreti doğrultusunda merkezî hükümet, bölge bütçesinin neredeyse üçte ikisini devlet sermayesi yatırımlarından karşılamaya devam etti.

BATIYA AÇILIM

2000’li yılların başında, Hú Jǐntāo hükümeti, “Kuzey Batıya Açılım” projesini farklı bir boyuta taşıyarak “Batıya Açılım” olarak yeniden isimlendirdi. Böylelikle İç Moğolistan ve Tibet de dahil olmak üzere tüm çevre Çin yerleşimci akınının ve kalkınma projelerinin odağı haline gelmiş olsa dahi, Çin’in Orta Asya’da kalan kesimleri diğer bölgelere kıyasla gittikçe daha fazla sayıda yerleşimci almaya başladı.

“Kuzey Batıya Açılım” projesi 1992’den bu yana yıllık %10’un üzerinde hızlı ve istikrarlı bir ekonomik büyüme ile sonuçlanmıştı, bu nedenle devlet otoriteleri kalkınma projelerini bir adım öteye götürmek ve yeni pazar ve endüstriyel üretim için yeni yerleşkeler bulmak adına hevesliydiler. 2000’li yılların başına gelindiğinde Uygur anavatanı, yılda 20 milyon tonluk kapasitesiyle ülkenin dördüncü büyük petrol üretim bölgesi haline gelmişti. Bölgenin 2.5 milyar tonun üzerinde petrol ve 700 milyar metreküp doğalgaz rezervine sahip olduğu göz önünde bulundurulursa, Sincan petrollerini çıkarmanın lojistik olarak zor olduğu aşikar olsa da, bölgenin Çin’in gelecekteki başlıca enerji kaynaklarından biri olarak düşünüldüğüne şüphe yoktur. Yine de, 2016 yılı itibariyle bölgedeki petrolün ortalama maliyeti varil başına yaklaşık 45 dolardı ve Kanada’nın katran kumlarında üretilen petrolden oldukça ucuzdu.[20]

1990 ve 2000 yılları arasında, Han yerleşimcilerin nüfusu Uygurların iki katı oranında artmıştır. 2000’li yılların sonlarına gelindiğinde ise, Güney Sincan’daki birçok bölgede hâlâ Uygur Türkleri çoğunlukta olsa da, Han yerleşimcileri Uygurlar ile aynı nüfus büyüklüğüne ulaşmışlardı. Tom Cliff ve Emily Yeh’in de işaret ettiği üzere, “Batıya Açılım” propagandasına eşlik eden devlet sermaye yatırımlarının ve sınai tarım ihracat üretiminin gelişmesi, Uygur ve Tibet bölgelerinde Han yerleşim oranının hızla artmasına sebebiyet vermiştir.[21] Yeni altyapı ─demiryolları, boru hatları ve emlak– milyonlarca yeni Han yerleşimcisine orantısız bir şekilde fayda sağlarken, bu yaşam maliyetlerinin katlanarak artmasına, Uygurların arazi ve konuttan yaygın bir şekilde mahrum bırakılmasına sebebiyet vermiştir.[22]

Şehre göç eden Uygurlar bana bu süre zarfında pirinç, un, yağ ve et gibi temel gıda maddelerinin fiyatlarının iki kattan fazla arttığını söyledi. Uygur kırsalını kentleştirmeye yönelik projeler, Uygurları, merkezî ısı ve elektrik için düzenli ödemelere bağımlı olan yeni konut komplekslerine yerleşmeye iterken, diğer bir yanda kentsel konut fiyatları iki veya üç katına çıktı. Uygurların karma mahsul tarımında kullandıkları ufak çaplı üretim araçları ve küçük koyun sürülerine el konulurken, bahçe arazileri çitlerle çevrelendi; bu araziler kolektif çiftliklere dönüştürüldü. İşsizlik sorunu, Uygur topraklarının sanayi çiftliklerine dönüştürülmesinin yaygınlaşması ve son zamanlarda işgücü göçüne getirilen kısıtlamalarla birlikte daha da pekişti. Tüm bu kamusal ve özel ekonomik müdahaleler yeni bir Uygur çiftçi tipolojisi üretti.

