Türkiye Halkının En Büyük Gücü Eşsiz Yurtseverliğidir, En Büyük Düşmanı Türk Milliyetçiliğidir

Tahmini Okunma Süresi: 3 dakika

Depremin üzerinden 150 saat geçti; onbinlerce insanımızı kaybettik, aileler dağıldı, çocuklar yetim ve öksüz kaldı, hala onbinler enkaz altında. Hayatta kalanlar ise kayıplarının acısıyla belki bir ömür boyu sürecek bir travmayı yaşıyorlar. Türkiye Halkının ve Suriyeli göçmen kardeşlerimizin başı sağolsun, ölenlerimize Allah’tan rahmet, geride kalanlara da sabır diliyoruz.

En çok içimizi yakan, bütün bu olup bitenin aslında çok büyük oranda önlenebilir olduğunu bilmemiz; adını koyalım, yaşadığımız şey bir doğal afet değil. Doğanın yıkıcı güçlerinin bilgisine sahip olmadığımız zamanlarda yaşamıyoruz. Bu bilgiye gözünü kapayan, bu bilinçli cahillikte çıkarı olan bir topluluğun ürettiği bir katliamın sonuçlarıyla karşı karşıyayız. Peki kim bu topluluk? Ulusun esenlik içinde yaşam hakkını kar hırsına feda edenler, sadece gözünü para bürümüş müteahhitler değil. Bu çürük inşaatlara onay veren yapı denetim şirketleri, kamu görevlileri, düzen partilerinin belediyeleri, imar barışı siyasetiyle siyasi rant devşirenler…

Bu liste tek tek sorumluları hukuki hesap sorma mekanizmasının önüne çıkartmak üzere detaylandırılmalı. Ama tek tek bütün bu sorumluların parçası olduğu bir büyük ve çirkin hikayenin varlığını teşhis ve bu hikayenin yazarının adını açıkça telaffuz etmek gerekir. Uluslararası sermaye oligarşisi ve devlet merkezli yağmacı-rantçı sermayenin oligarşik diktatörlüğü, bu diktatörlüğün siyasi örgütü AKP, AKP’nin mutlak lideri Erdoğan bir numaralı sorumludur. Bu ülkeyi 20 yıldır tek başına yönetenlerden, tek karar alma merci olanlardan, merkezde ve yerelde mutlak iktidar kuranlardan hesap sormayacağız da kimden hesap soracağız?

Rant üretimine dayanan, inşaat merkezli bir neo-liberal yarı-çevre kapitalizmin, bilime düşman gerici siyasal İslamcılığın, kurumsal özerkliğin ve etkinliğin içini boşaltan, liyakati öldüren, eş dost ahbap tarikat cemaat bağlantılarına devleti teslim eden bir siyasal merkezciliğin bütün olumsuz sonuçlarının üst üste çakıştığı bir yerde ortaya çıktı bu katliam.

Deprem katliamının gösterdiği bir başka önemli gerçek, Türkiye halkının sahip olduğu eşsiz yurtseverliktir. Sahip olduğumuz en büyük güç budur. Üniversite öğrencileri, maden ve inşaat işçileri, devrimci gruplar, sivil toplum dernekleri, genci yaşlısı, Türk’ü Kürt’ü halkımız afet bölgesine her yerden yardıma koştu, sırtındaki paltoya kadar sıyırıp ihtiyaç sahiplerine ulaştırdı, elleriyle enkazları kazdı, devlet kurumlarının etkisizliğinin yarattığı koca boşluğu doldurmaya gayret etti. Dünyanın 4 yanından halkımız dayanışmasını iletmek üzere kampanyalara girişti, bağışlarda bulundu.

Deprem katliamı, bir yandan Türkiye Halkının en büyük gücünün yurtsever adanmışlığı olduğunu gösterirken, öte yandan en büyük düşmanının kim olduğunu da teşhir etti. Başta Zafer Partisi olmak üzere tüm varlığını göçmen karşıtlığı üzerine kurmuş Türk milliyetçisi çevreler alışıldık “Suriyeli tehditi” söylemlerini bu kere de “yağmacılık” üzerinden dolaşıma soktular, ulusumuzun bu en acı gününü alçak provakasyonlarına malzeme toplama sahasına çevirmeye çalışıyorlar. Üretmiş oldukları söylem, yıkımdan yıkıma sürüklenen Suriyeli göçmenlerin çaresizliğini yeniden ve yeniden kriminalize ediyor, onları zaten öfkeli ve çaresiz kalabalıkların önüne atıyor.

Güvenliğin de tıpkı barınma gibi esas bir ihtiyaç olduğunu, çöken herşey gibi güvenlik hizmetinin de çöktüğünü, nüfusun en korunaksız kesimleri olan kadınların, çocukların, yaşlıların bir dizi tehditle yüzyüze kaldıklarını görüyoruz. Bu tehdit tabi ki derhal bertaraf edilmelidir. Ancak tehditin kaynağı ne sadece Suriyeliler olarak tanımlanabilir, ne de güvenliğin yeniden tesisi başka güvenlik tehditleri üreten biçimlerde sağlanabilir.

Suriyeli göçmenleri yağmacılık üzerinden hedef tahtasına yerleştirme gayreti, tüm bir yıkımın arkasındaki oligarşik diktatörlüğün devasa yağmacılığını gözlerden kaçırmayı amaçlamakta ve hedef saptırmaktadır. Bu ırkçı çevrelerin oligarşik diktatörlük için nasıl kıymetli bir ideolojik işlev gördüğü açıktır: Irkçılıkla mücadele edilmeden oligarşik diktatörlükle ve onun yarattığı/yaratacağı yıkımlarla mücadele edilemez. Nokta. Türk halkının haysiyeti ancak Türkiye halkının anti-oligarşik birliği ve dayanışması içinde müdafaa edilebilir.

Uluslararası kurtarma ekiplerinin gösterdiği dayanışmanın ortaya çıkardığı duyguların gücüne de işaret etmek gerekir. Bu dayanışma sadece kanayan yaralarımıza merhem sürmekle kalmadı, yurtseverliğimizle asla çelişmeyen, ama onu tamamlayan, sınırlar ve uluslarüstü bir evrensel biraradalık ufkunu da işaret etti. Bu dayanışma, barışçıl bir Ortadoğu ve Akdeniz tasavvurunun, müteşekkir ve yurtsever bir Türkiye tasavvuruyla elele yürüyebileceğine bir delil oldu.

Bu büyük depremi afete dönüştüren katillerin elinde hayatını kaybeden yurttaşlarımıza Allah’tan rahmet, geride kalanlara sabır diliyoruz. Her yerden yardıma giden bu ülkenin gerçek sahiplerine, yurtsever, müteşekkir ve diğerkam milletimize güç, kuvvet ve metanet diliyoruz.

AKP Seçimle Devrilebilir mi?

Tahmini Okunma Süresi: 3 dakika

Gerçek bir seçimi mümkün kılabilecek tek kuvvet halk kitlelerinin örgütlü kuvveti olabilir. Tam teşekküllü bir toplumsal mücadele seçimi riske etmez, bunu iddia etmek AKP söylemini ve aklını içselleştirmektir. AKP şu an ne yapmak istiyor ve yapamıyor da sokakların karışmasından medet umsun? Gerçek bir seçim, ancak tam teşekküllü bir toplumsal mücadele durumunda imkan sahasına girebilir. Seçim güvenliği, seçim gecesine ve takip eden bir iki haftaya sıkıştırılacak bir sandık ve oy sayımı güvenliği kampanyası olarak görülmemeli. Seçim güvenliği hiç olmadığı kadar toplumsal mücadeleyi yükseltme meselesi haline gelmiştir. Uluslararası sermaye oligarşisi ve devlet oligarşisinin oligarşik diktatörlüğüne, hak hukuk tanımaz eylemlerinin sonuçları olacağı ve tek taraflı irade dayatmasında bulunamayacakları gösterilmelidir.

6’lı masa, adayın kim olacağı ve hatta sosyalistlerin seçim ittifakı tartışmalarının örtük bir kabulü var. Bu kabule göre, iktidar seçimle değişebilir ve bütün bu ekonomik toplumsal kriz ortamı içinde de bu değişimin olması kaçınılmaz.

AKP’nin gittikçe artan otoriterliğini ve seçim süreçlerine müdahalelerini gerekçe göstererek “bunların seçimle gitmeyeceğini”, “kaybedecekleri seçime girmeyeceklerini” söyleyenler de yok değil. Ama bu iddiaları ileri sürenlerin dayanakları çoğu kez moral bozukluğundan, kötümserlikten, öğrenilmiş çaresizlikten ötesine gitmiyor. Böyle olduğu oranda da iktidarın gücünü yeniden üretiyor.

Ekrem İmamoğlu’na verilen ceza, terör soruşturması, kayyum girişimi, HDP’nin kapatılma ihtimali derken AKP’nin seçim sürecine müdahalesinin kapsamı tekrar tartışma konusu oldu. Bu tartışmaya kısa bir yazıyla, Karatani’nin devletin özerkliği ve Kıvılcımlı’nın tefeci-bezirgan sermaye vurgusu lehine ve ortodoks Marksizmin devlet analizi aleyhine bir tez ile katılmak istiyorum. Tez şu:

1-AKP, temsilini başka bir siyasal partide de bulmaya pekala ilkesel olarak açık olabilecek burjuvazinin şu ya da bu fraksiyonunun temsilcisi değildir.

2-AKP, alelade bir siyasi parti değildir, devletin bizatihi kendisidir. Bu durumda, AKP’nin sermayeden özerkliği, Kojin Karatani’nin tabiriyle devletin sermayeden özerk bir mübadele ekonomisine sahip olması meselesidir.

3-Devletin üzerine kurulduğu mübadele modeli zor yoluyla el koyma ve yeniden bölüşümdür, toprak üzerinden işleyen bir hükümranlıkla çalışır. AKP devleti bağlamında bu mübadele ekonomisinin başlıca birikim araçları ve aktörleri arasında şunlar sayılabilir:

  1. merkezi-yerel kamu ihaleleri üzerinden gerçekleşen birikim ve transferler (Kamu İhale Kanunu’nun sürekli değiştirilmesi, “5’li çete”ye kaynak aktarımı)
  2. bedelsiz tahsisler (yandaş vakıf, dernek, tarikat, kurumlara)
  3. vergi-imar-ceza afları (yandaş şirketlere, suç örgütlerine)
  4. kamu bankalarının verdiği düşük faizli krediler (Demirören-Ziraat Bankası)
  5. kentsel rant üretimi (imar değişiklikleri, “çılgın” projeler, Kanal İstanbul)
  6. askeri-sınai kompleks (zor kapasitesinin yerlileştirilmesi)
  7. denetimsiz maden ruhsatları dağıtımı (çevresel etki değerlendirme raporlarının devre dışı bırakılması)

Poulantzas’ın küresel kapitalizm döneminde devletin uluslararasılaşması vurgusunu da dikkate alarak AKP devletini meşrulaştıran mübadele ekonomisinin şu uluslararası unsurları da içerdiğini ekleyelim:

  1. “iç” kamu düzeni üzerinden uluslararası kapitalist düzenin “istikrarına” sunduğu hizmet karşılığı elde edilen rant,
  2. Türkiye’yi devasa bir sığınmacı kampına çevirerek uluslararası göç yönetimine sunduğu hizmet karşılığı elde edilen rant,
  3. Varlık Barışı üzerinden çekilen karapara.

4-Yani, gücünü merkezi ve yerel devlet aygıtı üzerinde yıllar boyu süren mutlak kontrolden alan, devletin yağma ve yeniden bölüşüm dinamiği içinde ve uluslararası sermaye oligarşisiyle işbirliği halinde birikim ağlarını, 5’li çete adı verilen patronlarını, sendika ağalarını, dinsel örgütlerini, suç örgütlerini yaratan bir yapıdan bahsediyoruz. Kıvılcımlı’nın tefeci-bezirgan sermaye vurgusu, devlet merkezli bu yağmacı birikim dinamiğini anlamak açısından kısmen yardımcı olacaktır.

5- AKP, temsilini başka bir siyasal partide de bulmaya pekala açık olabilecek burjuvazinin-burjuva sınıf fraksiyonunun temsilcisi değilse, uluslararası sermaye oligarşisiyle ittifak halindeki devlet fraksiyonunun bizatihi kendisi haline gelmişse, bu devlet fraksiyonunun            gücünün merkezinde duran devlet aygıtını serbest seçimle devretmeye açık olabileceğini nasıl varsayabiliriz ki? Hangi toplumsal sınıf/çıkar grubu kendi varlığını seçim ve oylama konusu yapar?

6-AKP’nin kendisini içeriden frenleyecek, gerçek bir seçimli demokrasiye yönelik vazgeçilmez bir ideolojik-normatif angajmanı yok. Çıkar birlikteliği, içindeki çatlaklardan daha güçlü. Uluslararası sermaye oligarşisine sunduğu hizmet, bölgesel hegemonya hırsının neden olduğu tatsızlıkları, yerli-milli emperyal aşırılıkları pekala idare edilebilir kılıyor. Uluslararası sermaye oligarşisinin yerel uzantılarının, akibeti belirsiz orta vadeli bir sürdürülebilir kapitalizm perspektifi için kısa vadeli cazip kazançları riske edeceğini ve AKP’yi karşısına almaya kalkacağını düşünmemiz için bir neden yok. Sahiden, uluslararası sermaye oligarşisinin daha kurumsal bir kapitalizm istediğini bize kim söyledi?

7-Bu durumda seçimle AKP’yi devirmek imkansızlaştı mı? Hayır, ama seçim de toplumsal-siyasal güç dengesizliğine bağışık, özerk bir bağlamda, her durumda öngörülebilir bir hukuki çerçevede işleyen bir süreç değil. “15000 oyla İstanbul’da seçim kazanılır mı”nın, “1,500.000 oyla Türkiye’de seçim kazanılır mı” olarak yeniden ifade bulmasının önünde bir engel yok. Unutmayalım, AKP İstanbul seçimlerinin sonucunu hala tanımış değil ve görünen o ki tanımayacak da.

Bu durumda, gerçek bir seçimi mümkün kılabilecek tek kuvvet halk kitlelerinin örgütlü kuvveti olabilir. Tam teşekküllü bir toplumsal mücadele seçimi riske etmez, bunu iddia etmek AKP söylemini ve aklını içselleştirmektir. AKP şu an ne yapmak istiyor ve yapamıyor da sokakların karışmasından medet umsun? Gerçek bir seçim, ancak tam teşekküllü bir toplumsal mücadele durumunda imkan sahasına girebilir. Seçim güvenliği, seçim gecesine ve takip eden bir iki haftaya sıkıştırılacak bir sandık ve oy sayımı güvenliği kampanyası olarak görülmemeli. Seçim güvenliği hiç olmadığı kadar toplumsal mücadeleyi yükseltme meselesi haline gelmiştir. Uluslararası sermaye oligarşisi ve devlet oligarşisinin oligarşik diktatörlüğüne, hak hukuk tanımaz eylemlerinin sonuçları olacağı ve tek taraflı irade dayatmasında bulunamayacakları gösterilmelidir.