Devletin kalkınma politikalarının başlıca hedeflerinden biri, kolza tohumu, domates, pamuk ve diğer meta ürünlerinin üretimini endüstriyel ölçekte artırmaktı. Çiftçiler ve yakınlarıyla  yaptığım görüşmelerden öğrendiğime göre, sadece birkaç yıl içinde birçok Uygur çiftçi, temel yaşam giderlerini ya da tohum ve tarım ekipman masraflarını karşılamayan borçlandırıcı sözleşmeler imzalamaya zorlanmıştı. Merkezî sınai çiftçiliğin topraklarda hâkim hale gelmesinin sonucu olarak çiftçilik, çiftçilerin ne yetiştireceklerine kendilerinin karar veremediği bir nevi ısmarlama  [tenant] bir hal aldı. Millward şöyle diyor: “‘Beş birleşik’ sistemi altında, çift sürme, ekim, yönetim, sulama ve hasat, ilçe ve kasabaların denetimi altında merkezîleştirildi. Uygur çiftçiler tohum, gübre, böcek ilacı ve plastik film (su tasarrufu için) satın almak zorundaydı ve hem bu girdilerin hem de satın aldığı mahsulün fiyatını yerel idare belirliyordu.”

Sincan Üniversitesi’nde sosyal bilimler alanında çalışan Uygur akademisyen Bakhtiyar Tursun’un, Uygur ülkesinin merkezî bölgeleri olan Hotan, Kaşgar ve Aksu’da tarım ekonomisi üzerine yaptığı sistematik bir çalışmada işaret ettiği üzere, kırsal kesimlerdeki çiftçiler neredeyse her zaman, kamu ve özel alıcılar ile sözleşme imzalayan çalışma tugaylarına kazançlarının belli bir yüzdesini ödemek zorunda bırakılıyordu. Hotan vilayetinde yerel bir yetkilinin ona anlattığına göre, “bir çiftçi 10 dönüm buğday yetiştirdiği takdirde, hasat verimi ve tahıl satış fiyatına göre 4500-5000 yuan arasında bir gelir elde etmelidir. Oysa ki, tarım arazisi, ekim, su, gübreleme, yönetim, arazi vergisi, belde ile köy fonu ve kamu refahı ödemelerinin yanında diğer harcamaların toplamı yaklaşık 4000 yuan olacaktır. Bu masraflar düşüldükten sonra çiftçinin eline sadece 500-1000 yuan civarında bir para geçecektir.”

Sonuç olarak, 2000’li yılların ortalarına gelindiğinde, Güney Sincan’daki birçok ilçede, tarıma elverişli arazilerin büyük bir kısmının hakları yerel parti kurumları içindeki birkaç nüfuzlu kişiye aitti. Bu da aslında bu ilçelerdeki Uygurların çoğunun maraba olarak yaşadığı anlamına gelmektedir: toprakları ve işleri büyük ölçüde yerel otoritelere aitti. Pek çok Uygur çiftçi, yahut da onların çocukları, civar beldelerde, zaman zaman da büyük Urumçi kentinde, ya göçmen tarım işçiliği ya da küçük ölçekli ticaret yapmaları için baskıya maruz kalmışlardı.

YENİDEN EĞİTİME GEÇİŞ

Kırsal mülksüzleştirmeden kaçmak isteyen göçmen Uygurlar, kendilerini kapana kısılmış halde buldular. Coğrafya bilimci Sam Tynen’in yakında çıkacak makalesinde de belirttiği üzere, 2013 gibi erken bir tarihte “Sincan otoriteleri, bu bölgedeki etnik azınlık göçmenlerinin hedef alınması ve bir dizi yasal eğitim ve öğretim tedbiri kullanmak suretiyle ‘dönüştürülmesi’ gerektiğine inanıyorlardı.” Bir devlet raporuna binaen, “şehirdeki Uygur göçmenlerin, şehrin ve Han nüfusunun güvenliği ile emniyeti için bir tehdit yarattığını[23] ileri sürüyorlar ve bu nedenle aşırılıkçı inançları nedeniyle gözaltına alınmaları ve yeniden-eğitilmelerini” öneriyorlardı.