Aşırı Sağın Yükselişinden Çıkarılacak Dersler

Tahmini Okunma Süresi: 7 dakika

Aşırı sağcılar en kolay tabirle “doğru yerlere basıyorlardı”. Ulusal bütünün ve kamusallığın parçalanışına hayatımıza yerleşen problemler olarak işaret ediliyordu. Burası doğruydu ve kitlesel desteği de çoğunlukla bunlara işaret etmekten aldılar. Ancak aşırı sağcılar, buradan sonra komplocu mantıkları, bilim karşıtlığını ve ırkçılığı devreye sokarak doğru bir soruna yanlış çözümler önermeye kalkıştılar. Bütün sürecin faturasını yine aynı sürecin mağdurlarına kesmeyi tercih ettiler. Siyaseti kavrayış biçimleri küresel elitlere karşı bir arada tuttukları kitleleri radikalleştirdi. Ancak bu radikalizm sistem karşıtı bir biçime evrilmedi. Daha ziyade kendi ülkelerindeki ırkçılığı yükselten başka bir tehdit doğurdu.

Bir süredir etkilerinden uzak olduğumuz için unutmuş olsak da artık Post-Covid bir dünyada yaşıyoruz. Salgın çalışma hayatından gündelik ilişkilere, tıp başta olmak üzere bilimsel düşüncenin gelişiminden ekonomiye varıncaya kadar pek çok alandaki verili kabulleri ve ilişkileri sorgulanır hale getirdi. Dünya ticaretinin üretim ve tedarik zincirindeki aksamalar ve ardından tüm dünyayı etkisi altına alan hiper enflasyon az gelişmiş ülkeleri tehdit ediyor. Bir yandan da salgınla patlama düzeyine ulaşan komplocu mantık, hastalığın bizatihi varlığını reddetmekten aşı karşıtlığına kadar bir çok irrasyonel eğilimi örgütlü ve görünür hale getirdi. Öyle ki kimi siyasi liderler hastalığın yayılmasını önleyici tedbirlere açıktan karşı çıkarken[1] kimileri ülkesinde böyle bir hastalığının olmadığını dahi iddia etti[2].

Popülist rejimler salgından çok daha önce hayatımıza girmişti. Özellikle 2008 krizine dünya kapitalizminin esaslı bir cevap üretememesinin yarattığı güvensizlik önemli bir tetikleyici oldu. Ardından Ortadoğu’dan yaşanan yoğun göçlerle Avrupa’yı sarsan mülteci sorunu ve ırkçılık, bir başka katmanı üretti. Bu sürecin sonunda patlak veren Covid-19 salgının bir önemli etkisi lider odaklı siyaseti pekiştirmesi oldu. Salgının bir anda yayılması, hızlı karar alma ve anında uygulama iradesine duyulan ihtiyacı artırdı. Bu durum, zaten bir süredir aşırı sağın ve popülizmin yükseldiği siyasal alanda lider kültünü daha da pekiştirici bir etki yaptı. Demokratik prosedürün önemli bir parçası olan tartışma kültürü ve istişare, karar vermenin öne çıktığı Schmittyen bir karanlık evren yaratan salgın döneminde giderek geriledi. Brezilya’da Bolsonaro ve ABD’de Trump’un salgını hafife alan çıkışları, geniş kitleler tarafından desteklendi. Bu liderlerin “düzen karşıtı” görünümleriyle bağlantılı bir komplocu mantık salgın karşıtlığında bütünleşerek liderlerin imajına farklı bir katkı sundu.

Avrupa’da salgın sonrası yapılan seçimlerde hemen her ülkede aşırı sağ önemli bir görünürlük elde etti. Almanya’da ırkçı AfD, %oyunu %10’un üzerine çıkardı. İtalya’da daha geçtiğimiz ay, Giorgio Meloni’nin önderliğindeki aşırı sağcı “İtalya’nın Kardeşleri Partisi” %25 oy alarak iktidara geldi. Fransa’da Marine Le Pen’in aşırı sağcı bir koalisyon görünümündeki Ulusal Cephesi, Emmanuel Macron’a karşı %41’lik bir oy desteğini elde etmeyi başardı. Belki Avrupa’da başlayan bu trendi doğrudan salgınla bağdaştırmak doğru olmayabilir. Dünyanın siyasal eğilimlerinin merkezini temsil eden Amerika’da Donald Trump’ın başkanlığa seçilmesiyle tırmanışa geçen ve dünyayı genel olarak daha popülist rejimler altında yönetilmeye iten yeni bir dalga bulunduğunu da ifade etmek gerekir. Ancak Covid’in küresel etkileri aşırı sağa verilen desteği katladı. Öyle ki Macaristan’da Orban’ın destekçileri, salgına İran’dan gelen öğrencilerin ve mültecilerin neden olduğunu dahi iddia edebilmişti[3]. Burada Covid’in etkisini artırdığı bazı semptomlara değinerek aşırı sağın buralardan nasıl güç kazandığını açıklamaya çalışacağım.

Salgın’ın Psikopatolojisi: Komplo Teorileri, Küresel Belirsizlikler, Yoksulluk

Öncelikle covid, dünya tarihindeki pek çok kaotik dönem gibi komplo teorilerini diriltti. Salgın’ın başından sonuna dünya için yeni bir deneyim olması, bir çok bilinmezle ve cevapsız sorularla (virüsün kaynağı, bulaşma yolları, tedavi ve aşı imkanları, tıbbi müdahalelerin güvenilirliği vb.) dolu olması, herkesin bu süreçteki deneyiminin birbiriyle çelişen görüntüler sunması (maske ve mesafeye dikkat ettiğini iddia edenlerin bulaşa maruz kalması, önlemleri önemsemediği halde hiç hastalanmayanlar, aşı olmasına rağmen hastalığı ağır geçirenler vb.) tüm bu sorulara kısa, açıklayıcı ve sorumlu gösterici cevaplar verebilen komplo teorileri hızla dolaşıma girdi. İnternetin ve sosyal medyanın etkisini artırdığı bu teorilerden bazılarına göre salgın insan nüfusunu azaltmak için dünyanın egemen efendileri tarafından yayılmıştı. Bu efendilerin kim olduğunu daha da netleştirmek isteyen başka bazı gruplar hastalığın Çin’in Wuhan kentinden çıkmasından hareketle, işin arkasında Çin’in olduğunu “keşfederek” Çin’i sorumlu tuttular. Covid virüsüne de Çin Virüsü demeyi tercih ettiler. Daha çok Amerikan cumhuriyetçi elitleri tarafından paylaşılan bu görüşü Türkiye’de de bir grup milliyetçi benimsemişti.

Bir başka komplo teorisi salgının tedavisine dair ilk çalışmaların ortaya çıktığı dönemde yükseldi. Bu teori hastalığın aslında hiç var olmadığını, Çin’den gelen görüntülerin montaj ya da kurgu olduğunu, insanlığa yeni bir yön vermek isteyen “egemenlerin” yeni planının salgın senaryolarıyla insanlığı aşılayarak bu aşı vasıtasıyla takip etmek istediğini savunuyordu. Bu teori daha sonra aşı olanlar arasında yaygınlaşan kalp rahatsızlıklarını delil göstererek kendini haklı çıkarmayı da denedi.

Aşıların takip çipleriyle donatıldığı iddiasının esas savunucuları aşı karşıtlarıydı. İlaç şirketlerinden mürekkep bir küresel şebekenin devletleri ve toplumları sömürmek için salgını bir silah gibi kullandıklarını iddia eden aşı karşıtları siyasal eğilimlerine göre farklı senaryolar türetiyorlardı. Salgın’ın dünya nüfusunu kontrol etmenin bir aracı olduğunu savunan aşıların kısırlaştırıcı etken maddeler içerdiğini, küresel bir kaos planının hazırlandığını savunanlarsa aşılara yerleştirilen çiplerle insanların yönlendirilerek büyük toplumsal çatışmaların kurgulanacağını iddia etmekteydi. Aşı karşıtlarından bir kısmı salgın boyunca kullanılan tıbbi maskelerin salgından daha ağır hastalıklara neden olduğunu da savunmaktaydı.