Sistem önce toprak etrafında -özellikle Uygur ve Kazakların topraktan çıkarılması- ardından geriye kalan toplumsal kurumlar ─bankacılık, eğitim, dini sistem, sağlık sistemleri ve nihayetinde aile ve hane yapısı─ üzerinde yoğunlaştıkça; mülksüzleştirme, maddi dünyalarının ellerinden alınması, insanların bir halk olarak kendini yeniden üretme yeteneklerini tehdit eden bir tahakküm ilişkisi ile birleşti. İstikballerini sorgulatan şey, tam da kendi geleneklerini uygulamaya dökmelerine ve nesilden nesle aktarmalarına yönelik bu tehdittir.

Ağaçlar dahi yerleşimci topluluğun mülkü haline gelmiş gibi görünüyordu.

Sincan’da Uygur vahalarındaki kadim kavak ağaçlarına ilişkin yaygın bir deyiş vardır. Kabaca şöyle der: “Bin yıl boyunca dik dururlar, eğildikten sonra bin yıl yaşarlar ve öldükten sonra bin yıl daha canlı kalırlar.” Bu ifadeler Çinli turizm şirketleri tarafından bölgenin dört bir yanındaki tabelalara ve reklam panolarına yapıştırıldığı için, bunun Batı’ya Yolculuk‘tan ya da başka bir tarihi Çin metninden bir atasözü olması gerektiğini düşündüm. Ancak bunu bir Uygur arkadaşıma söylediğimde güldü.

“Bu en kutsal ağaçlarımızla ilgili bir Uygur atasözü” dedi “Bu yalnızca, bizden çaldıkları bir diğer şey.”


* Yazı ilk olarak 1 Eylül 2021’de The China Project’in web sitesinde yayınlanmıştır: https://thechinaproject.com/2021/09/01/why-xinjiang-is-an-internal-settler-colony/

KAYNAKÇA

  1. Atwood, C. (2017). THE UYGHURS FROM MODULAR COMMUNITY TO PARTISAN NATION. Journal of Chinese History 中國歷史學刊,1(2), 353-363. doi:10.1017/jch.2016.37
  2. “Memorandum of Conversation between Stalin and CCP Delegation”, June 27, 1949, Wilson Center Digital Archive, APRF: F. 45, Op. 1, D. 329, Ll. 1-7. Reprinted in Andrei Ledovskii, Raisa Mirovitskaia and Vladimir Miasnikov, Sovetsko-Kitaiskie Otnosheniia, Vol. 5, Book 2, 1946-February 1950 (Moscow: Pamiatniki Istoricheskoi Mysli, 2005), pp. 148-151. Translated by Sergey Radchenko. https://digitalarchive.wilsoncenter.org/document/113380
  3. Becquelin, N. (2000). Xinjiang in the Nineties. The China Journal, 44, 65–90. https://doi.org/10.2307/2667477
  4. g.e
  5. Iredale, R., Bilik, N., & Fei, G. (2003). China’s Minorities on the Move: Selected Case Studies (1st ed.). Routledge. https://doi.org/10.4324/9781315705781
  6. Becquelin, a.g.e
  7. Hsieh, C.-M.”. (2004). Changing China: A Geographic Appraisal (1st ed.). Routledge. https://doi.org/10.4324/9780429501760
  8. Becquelin, a.g.e
  9. Goodman, P. S., Wang, V., & Paton, E. (2021, July 3). H&M and Other Brands Face Backlash From Chinese Consumers. The New York Times
  10. Cliff, T. (2016). Oil and Water: Being Han in Xinjiang. Amsterdam University Press.
  11. Millward, J. (2021). Eurasian Crossroads: A History of Xinjiang, Revised and Updated (Revised and Updated). Columbia University Press.
  12. Byler, D. (2020, June 12). Ilham Tohti’s Sakharov Prize and the desecration of Uyghur society. The China Project. https://thechinaproject.com/2019/11/06/ilham-tohtis-sakharov-prize-and-the-desecration-of-uyghur-society/
  13. Bellér-Hann, C., & Hann, C. (2020). The Great Dispossession: Uyghurs between Civilizations. Beltz Verlag.
  14. Present-Day Ethnic Problems in Xinjiang Uighur Autonomous Region: Overview and Recommendations (downloadable). (2015, October 1). China Change. https://chinachange.org/2015/05/19/present-day-ethnic-problems-in-xinjiang-uighur-autonomous-region-overview-and-recommendations-for-download/
  15. Millward, J. (2021). Eurasian Crossroads: A History of Xinjiang, Revised and Updated (Revised and Updated). Columbia University Press.
  16. Lee, C. K. (2018). The Specter of Global China: Politics, Labor, and Foreign Investment in Africa. Amsterdam University Press.
  17. Xinjiang tomato farms dismiss Japanese firm’s ban as publicity stunt with no impact. (n.d.). Global Times. https://www.globaltimes.cn/page/202104/1221200.shtml
  18. Identifying Religious Extremism. (2021, June 7). Xinjiang Documentation Project. https://xinjiang.sppga.ubc.ca/chinese-sources/online-sources/identifying-religious-extremism/
  19. Becquelin, N. (2004). Staged Development in Xinjiang. The China Quarterly,178, 358-378. doi:10.1017/S0305741004000219
  20. Mikulka, J. (2018, October 25). Why Canadian Tar Sands Oil May Be Doomed. DeSmog. https://www.desmog.com/2018/10/25/canadian-tar-sands-oil-financial-losses/
  21. Yeh, E. (2013). Taming Tibet: Landscape Transformation and the Gift of Chinese Development. Amsterdam University Press.
  22. Fischer, A. M. (2014). The Disempowered Development of Tibet in China: A Study in the Economics of Marginalization. Adfo Books.
  23. Tursun, B. (2001). The Existing Problems and their Countermeasures during the Course of Social and Economic Development in Southern Xinjiang. China Academic Journal Electronic Publishing House. https://xinjiangdocumentation.sites.olt.ubc.ca/files/2020/12/The-Existing-Pro_%E7%9C%81%E7%95%A5_outhern-Xinjiang_Baihatiyar_Tursun.pdf

[1] Uygurca ‘sermaye’ anlamına gelmektedir. (y.h.n.)

Seçim Sath-ı Mailine Girerken: Kültürel İktidar Üzerine Söylev

Tahmini Okunma Süresi: 5 dakika

Dediği gibi… “bir kulübede bir saraydakinden farklı düşünülür”

İslamcıların kanayan yarası, ulusalcı-solcu-liberal bilcümle seküler kesimlerin bitmeyen davası şu kültür savaşı. Kültürü bir iktidar havzası olarak görerek işgal etmek ya da burçlarını son “asker”ine kadar savunmak hevesi, bizatihi kültürün metalaştırılmasıyla ilgili bir arıza. Acaba kültür savaşını Kurtuluş-Cumhuriyet serisinden Diriliş Ertuğrul’a doğru geçiren süreci bir kültür savaşı olarak değerlendirmek yeterli mi? Daha açığı, kaybedilmiş bir kültür savaşı var ise bu, İslamcıların tek boyutlu çizgiromanvari dizi-filmlerine karşı mı kaybedildi, yoksa onların da iddialarını içererek aşacak şekilde kapitalizmin sermayeyi biriktiren, merkezileştiren ve onu büyütmek için insani ne varsa yok eden mantığına karşı mı? Karşı karşıya kaldığımız İslamcıların da düzenle bütünleştiği bir pasif devrim[1] ise, kültür savaşının muzafferi bütünleşilen o düzenin kültürü değil midir?