Görüldüğü gibi komplo teorileri çok farklı temellere dayanarak salgına kolay anlaşılır açıklamalar getirmeyi deniyordu. Bu dönemde salgın sürecini yönetenler ve salgınla mücadele eden bilim insanları sorulan sorulara net cevaplara veremediler. Daha açığı verdikleri cevaplar geniş kitlelerin kavrayabileceği düzeydeydi ve kimi zaman farklı bilim insanlarının kimi zaman da aynı araştırmacıların farklı zamanlardaki açıklamaları birbiriyle çelişebilmekteydi. Bilimsel bir vaka olan salgının çözümü de bilimsel yöntemlerden geçmekteydi ve bilimsel yöntemlerin kesin sonuçlar verebileceğine dair pozitivist modernist inanç bir konsensüs olarak inşa edilmişti. Salgının getirdiği bilinmezlik pozitivizmi yıkacağına bilimselliği yıktı. Kitleler bilim insanlarından net bir cevap alamadıkça konu mistikleşti ve komplo teorilerine de açık bir hale geldi. Komplo teorilerinin temel bir özelliği ne kadar insan tarafından inanıldığı ve benimsendiğinin net olarak anlaşılamaması ancak görünüşte tüm topluma sirayet etmiş bir görünüm arzetmesidir. Gücünü de bu görünümünden almaktadır. Ancak insanlar her ne kadar komplo teorilerine inanmadıklarını ifade etseler de onların konuşulduğu sosyal ortamlarda onlarla uyumlu bir tavır sergilerler. Bu bakımdan komplo teorileri eskilerin masalları ve efsaneleri gibi sosyalleşmenin ve toplumsal düzende her şeyin olması gerektiği gibi olduğuna dair algının kuvvetlenmesinde etkili bir araç olarak düşünülebilir. Bütün komplo teorilerinde gizli ve kötücül bir efendiler ve masum, kandırılmış ya da köleleştirilen bir kitleler tasavvuru vardır. Bu şablona uydurulduğu müddetçe bilinmeyen ya da anlaşılamayan her konu komplo teorilerinin alanına girebilir. Komplo teorilerinin toplumsal ve tarihsel yapıyı bu ikili kavrayışı, popülist rejimlerde karşılığını bulacaktır.

Post-Covid dönemin en önemli sorunlarından biri tüm dünya ekonomilerini tehdit eden hiperneflasyon riskidir. Bununla birlikte son dönemde yapılan çalışmalar tüm insanlığı yoksullaştıracak bir hiper enflasyondan çok uzun döneme yayılmış bir yüksek enflasyon riskinden bahsetmektedir[4]. Covid nedeniyle uzun süre kapalı kalan fabrikalar ve üretim tesisleri, aksayan lojistik süreçleri, sağlık harcamalarının aşırı artışı, enerjiye olan bağımlılığın artması, covid sonrası dönemde Rusya’nın Ukrayna savaşındaki tutumu nedeniyle Avrupa ülkelerini enerjisiz bırakma tehdidi gibi faktörlerin etkisiyle hayat pahalılığının artacağı beklentileri güçlenmiştir. Yeni bir bilinmezlik örüntüsü yaratan bu kriz hem komplo teorilerini davet etmiş, hem de kitleleri orta sınıfın erimesi ve yoksulluğun dramatik artışı nedeniyle üst sınıflara karşı öfkeyi yükseltmektedir[5]. Peki bütün bu gelişmeler (komplo teorilerinin yükselişi, küresel belirsizliğin kalıcılaşması ve artan yoksulluk) siyasal düzlemde nasıl bir karşılık buldu.

Neoliberal Popülizmlerin Yükselişi: Yoksullaşıyorsak Yeteri Kadar Irkçı Olmadığımız İçindir

Popülizm bir siyasal bir söylem biçimi olarak toplumu ikiye bölen, kendi içlerinde monolitik bir yapı arz eden elitler ve kitleler arasında uzlaşmaz bir çelişkiye dayanır. Bu çelişki, kitleleri temsil eden liderde cisimleşir. Elitler tarafından ekonomik, kültürel ve siyasal açıdan sömürülen kitlelerin sesi, temsilcisi ve kurtarıcısı bu önderdir. Yakın dönem siyasetinde lider portrelerinin bu denli ön plana çıkması neoliberal popülizmin yükselişiyle yakından ilişkilidir. Bununla birlikte Türkiye’de neoliberalizmden önce de liderin bir kült olarak örgütten önce gelmesi, Türkiye’nin bu sürece daha kolay eklemlenmesini sağlamış olabilir. Popülist rejimler bu temel özellikleriyle komplo teorilerinde yaratılan karanlık evreni aşma vaadinde bulunurlar. Komplo teorileri büyük kötü güçlerin egemenliği altında sömürülen insanların öykülerini anlatırken karamsardırlar. Bu tabloyu değiştirecek bir önerileri yoktur. Komplocu mantık, dünyanın “böyle gelmiş böyle gider”liğini mistikleştirerek bir anlatıya dönüştürür. Komplocu mantığın yarattığı bu derin buhranı ortadan kaldıracak bir siyasal biçim önerir. Liderde bütünleşmiş, yekpare bir kitle (elitlere karşı halk).

Popülist lider o büyük kötücül güçlere karşı mücadeleyi tek başına yürütebilir. Zaten lider tek başına halkta ne var ise onun birleşik ve bütünleşik hali gibidir. Bu bakımdan halk kendini liderde bulurken sadece şoven bir kendine güven duygusu tatmaz. Dünyanın başlangıçtan beri var olan adaletsizliğine ve kötülüğüne dair umudunu da lidere bağlar. Popülizmler bu umudu diri tuttukları ölçüde ayakta kalabilirler. Bu bakımdan popülist rejimler her daim bir düşman arayışı içindedirler. Komplo teorileri onlara aradıkları düşmanları verir, onlar komplo teorilerini daha yeni ve üst düzey olanlarına dönüştürmek için siyasal varoluşlarını keskinleştirirler.

Piyasalaştırma, esnekleştirme, proleterleştirme ve prekarlaştırma süreçlerinin bir ahenk içinde uygulandığı, kamusal siyasetin çöküşünü bir zafer olarak ilan eden neoliberalizm ise esas itibariyle orta sınıfları alt sınıflarla tehdit eden, bu yolla üst sınıfların güvenliğini tesis eden bir rejimdir. Ancak post-covid dönemde orta sınıfın ekonomik varlığının saldırı altına girmesi, çelişkileri keskinleştirmiştir. Bu yoğun yoksullaştırma siyasetinin üzerine neoliberalizm tarafından kamusallığın da parçalanması eklendiğinde, bireyselleşmiş ve atomize olmuş kitleler küresel elitler karşısında kendilerini popülist liderlerin adeta kucağına düşmüş halde buldular.

Neoliberal paradigmanın tek alternatif olarak dayatılmasının (“There is no alternative”) ve antikapitalist siyaetin ütopikleştirilerek dışlanmasının doğal bir sonucu olarak neoliberalizm karşıtı olması beklenen siyasallıklar dahi neoliberalizmin gündemini benimser hale geldiler. Sol, merkeze yerleşme stratejileri bağlamında devrimci iddialarından sıyrılarak sosyal demokratlaştı, emekçi sınıflarla kurduğu ilişkiyi de kimlik siyaseti bağlamına oturturken giderek daha marjinal bir yere doğru savruldu. Bununla birlikte merkez sağ, neoliberal eylem planını uygulamada tutabilmek için kimlik siyasetinde soldan daha başarılı bir popülist hat inşa etti. Kimliklerin keskin biçimde birbirine karşı bilendiği bu siyasal evrende aşırı sağ, merkez sağın ve kimlikçi solun eleştirisinden kendini devşirerek yerini buldu.