Düşünüyor muyuz cidden? Damı akan, kışın soğuktan titrediğimiz, gürültüsü patırtısı bitmeyen ama avuç dolusu para ödediğimiz kulübelerde geceleri güçlükle uykuya dalarken… Bizim hikayemizi de anlatan birileri olabileceğini? Yoksa kendi hikayemizin aleladeliği ve fukaralığı bizi o paraları büyük bir hüsnükabulle ödediğimiz mülk sahipleri yerine ve onların çıkarları adına düşünmeye mi itiyor? Kaybettiğimiz bir kültür savaşı var ise bunu kulübelerde oturup sarayların zihniyle düşünmeye başladığımız gün kaybettik.

Daha bir ay önce “Kimse evsiz kalmasın, kiracı olmasın” diyen bir siyasi, binlerce aklıevvel tarafından linç edildi[2]. Bir kişinin 2-3 evinin olması son derece doğalmış da birilerinin bu “hakkı gasp etmesi” asıl meseleymiş gibi ve sanki Türkiye’nin bu koşullarında bir beyaz yaka maaşıyla 2-3 ev alınabilirmiş ve bu alınterinin bir tezahürüymüş gibi akıl verdiler. Derin yoksullaşmaya cevap verecek bir umudu üretmeye bile tahammülü olmayan yavru Elon Musk’lar türedi. Şimdi onlardan inovasyon, araştırma ve geliştirme dersleri alıyoruz. İyi kötü bir ev borcuna girebilmek için (evin bile kendisi için değil, borcu için) Türkiye’ye sıcak para ve yatırım gelmesini bekleyecek kadar “patron” olduk. Ama heyhat yuvasızız, mülk sahipleriyle emlakçıların vicdanına terk edilmiş barınma hakkımız. İçmeye ayranımız zaten yok da, oturduk tahtırevana, seçimden sonra “IMF’den mi gelecekler?”, “Dünya Bankası’ndan mı fon verecekler?”, “Bize ne vakit ‘aferin’ diyecekler?” kara kara onu düşünüyoruz.

İslamcıların kanayan yarası, solcuların bitmeyen davası şu kültür savaşı. Kültürü bir iktidar havzası olarak görerek işgal etmek ya da burçlarını son “asker”ine kadar savunmak hevesi, bizatihi kültürün metalaştırılmasıyla ilgili bir arıza. Acaba kültür savaşını Kurtuluş-Cumhuriyet serisinden Diriliş Ertuğrul’a doğru geçiren süreci bir kültür savaşı olarak değerlendirmek yeterli mi? Daha açığı, kaybedilmiş bir kültür savaşı var ise bu, İslamcıların tek boyutlu çizgiromanvari dizi-filmlerine karşı mı kaybedildi, yoksa onların da iddialarını içererek aşacak şekilde kapitalizmin sermayeyi biriktiren, merkezileştiren ve onu büyütmek için insani ne varsa yok eden mantığına karşı mı?

Her yanı saran bir bitcoin müteşebbisliği halet-i ruhiyesini, en temel, en basit haklarımızı savunmaya tercih ettiğimiz gün kaybettik o savaşı. “Hak yok vazife var”ın bile gerisine düşüp, “hak yok fırsat var, kullanmasını bilene”ye tav olduğumuz o gün… İşini bilen memurlar olmayı, memur çocukluğuna tercih ettiğimiz o gün kaybettik. Kısa yoldan köşeyi dönelim derken köşelerini kaybeden, şekilsiz, artık tanınması ve tarif edilmesi mümkün olmayan amorf cisimlere döndüğümüzü ne zaman anlayacağız acaba?

Gençlerden ümidimiz yok ya haydi gelin kuşaklardan kuşak beğenin. Kültür savaşını İslamcılara değil, neoliberallere karşı kaybettiniz. Fakirliğinin bireysel hatalardan ibaret bir şey olduğuna iman etmiş her yaştan yığınlar geliyor önümüze. Asgari ücrete yapılacak zammın enflasyonu fırlatacağından adı gibi emin, twitch yayıncılarından siyasi danışmanlık alıp, “Mevzular”da laçka olmuş siyasilerden ısmarlanan pizzaları yiyen, her şeyin gayet farkında ama hiçbir şeyle mücadele etmek istemeyen, hiçbir şeyin değişmeyeceğine inan(dırıl)mış insanlara karşı kaybettik kültür savaşını. Türkiye’dekiler bütün bütün iflah olmaz diyemeyiz[3] elbet, ama onların iflah olma şekline dair ümidini yeşerttikleri kültürel ortamın hakimiyetini kaybettik. İflah olmak için borsa kağıdı kovalayan insanların memleketi yaptık yurdumuzu.

Siz ve biz, kültürü, iyi tiyatro eserleri yazmak, romancılarla fiyakalı imza günleri düzenlemek, ödül törenlerinde cesur nutuklar atmaktan ibaret bir şeyler bütünü zannettiğimiz için onun iktidarını baştan kaybettik. Türkiye’nin hava gibi soluduğu kamucu kültür dejenere olurken, televizyondan kaçan ünlülerin Netflix’te bir başkadır’ı[4] nasıl çektiğini tartışmak işimize geldi. İnsanca bir maaşla çalışmanın hak değil, patronun keyiflerinden bir feragat ve lütuf olduğu zihnimize işlenirken, hepimiz Disney Plus’ın Türkiye’ye gelmesini alkışlıyor, muhalif sinemacılara ayda 29.90’dan başlayan fiyatlarla ulaşmanın zevkini yaşıyorduk. Dövizin bir gecede zıplamasıyla kurulan kur korumalı mevduat hesabına nasıl gireceğimizi tartışmak, üretiminin %50’den fazlası ithal ara mallarına dayanan bir ekonomide bu artışların yaratacağı tahribatı hesaplamaktan daha eğlenceliydi.

Oysa bir vakitler, ama bir vakitler… Emekli ikramiyesiyle bir ev bir de elden düşme araba alınabilen bir vakitler. Yaz tatillerinde kumsalda karpuz yiyip cup diye denize atlanabilen vakitler. Kültürlenme sürecimizin bir parçasının sendika geceleri, kurum kreşleri, kamu konutları olduğu, kamu okullarında okumanın normal, özel okulların ‘züppe işi’ görüldüğü vakitler. Hani şu tatillerin yazlık ve kışlık ucuz sosyal tesislerde, öğretmenevlerinde geçirildiği vakitler. Sahi ya vardı öyle vakitler. Neredeler şimdi? Değil mi ya, kamu kurumları verimsizdir, hele kamunun ne işi vardır hizmet sektöründe, bunların bütün bütün ve acilen özelleştirilmeleri gerekir. Hem rekabet iyidir, dayanışmak dururken. Rekabet büyütür, kısır çekişmelere tahammülümüz yok, daha çok çalışmalı ve büyü(t)meliyiz. Büyümek için önce yüklerden kurtulmak gerekir. İş güvencesini, sosyal hakları bir kenara atın, sendikaları da çiftliğe çevirin, görün bakın rekabet nasıl da hızlandıracak piyasaları…

Bir vakitler, hem de ne vakitler… Kodamanların kendilerini “verenler”, bizleri de bedavadan “yiyenler” olarak gördüğü bir vakitler. Sosyal tesislerin üç otuz paraya satılıp yerine oteller dikildiği bugünlere sattık o vakitleri. Artık günün meselesi onları geri getirmek değil, kodamanlara verenler değil, ömrümüzden ve emeğimizden çalanlar olduklarını öğretmek, bizlere de emeğinin karşılığını almayı hak edenler olarak bakılacak bir bugünü ve geleceği tasavvur ettirmek. Verilecek bir kültür savaşı varsa tam burada, şu anda, şimdi. Bunları tartışmadıktan sonra kimin dümenin başını tuttuğunun ne önemi var, gemi aynı istikamette aheste aheste gidiyorken. Nasıl olsa hepimiz de aynı gemideyiz! Bakın ne de güzel “gemi” imgelemi yaptım! İmgelem falan nedir bunlara çok kafa yormayalım, sonra sıyırırız maazallah[5]! Ne oldu? Borsa çıktı mı? Ethereum çöktü mü? Isız ajun kaldı mu?