Aşırı sağın her konuda kolay bir çözüm önerisi vardı. Neoliberal yağma ile bozulan kamusal ekonominin sorumlusu belliydi: mülteciler. Merkez sağ ve sol, mültecileri “insan yerine koymakla” ülkenin kaynaklarını çarçur ediyorlardı. Zaten özü itibariyle mültecileri kollayan siyasetler küresel elitler tarafından yönetilip yönlendiriliyordu. Bu elitler aynı zamanda dünya nüfusunu kontrol etmek için küresel bir salgın üretecek kadar gözü dönmüş şirketler, aileler ve uluslararası işbirliği örgütleri, finans baronları değil miydi? Aynı odaklar eşcinselliği de yaygınlaştırmak için kültür endüstrisi ürünlerini (Netflix, Disney, Facebook, Twitter vb.) bir silah olarak kullanmıyor muydu? İşte ulusun kültürel bütünlüğünü bozan ve ekonomisini yerle bir eden aktörler deşifre edilmişti. Ortada küresel bir belirsizlik yoktu, sorun ve sorunun kaynağı belliydi. Çözüm mülteci karşıtı ırkçılığı büyütmek, bu büyük güçlere karşı boykotu genişletmek, onların görünen uzantılarına yönelik de kapsamlı bir tedbir ve sansür politikaları setini devreye sokmaktı.

Aşırı sağcılar en kolay tabirle “doğru yerlere basıyorlardı”. Ulusal bütünün ve kamusallığın parçalanışına hayatımıza yerleşen problemler olarak işaret ediliyordu. Burası doğruydu ve kitlesel desteği de çoğunlukla bunlara işaret etmekten aldılar. Ancak aşırı sağcılar, buradan sonra komplocu mantıkları, bilim karşıtlığını ve ırkçılığı devreye sokarak doğru bir soruna yanlış çözümler önermeye kalkıştılar. Bütün sürecin faturasını yine aynı sürecin mağdurlarına kesmeyi tercih ettiler. Siyaseti kavrayış biçimleri küresel elitlere karşı bir arada tuttukları kitleleri radikalleştirdi. Ancak bu radikalizm sistem karşıtı bir biçime evrilmedi. Daha ziyade kendi ülkelerindeki ırkçılığı yükselten başka bir tehdit doğurdu.

Popülizmden Çıkış: Ulusun Popülist Olmayan Eşitlikçi Kurulumunu Tartışmak

O halde ne yapılabilir? Neoliberalizmin saldırısı altındaki kitleler nezdinde sistem karşıtı siyaseti canlandırmak nasıl mümkün olabilir? Burada aşırı sağcıların ulusal bütünle ilgili yaklaşımlarının tartışmaya -aşırı sağcıların yapmadığı şekilde- dahil edilmesi bir yol açabilir.

Öneri, neoliberalizmin atomizasyon, esnekleştirme, piyasalaştırma, proleterleşme ve güvencesizleştirme süreçlerinde dağıtılan ulusu, parçalanan kamusallığı yeniden derleyip toparlayacak bir ulusal kurulumu gerçekleştirmek olabilir. Bu önerinin temeli, buyuran egemenlere karşı “kara budun”un mensuplarından müteşekkil ulus fikrini yükseltmektir. Bunu yaparken, ulusu sağdan değil soldan kavramak. Sağın tarihiyle ve kültürüyle övünmekle yetinen şovenist paradigması yerine solun sömürüden ve keskinleşen çelişkiyi emekçiler lehine örgütleme idealinden beslenen ulusal paradigmayı geçirmek. Ulusu soldan kavrarken onu çevresindeki diğer uluslarla barış içinde yaşamayı bilen, diğer ulusların politik ve kültürel bütünlüğüne saygı duyan ve yayılmacı, yıkıcı olmayan bir biçimde; kendi içinde de demokratik ve sosyal eşitlikçi biçimde yeniden kurmak.

Büyük belirsizliklerin çağında birbirinden güç alan insanlar olarak ulusu tahayyül etmek, onun birleşik gücünü liderlere devretmekten daha akıl karı geliyor. Liderlerde değil birbirinde bütünleşen halkların dünyasını kurabilmek için verilecek mücadele elbette zor. Zira bilimin bile pozitivizmden ibaret olmadığını, bilimin her zaman kesin çözümler bulamayacağını, çözümlerinin dönemsel, paradigmatik ve göreceli olduğunu salgın sonrası süreçte öğrendik (öğrendik mi?).

Bilimden, sanata, kültüre, ekonomiye ve siyasete her alanda verilecek örgütlü mücadelelerle popülizm dışı bir ulusal tahayyülü hayata geçirmenin yollarını aramaya inatla devam etmek, bu sürecin yegane dayanak noktası olacaktır. Böylelikle neoliberal sömrünün faturasını onun mağdurlarına (mülteciler, siyasal ve kültürel azınlık grupları) keserek dikkat dağıtan popülist rejimleri geriletmek mümkün olabilir. En başta neoliberalizmin ulusu ve onun emeğinin ürünü olan kamusallığı dağıttığını vurgulayarak başlamak ve buradan hareketle kamusallığa dayalı bir ulusal antikapitalist mücadele derlemek en doğrusu herhalde.


[1] https://tr.euronews.com/2021/03/05/brezilya-lideri-bolsonaro-vatandaslar-na-seslendi-koronavirus-nedeniyle-s-zlanmay-b-rak-n

[2] https://www.birgun.net/haber/turkmenistan-da-koronavirus-vaka-sayisi-sifir-hukumet-salgini-yasakladi-323887

[3] https://www.france24.com/en/20200313-hungary-s-pm-orban-blames-foreign-students-migration-for-coronavirus-spread

[4] https://blogs.lse.ac.uk/covid19/2022/01/04/the-big-risk-now-for-the-us-is-not-hyperinflation-but-long-term-elevated-inflation-rates/

[5] https://www.pewresearch.org/global/2021/03/18/the-pandemic-stalls-growth-in-the-global-middle-class-pushes-poverty-up-sharply/

Prekaryalaşan Türkiye -2-

Tahmini Okunma Süresi: 9 dakika

Prekaryalaşan Türkiye yazımızda, Türkiye’nin 12 Eylül 1980 darbesinden bugüne kadar Neoliberal ekonomiye geçiş sürecini tartışmış ve bu süreç içinde emek dünyasının nasıl güvencesiz bir hale getirildiğini anlatmıştım. Bir daha ki yazımızda bunun sektörel bazda Türkiye’deki karşılığını tartışmaya açmak istediğimi söylemiştim. Yalnız bu tartışmaya geçmeden önce aslında sanayileşme tarihçesinin bir özetini yapmak istiyorum. Sanayi devriminin başlangıcından 1. Dünya savaşı sonrasına kadar proleterleşen emek dünyadaki siyasal gelişmeler sonucunda nispeten güvenceli, sendikalı ve küçük burjuvalaşmaya başlayan bir işçi sınıfını ortaya çıkarmıştı. Neoliberal politikalar sonucunda bütün dünyada emek, prekaryalaşma yolunda ilerliyor. Henüz bir sınıf olarak kabul edilmeyen fakat görünen o ki yakın bir gelecekte küresel bir sınıf olarak ortaya çıkacak Prekarya hepimizin ortak geleceğinin kaderi olacak gibi!

ENDÜSTRİLEŞMENİN SERENCAMI

Günümüzde ekonomistler sanayileşme tarihini 4 ana bölüme ayırıyorlar. Kısaca özetleyecek olursak;

“Endüstri 1.0: 1712 yılında Thomas Newcomen yeni bir tür buhar makinesi geliştiriyordu. 1781 yılında James Watt bu makineyi yeni aksamlar ekleyerek sanayiye uygulanabilir hale getiriyordu. Bu şekilde geliştirilmiş buhar makinesinin 1700’lerin sonunda dokuma tezgâhlarında kullanılmasıyla üretim sürecinde çeşitli aşamaları tamamlayacak biçimde birbiriyle bütünleşmiş bir düzene geçilmesi birinci sanayi devrimi olarak kabul ediliyor. Endüstri 1.0 üretimin makineleşmesi ve elde edilen ürünlerin demiryolu ağlarıyla tüketim merkezlerine taşınması olarak tanımlanıyor.