Seçimlerin her zaman her yerde bir işlevi vardır. 1930’ların faşizmleri İkinci Dünya Savaşı’yla duvara tosladığından beri dünyanın en totaliter rejimleri bile kendilerini seçimle meşrulaştırmayı adet bilmişlerdir. Müsterih olunuz. Seçimler yapılır, seçimle iktidarlar değişir. Ancak esas mesele Türkiye’de seçimle iktidarın değişip değişmeyeceği meselesi değil, seçimle değişimin bir şey değiştirip değiştirmeyeceği meselesidir. Türkiye’de seçimlerle gelecek siyasi iktidarın, çok evvelden inşa edilen bu kültürel iktidara “höst” demeyeceği bir siyasal iklim taahhüdü sahici bir kabul gördüğünde, merak buyurmayın iktidarlar da değişir.

Ama siz sahici bir değişim arıyorsanız, o, kulübedekilerin kulübede olduklarını bilmesi, tam da öyle düşünmesi ve böylelikle köşklerdekilere kafa tutabilmesiyle; bu düzenin doğal, kabul edilmesi gereken bir düzen olmadığını bilmesi ve bildirmesiyle mümkündür. Bunu sağlayacak siyaseti derleyip toparlamadıktan sonra masalar, platformlar, şaşaalı toplantılar ve powerpoint sunuları kimseyi kurtarmaz. Yani zevahiri kurtarır da emeğinin karşılığını bekleyen milyonları kurtarmaz, onlara çıkışta adisyonu avcuna alıp faturayı ödemek düşer. Kasa kuyruğunda bekleşirken de “Gördün mü bak Suriyelilere daha az hesap ödetiyorlar”, “hep bu Kürtlerin yüzünden”, “Türk demen çok ırkçı ve toptancı bir yaklaşım, Türkiyeli demeliyiz”, “Ya bak hocaya mancınıkla resim çektirmiş, çok iyi adam bu yaa” falan diye birbirlerine laf atarlar. O kayıkçı kavgasını vermeyi de kendi aralarında ilericilik davası falan diye anlatıp böbürlenirler. Bu oyun yeryüzü var oldukça daima böyle oynanmıştır.

Ama başka bir kültürü hayal etmek imkansız değil. Ellerimizle kurduğumuz bu kamusal hayatın nimetlerini teşvik ve vergi aflarına kurban etmemeyi talep etmek, ahir ömründe dört duvarı bir penceresi ve kapısı olan bir yuvada gelecek kaygısı taşımadan geceler geçirmeyi istemek, yarın işsiz mi kalacağım korkusuna yenilmeden emeğinin karşılığını almak için çalışacak bir dünyayı tahayyül etmek ve kuvveden fiile çıkarmak mümkün. Kültür endüstrisi bu hayali dillendirmenin yegane yolu değil, ama yollarından biri. Seçim sath-ı mailinde sıradan yurttaşa düşen görev, düzenin siyasilerine bir paye verecekse bile insanca yaşamın temel haklarını öyle kolayına, büyüme diyerek, AB reformları diyerek, “e patronlar da taş mı yesinler canım” diyerek gasp edemeyeceklerini bilsinler diye köy meydanında değneksiz dolaşmamaktır. Seçimlerin hepimizin çıkarına taalluk eden “bir şeyleri” değiştirmeyeceğini anladığınız anda değneği sallayıp karşınızdakilere “höst” demeyi adet edinmek, bu yolun en meşru başlangıcıdır. Devamı da çorabın söküğü gibi gelir zaten…


[1] Cihan Tuğal, Pasif Devrim İslami Muhalefetin Düzenle Bütünleşmesi, Koç Üniversitesi Yayınları.

[2] https://www.gazeteduvar.com.tr/erkan-basin-secim-vaatleri-gundem-oldu-khkyle-ev-sahibi-olunacak-galeri-1593662

[3] https://yurtseverce.com/2022/12/24/turkiyede-onurlu-bir-hayatin-hayali-yitik-dusu-geri-kazanmak/

[4] https://www.netflix.com/title/81106900

[5] https://www.cumhuriyet.com.tr/video/binali-yildirimin-bilisim-konusmasi-sosyal-medyanin-gundeminde-536391