Endüstri 2.0: İkinci sanayi devrimi, üretim sistemlerinde elektriğin kullanılması ve elektrik gücünün montaj hatlarına kumanda etmesiyle ortaya çıkıyordu. Ford Motor Fabrikalarında kurulan seri üretim hatlarıyla otomobil üretiminde uyguladığı bu sistem, üretim ölçeğinin büyütülebilmesine ve dolayısıyla maliyetlerin ve fiyatların ucuzlamasına yol açıyordu. Bu devrimin yarattığı ekonomik verimliliğin artmasında, karayolu ağının yaygınlaşması önemli rol oynadı. Endüstri 2.0, üretimin makineleşerek seri üretime geçilmesi ve üretilen malların demiryolunun yanı sıra karayolu ağıyla da tüketim merkezlerine ulaştırılması olarak tanımlanıyor.

Endüstri 3.0: 1970’lere girerken algılayıcılardan alınan bilgiyi, bir program çerçevesinde iş elemanlarına aktaran mikroişlemci tabanlı programlanabilir mantık devresi geliştirildi. Ve bunun üretim sistemlerine uygulanmasıyla, üretim sisteminin otomasyonu mümkün oldu. Bu gelişme üretime insan katkısını oldukça düşürerek hatayı da minimize etti. Bu dönemde bilgisayar kullanımı, akıllı telefonlar, internetin yaygınlaşması üretimi her yönüyle geniş biçimde etkiledi ve biçimlendirdi. İletişim ve ulaşımdaki gelişmelerle, ticaret ve endüstri küreselleşti.”1

Endüstri 4.0: Halihazırda özellikle gelişmiş ülkelerin dördüncü sanayi devrimi içinde olduğu kabul ediliyor. Endüstri 4.0; asıl olarak imalat sanayiinde bilgisayarlaşmanın en üst düzeye çıkarılması ve dolayısıyla üretimin yüksek teknolojiyle donatılmasını hedefleyen bir yaklaşım olarak görülüyor. Çalışmalar son derece hızlı sürüyor ve her gün teknoloji alanında yeni bir oluşumla karşılaşıyoruz.

Sanayileşme tarihine baktığımız zaman Endüstri 1.0 ve 2.0 dönemi daha çok makineleşme ve elektrifikasyonla üretimin arttırılması dönemi olsa da bu dönemlerde üretimin ana faktörü hala insandır ve insanlar, tarlalarda, fabrikalarda, atölyelerde üretimin başat aktörleri halindedir. Endüstri 3.0 ile bugün içinde bulunduğumuz dördüncü sanayi devrimi koşullarında ise artık insan üretimin başat unsuru olmaktan çıkarılmaya başlamıştır. Birçok endüstri sektörü artık makinelerle ve otomasyonla, robotlarla üretim yapmaktadır. Bu tarımda da, endüstriyel üretimde de son derece yoğun bir şekilde görülmektedir.

“Endüstri 3.0 üretimde insan emeğinin en aza indirilmesi ve üretimin otomasyonu olarak tanımlanıyordu. Dördüncü sanayi devriminde ise üç temel amaç güdülüyor:

(1) Üretimde insan emeğinin en aza indirilmesi ve bu yolla üretimdeki hataların ortadan kaldırılması.

(2) Üretimin en üst düzeyde esnekliğe kavuşturulması ve bu yolla tüketiciye özel ürün yapabilme imkânının elde edilmesi.

(3) Üretimin hızlandırılması.”2

Ülkemiz uzmanlar tarafından şu anda içinde bulunduğu an itibariyle Endüstri 2.0 ile 3.0 arasında bir yerde görülüyor. Bu tarihsel süreç içerisinde ekonomi politik olarak Endüstri 1.0 ve 2.0 dönemleri yani 1970’li yılların başına kadar olan zaman dilimi klasik kapitalist üretimin dünya üzerinde son derece etkili olduğu zaman dilimleriydi. 1970’lerden itibaren ise neoliberal politikalar ile birlikte kapitalizm başka bir boyuta geçiyor adeta güncelleniyordu.

Yukarıda da bahsettiğimiz üzere bu iki dönem arasındaki son derece önemli fark artık insanın üretim süreçlerinin gittikçe dışına atılması, ağırlıklı olarak hizmet sektöründe istihdam edilmesidir. Bir diğer unsurda neoliberal dönemde her şey metalaşmıştır. Bu metalaşma dönemi sonucunda artık her şey alınır satılır hale gelmiştir. İnsanların ideolojileri, inançları, eğitimleri, hayalleri, kâbusları, umutları, mutlulukları, mutsuzlukları, korkuları her şey metalaştırılmıştır. Yani neoliberalizm dünyanın büyüsünü yok etmiştir.

Günümüz teknolojisinde otomasyondan, yapay zekâya ve kuantum bilgisayarlarına doğru hızla ilerleniyor. Bence bu durum kısaca toprak, sermaye, emek ve hammadde olarak tarif edilen üretim araçlarının yeniden tarif edilmesi ihtiyacını da doğurmaktadır. Teknoloji hızla bütün süreçleri değiştirmektedir ve dünya üzerinde teknolojik gelişmelere bağlı olarak üretim, tüketim ilişkileri de dönüşmektedir. Tam da bu yüzden teknoloji veya teknolojiyi ortaya çıkaran bilgi ve zekânında üretim araçları içerisinde değerlendirmesi gerekmektedir. Bu konularla ilgili de daha detaylı çalışmaların yapılması gerekiyor.

İşte tam da burada artı değerin ortaya çıkmasında başat özellik olan emek form değiştirmiştir.

Proleterlikten, Prekaryalığa

Osmanlı son dönemi ve genç Türkiye Cumhuriyeti sanayileşme devrimini yakalayamasa bile özellikle Cumhuriyetle birlikte proleteryalaşma artarak sürmüştür. Özellikle 1946 sonrası CHP ve 1950 sonrası Demokrat Parti iktidarlarında, köyden kente göçün hızlanması ile Proleterya, sınıfı hatırı sayılır bir noktaya çıkmıştır. 1952 yılında devlet tarafından ve onun kontrolü ile kurulan Türk İş Sendikasının amacı işçi sınıfını örgütleyip haklarını kazanmasını sağlamaktan çok bu alana sosyalistlerin girişini engellemek amaçlı kurulmuştur. 1961 Anayasasının ülkede görece daha özgürlükçü bir alan açması sonucu, çeşitli işçi sendikaları da hemen her iş alanında örgütlenerek işçilerin hak araması yolunda önemli adımlar atmışlardı. Özellikle DİSK’in kurulmasıyla birlikte işçiler çok daha iyi şartlarda ve iyi ücretlerle çalışmaya başlamışlardı ve giderek işçi sınıfı ekonomik anlamda orta sınıf görünümü arz etmeye başlamıştı. Fakat 12 Eylül sonrası yaşananlarla birlikte 42 yıllık süreçte emek dünyası bütün bu haklarını kaybederek prekaryalaşıyordu.

Aşağıda belli başlı sektörlerde 1980 ile bugün arasında ortaya çıkan durumları kıyaslayarak devam edelim.

Ülkemiz tarihsel olarak daha çok küçük köylülüğün yaygın olduğu bir toplum olagelmiştir. 1980 yılına girdiğimizde yapılan nüfus sayımında 44.736.957 olan Türkiye nüfusunun % 56’sı kırda yaşarken, %44’ü şehirlerde yaşıyordu. 2022 yılı itibarı ile ise köylü nüfusumuz %7, şehirli nüfusumuz ise %93 şeklindedir. Bu şehirli nüfusun ise %85’i büyükşehir belediyeleri sınırları içinde yaşamaktadır. Kısacası Türkiye köylü nüfusun üretim yaptığı bir ülke olmaktan çıkmıştır. Tarımda ihracattan, ithalata dönen bir ülke haline gelmiştir. 1980 yılında “Kırsal bölgelerde veya kentlerde kendi işinde çalışanlar ve onlara işyerinde yardım eden aile bireyleri, gelir getirici bir işte çalışanların 54,8’ini oluşturuyordu. (10 milyon 137 bin kişi) 3

1980’den Bugüne Çalışanların Genel Görünümü

Sendikalaşma

1980 öncesi dönemin sendikalı işçi sayısına ilişkin sağlıklı istatistikler olmasa da toplu iş sözleşmesi kapsamındaki işçi sayısının 900 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir. Bu sayı sendikalı işçi sayısının üst sınırı olarak kabul edilebilir. 2,2 milyon sigortalı işçi olduğu dikkate alınacak olursa 12 Eylül öncesi sigortalı işçiler içindeki sendikalaşma oranı yaklaşık yüzde 41 olarak kabul edilebilir.

2020 yılında ise 14 milyonu aşkın sigortalı işçiye karşılık 1,9 milyon sendika üyesi işçi söz konusudur. Bunların bir bölümü ise toplu iş sözleşmesi kapsamında değildir. Sigortalı işçi sayısı yaklaşık 7 kat artmasına rağmen, sendikalı işçi sayısının sadece iki kat arttığı ve böylece sendikalaşma oranının yüzde 14’lerin altına gerilediği görülmektedir.4

Toplu İş Sözleşmesi ve Kamu İstihdamı

12 Eylül 1980 darbesi sonrasında toplu pazarlığın yeniden başladığı 1984 yılından bu yana toplu iş sözleşmeleri kapsamındaki işçi sayısında ciddi bir gerileme yaşandı. Toplu iş sözleşmesi kapsamındaki işçi oranının 1980’lerin ortalarından günümüze ciddi biçimde gerilediği görülmektedir. 1987 yılında 1 milyon 400 bin civarında olan toplu sözleşme kapsamındaki işçi sayısı, 2010’da 780 bin civarına gerilemiş, 2020’lere doğru ise 1 milyon 229 bin civarına yükselmiştir. Kamu kesiminde ise 1980’li yılların ortalarında 900 bine yakın olan toplu iş sözleşmesi kapsamındaki işçi sayısı 2010’lu yıllarda 300 bin civarına gerilemiştir. Bu sayıya belediye çalışanları dâhildir.5

1980’de toplam sigortalı işçiler içinde yüzde 36 olan kamu işçisi oranı özelleştirmelere paralel olarak 2015’te yüzde 8’e gerilemiştir. Özel sektörün payı ise yüzde 92’lere yükselmiştir. Bu durum dönem boyunca yaşanan kamunun küçülmesi sürecinin önemli göstergelerinden biridir.6

Asgari Ücret

1978 yılında aylık 3.300 TL, yıllık 39.600 TL olan asgari ücret, aynı dönemde 38.283 TL olan Kişi Başına GSYH’nin yüzde 3,4 üzerindedir. Diğer bir ifadeyle asgari ücret düzeyi kişi başına ortalama gelirden daha yüksektir.7

Bugün ise asgari ücret 5.500 TL düzeyindedir ve Türk İş’in yaptığı hesaplamalar sonucunda 4 kişilik bir ailenin aylık açlık sınırının 7.500 TL olduğu günümüzde açlık sınırının altında çalışmak zorunda kalanlar çalışan kesimin % 42’sidir.

Taşeronlaştırma

Bir diğer konu ise hizmet sektöründe hemen her alanın taşeronlaştırılması ve emeğin buraya sözleşmeli ve güvencesiz bir şekilde aktarılmasıdır. 12 Eylül darbesi sonrası öncelikle kamuda başlamak üzere, büro hizmetleri, temizlik, güvenlik, yemekhane gibi işler özelleştirilmeye başlanmıştır. Devletin veya özel sektörün belli başlı kuruluşlarında sendikalı ya da 657 sayılı Devlet Memurları Kanununa tabi olarak çalışan işçi ve memurların yerini yıllık ihaleyle hizmet veren taşeron şirketler almaya başlamıştır. Bu da bu sektörlerde çalışanları prekaryalaştırmıştır. Geldiğimiz nokta itibarıyla bu sektörlere ait bir takım rakamlar vermek gerekirse,

Temizlik Sektöründe,

Türkiye pazarında, günümüzde yaklaşık ‘3.000’in üzerinde şirket bulunmaktadır. Şirketlerin kazancının 2 Milyar ciro/yıl olduğu düşünülüyor ve 1 milyon çalışanı vardır.’ 8

Bu çalışanların çok büyük bir bölümü asgari ücret almaktadır. Pazarın sadece %10-15’lik bölümünün temizlik hizmetlerinden faydalandığı düşünülmekte ve Türkiye’de ki bu durum sermayenin iştahını kabartmaktadır.

Güvenlik Sektöründe,

2004 yılında çıkarılan kanun dâhilinde kurulan güvenlik şirketlerinin eğitimi sonucunda bugün itibarıyla “Emniyet Genel Müdürlüğü Özel Güvenlik Denetleme Başkanlığı verilerine göre Türkiye’de 1435 güvenlik şirketi ile 444 özel güvenlik eğitim kurumu bulunuyor. Özel güvenlik sertifikası bulunan kişi sayısı ise 1 milyon 556 bin 250 kişidir. Bunlardan 1 milyon 58 bin 626’sı özel güvenlik kimlik kartı alırken, aktif çalışan sayısı 283 bin 431kişidir. Bu rakam, 270 bine yakın emniyet personeli sayısından da fazladır. Bunlar, 95 bin 577 noktada görev yaparken, 291 kişinin korunması da özel güvenlikler tarafından yapılıyor.” 9

Hazır yemek sektöründe;

5000 civarında firmanın olduğu düşünülüyor. Bu sektörde çalışan işçi sayısı konusunda her hangi bir veri bulunmamaktadır. Yalnız gerçek olan şu tarafı vardır ki, gıda gibi bir sektörde yetişmiş eleman çalıştırmaktan çok gıda konusunda herhangi bir eğitimi olmayan insanlar, sözleşmeli, güvencesiz ve asgari ücretlerle çalıştırılmaktadır.

AVM Çalışanları

1990’lı yılların başından itibaren inşa edilmeye başlayan AVM’lerde çalışan insan sayısı giderek artmakta, uluslararası firmaların ürünleri, asgari ücretle çalıştırılan satış elemanları tarafından satılmaktadır. Büyük hipermarketler, grossmarketler’de çalıştırılan insan sayısı da gün be gün artmaktadır.

Çağrı Merkezleri

Büyük çağrı merkezlerinde çalışan insan sayısı artmaktadır. Türkiye Bankalar Birliği’nin yaptığı istatistiklere göre 2020 yılı itibariyle 24 bankanın çağrı merkezlerinde çalışan kişi sayısı 9520’dir. Sanırım günümüzde on bin kişinin üstüne çıkmıştır. Buralarda çalışan kişilerin birçok konuda eğitimli ve sertifikalı olmaları istenirken, firmaların çoğu çalışanlara herhangi bir garanti ve güvence sunmamaktadır.

Kargo ve Lojistik Firmaları

Ülkemizde şu anda mevcut olan kargo ve lojistik şirketlerinin hali hazırda en büyükleri olan 6 şirket bünyesinde 55.000 kişiden fazla kişi 4500’ün üzerinde şubede çalışmaktadır. Bu firmaların dışında da irili ufaklı birçok kargo şirketi mevcuttur ve öyle görünüyor ki giderek sayıları ve çalıştırdıkları personel sayısı artacaktır. Özellikle pandemi ile birlikte bu sektör daha da büyümüştür. 10

Kurye Sektörü

Yine pandemi ile birlikte büyüyen bir başka sektörde, kurye sektörüdür. Sokağa çıkma yasakları döneminde internet üzerinden alışverişin hızlanması sonucu bu sektörde de artış olmuştur, güvencesiz ve sözleşmeli çalışan insan sayısı giderek artmıştır. Bu sektördeki güvencesizliğe en önemli örnek tam salgın sürecinde ortaya çıkan ‘Yemek Sepeti’ çalışanlarının direnişidir. Bu direnişte patron, kendisine bağlı olarak çalışan ve direnen kuryeleri işten çıkararak yerine sözleşmeli kuryeleri kendi motosikletleri ile birlikte kiralamak yoluna gitmiştir. Bu en tipik taşeronlaştırma işlemlerinden biri olarak ülke tarihine geçmiştir. Şu anda ülkede bir milyona yakın motokurye olduğu tahmin edilmektedir.

Bankacılık ve Finans Sektörü

Türkiye’de finans ve bankacılık sektöründe çalışanların da özellikle 2002 ve 2008 krizleri sonrasında ücretlerinde göreli bir azalma meydana gelmiştir. Çok şık giysilerle iş yerine gelmek zorunda olan bu emekçiler bu günün şartlarında aldıkları ücretlerle sadece giysi masraflarını bile karşılayamaz duruma düşmüşlerdir. Önümüzdeki dönemde bugün yaşanan ekonomik krizin sonunda ülke bankacılık sektörü büyük bir krizin içine girebilir ve giderek finans sektöründeki internet bankacılığı vb. uygulamalar sonucu birçok çalışan işsiz kalma riskiyle karşı karşıya kalabilir.

Madenler

Türkiye’de madenlerde yaşananlar maden facialarında giderek daha fazla kazaların yaşanmasının altında yatan şey de özelleştirme sonucunda işyerine giren taşeron şirketlerin herhangi bir alt yapı yatırımı yapmadan işçileri asgari ücret seviyelerinde bir ücretle daha fazla çalıştırarak, daha çok kömür çıkarmaya sevk etmeleridir.

Eğitim Sektörünün Özelleşmesi

Prekaryalaşmanın bir başka yönünden daha bahsedeyim. Şu anda ülkemizde mevcut olan üniversite ve yüksekokulların 75 tanesi özel vakıf üniversiteleridir. Bugün itibarı ile bu üniversitelerde okumanın maliyeti çok yüksektir. Şu anda devlet üniversitesinde okuyan bir öğrencinin aylık maliyeti 4000 TL ve üstü olarak hesap edilmektedir. Bir de özel üniversiteleri düşününce bu maliyet kat be kat artmaktadır.

Şimdi bir de bu öğrencilerin mezun olduktan sonraki durumlarını düşünelim bugünkü şartlarda öncelikle iş bulmaları son derece güçtür. Öğrencilik hayatları boyunca yaptıkları bütün masrafları belki de bugünkü şartlarda bir ömür boyunca çalışsalar çıkmayacaktır. Kaldı ki, sadece öğrencilik yetmemektedir.

Bunun iş hayatları boyunca sürecek eğitim konuları da kendilerini beklemektedir. Şartlar sürekli bunu körüklemektedir. Yabancı dil, yazılım, mesleki yeterlilik vb. konularda sürekli eğitim alınmasına teşvik edilmektedir. Peki, bunun sonucunda herhangi bir gelecek vaadi var mı? Maalesef yok. Bu da özellikle gençlerde bir bıkkınlık doğurmakta ve geleceğe dair umutları yok olmaktadır. O yüzden nihilizm ve hedonizm gençler arasında yaygınlaşmaktadır. Yükseköğretimde böyle bir güvencesizlik yaşanınca bu okullardan mezun olan gençler iş bulamayınca ya gidip Silahlı Kuvvetlerde sözleşmeli personel olarak çalışıyorlar. (Bu gençlerin birçoğu çatışma bölgelerinde görevlendiriliyorlar.) Ya polislik, bekçilik gibi İçişleri bakanlığı kadrolarında çalışmaya başlıyorlar. Ya da gardiyanlık gibi Adalet Bakanlığı kadrolarında çalışmak için KPSS sınavlarına hazırlanıyorlar. Çünkü artık öğretmenlik, doktorluk dâhil hiçbir mesleğin devlet güvencesi maalesef bulunmamaktadır.

EYT ve Esnaf Dünyası

Bugünlerde tartışılan EYT tasarısıyla ilgili bir konu ise stajyerlik süresinin emekliliğe sayılması konusudur. Stajyerlikte geçen sürenin emekliliğe sayılması hususunda verilen kanun teklifi reddedilmiştir. Özellikle meslek liselerinde mecburi olan stajyerlik en az bir okul senesi boyunca mecbur tutulmaktadır. O yaştaki çocuklar çok zor koşullar altında her türlü hakarete maruz kalarak ve bunu asgari ücretin %30-35 altında bir ücret alarak yapmaktadırlar. İşte bu bir yıllık mecburi sürenin emekliliğe eklenmesi ise kabul edilmemektedir. Büyük bir emek sömürüsü, çocuk işçilik üzerinden yapılmaktadır.

Pandemi süreci ile birlikte başlayan bugün içinde bulunduğumuz ekonomik krizle devam eden süreçte özellikle esnafın borçlanması sonucu birçok küçük işyeri iflas etmiştir. Bu demektir ki, emek dünyasının içine daha fazla ücretli çalışan ya da işsiz dâhil olmuştur.

Kadın Emeği

Bütün bunların yanında kadın emeği gün geçtikçe daha da artmaktadır ve kadınlar bir yandan sözleşmeli ve güvencesiz işlerde çalışırken bir yandan da evinde çocuklarının bakımıyla meşgul olmaktadır. Yaşlı nüfusun giderek daha fazla uzayan insan ömür süreleriyle doğrusal olarak bir yandan da ebeveynlerinin bakımlarıyla uğraşmakta yine kadınların omuzlarına yüklenmiştir.

Ayrıca;

Ülkemiz 2011 yılından bu yana uygulanan açık kapı politikası sonucu büyük miktarda dış göç almıştır ve almaya devam da etmektedir. Bunun sonucunda emek dünyasındaki ücretler iyice düşürülmüştür. Bir diğer konu ise enformel işlerdir. Özellikle yasadışı, uyuşturucu, silah vb. mafyatik örgütlenmeler artmıştır. Büyük şehirlerde gettolar meydana gelmeye başlamış ve buralarda büyük bir enformel ekonomi ortaya çıkmıştır. Kısa sürede çok paranın kazanıldığı bu dünyanın taliplisi de gün geçtikçe çoğalmaktadır.

Bütün bu sıraladığım şeylerde gösteriyor ki, Türkiye emekçileri 40 yılı aşkın bir süre içinde Proleterlikten mücadele ile geldikleri orta sınıf halinden çıkmış, prekaryalaşmıştır. O yüzden umutsuz, bıkkın, sürekli çalışan, en alt seviyede yaşayarak ancak hayatını idame ettirebilen bir toplum ortaya çıkmıştır. Bu son yaşanan ekonomik krizin orta sınıfı yoğun bir şekilde vurmasıyla birlikte sınıfsal olarak gelir eşitsizliği daha da artmış. Ülkede derin bir yoksulluk da yaşanmaya başlamıştır. Bütün bu gelişmelere rağmen ülkede bu politikaları alt üst edebilecek bir siyasi ve ekonomik öneri sunulamamakta ve iktidarda yirmi ikinci yılını dolduran Ak Parti hala birinci parti olma özelliğini devam ettirmektedir. Peki, buna karşı ne yapılmalı, yani prekaryalaştırılan bir topluma nasıl bir gelecek ve birlikte yaşam umudu verilebilir? O da gelecek yazının konusu olsun…